31.01.2019 Perş. - RNE'dan SEÇME 2 YAZI
Makale Yazısı-Bugün 00:30 TSİ
İslâmî Camianın On Büyük Hatası

-+
Müslümanlar Allah’tan sayı ve kalabalık istediler, Allah her iki kişiden birinin desteğini verdi. Siyasi güç istediler, Allah tek başına kanun yapma gücü verdi. Ekonomik güç istediler, Allah devlet bütçesi nasip etti. Medya gücü istediler, Allah medyanın tamamına yakınını verdi. Fetva gücü istediler, Allah hemen hemen bütün hocaların fetva desteğini verdi. Peki, neden hala inancımızı hayata hâkim kılmaktan fersah fersah uzağız? Neyimiz eksik?
1- Çünkü İslâmî camia olarak kamusal alan mücadelesi yaparken özel hayat Müslümanlığımızı ihmal ettik. Cemaatle namazı, günlük Kur’an ve zikri, ilmi çalışmaları ihmal ettik. Evlerimizdeki televizyon ve internete bile müdahale edemedik. Kendi çocuklarımızı bile uğrunda mücadele ettiğimiz hedef doğrultusunda İslam’a göre yetiştiremedik.
2- Vakıf, dernek, cemaat, siyasi parti, gazete, dergi, radyo ve çeşitli platformlarda İslâmî çalışma, toplantı, kermes, TV programı, protokol kuralları gibi mazeretlerle haremlik/selamlık ve mahremiyet prensiplerimizi ihlal edip, kadın erkek ilişkilerinde sınırların ötesine geçtik. Değerlerimizi ihmal ettik.
3- İslâmî hareketler olarak yıllardır yetiştirdiğimiz kadrolarımızı büyük ölçüde bürokrasiye kaptırarak, hareket içerisinde üretkenliğimizi kaybettik ve kısırlaştık. Devlet imkânlarından nemalanmayı, bürokraside kadrolaşmayı; tebliğ, davet, irşad, Emr-i bi’l-ma’rufNehy-i ani’l-münker vazifelerimizden evla gördük.
4- İslam’ın iktidarı için çıktığımız yolda Müslümanların iktidarına; İslam devleti için çıktığımız yolda ılımlı laik devlete; ehl-i sünnet adına çıktığımız yolda muhafazakar demokrasiye; îlâyıkelimetullah için çıktığımız yolda ehven-i şerre razı olduk. İktidarla imtihanımız muhalefetle imtihanımızdan çok daha çetin oldu. Mahalleleri, sokakları, kahvehaneleri, gecekonduları terk edip, Meclis kulislerine, belediye binalarına, ihale salonlarına, lüks otellerin toplantı odalarına kapanarak halktan koptuk.
5- Hareket içerisinde takva, ilim, samimiyet gibi prensiplerden ziyade; para, makam, iyi konuşma, bağlantı sahibi olma gibi özelliklere değer verdik. Yeni ve ehliyet sahibi kadrolar yetiştiremedik. Yetişen kadrolara da hep şüphe ile baktık.
6- Yaşadığımız acı tecrübelerin kalıcı hasarları nedeniyle kardeşlerimizi potansiyel ihanet sahibi olarak gördük. İtaat kavramını, namlusu kardeşimize çevrili bir silaha çevirdik. Yeteri kadar çalışmayıp fazlasıyla geri kaldığını düşündüğümüz kardeşlerimizi tembellik ve bunun sonucunda ihanetle, çok çalışan ve fazlasıyla öne çıktığını düşündüğümüz kardeşlerimizi riyakârlık ve bunun sonucunda yine ihanetle suçlayıp Allah rızası adına tırpanladık.
7- Davayı muhafaza prensibini bir müddet sonra konumumuzu muhafaza prensibine dönüştürdük. Dost, arkadaş ve ahbap ilişkilerimiz, dava kardeşliği ilişkilerimizin önüne geçti. Bizim varlığımızı hareketin varlığı, yokluğumuzu ise hareketin yokluğu olarak algıladığımız için hareket içerisinde yapılan her eleştiriyi ve sunulan her projeyi kendi istikbalimizle ve konumumuzla irtibatlandırarak değerlendirmek zorunda kaldık.
8- Haramlara ve yanlışlara karşı etkin bir mücadele gerçekleştiremedik. Kur’an ve sünnete aykırı olduğundan adımız gibi emin olduğumuz meseleler konusunda kazanımlarımızı kaybetmeme adına sessiz kalmayı veya Hudeybiye bağlamında tevil etmeyi tercih ettik. Bu sessizlik sonucunda İslâmî muhalefet ruhumuzu kaybettik.
9- Uzun yıllardan beri birbirimizle uğraşmaktan, siyasi tenkitlerden, birbirimizi tekfir etmekten, birbirimizi zındık, Şii, Vahhabi, ehl-i sünnet karşıtı, cahil, bidatçi, hain ve düşman ilan etmekten fırsat bulup kahvehanelerde, meyhanelerde, kumarhanelerde, uyuşturucu ve günah bataklığında bizi, derneklerimizi, vakıflarımızı, cemaatlerimizi, hatiplerimizi, hocalarımızı bekleyen büyük kalabalıkları unuttuk.
10- Toplumu idealize ederek İslâmî hareketi bugünlere taşıyan başörtüsü ve imam hatip mücadelesi gibi talepler dışında aynı toplumu yeniden sürükleyecek ve idealize edecek yeni İslâmî talepler geliştiremedik. Kur’an ve sünnetin hayata hâkimiyetini sağlayacak projeler üretmek yerine geçmişle övünmeyi, eski başarılarımızı bozdurup bozdurup harcamayı tercih ettik.
# YAZARIN DİĞER YAZILARI
YazarAbdülaziz Kıranşal- Mesaj GönderYazdır
31 Ocak 2019
***
İsmail Küçükkılınç
ismailkucukkilinc@karar.com
Said Halim Paşa niçin hilafet yanlısı ve laiklik karşıtıydı?
31.01.2019 Perşembe 00:01 - Son Güncelleme: 31.01.2019 Perşembe 09:46
-A+
11
YORUM YAZ
Meşrutiyet devrinin ‘İttihadçılığı tartışmasız ilk sadrazamı’ ve İslamcılığın ‘rakip ve hasımlarında dahi hayranlık uyandıran mütefekkiri’ Said Halim Paşa’nın, daha evvel Fransızca olarak yayınlanan eseri bu defa Osmanlı İmparatorluğu ve Dünya Savaşı ismi ve Fatih Yücel tercümesi ile Kronik Kitap’tan çıktı. Eserin sonuna, kitabın editörlüğünü de yapan kıymetli dostum Ömer Hakan Özalp’ tarafından Osmanlıca’dan Latin harflerine aktarılan, merhum Paşa’nın Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın 5.Şube’sinde verdiği I. Dünya Harbi’ne giriş ve savaş sürecine ilişkin ifadesi ile aynı kitabın 1922 senesinde Sebilürreşad’da neşredilen “Türkiya’nın Harb-i Umumi’ye İştirakindeki Sebepler” başlıklı bölümü eklenerek zenginlik katılmıştır.

Said Halim Paşa’nın kitabı esasen beka meselesi merkezinde Osmanlı Devleti’nin I. Cihan Harbi’ne girişinin haklılık ve meşruluğunu mevzu edinmekteyse de hilafet meselesine de hassaten yer ayırdığı görülmektedir. Merhum Paşa İngiliz yetkililer kadar İngiliz milleti aleyhinde de çok sert ithamlarda bulunmakta, ancak en ziyade hilafet ve laiklik hususunda sertleşmektedir.
Bir İslamcının, İslamcı mütefekkir ve mihmandarın elbette ki hilafet yanlısı ve laiklik aleyhtarı olması kadar tabii bir durum düşünülemez, ancak Paşa, laikliğin veya bu manaya gelecek bir telakkinin “küfür” olduğunu da net bir şekilde ifade etmektedir. Demokrasi ise, idarecilerin seçim yoluyla işbaşına gelmesi ve ilk halifelerin de bu şekilde seçilmesi hasebiyle makbul bir tabir olarak görülmektedir.
Merhum Paşa’nın eserini esarette bulunduğu Malta’da kaleme aldığı tartışmasız olduğuna göre, saltanat ile hilafetin birbirinden ayrılması niyetinden bir şekilde haberdar olmuş olmalıdır ki, kitabının “Türkiye ve Hilafet” bölümünde, bilhassa hilafetin hanedan desteğinden mahrum bırakılması halinde kıymet ve işlevinden uzaklaşmış olacağı ima ve hatta ikazında bulunmaktadır.
Said Halim Paşa, Hz. Peygamber’in sünnetinin, hususî ve içtimaî hayatın -ne kadar önemsiz ya da mahrem olursa olsun- her meselesiyle alakalı unsurlara sahip olduğunu; bu bakımdan da bir Müslümanın tüm hareketlerinin, hangi mesele ve tabiatta olursa olsun, dinî bir mahiyet ve veçheyi haiz olduğunu ifade etmektedir. İslam bir nevi teokratik bir din olmakla birlikte bir ruhban sınıfına asla cevaz vermemektedir.
İslam, hayatı dinî ve dünyevî diye ayırmaz. “İslamiyet, bir dinden fazlasıdır yahut da özünde siyasî, sivil ve içtimaî bir yasa olan bir dindir. Bu, dinî formüllerle ifade edilen ve âdetlerin çerçevesini çizdiği bir dindir.”
Paşa, şu satırlarda çok keskin ve nettir: “Dinî müessese ve Devlet’in bir olduğu İslamiyet’te bu ikisini birbirinden ayırmak imkânsızdır. Bu emelin taraftarları, bunun vukuunun İslamiyet’in ortadan kalkması manasına geldiğini unutmaktadırlar ya da bunun farkında değillerdir. Dolayısıyla Türkiye’deki bazı Müslümanların bu gayenin peşinden gitmeleri sadece yanlış yola sapmak değildir, bir küfürdür; ülkelerini Peygamber’in yasasının tatbikinden çıkardığı büyük gücü kaybetmesine mahkûm etmektir.” Paşa, bu meyanda Tanzimat hakkında da ağır ithamlarda bulunmaktadır.
Şu satırlardan anlaşıldığı kadarıyla, Paşa, bazı duyumlar almış ya da ferasetiyle bazı şeyleri öngörmüş gibidir: “Bugün Türkiye, İslamiyet’in buyruğu altındaymış görüntüsüne rağmen, aydınları tarafından İslamiyet’in temel kaidelerini reddetmeye yönlendirilmektedir. Fakat milletin yığınları, orta sınıflar da buna dâhil olmak üzere, bu kaidelere sadık kalmaktadır. Yakın bir gelecek, bu iki zihniyetten hangisinin galip çıkacağını gösterecektir. Barışın tesisinden sonra olağan şartlara dönülüp iç ve dış egemenliğin geri kazanıldığı zaman, bu iki tarafın arasında kesin surette bir çarpışma sahne alacaktır.” Paşa, aslında İTC içindeki koalisyona ve TBMM’deki üye profiline bakarak bir tahminde, daha doğrusu imada bulunmakta ise de kendisi şehid olduğundan yanıldığını görememiştir.
Said Halim Paşa, İslamiyet, hilafet, devlet ve Müslümanlar arasında şaşmaz bir bağ olduğu inancındadır: “İslamiyet, siyasî ve içtimaî bir yasa olmasından dolayı yapısı itibariyle ancak bir Devlet şekliyle mevcut olabilir. Nasıl dinî müessese ve Devlet İslamiyet’in işleyişinde bir oluyorsa, cemaatin dinî reisi de aynı şekilde onun siyasî reisidir. Diğer bir ifadeyle bir Halifelik vasfı mecburen, kaçınılmaz bir surette hükümdarlık vasfıyla beraber yürümelidir.”
Paşa’ya göre Müslüman’ın vatanı tek, merkezi ise Halifelik Makamı’dır. Bazı üstadlar, merhumun çerçeve ve çevresini çizdiği vatanın merkezinin “Halifelik Makamı” olduğu gerçeğini unutarak, onun “ Müslüman’ın vatanı şeriatın hâkim olduğu yerdir” ifadesinden hareketle “çok ince ve ustalıklı” imalarda bulunup istifhamlara yol açmaktadırlar. Ancak bu çok doğru bir usul olmasa gerektir. Merhumun aşağıya derc edeceğimiz bazı görüşleri, bu meseleyi “herkes” için vâzıh bir hale getirecek netliktedir.
Merhum Paşa, “İslam’ın siyasî birliği ilkesini tanımayan bu Müslüman Devletlerin hiçbirisi hayatlarını bağımsız olarak sürdürememiştir. Bazılarıysa Hristiyanlığın tahakkümü altına girmiştir” diyerek, Osmanlı hilafetine bağlılık ve onun korunması için ikaz gücü yüksek tespitlerde bulunarak ilave ediyor: “Hangi yetki altında yaşıyor olursa olsun, iyi bir Müslüman’ın hükümdarı Halife’dir.” Yani Paşa, “her Müslüman’ın vatanı Osmanlı Devleti, tabi olacağı başkent İstanbul, hükümdarı da Osmanlı padişahıdır” demek istiyor.
Paşa için, cihad ve mücadele Müslüman’ın en mühim şiarlarındandır: “Hakikatte, bir Müslüman’ın, Müslüman bir toprağın tahakküm altına alınmasıyla gayri-Müslim bir idareye tâbi hâle getirilmesine boyun eğmesi, sadece geçici olmak üzere, mücbir sebep zuhuru şartıyla olabilir. Özgürlüğü ve Halife’nin imparatorluğuyla birleşmek gayesiyle, bu teşebbüsünde başarı ihtimalini gördüğü andan itibaren gücünün sonuna kadar bu duruma karşı çıkmak onun buyruğudur.”
Paşa, halifeliğin Osmanlılıkla ilişkisini tartışmaya açanlara karşı çok serttir. Ona göre, “Halifenin Kureyş’ten olması” tarihsel bir durumdur ve Kureyş’in gücü sebebiyledir. Hz. Peygamber, şayet başka bir gaye ile hareket etseydi hilafeti ailesine bırakırdı: “Hazret-i Muhammed, kendi yolundan gidenlere [halifeyi] Kureyş Kabilesi’nden tayin etmelerini tavsiye etmesinin sebebi, İslamiyet’in henüz kuvvetli Devletleri ortaya çıkarmadığı zamanda, kendi de mensubu olduğu bu kabilenin en sağlam şekilde teşkil edilmiş ve bunun neticesinde Halifeliğin bağımsızlığını devam ettirmeye ve imanın çıkarlarını müdafaa etmeye en muktedir Müslüman müessesesi olmasıydı.” Halifeliğin, bir daha hiç çıkmamak üzere Osmanlı’ya geçmesi de güç yüzündendir: “Halifeliğin bir daha çıkmamak üzere Osmanlı Hanedanı’na intikali de güç sayesinde vuku bulmuştur. Bu bakımdan Türkiye, en başından beri olduğu üzere, en kuvvetli Müslüman Devletidir.”
Paşa için, Türkiye ve İslamiyet eşanlamlıdır: “Bu tarihî bir gerçektir: İslam’ın bayraktarı olan Türkiye ümmetin ebediyen medar-ı iftiharı mevkiini koruyacaktır… Tam da bu sebeplerden dolayı İngiltere, İslam âleminin ayaklanmaması için Halifeliğin Türkiye’nin dışındaki bir hanedana geçmesine uğraşmış ve bunda başarılı olamayınca da Türk’ün gücünü ortadan kaldırmaya uğraşmıştır… Türkiye’nin ve İslam’ın kaderi birbirlerinden ayrılmamak üzere birleşmiştir.”
Said Halim Paşa Ankara idaresine karşı da kızgındır. Çünkü hiç kimsenin Hilafet Makamı’nın sınırlarını Türkiye’nin dışına çıkarmaya hakkı yoktur ve Osmanlı Devleti’nin sınırlarını korumada Ankara Hükümeti de en az Hindistan Müslümanları kadar hassas olmalıdır. Türkiye; Hicaz, Suriye, Filistin ve Mezopotamya’yı halifeliği kendi hanedanında deruhte ederek geri almaya mecburdur. Bu, dinî bir meseledir; buna karşı haricî müdahaleler, İslam âlemi tarafından hem halkların kendi kaderlerini tayin hakkının hem de Hz. Peygamber’in sünnetinin, yasasının ihlali manasında telakki edilecektir.
Said Halim Paşa, Türkiye’nin bekasını İslamiyet’te görmekte, İslam’ın din-devlet, din-dünya ayrılığına cevaz vermediğini vurgulamakta, aksi istikamette hareket edenleri şiddetle tenkid etmektedir. Neticede o hem İslam’ın gereği, hem de Türkiye’nin bekası düşüncesiyle hilafetten yana, laikliğin de karşısında bir tavır sergilemektedir.
Merhum Paşa, malum olduğu üzere, Malta’dan serbest bırakıldıktan sonra İtalya’da şehid edildiğinden, hilafet ve laiklik ile ilgili gelişmeleri görememiştir.
*
DEVAMI GAZETE SAYFASINDA!
*
BUGÜN BU KADAR!
SELAM VE DUA
REŞAD / RNE