26.10.2009
Yusuf Kaplan - Yeni Şafak
Bendeniz, Başbakan'a, –veya Cumhurbaşkanı'na, Genelkurmay Başkanı'na– açık mektup yazacak tıynette, “hormonlu” biri değilim. Siyasete, bürokrasiye bulaşmaktan kaçınan, kendisini hasbelkader –bir medeniyet tasavvuru geliştirilmesi, öncü bir kuşak yetiştirilmesi gibi– daha kalıcı, daha uzun vadeli hedeflere kilitleyen birinin (pehhh!) böyle bir işe soyunması elbette olmayacak bir şey.
Bu satırları siyaseti, bürokrasiyi küçümsemek veya kötülemek için yazmıyorum. Aksine siyasette de, bürokraside de, hırsızlığa, yolsuzluğa, komisyonculuğa bulaşmamış, bulaşmayacak; ehliyetli ve liyakatli, yaratıcı ve ahlâklı kişilere en fazla ihtiyaç hissettiğimiz bir zaman diliminden geçiyoruz.
Burada söylemek istediğim şey şu: Türkiye'nin temel varoluş sorunlarının kalıcı çözüm formüllerini üretecek adres, siyaset de, bürokrasi de değil.
Türkiye'nin temel sorunu, varoluş sorunudur: Tarihin yeniden yapıldığı, dünyanın entelektüel, kültürel, siyasî haritaların yeniden çizildiği, Batı uygarlığının dünya üzerindeki üç yüzyıllık hâkimiyetinin hem başka kültürlere, medeniyetlere, dinlere hayat hakkı tanımadığı, hem de gezegenimizi, tabiatı alabildiğine tahrip ettiği, dünyayı büyük siyasî, ekonomik ve kültürel katastrofların, çıkmaz sokakların eşiğine sürüklediği, farklı kültürlere, medeniyetlere, dinlere mensup toplumları, halkları barış, adalet, hak, hukuk ve hakkaniyet ilkeleri çerçevesinde nasıl birlikte yaşatabileceğinin yollarını, yöntemlerini bilemediğinin ve bulamadığının bütün çıplaklığıyla anlaşıldığı şu küresel kaos ortamında, Türkiye'nin, (dünya tarihinin yapılmasında kilit rol oynayan medeniyet iddialarını, rüyalarını ve ideallerini yeniden formüle ederek, çağdaşlaştırarak tıpkı pax Ottomona tecrübesiyle bütün dünyaya gösterdiğimiz gibi) dünyada adaletin, vicdanın, sulhün, selâmetin, hakkaniyetin, kardeşliğin yavaş yavaş hâkim olmaya başlamasının tek kurucu aktörü olmasını sağlayabilecek, geleceğin bölge ve dünya tarihinin şekillenmesinde kilit rol oynamamıza imkân tanıyabilecek bir zaman aralığından geçiyoruz.
Bölge ülkeleri de, büyük dünya güçleri de, ekonomik ve siyasî açıdan güçlenen, kültürel ve entelektüel açıdan rotasını bulan, medeniyet iddialarını, rüyalarını ve ideallerini yeniden formüle ederek, çağdaşlaştırarak uzun, zorlu bir yolculuğa çıkabilen bir Türkiye'nin orta (25-50 yıllık) ve uzun (50-100 yıllık) vadede dünya tarihinin akışını şekillendirebilecek en önemli aktörlerden biri hâline gelebileceğini çok iyi biliyorlar.
O yüzden Türkiye'nin yeniden varolmasının, yeniden tarihî bir rol oynamaya başlamasının, daha âdil, daha hakkaniyetli, daha barışçıl bir dünyanın inşasının yegâne şartı olduğunu bölge ülkeleri ve dünya güçleri kadar bizim idrak edemediğimizi görüyorum ve burada söylediklerim bize, pek çoklarına, özellikle de epistemolojik, zihnî olarak bağımsızlıklarını yitiren, her şeyi Batı'dan bekleyen metamorfoz yemiş, kendi kendini sömürgeleştirdiğinin farkında bile olamayan, özgüvenini yitirmiş, ufuk çizgisini kaybetmiş, Batı kültürünün gönüllü ajentası rolü oynamakta bir sakınca görmeyen, olmayan, olamayan Türk entelijansiyasına hayal gibi gelebilir.
“Sömürge aydını” rolü oynadığını bile idrak edemeyen bu kişilere sadece şunu hatırlatmakla yetineyim: Kendileri hayal kuramayanlar, başkalarının hayalleriyle yaşamaktan kurtulamazlar. Unutmayalım: 300 sene önce Amerika diye bir güç yoktu.
Batı uygarlığı, dünya üzerindeki hâkimiyetini güce, ruhsuz “araç”lara ve çatışmaya dayalı olarak kurduğu için, dünyayı büyük bir kaosun ve çıkmaz sokağın eşiğine getirip bıraktı. Önümüzdeki süreçte, bu kaostan çıkışın yolunun, dünyanın tek sömürgeleştirilemeyen ve bin küsur yıldır dünya tarihinin belirlenmesinde kilit rol oynayan, o yüzden de, kolektif hafızası, kültürel genetik kodları, tarihî derinliği en sağlam “aktör” olan Türkiye'nin bu muazzam imkânlarını, yeni şekillerde hayata ve harekete geçirebilecek yaratıcı ruhla ve kurucu iradeyle donanarak tatilden eve dönüp yeniden tarihe girmesinden geçtiğini bütün dünya biliyor; ama biz bu yakıcı gerçeği göremiyoruz bile.
Bu örtük, serbest “mektubu”, medyanın İstanbul 2010 Kültür Başkenti Ajansı'na karşı neden saldırıya geçtiğini, İstanbul 2010'un Türkiye açısından neden hayatî önemi hâiz bir imkân olduğunu ve nihayet 2010'da bu çerçevede ne tür çığır açıcı çalışmalara, açılımlara imza attığımızı anlatmak için yazıyorum. Cuma günkü yazıda münhasıran bu konuyu kaleme alacağım…
Yorum:
Başbakan!..
Başbakan’a mektup…
Başbakan’a “açık” veya “örtük” mektup…
Ve Başbakan ve etrafındakilerin anlayış ve kavrayış seviyesi?!.
Türkiye…
Türkiye ve Türkler…
Türkiye, Türkler, Dünya ve yeni bir medeniyet ihtiyacı…
Ve bütün bunları bir “bütünlük” içinde kavraması gerekenler; yani Başbakan, Bakanlar, bakması ve görmesi gerekenler; yapılması gerekenleri yapması gerekenler…
Türkiye böylesine geniş feraset ve engin felsefeye, uzak görüş ve on yıllık, yüz yıllık değil de; bin yıllık “bakış” açısına sahip kimseler tarafından mı yönetiliyor, acaba?!.
Sahiden soruyorum: Onlar var mı, acaba?!.
Yoksa?!.
Yorumsuz olsun bundan sonrası ve bu noktadan ötesi.
Gerisini de siz düşünün ve gereğini yapın.
Yapın, haydi yapın; yoksa!..
Nokta.
Yorumlayan: Ahmet Yasir EROL
Not Önceki haftalarda Ali Bulaç’ın yazılarını değerlendirmiştim.
Bu hafta Ali Bulaç’ın yazısını “yorumsuz” arz ediyorum.:
Açılım’dan Ayrışma’ya
Ali Bulaç - Zaman
PKK silahlı mücadeleye başladığında Demirel, bunun "29. isyan" olduğunu söylemişti. 25 senedir çatışma dağlarda, kırsal bölgelerde "PKK ile güvenlik kuvvetleri" arasında sürdü. İhtilafı geniş çerçevede düşündüğümüzde en çok "Kürtlerle devlet" arasında der, 27 Mayıs, 12 Eylül gibi darbe süreçlerini suçlu gösterirdik.
Bugün sanki sorun "siyasî" olmaktan çıkıyor, "toplumsal" alana yayılma istidadı gösteriyor. Ve sanki ihtilaf, devletin Kürtlerin tabii haklarını tanımasından çıkıp "Türklerle Kürtler arasında bir ayrışma"ya dönüşüyor. Bunun çok vahim bir eğilim olduğunu belirtmek lazım.
Hükümetin başlattığı "açılım"ın bu noktalara gelmesi üzücüdür. Başörtüsünde olduğu gibi Kürt sorununda da ısrarla şunu söyledik: Kürt sorunu, din-devlet ilişkisi, başörtüsü, ifade özgürlüğü, Alevi meselesi, azınlıkların durumu vb. konular bir bütün olarak ele alınmalı, kapsamlı bir paket içinde ve yeni bir anayasa değişikliğiyle birlikte çözülmelidir. Öyle olmadı, sorunlar münferit alındı ve işe sondan başlandı. Bugünkü durumda AK Parti'nin yeni bir anayasa yapma şansı yok, ama yine de seçime bu vaatle gidebilir, ekonomi dahil demokratikleşme paketiyle oy isteyebilirdi.
Açıkça Kürt açılımında niçin bu kadar acele edildiğini, "aralık ayına kadar bu iş bitmeli"den ne anlaşılması gerektiğini bilmiyorum. PKK'lılara af "en son adım" olmalıydı. Sanki dışarıdan yapılan empozeler ve içeride açılım projesine akıl verenler hükümeti yanılttılar gibime geliyor.
1999 yılından beri, Abdullah Öcalan'ı teslim eden iradenin zamanı gelince "PKK'lılara af, 270-300 kişiyi Kuzey Avrupa ülkelerine gönderme ve Öcalan'ı ya serbest bırakma veya onu da Avrupa'ya gönderme" gibi taleplerde bulunduklarını biliyoruz. Ben bunları 10 senedir bir iki kere yazdığımı hatırlıyorum. Vakit mi geldi ki, alelacele Kandil, Mahmur ve Avrupa'dan PKK'lı getirtilip serbest bırakılıyor?
Kürtlerin devletten talepleri vardır; bunlar karşılanabilir taleplerdir. İş öyle bir noktaya getirtildi ki, sanki sorun "Kürtlerin tamamı ile devlet" ve "Kürtlerle Türkler arasında bir ihtilaf"a dönüşmeye başladı. Bu süreçte hükümet bazı yanlışlıklar yaptı, doğru. Ama CHP ve MHP siyasî muhalefetlerine toplumsal destek bulmak ve önümüzdeki seçimlere yatırım yapmak üzere işi öylesine sertleştirdiler ki, bunun maliyeti toplumun geneline çıkacak hale geldi. Burada CHP ve MHP büyük vebal altına giriyorlar. DTP'nin de bu iki partiden aşağı kalır tarafı yok. O da inisiyatifi elinden kaçırmamak ve seçimlerde daha çok oy almak için gerilimi tırmandırdıkça tırmandırıyor, Türkiye'de milyonlarca insanının hissiyatını ve hassasiyetlerini dikkate almıyor. DTP de büyük vebal altındadır.
Gelinen bu noktada, haklı ve masum taleplerini dile getirmek isterlerken, Kürt halkının yegane temsilcisi PKK ve DTP'dir şeklinde bir resim ortaya çıkmış bulunmaktadır. PKK ve DTP dışında kalan yüzde 80'lik devasa bir kitle suskun vaziyette gelişmeleri kaygıyla izliyor. Özellikle geniş halk kitleleri üzerinde saygın etkileri olan dindar grup ve şahıslar hiçbir şekilde açılım sürecine dahil edilmiyor. Sayın İçişleri Bakanı, Diyarbakır'da Rotary ve Lions Kulüpleri, Perakendeciler Derneği, Mermerciler Derneği ve Kızılay Derneği gibi 39 dernek temsilcisiyle görüşüyor, dinî şahsiyeti, itibarı, saygınlığı ve teennisiyle tanınan zatlardan, yazarlardan, kanaat önderlerinden ve yüzlerce İslami dernekten kimseyle görüşme lüzumunu hissetmiyor. (!!!) Açılımın ilk gününden bu yana da aynı dışlama sürüyor. Hâlâ en kuvvetli bağ Müslümanlık iken ve herkesi derinden kaygılandıran muhtemel trajik bir ayrışmanın sadece din önüne geçebilecekken, bu meselede İslami gruplara ve şahıslara konan katı rezervleri kimse anlayamıyor. Her şeye rağmen, siyasî rant veya oy mülahazasıyla hükümeti sıkıştıralım derken, daha vahim gelişmelere sebebiyet vermemek lazım. Bu, ateşle oynamak olur. Özellikle CHP, MHP ve DTP'ye daha çok sorumluluk düşer. Basiretimiz bağlanmasın.