Kur’an ayında fıkhîleşmeyi düşünmek
Reşat Nuri EROL
Bundan önceki en son iki yazımızın birincisinde “Kur’an ayı Ramazan’ın son günlerinde değişik yönlerde Kur’an üzerine dalmamız gereken derin tefekküre” işaret ettik; ikinci yazımızda “Kur’an ayında Kur’anîleşmek” üzerinde durduk: Bugünkü yazımızda “günümüzde fıkhîleşme meselesi” üzerinde duralım…
Hazreti Peygamber hayatta iken Kur’an okunuyor, ezberleniyor, yazılıyordu; halk yani sahabeler de sünnetle amel ediyor, Hazreti Peygamber ne yaparsa onlar da onu yapıyordu. Hazreti Peygamber sadece uygulama yaparken yorumlamakla yetkiliydi, sözlerle yorumlama yetkisi kendisine verilmemişti. Örnek olarak iki olay önemlidir.
Medine’de mescit yapılıp cemaatle namaz kılınmaya başlandığında, namaza nasıl çağıracakları hususunu sahabeler kendi aralarında istişare ettiler. Hazreti Peygamber onlara karışmadı. Kimi Hıristiyanların çanını, kimi Yahudilerim borazanını önerdi. Bir karara varamadan dağıldılar. Ertesi gün sahabelerden biri gece gördüğü rüyayı anlattı. Sahabeler kabul ettiler, Hz. Peygamber de ses çıkarmadı. Böylece icmanın bir örneğini verdiler.
Başka bir olay da şudur. Başörtüsü ile ilgili âyet geldiği zaman Hz. Peygamber erkek olduğu için hiçbir uygulama yapmadı. Medine kadınları toplandılar ve istişare ettiler. Peştamallarını ikiye bölerek başörtüsü olarak kullanmaya karar verdiler. Hz. Peygamber bir şey demedi. Böylece icmaa ikinci önemli örneği verdiler.
Bunun gibi sayılı örnekler dışında Hazreti Peygamber ne yapıyor idiyse sahabeler onu yapar, Kur’an âyetlerini yorumlayarak amel etmezlerdi. Dört halife de aynı usulü devam ettirdi. Artık melek gelip vahiy getirmiyor yani öğretmiyordu. Onun yerine halife istişare ediyor, içtihadına göre karar veriyor ve o karar uygulanıyordu.
Dört halifeden sonra fıkıhçılar geldiler. Halifelerin hüküm koyma yetkisini kabul etmediler. Onun yerine Kuran, Sünnet, icma ve kıyasa dayanarak fıkhı oluşturdular.
Bugün elimizde bulunan “FIKFIH” Kitaba, Sünnete, icmaa ve kıyasa dayanmaktadır. Biz bu fakihlerden önce Kur’an’ı, Sünneti, icmaı ve kıyası öğreniyoruz. Bunlardan nasıl istidlâl edileceğini ve fıkhı nasıl oluşturduklarını da “USUL İLMİ” ile öğreniyoruz. Bize farz olan budur. Ondan sonra fıkıhçıların usulüne göre kendi fıkhımızı oluşturuyoruz. Dört delile dayanıyoruz; Kur’an, sünnet, icma ve kıyas.
Bu arada çağımızın insanlık anlayışına aykırı fıkhî sonuçları görüyoruz. Güya bu sonuçlar bugünkü çağdaş(!) aklımıza uymuyor. İşte onlar için Kur’an’a başvuruyoruz. Eğer Kur’an ısrar ediyorsa, Kur’an’ın dediğini yapıyoruz.
Bu konuda dört örnek verelim: 1) Mesela, kimileri bu çağda çok evlilik yoktur diyorlar. Biz vardır diyoruz. Çünkü Kur’an’da vardır. 2) Kimileri bu çağda idam cezası yoktur diyorlar. Biz vardır diyoruz. Çünkü Kur’an’da idam vardır. 3) Kimileri bu çağda el kesme cezası yoktur diyorlar. Biz vardır diyoruz. Çünkü Kur’an’da vardır. 4) Kimileri bu çağda faiz yasağı yanlıştır diyorlar. Biz doğrudur diyoruz. Çünkü faiz Kur’an’da yasaktır.
Bunların yanında fıkıhçıların geçmişte nerede ise ittifak ettikleri bazı hususlar vardır ki; biz onlara hayır, yanlıştır diyoruz, çünkü Kur’an’da öyle değildir, Kur’an’da aksi vardır diyoruz. Bu konuda verilebilecek pek çok örnekler vardır. Nitekim yeri geldikçe zaman zaman bu meseleler üzerinde duruyor ve çağımızın fıkhını oluşturma çalışmaları yapıyoruz.
İşte… Görüyorsunuz ki biz fıkıhçıların usullerini uyguluyoruz, onların bize öğrettikleri delilleri değerlendiriyoruz ama çağımızda uygulanması mümkün olmayan hükümleri de Kur’an’a göre düzeltiyoruz. Biz geçmişteki müçtehitlerin o zaman için gerekli ve geçerli içtihatlarına değil de Kur’an’a tâbi oluyoruz. Çağın anlayışına uymayan Kur’an hükümleri için tabiî ve sosyal ilimlere başvuruyoruz. Kur’an varılan sonucu teyit ediyor. Oysa geçmişteki fıkıhçıların Kur’an’a aykırı ittifaklarını ise müsbet ilimler de reddediyor. Bu Kur’an’ın en büyük mucizesidir. Âlimler hata ediyor ama Kur’an hata etmiyor. Kur’an ayında fıkhîleşmeyi düşünelim ve gereğini yapalım…
Kur’an mucizeleri
Müslümanlar Kur’an ayı Ramazan’da Kur’an ile irtibatlarını artırıyorlar ama bu irtibat yüzyıllardan beri “okuma ve yazma” ile sınırlı; bir türlü her çağda ve çağımızda gerekli olan “Kur’an’ı anlama, yorumlama ve uygulama” merhalesine geçilemiyor. Dua ve dileğimiz; Müslümanların Kur’an ile ilgili irtibatlarını devamlılıkla birlikte sürdürmeleri ve sözünü ettiğimiz merhaleye geçmeleridir. Her gün ve her haftaki çalışmalarımıza ilaveten, Kur’an ayında Kur’an çalışmaları ile daha fazla meşgul olduk. Bu çalışmalarımız çerçevesinde birkaç yıldan beri “Kur’an Mucizeleri” ile ilgili bir kitap hazırlamaktayız. Gidişata bakılırsa, bu kitabımız bütün kitap çalışmalarımızın anası olacak gibi görünüyor. “Mucize Kur’an” dediğimize göre önce “mucize” kavramı üzerinde duralım. Mucize demek; yarışı kazanan, karşı takımı geri bırakan demektir. Kur’an tüm insanları istedikleri konuda yarışa davet etmektedir. Çağın benimsediği ama bir türlü ulaşamadığı demokrasi, lâiklik, liberallik ve sosyallik konularında Kur’an bütün insanları yarışa çağırmaktadır. Dünyayı tehdit eden görkemli kulelerin korkunç yıkılışlarını önleyen bir düzeni, barış düzenini getirmeye çağırmaktadır. Evet, lâiklikte de yarışa, sosyallikte de yarışa çağırmaktadır. Bizim lâikliğimiz Kur’an lâikliğinden daha üstündür diyen varsa gelsin yarışalım diyor; nâzil olduktan 1400 sene sonrasında bugün de diyor ve meydan okuyor...
Batılılara göre demokrasi ekseriyetin dediğini yapmaktır. Oysa ekseriyetin temini mümkün değildir. Mesela, ülkemizde yüzde 10 barajı var! Seçime katılıp oyları geçerli olan partilerin sayısı yüzde 5’tir! Türkiye’de bugün için en güçlü parti AK Parti’dir. İktidar partisinin aldığı oy yüzde 50’dir, temsil 4’te 1’e iner. Grupta yüzde 50 ile karar alınır, 8’de 1’e iner. Hükümette de yüzde 50 ile karar alınırsa 16’da bire iner; bakanları da halk seçse böyledir. Bir de adaylardan bazıları merkezden gösterilmektedir. Milletvekilliklerinde yüzde 32, bakanlıklarda da yüzde 50 etki ettiğini kabul edelim, 64’te 1’e iner. Hükümet de halkın dediğini değil de derin güçlerin dediğini yaptığı için bu 128’de 1’e iner. Demek ki neymiş; sonuç olarak bu sözde demokraside halkın ancak yüzde 1’inden azı iktidar olmaktadır!
“Mucize Kur’an” ise “ekseriyet demokrasisi”nin yerine “hicret demokrasisi”ni getirmiştir. Kur’an “çoklu sosyal gruplar ve yerinden yönetimli bucaklar sistemi” ile gerçek demokrasiyi sağlamıştır. Herkes kendi içtihadı ile hareket etmekte, hakemlerden oluşan tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın mahkemelere hesap vermektedir. Başbakan hata yapsa, bugün meclisin ekseriyetini elinde tutuyorsa bir şey yapamazsınız. Oysa Kur’an’a göre yüzde 5’ten fazla reyi olan parti başkanı hakemlere gider ve onu başbakanlıktan düşürebilir. Varsa, bundan daha dengeli bir demokrasiyi getirin de biz de o kitaba uyalım.
Batılılara göre lâiklik dini kamu hayatından dışlamaktır. Kamu hayatının tanımı daraltılır ve mahkeme salonuna kadar indirilebilir. Çünkü son denetim oradadır. Kamu alanı genişletilip ailenin içine sokulabilir. Batılılar lâikliği tanımlamayıp sadece uygulamalarda mahkeme kararlarına indirgemektedirler. Oysa kuvvetler ayrılığı prensibine göre mahkemeler; a) Geçmişte cereyan eden bir olay hakkında geçerli olup gelecekte olacaklar hakkında karar veremez. b) Sadece bir olay hakkında karar verip benzer olaylara teşmil edilemez. c) Sadece davalı ve davacı hakkında karar verip başkaları hakkında karar veremez. d) Sadece iddia konuları üzerinde karar alamaz. Tarafların talep etmediği konularda karar veremez. Onların ne “lâiklik” ne de “kamu alanı” hakkında bir tarifleri, bir tanımlamaları yoktur.
“Mucize Kur’an”ın lâikliği bir şeyin dinî olmasından dolayı suç sayılamayacağı, suç ise suç olmaktan çıkmayacağı şeklindedir. Bunun anlamı din de tarafsız, bağımsız, saygın ve etkin yargının denetimindedir, hakemlerin denetimindedir. Hakem kararları ise sözleşmelere dayanır. Müsbet ilme aykırı sözleşmeler geçersizdir. Kamu alanı ise ocakta bütün ocak halkının, bucakta bütün bucak halkının, ilde bütün il halkının, ülkede bütün ülke halkının, insanlıkta ise Mekke gibi bütün insanların bir yerden izin almaksızın girip çıktıkları yerdir. Buna göre Çankaya kamu alanı değildir, Kızılay Meydanı caddesi kamu alanıdır. Kilitlenen yer kamu alanı değildir. Başhakem dışında kimse tarafsız değildir. Herkes adil karar almak zorundadır. Almazsa yargı denetimi ile kararı iptal edilir. Zarar varsa ödetilir. Hakemler de hakemlerin denetimindedir. Bundan daha net ve açık bir lâikliğiniz ve kamu alanı tanımınız varsa, getirin, ortaya çıkın, insanlar sizin tarafınıza geçsin. Ama yenileceğinizi bildiğiniz için çıkamazsınız.
a) Batı liberalizmi de doğru tarif etmemektedir. Herkesin kendi kârına çalışması, bunun topluluk için yararlı olacağı görüşündedir. Adam Smith’in ‘bırakınız yapsınlar’ sözü bugün artık geçerliliğini kaybetmiştir; ‘bırakınız onu sömürü sermayesi yapsın’a dönüşmüştür. İnsanlık çetin bir mücadele vermektedir. Bir taraftan merkezi tekel firmalar dünyayı tekellerine almaya çalışıyorlar, diğer taraftan halk ekonomisi direnmektedir.
Kur’an ise fiyat, ücret ve kiraları serbest bırakmıştır. Ancak sömürüyü önlemek için de tedbirler almıştır. a) Nakitten vergi yerine ayından vergiyi esas almıştır. b) Faiz yerine vergi ve kredileşme sistemini getirmiştir. c) Gelir vergisi yerine sermaye vergisini getirmiştir. d) Karşılıksız, prim ödemeden sosyal güvenliği getirmiştir. Böylece işverenin tekele gitmesini önlemiştir. Çalışmadan yaşama imkânını gerçekleştirdiği için işçiyi işverene karşı eşit hâle getirmiştir. Bundan daha iyi bir sisteminiz varsa, getirin de görelim. İşsizliği başka türlü çözemezsiniz.
b) Batıda sosyal güvenlik zengini korumaktan ibarettir. Prime dayanan mecburi sigorta sermayenin çıkarları için geliştirilmiş bir sistemdir. Ağır vergi ve sigorta yükü halkı kendi başına iş yapma imkânından mahrum etmiştir. Herkes işçi olmak zorunda bırakılmış, sonra işçiye iş verilememiştir. Kişi meyve alıp sağlıklı yaşayacağına, insanları vitaminsiz bırakıp ilaç sanayiini çalıştırmayı hedeflemiştir. Zenginsen güvencen vardır. Bu sistem sosyal güvenlik değil, sosyal çöküntüdür.
Kur’an ise yeryüzünün bütün insanlığa ait olduğu ilkesini getirmiştir. Çalışanlar üretecekler, çalışmayanların yerlerine üretim yaptıkları için çalışmayanlara dağıtılmak üzere kira payını vereceklerdir. Beşte birini oluşturan bu pay ile kamu alanlarının imarı yapılacaktır. Bir de çalışmayıp geliri de olmayanlara kira payları verilecektir. Böylece çalışsın çalışmasın herkes sigortalı olacaktır. Bu ekonomide krizleri atlatmak için de bir tedbirdir. Halka dağıtılan zekât mallarının satılmasına sebep olur, fabrikalar harekete geçer, işçinin eline para geçer, çark dönmeye başlar. Ekonomist Keynes bunu sanayiciye kredi vermekle sağlamaya çalışmış, enflasyona sebep olmuştur.
Bu konular “Alternatif FAİZSİZ BANKA/ Selem ve Kredileşme” kitabımızda uzun uzun anlatılmıştır.