‘Kayıp Şark’…
Kayıp Orta Asya…
Kayıp İslâm Nizamı…
Kayıp Osmanlı Devleti…
Ve…
Günümüzde…
Bir tarafta “ADİL KUR’AN DÜZENİ” çalışmaları…
Yani “KAYIP KUR’AN NİZAMI” peşindeki çalışmalarımız…
Ve bu çalışmalara “kör-sağır-dilsiz” davranan sözde bilmem neler…
Diğer tarafta “SİYASAL İSLAM’IN İFLASI” gibi kitaplar yazan Batılı yazarlar…
Ve bu Batılı yazarların kuyruğuna takılıp aynı minval üzere yazı yazan sözde yerliler!.
*
ABDULLAH MURADOĞLU’nun bugünkü yazısı bu satırları yazmama vesile oldu.
Yazıda beni (ve belki sizleri de benim gibi) derinden ilgilendiren bölümler var.
En başta şu meşhur “ŞARKİYATÇILIK” meselesi var ki; pek DERİNDİR.
Bir BALKANLI, bir Boşnak ve bir ARNAVUT olarak beni yakından ilgilendiren yazıdaki şu bölüm bana çok şey anlatıyor (umarım benim anladıklarımı sizler de anlarsınız): “İstanbul'a ilk kez Temmuz 1968'de geldim. 18 yaşındaydım ve Avrupa'yı sırt çantamla otostop yaparak geçmiştim. Bismarck'ın sözü hatırlatılarak Asya'nın Belgrad'da başladığı söylenirdi. Benim için o başlangıç yeri, Osmanlı minareleriyle Üsküp oldu; evinde kaldığım Müslüman eşraftan bir Arnavut'un şöminesinin üzerinde yeşil bir kumaşa sarılı Kur'an'ın iki yanında iki fotoğraf vardı: Enver Hoca ve Sultan Abdülhamid. Ulus ile İmparatorluk. Ateist fakat Arnavut olan komünist ile Pan-İslamcılıktan söz eden son Halife.”
1968’lerde, Balkanlar’dan başlayıp İstanbul üzerinden devam ettiği seyahatine, daha sonra hiçbir engelle karşılaşmadan Afganistan ve Pakistan'ın en bakir bölgelerine girip çıkabilen Olivier Roy; bugün Afganistan ve Pakistan’a gidebilir mi?!.
“Afganistan'dan Ruslar defolup gittiler ama bu kez Mücahitler birbirini öldürmeye başladı. Saflar “Peştun”, “Tacik”, “Özbek”, “Şii” ve “Sünni” olarak ayrıldı...”
Bu cümlelerle başlayan yazıdaki paragraf da beni çok ama çoook ilgilendiriyor. Siz devamını yazıdan okursunuz. 1980’lerde (tam yedi yıl) Arabistan’ın başkenti Riyad’daydım. O yıllarda Riyad’a gelen Afgan Cihadı’nın ortak lideri Emir Ahmed ile Şura Heyeti’nden iki kişiyi, Riyad’da bulunan Afgan Hiziplerinin temsilcileri ilgili yerlere götürmeyince, “Şeyhu’l-Etrak” (Türklerin Şeyhi; Araplar arasında lakabım buydu!) olarak bu görev bana düştü. Ruslar henüz def edilmemişti ama hizipler arasındaki ihtilaflar daha o zaman başlamıştı! Emir Ahmed ve yanındaki âlimlerin, S. Arabistan yetkililerine anlatmaya çalıştığı şuydu: Biz Rusları def etmek üzereyiz. Afganistan’daki her Hizip silahlara sahip; Ruslar gittikten sonra birbirimizi öldürmeye başlayacağız!!! Lütfen şimdiden aramızda hakemlik yapın…”
Bu konu çok geniş ve derin, ben bu kadarını yazmış olayım.
Ondan sonraki gelişmeleri zaten hepiniz biliyorsunuz.
Hâlen de esef verici durum devam aynen ediyor.
Bu konularda yazmam gereken çok şey var.
Kim bilir, belki de bir gün yazıveririm!
Neyse…
Ben sizi ABDULLAH MURADOĞLU’nun yazısı ile baş başa bırakayım.
İyi okumalar dilerken, mezkur konular anlaşılır inşaAllah;
Anlaşılır da bir an önce gereği yapılmaya başlanır.
Ne dersiniz; hayattayken o günleri görür müyüz?
Selam, dua, hürmet ve muhabbetle…
Reşad
*
Abdullah Muradoğlu
Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi "Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi" bölümü mezunu. 15 yıldan uzun zamandır basın camiasının içinde yer aldı. 1997 yılından bu yana Yeni Şafak Gazetesi Haber Merkezi'nde özel haberler, dizi yazıları, araştırma yazıları, röport...devamı
‘Kayıp Şark’ın peşinde..
http://www.yenisafak.com/yazarlar/abdullahmuradoglu/kayip-sarkin-pesinde-2022086
Eylül 29, 2015
Arminius Vambery 1850'lerde, 22 yaşındayken İstanbul'a gelmiş, Türkçe'nin farklı lehçelerini öğrenmiş, ardından derviş kılığına bürünerek İran, Türkistan ve Afganistan'ı karış karış gezmişti. Dışarıya kapalı yaşayan “Orta Asya” hakkında elde ettiği bilgiler Vambery'yi şöhretli bir şarkiyatçı yapmıştı. Yeni-Şarkiyatçılardan Olivier Roy'un hayat hikayesi de Vambery'e benziyor. Roy da 18 yaşındayken İstanbul'a geldi. Diğer akranları -hippilik rüzgarıyla- aynı güzergah üzerinden Hindistan'a doğru sürüklenirken, Roy Anadolu, İran ve Afganistan'ı tercih etti. Roy'un herhangi bir kariyer öngörmeyen bu tercihi sonraki yaşamını ve mesleğini derinden etkileyecektir.
Roy, Türkiye'de daha çok “Siyasal İslam'ın İflası” ve “Yeni Orta Asya” kitaplarıyla tanındı. Sahada yaptığı araştırmalar Roy'a şöhretin yanı sıra sıklıkla bilgisine başvurulan uzman kimliğini kazandırdı. Roy'un gözlemleri “Kayıp Şark'ın Peşinde” başlığıyla Türkçe'ye çevrildi. “Kayıp Şark”, keşfedilmemiş ve 1970'lerin başında hâlâ geleneksel olan bir Afganistan'dır öncelikle. Fakat savaşın büyük bir süratle dönüştürdüğü eski barışçıl Afganistan'ın da yitirildiği yerdir. İslam dünyasında 'eski' ile 'yeni'nin gerilimli hikayesine tanıklık eden Roy ilk yolculuğunu şöyle anlatır:
“İstanbul'a ilk kez Temmuz 1968'de geldim. 18 yaşındaydım ve Avrupa'yı sırt çantamla otostop yaparak geçmiştim. Bismarck'ın sözü hatırlatılarak Asya'nın Belgrad'da başladığı söylenirdi. Benim için o başlangıç yeri, Osmanlı minareleriyle Üsküp oldu; evinde kaldığım Müslüman eşraftan bir Arnavut'un şöminesinin üzerinde yeşil bir kumaşa sarılı Kur'an'ın iki yanında iki fotoğraf vardı: Enver Hoca ve Sultan Abdülhamid. Ulus ile İmparatorluk. Ateist fakat Arnavut olan komünist ile Pan-İslamcılıktan söz eden son Halife.”
Hiçbir engelle karşılaşmadan Afganistan ve Pakistan'ın en bakir bölgelerine girip çıkabilen Olivier Roy, “Şimdi geriye dönüp baktığımda nasıl hayatta kaldığımı soruyorum kendime. Oysa o sırada tasarlamamış olduğum, hiç aklıma getirmediğim tek olasılık ölümdü” diyor. Roy'un korkusuzca seyahat ettiği beldeler şimdi buram buram ölüm kokuyor. Bu beldelerle ilgili olarak ilk akla gelen şey, 'ölüm'dür. Sadece Batılılar değil, herhangi bir Müslüman için bile tehlikelidir bu beldeler. Rehin alınabilir, kurşunlanabilir veya yakınınızda patlayan bir bombayla ölebilirsiniz.
Afganistan'dan Ruslar defolup gittiler ama bu kez Mücahitler birbirini öldürmeye başladı. Saflar “Peştun”, “Tacik”, “Özbek”, “Şii” ve “Sünni” olarak ayrıldı. Pakistan medreselerinde okuyan Afgan talebeler yani “Taliban”, mücahitler arası savaşa tepkiydi. Taliban dalgası Mücahitleri ezip geçti. Bu kez savaş Taliban ile diğerleri arasındaydı. Oliver Roy'un belirttiği gibi tuhaf olan şey “Afgan Talibanı”nın 'Sufîlik'ten gelmesiydi. 1980'lerde Sufî ruhu çoktan yok olmuştu. Afgan ve Pakistan medreseleri geleneksel çizgilerinden koparak aşırıcılığın tekkelerine dönüşmüşlerdi
Irak'ta Saddam Hüseyin, Libya'da Kaddafi gitti ama şimdi birkaç grup birbiriyle kıyasıya savaş halinde. Suriye ve Yemen'de durum pek farklı değil. Müslüman toplumlar bileşenlerine ayrılıyor, çözülüyor ve dağılıyorlar. İnsan hayatının değersizliği, yoksulluk, çaresizlik ve umutsuzluk Batı'ya doğru kitlesel bir kaçışa yol açıyor. İslam'ın çoğulcu ve fakat aynı zamanda bütünleyici üst ilkeleri insanların ufkundan uzaklaşmış bulunuyor. Bu değişimin ciddi bir kritiği yapılmadan İslam'ın geleceği veya Müslüman toplumların geleceği hakkında fikir yürütmek havanda su dövmektir.