R E S E N (*)
Bedenimiz iki şekilde işlev görür; istem dışı ve istemli yönelişler. Beynimize bağlı sinirsel komutada istem dışı işleyiş, insan bedeninin yüzde doksanı; istemli olanlar ise yüzde onu oluşturuyor. İç organlarımız, tükürük bezleri, hormonal salgılar; antikor üretimi, bağışıklık sistemimiz, dengeleme özelliğimiz …bunların hepsi, bilinen irademizden bağımsız işleyen özelliklilerimizdir.
Bizler bedenimizin dışında yaşamımızı ilgilendiren sorunlara çözüm arar, çeşitli engelli girişimlerle uğraşırken; onların baskısı, stresi ve yakıcı etkilerinin sirayet ettiği içimizin istem dışı işletimi; bedenin yüzlerce faaliyetini bozmadan, önlemler oluştururken, olası hasarları tolere etmek için organların rutin çalışmasına uyum sağlaması, insana özündeki mucize olarak yeter (**).
*
Demek ki tolere etmek (tahammül; hoş görü değil!), özümüzde var. Fakat güç perestliğin haydutluğu, onu; insanın- insan, insanın doğa ile ilişkisinde çoğunlukla bastırılmış durumda; her şeye rağmen tolere etmek hala içimizde; bu yüzden, ‘kaybedilen erdemler yok olmuyor”, desek yeridir.
Çoğunlukla içimizdeki mucizelerin farkında ve değerinde değiliz; saptaması, bizi doğal olarak dışımızdaki mucizelere inanmama eğilimine düşürüyor. İçimizin farkına varmadığımızdan, dışımızdakilere özenli olmuyoruz.
*
Sağlığını yitiren insanların öğütleriyle değil; hastalandığımızda sağlığımızın kıymetini biliyoruz. Sonra yine sağlığına kavuşanların çoğunluğu, kazandıkları iç hassasiyetlerini yitirmeleri, iradi zayıflıklarından ötürüdür. Sağlıklıyken, sağlığımızın kıymetini bilmiyoruz. Çünkü içimizde neler olduğunu, içimizi “kime” teslim ettiğimizi bilmeden; dışımızda “fetihlere” koşturuluyoruz. Hepimiz bu koşturulmaları, tıpkı istemsiz sinir işletimimiz gibi hem türlerimizin ele geçirdiği güç/kudret, ardından sökün eden arsızlık sarmalından kaynaklandığını biliyoruz.
Güç, kudret; tıpkı para gibi kimliğimizi doğrudan etkileyen enerjiye sahip; para çoğalıp ihtiyaçları, olası gelecek kaygılarını yatıştırıp aştıkça; kişi bireysel kaygılarını hakimiyet iştahıyla değiştirir. Ardından çoğalttığı paranın nesnesi, para ise kişinin sahibi olur.
Ne hazindir ki idealin özneleşmesi gibi paradoksallık, dünyamızda çok yaygın. İnsanlığı aşan, onu nesneleştiren ideayı; insanlığın önüne koyulması hep savaş sebebi olmuştur. Oysa bu tür yaygın idealar, güncel, insani, kişisel sorumluluklarımızın tehirinden kaynaklanıyor. ‘Güncelin hakkını vermeyen, ufuk icad edermiş’. Lakin hem güncel, hem de ufuk zamanını bekler; her ikisi de takdirle yerindedir; şimdinin hakkını vermeyen, ufuktakinin hakkını veremez.
*
İnsan iradesi, canlı organizmalar için devrim hükmündedir. İrade maddenin milyarlarca yıllık “çabasının” billurlaşmış halidir. İnsanlık yer yüzünde, “ küresel kazaya” uğramazsa iradi gelişimi sürecek. Bu belirleme, insan merkezlidir; yeryüzündeki diğer canlılara göre hiyerarşiktir. Kritik olan, insanın kıyaslayıcı aklı ve geliştirici zihinsel soyutlama yeteneğinin ortaya çıkması ve sürdürülmesidir.
*
Nietzsche, ‘Tarihin Yaşam için Yararı ve Sakıncası’ eserinde ifade ettiği gibi : “ Ot yiyerek gelip geçen sürülere bakınca; onların ne dünün ne de bu günün ne anlama geldiğini bilmediği görülüyor. Onların belleği yoktur; tarihsizi bir şekilde yaşarlar. İnsan türünün belleğinde neşe , keder dolu uzun bir tarih vardır. Bir toplum, tarihsel bilincin aşırı yüküne maruz kalırsa; bu o toplumun, yaratıcılığını zayıflatır; diğer taraftan, tarihsel bakış açısından yoksun ise bakış açısı ancak Alp Dağları’nın eteklerindekiler kadar olabilir. Gerçekten de tarihsel kültürümüze diyalektik açıdan bakmalıyız.”
Toplumların yaratıcılığını engelleyen acı dolu tarihleriyse; bundan en başta kendilerinin sorumlu olduğunu; yönetimlerinde, kişilerden bağımsız , kendiliğinden işleyen ortak ilkeler inşa edemediklerini; krallarının bu ilkesizlikle hükümran olduğunu; yapılması gerekenlerin; doğal, insani, adil, toplumsal gelişime yönelik olması yerine; tebanın el açmasına, boyun bükmesine, lütuf beklemesine bağlandığı coğrafyalardaki insan belleği; bilimsel soyutlama, çıkarsama yeteneği oluşturamayacak şekilde; yokluk, sömürü, acı, keder ile dolduğunu; koyun alegorisinden çıkaran Nietzshe nin gözlemi, öyle çarpıcı ki bugün dahi, BM topluluğunun zorbalık karşısındaki edilgenliğine, zulme uğrayanların el açarak teslimiyet göstermesi, insanlığın çözemediği düğümün(***) hala aktif olduğunu göstermektedir.
*
İstem dışılık, varlığın somut olarak, insanın gelişiminde ilk hız etkisine sahiptir.
Bu şu demektir: Atom ve altı evrenin kesiksiz devinimi, yeni elementlerin, yeni elementler yeni birleşimlerin, onlar da yeni organizmaların oluşumunu sağlıyor. Bu sağlama, basit canlı tipinden başlayarak; niteliksel sıçramalar ile bakteriler; böcekler, hayvanlar ve insana kadar kademeli şekilde gelişiyor.
İnsan mevcut haliyle, gezegenimizin sayılan bütün aşamaların zirvesini teşkil ediyor. Tabii ki bu süreç, her zaman ve her yerde devam etmekte. Diğer taraftan, insanın kendi içinde varlığını sürdürmesi için istem dışı faaliyetleri devam ederken; onların sağladığı ilk hızla dünyayı, çevresini, medeniyeti inşa ediyor. Bedenindeki yüzde doksan oranındaki istem dışılık; insanın doğaya yönelik zihinsel ,fiziksel ve kolektif faaliyetle tersine dönüyor; doğaya karşı istemli yani iradi faaliyeti sürekli artıyor.
*
İrade evrimseldir; varlığın, yeryüzünde bilinen boyut içerisinde insanın, niteliksel düzeyini gösterir. İnsanın en önemli özelliği iradesidir. Bunun doğrulamasını, tüm olumsuz yöneliş ve eylemlerine karşın, kurup geliştirmekte olduğu medeniyetlerde görüyoruz. Öyle ki milyonlarca bireysel iradenin; bütünlüğe, ortak ihtiyaçlara yönelik organizasyon çabası, kırılmalara rağmen kesilmeden sürüyor.
İrademiz her belirlemede, her kararımızda kendini aşamalı eğitime sokar. Böyle kişiler, geçici ve kalıcı yararları tecrübeyle bilir; iradenin olumsuz eğilimleri tehditkâr silaha dönüşür. Tersine olumlu eğilimler, bütünlüğü kavrar, zamanın hakkını vererek, uzağı şimdiden kurar.
Bu ayrım insanlığın neredeyse “makus talihi” kadar önemlidir.
Çünkü insanlığın her türlü kabiliyet ve kurgu yeteneği iradesinin sevkine bağlıdır.
*
Çok bilinen, fakat sosyal olumsuz sonuçlar zincirine yol veren bir deyiş şöyledir:
“Ağlamayan çocuğa meme vermezler!”
Bu söz meşhur hatalarımızın başındadır.
‘Neresi doğru ki’, diyerek; önce, “ağlamadan, ağlatmadan” başlayalım:
Ağlamak duygusal dışa vurumdur. Yoksunluk, kavuşma aşkınlığından kaynaklanır. Onu güncel taleplerimizi sağlayan karşılayan etmen olarak görmemeliyiz. Yanı sıra, ağlamayı güncelleştirme yani doğal yatağından çıkarıp, sahteliğe zorlama, maske olarak kullandırma büyük hatadır.
*
Bir çocuk düşünün; şayet konuşamayacak durumdaysa; doğal ihtiyaçları “istemsiz” kendiliğinden, ebeveyni tarafından gözetilmesi gerekir. Bu rüşte sahip olmayanlar, ebeveyn olabilir mi; olduklarında, toplumlarına hatta kendilerine yarar sağlayabilir mi?
Gelin cevabı birlikte arayalım:
Evlenip, çocuk edinmek, hem toplumsal, hem ailevi, hem de insani sorumluluk almaktır.
Ebeveyn çocuğunu beslemesi için onun ağlaması gerektiği çıkarımı; toplumun geleceği olan çocukları, bebeklikten başlayarak istemeye, istekleri için yakarmaya koşulama değil midir?!
Diğer taraftan, ebeveynin çocuğuna süt verip beslenmesini; her şeyi ile aciz bebeğin, çalar saat gibi yakarmasına, ağlamasına bağlanması; annelik görevini böyle hatırlaması; onun ve ileride toplumda yer alacak çocuğun; her türlü eğitimsel, mesleki girişimde öne çıkmak, seçilmek, iş görmek için kan bağı kurmak (yakınlık, hemşerilik), aracı koymak, adam sokmak vs., gibi vicdani-adil toplum oluşumunu engelleyen yönelimlerde bulunması; böyle yönelimlerin kitleselleşmesi, insanlık ve toplumsal ülkü adına telafisi imkansız kayıplar doğurmaz mı?!
Toplumda bireysel hak edişlerin, yöneticilerin belirlenmesi, yardımlaşma etkinlikleri, her çeşit görevlendirme, görev alma gibi faaliyetler; toplumun kolektif bilinç altında “ağlamaya”, istemeye,…açıksa; kısaca liyakat dışılıktan etkileniyorsa; bu etkinin zararlar ve yıkımları sayılamaz.
*
Her düzeyde görev , sorumluluk en yalın şekilde liyakat ile sağlanır.
Eğitim, bilgi, tecrübe; bunların uyumu ve paylaşımından güçlenerek ortaya çıkacak samimiyet, dürüstlük değerlerinin toplamı olan liyakat; toplumsal organizasyonların, en alttan en üste kadar tüm aşamalarında gerek yeter şarttır.
Özetle bütün toplumsal ilişkilerimizde, ‘gerek’, iradeyi; ‘yeterlik’, liyakati; ‘şart’ ise resen(bağımsız başına)işlerliği yerleştirerek; güncel sorumluğumuzu dolayısıyla geleceğimizin hakkını vermiş olacağız.
(*) Ar. r’san (zarf), kendi başına, baş, kafa, reis (Aram, re’şa; Akad, ra’şu)
(**) Tolere; hoş görü, müsamaha. Hedef anlam Fransızca tolerance, ‘tahammül’ etmek fiilinden +entia ekiyle türetilmiştir. Latince aynı anlama gelen tolerare fiilinden alıntıdır. Yunanca tello,tol, ’kalkmak, kaldırmak’, telos ‘vergi’.
(***) Gordiyon düğümü; Büyük İskender’e atfedilen bir söylencedir. Genellikle çözümü zor bir sorunun kaba kuvvetle halledilmesi metaforu olarak kullanılır. Köylü Midas’ın babası Gordiyos’un kağnısı insanlığın ilkel dürtülere teslimiyetinin sembolüdür.
.