ADİL DÜZEN İNSANLIK ANAYASASI
Süleyman Karagülle
1622 Okunma
23ANAYASA-GENEL HİZMET-5-

 

 

 

 

ADİL DÜZENDE GENEL HİZMETLER

XIII

TAHKİM HİZMETİ

İnsanlar diğer insanlarla birlikte yaşamaktadırlar. İnsan aile içinde doğar ve aile içinde ölür. Aile iki ayrı kişinin birleşmesinden oluşur. Kişilerin birbirleri ile alışverişi olmadan varlıklarını sürdürmeleri mümkün değildir. Kişiler arasındaki bu ilişkiler uzlaşmacı olabilir. Çatışmacı olabilir. Çatışmacı felsefeye göre insanlar çatışırlar. Galip gelenler mağlup olanların üzerinde hakimiyetlerini kurarlar. Çıkar ortaklığı sebebiyle birlikte yaşarlar. Korkan artık korkutana teslim olmuştur. Böylece düzen sağlanmıştır. Baştaki çatışma kuvvetliyi ortaya çıkarmak içindir. Kuvvet de iki çeşittir. Bedeni kuvvet veya mali kuvvet. Sonunda galip gelen taraf diğer tarafı her yanıyla hükümranlığı altına almıştır.

Bu sistemde bu çatışıp birbirini hakimiyeti altına alma işlemi, küçük topluluklarda doğrudan sağlandığı halde, büyük topluluklarda ise bu hakimiyet zor sağlanmaktadır. Büyümenin güçlü kıldığını bilen herkes, istese de istemese de bir güçlüye uymak zorundadır. Bununla beraber toplulukların birleşenlere karşı birleşme zorunluğu nedeniyle nihayet insanları devlet aşamasına götürmüştür. Buradaki birleşme korkuya dayanmıştır. Bir arada yaşayan insanlar arasında daima çatışma ve çekişme olmuştur. Birliği sağlamak isteyenler aynı zamanda kişiler arasında hakemlik yapmışlardır.

Anlaşmazlıklarda üçüncü kişilerin araya girip barıştırmaları ve uzlaştırmaları insanın tabiatında mevcut olan bir haslettir. Kişi çarpışan bir kimseye taraf olmakta ve onun yenilmesi veya yenmesine ayrıca sebep olmaktadır. Bu çatışmada taraf olmanın sebepleri arasında denge sağlama başlıca rol oynar. Bugün onu yenen yarın beni de yok eder. En iyisi saldırana karşı birleşelim ki sonunda birinin zulmü hâkim olmasın. Bu saldırılara karşı birleşme fikri dayanışma fikridir. Devlet aşamalarından önce bu fikir dengeyi korumuştur.

Kan gütme topluluklarda bir tür cezalandırmadır. Haklarını teslim edecek bir devlet olmayınca herkes kendi hakkını kendisi almak zorundadır. Bu da ancak karşı tarafı öldürmedir. Biri o topluluğa göre suç sayılan bir fiili işledi mi hasmı onu öldürmelidir. Öldürmezse topluluk ona cephe alır ve öldürmeyen kişiyi sosyal baskı ile cezalandırır. O toplulukta yaşayamaz hâle gelen o kişi söylenenlere dayanamaz ve topluluk kuralına göre sonuç öldürme ile biter.

İşte sosyal baskı dediğimiz bu kural o kadar keskindir ki herkes topluluğun töresine harfiyen uyar. Topluluk devletin olduğundan daha fazla kendi kuralları içinde yaşar. Bu kuralların bir mânâ taşıyıp taşımaması önemli değildir. Sonunda kabileler arasında bu kan davasına dönüşür. Topluluğun işin büyümesini önlemek istemesi sebebiyle herhangi biri anlaşmazlıkta araya girer ve kişileri uzlaştırır. İşte ilk hakemlik böyle doğmuştur.

Kavga eden iki kişiyi barıştırmak için hemen kişilerin yakınları bir araya gelir ve bir kişiyi bir taraftan diğer kişiyi diğer taraftan seçerler. Bunlar topluluğu uzlaştırmak için görevli olan kimselerdir. Konunun üzerine eğilir, bunları uzlaştırır ve barıştırırlar. Konuyu ikisinin rızası ile hallederler. Kavganın büyümesini taraflar da istemediği için bu uzlaşma tarafların da işine gelir.

İlk insanlar meyvecilik yaparken, sonra avcılık ve çobanlık dönemlerine geçerken bu hakemlik sistemi başkanlığın yanında yürürlükte olmuştur. Yani kavga eden iki kişi sevdikleri veya saydıkları kimsenin verdiği hükümlere uymak zorunda oldukları gibi, uzlaştırıcı iki kimsenin de kararlarına uyma durumunda olurdu. İnsanlık 50 veya 60 bin yıl böyle yaşadı.

Ancak on bin yıldır insanlık yerleşik düzene geçti ve devlet aşamasına girdi. Son olarak bütün dünyada devlet aşamasına geçiş ancak yirminci yüzyılın sonlarında mümkün olmuştur. Sanayinin gelişmesi ile devlet her tarafa varabilmiş ve hakimiyeti altına almıştır. Varamadığı yerlerde de oradakiler dışarıya çıkamamışlardır.

Halbuki eskiden devletin varamadığı yerlerde saklanan kimseler zaman zaman oradan çıkıp medeni yerleri yağmalıyor ve tekrar geriye dönüyorlardı. Bu sebeple yirminci yüzyıla kadar dünyada hâlâ devlet öncesi durum süregelmekte idi. Bugün de hâlâ dağ eşkıyalığı sürüp gelmektedir. Çünkü dağ eşkıyalığının yanında kalem eşkıyalığı gelişmiştir. İnsanlık henüz huzurlu bir düzen kuramamıştır. Merkezi sistem, hakimlik sistemi sorunları çözemiyor. Teorik olarak yargının durumu iyice belirlenmiş ise de, pratikte yüksek yargıçlar bile bunu takdirden acizdirler. Arapçada “hâkim” veya “kadı” kelimesinin yanında bir de “hakem” kelimesinin bulunması, Kur’an tarafından yepyeni bir müessesenin oluşmasını beraberinde getirmiştir.

 

KUR’AN’IN DEVLET ANLAYIŞI

İnsanlık bir insan gibidir. Doğmuştur, gelişmiştir, büyümüştür ve ancak onbinlerce yıl sonra erginlik yaşına gelmiştir. İnsanlar başlangıçta kabile reislerinin emrinde yaşıyorlardı. Kabile reisi hem hükümdardı, hem de peygamberdi. Yani yönetimi içgüdü ve ilhamla yapıyordu. Henüz muhakeme ile ilmi gelişmeye ulaşılamamış olması nedeniyle insanlar ancak Allah’tan aldıkları vahiy yoluyla yönetebiliyorlardı.

Daha ilk insan ibadete başlamış ve dinin uyandırıcı etkisi içinde binlerce yıl huzur içinde yaşamıştır. Savaşlar bile onlar için şehitlik mertebesini alıyor ve huzur içinde ölüyorlardı. İnsanın diğer hayvanlardan farklı olarak hafızası ve muhakemesi vardı. Sebep-sonuç ilişkileri ile geçmiş ve gelecekleri hakkında bilgi sahibi olmuşlardır. Yazıyı bulmakla da beşeri hafıza doğdu. Bugün bilgisayarlarla bu hafıza yani beyin hafızası ile eşleşmeye başladı.

Yerleşik düzene geçince Allah Nuh Peygamber’i gönderdi. Nuh Peygamber’in görevi tarım dönemine geçen insanlar arasına hukuk düzenini yerleştirmektir. Hukuk düzeni demek, kişilerin birbirine tâbi olması yerine hukuk kurallarına tâbi olması idi. Çıkan nizaların kurallara göre çözülmesi idi. Genellikle bu kurallar Allah tarafından peygamberlere bildiriliyor ve peygamberler de halka anlatıyordu.

Peygamberlerin yanında krallar ortaya çıktı ve onlar da kural koymaya başladılar. İşte ister peygamberlerin koydukları kurallar olsun, hükümdarların koyduğu kurallar olsun, sorunlar kurallar içinde çözülmeye başlanmıştır. Küçük topluluklarda kuralları uygulayan peygamber veya hükümdar oluyordu. Topluluk büyüyünce kurallar yerlerine valiler atamaya başladılar. Böylece sorunlar onlar tarafından çözülmüştür.

Mezopotamya’da, Mısır’da, İbranilerde, Yunanistan’da, Roma’da, Bizans’ta tarih boyunca hukuk kuralları gelişmiştir. Bu kuralları krallar veya onların vekilleri getirmiştir. Kur’an nâzil olduğu zaman Arabistan henüz devlet aşamasına gelmemişti. İlkel hakemlik müessesesi mevcuttu. Kur’an bu hususta çok açık hükümler koydu.

  1. Kur’an’a göre her topluluk kendi başkanlarını kendisi seçecek ve kendi kuralları ile yönetilecek.
  2. İsteyen İslâm dinine girecek ve o zaman başkan olarak Hz. Peygamber’i kabul edecek.
  3. Hz. Peygamber eyaletlere valiler göndermiş ve onlar da peygamber gibi yapmışlardır.
  4. Mü’min olmayanlar dâva getirirlerse onların davasına bakıp bakmamakta serbest olacaktır.
  1. Çıkacak ihtilaflar ayrıca tarafların seçeceği iki hakem tarafından çözülecektir.
  1. Hakemler üçlenebilecektir.
  2. Savaş sonunda bile sosyal gruplar arasındaki hükümler hakemler yoluyla çözülecektir.

Kur’an’ın getirmiş olduğu açık hükümlere rağmen uygulamada hemen sapmalar başlamıştır. Bu sapmalar iki sahada çok açık bir şekilde görülür. Bunlardan biri bugünkü kâğıt para ve senetlerle ilgili selem hükümleri anlaşılamamış ve bugüne kadar uygulanamamıştır. Diğeri de, yargı ile ilgili hükümler anlaşılamamış ve yine bugüne kadar kadılık sistemi gelmiştir.

Kur’an’da ve Hz. Peygamber’in uygulamasında başkan ve valiler dışında resmi bir görevli olmadığı halde, Halife Ömer kadılar atayarak yargı ile yönetimi birbirinden ayırmıştır. Bu uygulama bugün yargı gücü diye ayrı bir güç oluşturmuştur. Oysa Kur’an’da kadı bucak başkanıdır. Kabile başkanıdır. Yargının çalışması şöyledir.

  1. Soruşturma adil şahitler tarafından yapılmaktadır. Olayları bunlar tesbit etmektedirler. Hasımsız davalarda bir, hukuk davalarında iki, ve cezalarda dört soruşturmacının şehadeti ile olay sabit olmaktadır.
  2. Hükümler ise tarafların seçtiği hakemler tarafından verilmektedir.
  3. Kazai icra ise kabile yani bucak başkanları tarafından yapılmaktadır.
  4. Kazai icralara karşı gelenler ise dayanışma ortaklıklarından oluşan askeri güçle tenkil edilmektedir.

Şahitlik, hakemlik, kaza, velayet kelimeleri ile ifade edilen bir yargı sistemi Kur’an’ın yargı sistemidir. Devletin esas görevi budur. Kur’an’ın bu hükümleri 1400 sene bozularak ve değiştirilerek uygulanmıştır. Bugün insanlık ıstırap içindedir. Çözüm, Kur’an’ın bu öğretisine kulak vermektir.

 

TÜRKİYE CUMHURİYETİNDE YARGI

Osmanlılardaki kadılık sistemi devam ederken, Türkiye’ye tercüme kanunlar gelmeye başlamıştır. Bu kanunları kadılar bilmediği, hakimler de fıkhı bilmedikleri için nizamiye mahkemeleri kurulmuştur. Çift yargı sisteminde de bilgisiz hakimler ve kadılar yer almıştır. Türkiye’yi yönetenler hep batıdan para almak ve onu aralarında bölüşmek üzere devamlı ihanet içinde olmuşlardır. Balkan Savaşı’ndan önce Avrupalılar Türkiye’ye bir kredi vaad etmişlerdir. Şart olarak Türk adliyesini düzeltmesini istemişlerdir. Bunun için bir hukukçu Türkiye’ye gelmiştir. Bunun aslı görevi Türk adliyesini bozmak, onun yanında Türk ordusunu İstanbul’dan uzaklaştırmaktır. Bugünkü hukuk sistemimiz o zamanki casus hukukçunun saçmalıklarından ibarettir. Türk hukukunu bozduktan sonra Türkiye’ye büyükçe bir kredi verirler.

O sırada Cezayir’de İtalyanlar saldırıya geçerler. Türkiye ne yapacağını şaşırmış durumdadır. Casus hukukçu akıl verir. Avrupa bu kadar para yatırdı. Türkiye ile savaş yapmazlar. Siz askerinizi Afrika’ya gönderin! İşte bu hileye kanan imparatorluk yöneticileri askerlerini Afrika’ya gönderince batılılar 1911’de saldırıya geçmiş ve İstanbul’a kadar gelmişlerdi.

Batılıların tek silahı Türkiye’deki yargı sisteminin bozukluğu olmuştur. Mustafa Kemal bunların bu bahanelerini yok etmek için kanunları kelimesi kelimesine tercüme ettirdi. Kadılığı kaldırdı. Yalnız nizamiye mahkemelerini bıraktı. Siyasi bakımdan başarıya ulaştı. Batının bahane edeceği bir şey kalmamıştı. Ne var ki, Türkiye’de yargı düzelmemiştir. Bunları şöyle sıralayabiliriz.

  1. Türkçeye tercüme edilen kanunların geçmişi olmadığı için ne mânâya geldiğini ne halk ne de hukukçular bilmektedir. Fakültelerde okunanla hayat tamamen kopuk bulunmaktadır.
  2. Osmanlıcada hukuk dili çok gelişmiş olduğu için tıpta olduğu gibi Latince hukuk dili olarak alınamamıştır. Batıdan aktarılan hukuktaki mefhumlarla Türkçedeki mefhumlar çok farklıdır. Batıda evlilik eşlerin birbirlerine başkası ile ilişkide bulunmayacakları taahhüdüdür. Oysa Tükçede evlilik eşlerin birbirleriyle cinsi ilişki kuracaklarına ait bir sözleşmedir. Halkın anladığı başka kanunların söylediği başkadır.
  3. Batıda gelişmiş hukuk onların sorunlarını çözmekte, bizde gelişen hukuk olmadığı için adeta cahiliye dönemindeyiz.
  4. Bin sene önce tedvin edilmiş İslâm hukuku artık ne biliniyor ne de geçerlidir. Yüz sene evvel tedvin edilmiş batı hukuku ne biliniyor ne de geçerlidir.
  5. Bunun dışlında kötü muhakeme usûlü davaları onyıllara sığdırıyor.
  6. Kötü avukatlık sistemi adaleti çökertiyor.
  7. Rüşvet mafyası hakimleri tehdit altında bulunduruyor.
  8. Halkın devlete güvensizliği yargıya da aksediyor.

Hâsılı, hukuk düzeninde sokakta yürüyen adam diyor ki, bana bir şey olmaz, çünkü beni koruyan devlet var, yargı var, diyor. Bu sokak adamı şunu diyor; ben suç işlesem kurtulamam, çünkü Türkiye’de devlet var, olaylara hâkim diyor. Maalesef, Türkiye’de sokakta yürüyen adam diyor ki; bana bir şey olsa bu devlet beni koruyamaz, bu yargı koruyamaz. Ben suç işlesem de nasılsa rüşvetle kurtulurum. İşte bugün bu durumdayız. Bu şartlar altında iktidarların değiştirilmesi mümkün değildir.

Oysa şunu söylemek isterim ki, Türkiye’de mevcut mevzuat kötü değildir. Kötü yorumlanıyor. Türkiye’de hakimler kötü değildir. Karşısına davalar ters geliyor. Bir de baskı içindedir. Rüşvet mafyasının baskısındadırlar. Her gün bozulmakta olan yargı henüz çökmemiştir. Halk olarak düzeltme gücüne sahibiz. Bunun tek ilacı, hakemlik müessesesini çalıştırmaktır. Herkes her sözleşme yaptığında sonunda ihtilaflar hakemler yoluyla halledilir, denmelidir. O zaman davanız sizin seçtiğiniz hakemler tarafından çözülür.  

Türkiye Cumhuriyeti mevzuatı hakemliği aynen kabul etmiştir. Sadece sözleşme esnasında sözleşmede yer verme zorunluğunu getirmiştir. Hakem kararları yargıtaya temyiz edilmektedir. Yargıtayın onaması hâlinde hakem kararları mahkeme kararlarından hiçbir farkı olmadan geçerlidir. Görülüyor ki, Türkiye devletinde sorun cehalettir. Kötü niyettir. Hainliktir. Akit yapanlar karşı tarafı sıkıştırma araçlarını baştan hazır tutuyorlar. Karşı tarafa saldırma yollarını saklı tutuyorlar. Anlaşma yaparken hakem maddesini koymuyorlar. Dava açıldığında hakemlere râzı olmuyorlar. Sonra dava yıllarca sürüyor. Çeşitli etkiler giriyor. Deliller kayboluyor ve insanlar sefalet içinde yaşıyor. Yargının bu sürüncemede oluşu yalnız sosyal sorunlar meydana getirmiyor. Bu nizalar sayesinde nice işyerleri durmakta, sonunda iflas etmektedir. Bizim ortaklara tavsiyemiz, hakemsiz hiçbir anlaşma yapmamalarıdır.

 

HAKEMLİĞİN YARARLARI

Hakemliğin birçok yararı vardır. Biz burada bunlardan bir kısmını madde madde sıralayalım.

  1. Hakimler günde otuz davaya bakıyor. Olayları birbirine karıştırıyor. Değişik etkiler altında kalıyor. Adil karar veremiyor. Oysa hakemler sadece bir davaya baktıklarından incelemeyi sağlamca yapıyorlar ve sağlıklı karara varıyorlar.
  2. Mahkemeler on yıllarca sürüyor. Çoğu usulden karar bağlanıyor. Adli karar verilmiş olsa bile uzadığından zulüm oluyor. Oysa hakemler meseleleri en kısa zamanda karara bağlıyorlar. Haksızlık olsa bile haksızlık mevzii olarak kalır. Sadece yılların stresi bile o haksızlığı ortadan kaldıracak durumdadır.
  3. Hakimler bilinmiş ve tanınmış kimseler olmadığı için vereceği kararlardan daima kişiler kuşku ile bakar. Oysa hakemler taraflardan seçilmiş olduğu için tarafların mahkemeden şüphelenmesi sözkonusu değildir. Verdikleri karar onları ister istemez tatmin eder.
  4. Avukatların kazancı davalardan olduğu için içgüdüleri onları daima nizaya doğru sürükler. Tarafların mağduriyetinden ziyade kendi kazançlarını düşünürler. Oysa hakemler tarafların seçtikleri olduğu için ve geçimleri davalardan olmadığı için tarafsız hükmederler.
  5. Mahkemelerde yığılmış dosyalar vardır. Hakim olaya nüfuz edemediği, mevzuatı bilemediği, kararın kendisine neler getireceği hakkında bilgisi olmadığı için çareyi ertelemede bulmaktadır. Avukatlar da suyun kaynağını kurutmamak için davaları sürüp götürmektedirler. Oysa hakem sistemi geliştirilirse mahkemedeki olaylar azalacaktır. Avukatlar da hakemlikten kazanacakları için davalar kısa sürecektir. Böylece Türk adliyesinde düzelme sözkonusu olacaktır.
  6. Hakemlerin kolayca ve çabuk karar almaları sebebiyle olaylar hukuk yoluyla çözülecek ve halkın arasında barış doğacak. Mafya icrası duracaktır. İleride hakem kararlarını icra eden bir mafya oluşsa bile zararsız olacaktır. Bugün mafya kendisi kararlar vermektedir.
  7. Birçok işyerleri bugün sadece hukuki nizadan dolayı muattaldır. Çözüm beklemektedir. Bunlar ne yargıcın ne de avukatların sorunu olmamaktadır. Oysa bir işyerinin durması yalnız tarafları rahatsız etmez. O işyerinin satıcı müşterisini, alıcı müşterisini, çalışanlarını, devletin gelirini rahatsız eder. Hakemlik müessesesi bu sorunları çözecektir. İşyerleri çalışmaya devam edecek, haklar adilane bölüşülecektir.
  8. Hakemlik müessesesinin toplulukça benimsenmesi ile hukuk bilgisi yaygınlaşacak ve o zaman hukuk devleti yaşanır hâle gelmiş olacaktır. Hukuk devleti demek kişinin davranışlarının kendisine ne getireceğini önceden bilmesi ile mümkün olur. Kanunlarda yazılı olsa bile uygulayanlar onları bilmezse neresi hukuk devleti olacaktır?

Hakemlik sisteminin bu kadar yararlı olmasına rağmen, bir topluluk hakemlikten hakimliğe kaçıyorsa o toplulukta totaliter ruh var demektir. Yani halkın istediği adil davranarak hukuk düzeni içinde yaşamak değil de yöneticilerin gözüne girerek onların lütufları ile yaşamak istemektedir. İşte bu insanın topluluktan, düzenden, hukuktan, yani Allah’tan değil de insandan beklemesi, insanı tanrılaştırmasıdır. İşte bu zihniyet şirktir ve peygamberlerin savaşı bu zihniyetedir. Ne yazık ki bin yıldan beri İslâmiyet’i kabul eden ve hukuk düzeni içinde yaşamak için savaş veren Türk halkı hâlâ şirk ruhunu taşımaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında yer almış ve Türk yargısı halinde benimsenmiş olmasına rağmen biz hakemliği önerdiğimiz zaman öcüden bahsediyoruz gibi gelmektedir. Adeta sanki Türk hakimini kabul etmeyip hakemlere gitmek devlete isyanmış görmektedirler. Kendilerine ne kadar anlatsak inanasıları gelmemektedir. Çünkü Türkler asker bir millettir. Böyle halkın yöneticilerle eşitliği gibi şeyi havsalaları almıyor.

Türkiye’de adil düzeni onun için getiremiyoruz. Türkiye’de kimse kimseyi kendisine eşit kabul etmez. Emrederseniz, emirlerinizi dinler; emretmezseniz, o o zaman o size emretmeye kalkışır. “Ne ben ona ne de o bana emretme hakkına sahip değiliz.” sözünü bir türlü anlayamaz. Siz despotik ruha sahip değilseniz yandınız. Siz şirk koşmuyorsanız, şeyhlerini övmüyorsanız yine yandınız.

Bu özellik yalnız Türklere ait bir özellik değildir. Her insanda vardır. Türklerdeki anormallik, bunun dini bir vecibe olarak görülmesidir. Oysa bu şirktir. En büyük günahtır. Kimse kimsenin hakimi değildir. Herkesin hakimi Allah’tır. Her gün Fatiha Sûresi’nde; “Yalnız sana tapar ve yalnız senden yardım isteriz.” Deriz. Bunun başka mânâsı var mıdır? Hakemlik müessesesine inanmayan kimsenin bizimle bir ilişkisi yoktur. Hakemliği kabul etmeyen kimse ile hiçbir anlaşma yapmayacaksınız.

 

İSLÂM VE TÜRKİYE

Her düşünce ve anlayış tarihte mutlaka değiştirilmiştir. Bugün biliyoruz ki Hıristiyanlık Hazreti İsa’nın Hıristiyanlığı değildir. Bugün Türkiye’deki Atatürkçülük de Mustafa Kemal’in Kemalizmi değildir. 1950’den sonra tamamen değiştirilen Kemalizm Atatürk adına yapılmıştır. İslâmiyet de böyledir. Bu değişme;

  1. Dört halife zamanında başlamıştır. Hz. Ebu Bekir halefini seçtirmiştir. Hz. Ömer kadılığı icat etmiştir. Hz. Osman bürokrasiyi getirmiştir. Hz. Ali merkezi değiştirmiştir. Bununla beraber bu dört halife zamanında İslâmiyet kendi özelliğini esasta korumuştur.
  2. Emevi ve Abbasiler saltanatı getirmiş ve yönetimi İslâmiyet’in dışına çıkarmışlardır.
  3. Türkler içtihadı kaldırmış ve İslâmiyet’in esasını değiştirmişlerdir.

Demek ki bu değişme özelliğinde İslâmiyet de kendisini kurtaramamıştır. Ne var ki, İslâmiyet’in değişmeyen Kur’an’ı vardır. Lafzıyla ve anlamıyla dimdik ayaktadır. Değil bin sene milyon sene geçse isteyen istediği zaman ona dönebilir, tekrar İslâmiyet’i bulabilir. İlk değişen de yargılama sistemidir. Hakemliktir.

Bugün Türkiye İslâm devleti değildir. Bu Türkiye’nin lâik bir devlet olmasından değil de, Kur’an’ın istediği bir devlet olmamasından İslâm devleti değildir. Osmanlılar Cumhuriyetten daha çok İslâmi olmayan devlet idi. Bugün yeryüzünde Müslüman devletlerin içinde en ileri İslâm devleti Türkiye’dir. İslâmi devlete en yakın devlet belki de İsveç’tir. Belki de İsrail’dir.

Kur’an’ın bize öğrettiği esaslar vardır. Müslüman olmak için İslâm ülkesinde yaşamak gerekmez. İslâmiyet’i kendiniz bilecek ve yaşayacaksınız. Başkalarına anlatacaksınız, ama hiçbir zaman İslâmi olmayan düzende iktidara talip olmayacaksınız. Demokratik usulle İslâm düzenini getirmeye çalışacaksınız. Ama İslâm düzeni kabul edilmeden iktidar olmayacaksınız. İslâm düzenini de uzlaşma ve icma ile kabul edilmelidir. Adı İslâm olan değil de gerçekten İslâm olan düzenini kabul ettireceksiniz. Bu da gerçek demokratik düzendir.

Varsayınız ki eski Sovyet ülkesinde yaşıyorsunuz, size İslâmi yaşama imkanı verilmiyor. O zaman da oradan hicret edeceksiniz. Mevcut düzen ne kadar kötü ve zalim olsa siz o düzene karşı gelmeyecek ve isyan etmeyeceksiniz. Ya sabredip İslâmiyet’i anlatmaya devam edeceksiniz veya o ülkeyi terk edeceksiniz. İnanmayan insanlara zorla İslâmiyet’i uygulatma sözkonusu değildir. Bu hal iktidar olduğunuz zaman da böyledir.

İslâmiyet’te yerinden yönetim vardır. Özel hukuk zaten halkın kendi mezhebine göre oluşmuştur. Devlet ona karışmaz. Sadece icra safhasında müdahale eder. Kamu hukuku da bucaklara göre değişmektedir. Her bucağın kendi kamu hukuku vardır. İl veya devlet merkezleri taşradaki bucaklara karışmazlar. Yani kanton düzeni vardır. Onun için İsviçre en çok İslâmiyet’e yakın bir devlettir, diyoruz.

Türkiye’de de kanunlar batıdan tercüme edildiği için eğer halk doğru yorumlasa, uygulayıcılar doğru yorumlasa Türkiye de İsveç kadar İslâm devleti olur. Ama cehalet sebebiyle ne halk ne de uygulayıcılar kanunları okuyup anlama seviyesinde olmadığı için günümüzde bazı sıkıntılar vardır. Oysa Müslümanların bir görevi de muhalif olanlara tabi oldukları düzeni tanıtmaktır. Bazı örnekler verelim.

Belediye nikahı ile evlendiğiniz zaman erkek ikinci evlilik yapamaz. Ama belediye nikahı ile devlet değilseniz istediğiniz cinsi ilişkiyi kurabilirsiniz. O halde İslâmi evlilik yapmazsınız dört eşle yaşarsınız. Tüm hukuki ilişkiler Türkiye’de doğar. Nitekim batıda %60 hattat %80’i böyle İslâm nikahı ile yaşıyor. Kilise nikahını yapmıyor. Ama böyle bir uygulamayı Müslümanlar kabul etmiyor, hemen belediyeye koşuyor. Sonra da şikayetçi olunuyor. Tuhafı, dinsiz laik düşünürler evliliğe karşı olmaları gerekirken, resmi nikahlı olmayan kimseleri nikaha zorlamaktadırlar.

Hakemlik konusu da böyledir. Türkiye Cumhuriyeti mevzuatı hakemliği kabul etmiş iken Müslümanlar bundan yararlanarak bütün işleri hakemlikle yapmaları gerekirken kimse hakemlere gitmiyor. Sonra da devletin İslâm devleti olmadığından şikayet ediyor. Bazı aklı evvel yargıçlar vardır. MİT’ten biraz işaret alınca hakemlikte şeriat vardır diye onu kabul etmemek için kendilerini zorluyorlar ama, onlar emekli olduklarında hesaplarını âhirette vereceklerdir. “Niçin cari mevzuatı uygulamadınız?” diye onlardan hesap sorulacak. Ama Türkiye’de hakemlik devam ediyor.

 

HAKEM KARARLARINI UYGULAMA

163’üncü madde yürürlükte olsa ben bunları yazmamda hiçbir mahzur olmazdı. Ama beni kooperatifi şeriata göre yönetiyorsunuz diye Devlet Güvenlik Mahkemesine gittim. Oysa o zaman da Türkiye’de bunları yazmam söyleme ev uygulamam suç değildir. Çünkü Anayasamızın 24’üncü maddesi devletin temel düzeni diyordu, kooperatifin temel düzeni demiyordu, hatta kamunun temel düzeni demiyordu, idarenin temel düzeni demiyordu. Çünkü yerinden yönetimlerde dini yönetim kurmada mahzur görülmemiştir. Çünkü isteyen yerini değiştirir ve kendi istediği düzende yaşardı. Ama baştan beri söylediğim cehalet vardı. Vatandaş okur-yazar değildi. Hakimler de onlardan farksızdı. Kanunları yorumlama güçleri yoktu. İşte bu hakimler şeriata göre kooperatifi yönetiyor diye kendi kararlarını bozmaya kalkıştılar. Ne var ki, mumları yatsıya kadar sürdü ve söndü. 163’üncü madde kaldırıldı. Hakemlik zorlaması uluslararası baskı ile Türkiye’de yerleşti. Türklerde bir atasözü vardır: Güneş çuvala sığmaz.

Her Müslüman Türkiye’de her işini hakemlere hallettirmelidir. Yukarıda saydığım sebeplerle bu Türkiye’deki yargı karışıklığına son vereceği gibi, Müslüman da gönül rahatlığıyla Türkiye’de yaşama imkanını bulur. Hakem kararlarına iki şekilde baş vurulmaktadır. Sözleşmelerde hakem şartı koyarsınız. Sonra bu maddeden vazgeçemezsiniz. Hakemlerin isimlerini veya atama şeklini sözleşmede yazarsanız, ona uyulur. Atama şeklini yazmazsanız mahkemeye başvurursunuz karşı tarafın hakemini mahkeme atar.

Bunun dışında çıkacak ister hukuki ister cezai davalarda hakemlere gidebilirsiniz. Yani ikiniz Müslüman iseniz hakemlere gitme zorunluğunuz vardır. Hakemlerin kararlarına uyarsınız. Gerçi ceza davalarında veya evlilik gibi yarı kamu davalarında varılan kararlar geçersizdir. Mesela, hakem kararları ile boşanma mümkün değildir. Ama siz hakem kararlarını alırsınız. Artık taraflar mahkemeye gider, biz boşanıyoruz derler ve mahkeme de boşar. Ceza davalarında hakem kararı varsa suç itiraf edilir, hakem kararı beraatsa davadan vazgeçilir, savcı kamu davasına devam eder.

Böylece Müslümanlar Türkiye’de İslâm esaslarına göre yaşama imkanını bulur. Şunu da hemen belirtelim ki, bu hak yalnız Müslümanlara tanınmış bir hak değildir. Komünistliği isteyen kimseler de komün hayatı yaşayabilirler. Kendileri bir kooperatif kurup site kurabilirler. Orada yaşayanlar için kendi sistemlerini koyarlar. Uymayanları kooperatiften çıkarırlar. Orada uyanlar kalır. Yani kooperatiften ayrılmak serbestliğini tanımak ve çıkarma haklarını kullanmak şartı ile istedikleri düzenlerini kurabilirler. Saf komünist iseler evlilik olmayacak, mülkiyet olmayacak, din olmayacak ve yönetim olmayacak. Bu ütopik kent denemesini her zaman yapabilirler.

Siteleşme ve hakemlerle istenen düzeni oluşturma sistemi dinamizm içinde gereklidir. İnsanlık teknolojide büyük ilerleme kaydetmiştir. İnsanlık tarım döneminden sanayi dönemine geçmiştir. Artık onbin yıllık tarım hukuku insanların ihtiyaçlarına cevap vermiyor. Yeni düzen gelmelidir. Ancak bu yeni düzenin ne olduğu bilinmiyor. Yarım asırdır yeniden yapılanma edebiyatı var, ama kendisi yok. Bu yeni düzeni kim getirecek, nasıl gelecek? Eskiden yeni düzeni peygamberler getiriyordu. Şimdi peygamber yok. Gelmeyecek. Yeni düzeni ilim getirecektir. İlim ise denemedir. Sosyal olaylarda deneme ancak uygulama ile olur. Değişik kentler kurulur. Buralarda kendi sözleşmeleri uygulanır, hakemlerle yargı yürütülür. Sitelerdeki başarı diğer sitelere örnek olur.

Hakemliğin bugün uygulanması zorunludur. Eskiden serbest sözleşme yoktu. Şimdi pek çok kanunların yanında sayısız sözleşmeler vardır. Hakimin bunları okuyup bilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla davalar çeyrek asrı aşıyor. Oysa hakemler zaten o işin içinde olan kimselerdir. Okuyup anlama kolaylığına sahip olurlar. Kararlar hem çabuk verilir hem de adil olur. Bizim bu hususta bir önerimiz vardır. Türk adliyesini basit bir madde düzeltebilir.

Bugün mukavelenin sonunda “İhtilaflar İzmir mahkemelerinde çözülecektir.” denirse, orada çözülür; “Hakemlerce çözülür.” denirse hakemlerce çözülür. Hiçbir şey denmezse, mahkemelerce çözülür. İşte bu son cümle değiştirilecek. Hiçbir şey denmezse, o zaman hakemlerce çözülür. Maddeyi yazalım.

“Sözleşmelerde dava mercii göstermemişlerse dava hakemler nezdinde açılır.” Buna bir madde daha ilave etmemiz gerekir. “Bilirkişiler ehliyetliler arasından taraflarca atanır.” İşte bu basit değişiklik Türk adliyesini dünyanın en gelişmiş adliyesi hâline getirir. Bununla beraber bizim işimiz şimdilik böyle bir maddenin getirilmesi için siyaset yapmak değildir. Bizim işimiz ortaklarımızın hakemlik müessesesini benimsemelerini talep etmektir. Bunun için çalışmaktır.

 

HAKEMLİK EHLİYETİ

Bütün genel hizmetler gibi hakemliğin de teminatlı olması gerekir. Bu bir hizmettir. Hatanın asgariye inmesi gerekir. Hakemlik için de teminatlı ehliyete ihtiyaç vardır. Gaye olayların önlenmesidir. Yani insanlar hasta olmamalıdır. Önleyici tedbirler alınmalıdır. Gaye halkın hukuki hatalar yapmamasıdır. Onun için baştan ne yapacaklarını bilmeleri gerekir. Teminatlı hukuki fetva verilecektir. Yani kişi “ben bunu yapacağım” deyip hukuki sonucunu soracaktır. Bu sonuca cevap verilmelidir. Kişi davrandığı zaman ne gibi bir sonuçla karşılaşacağını baştan bilmelidir. Esasen hukuk düzeninin mânâsı budur.

Hakem aynı zamanda hukuk danışmanıdır. Ama aldığı fetvanın teminatlı olması gerekir. Yani hukuka aykırı olması halinde sorumluluk fetva veren kuruluşa aittir. Bundan önceki hukuk düzeninde kişi kendisi mevzuatı bilir ve yorumlar, ona göre hukuki olarak davranırdı. Oysa şimdi böyle yapılması mümkün değildir. Sözleşmeler de serbest olunca mevzuat alabildiğine çoğalmıştır. Kişilerin bunları bilmesi imkansızdır. Bunun için hukuk ekolleri oluşacaktır. Diğer hizmetlerde olduğu gibi semtlerde temsilcileri bulunacaktır. Herkesin bir hukuk temsilcisi olacaktır. Herhangi bir hukuki sorunla karşılaştığında ona soracaktır. O da ilçedeki görevli hakeme sorulacaktır. Böylece her türlü davranış hukuka uygun olacaktır.

Şüphesiz ilçedeki hakem genel hukuka vâkıf hakemdir. Kendisinin pratik bilgileri vardır ama o da her sahada mütehassıs değildir. Önce hukuk dışı konularda ilçedeki diğer hizmet görevlileri ile istişare edecektir. Kendisi de onlara müşavir olacaktır. Takas yoluyla hukuki konularda bilgisini tamamlayacaktır. Hukukçu hemen bütün diğer hizmetlilerle birlikte danışarak çalışmak zorundadır. Bir muhasip hukukçusuz yapamaz, bir hukukçu da muhasipsiz yapamaz. Keza bir doktor da devamlı hukukçu ile çalışmak zorundadır. Bir hukukçu da doktorla birlikte çalışmak zorundadır. Canlılar damarlarla merkezden beslendikleri gibi hücre zarları yanlardan da alışveriş yaparlar.

İlçedeki hukuk görevlileri bölgedeki mütehassıslara danışırlar. Mesela, hukuk konulara ayrılır ve her konunun mütehassısı bulunur. Fıkıhçılar hukuk ilmini önce usul sonra da füru diye ikiye ayırırlar. Usul da iki kısma ayrılır. Hukuk kurallarının ve hükümlerinin dillerle ifadesi kısmı. Burada bir hükmü nasıl ifade edeceksin veya ifade edilmiş bir metni nasıl yorumlayacaksın? Bu konu daha çok dili ilgilendiren konudur. Yazı, davranış, dil ve kıyas ilimleri esas alınır. Böylece dört ihtisas doğabilir. Usulün diğer bölümünde ise kişinin hastalık ve uyku gibi arazları ele alınır, buna göre hükümlerin değişmesi üzerinde durur. Diğeri davranışları sınıflandırır. Tesbit bu kısımla meşgul olur. Hükümleri sınıflandırır. Nihayet mevzuatı sınıflandırır. Dört ihtisas da burada doğar. Bunun dışında muamele, münakeha, ceza ve hizmetler ile ilgili hükümler ele alınır. Usulleri farklı olan bu konular ayrı ihtisas konusu olur.

İşte bölgede mütehassıslar  bulunur. Her konuda ona yakın mütehassıs bulunur. İlçedeki görevli bunlardan birini kendisine danışman seçer. On kadar danışmanı olur. Takıldığı hususlarda onlara danışır. Ayrıca kıta merkezlerinde de bu ihtisas konularının otoriteleri bulunur. Onlar hizmetten çok araştırma ve içtihat yaparlar. Bölgedeki mütehassıslar bilinenleri bilirler. Yeni konular ise içtihat konusudur. Ancak ilmi otoritelere ulaşmış kimseler yorum yapabilirler. İşte istişare hizmetleri böyledir. Teminatlıdır. Hata yapılırsa dayanışma ortaklıkları bunları tazmin ederler. Kişi tam hukuk düzeni içinde yaşar. Davranışta bulunduğu zaman ne ile karşılaşacağını baştan bilir. İşte bizim böyle hukuk istişare ekollerini oluşturmamız gerekir. Kooperatifler çoğalırlarsa bu danışma müesseseleri de o derece çoğalır. Bunun için devlet olmaya gerek yoktur. Hukuk danışmanlığı serbesttir.

Diğer taraftan nizaların çoğu bilgisizlikten doğar, herkes kendisini haklı zannettiği için niza olur. İki tarafın semtteki temsilcileri ilçe temsilcilerine sorar ve aynı sonucu alırlarsa niza bitmiş olur. Davaya gerek kalmaz. Osmanlılardaki müftüler bunu yapıyorlardı. Sadece danışıyor ve aldıkları fetvalara uyuyorlardı. Uymayan kadıya gidiyor ve dava açıyordu. Şayet ilçedeki hukuk görevlilerinden farklı fetva çıkarsa o zaman dava sözkonusu oluyordu. O zaman bir başhakem seçiliyor ve dava açılıyor olacaktır. Dava bucaklarda görülecektir. Duruşma bucaklarda olacaktır. İlçedeki hakemler oraya gelecek, semtteki davalı ve davacılar oraya geleceklerdir. Dava haftalık toplantı günü görülecektir. Gerekirse bölgedeki mütehassıs hakem oraya gelecektir. Kıta merkezindeki otorite hakemler de oraya geleceklerdir. Hepsi görevli hakemin danışmanı olacaktır. Kararı ilçedeki hakem verecektir. Duruşma bucak başkanının riyasetinde olacaktır. Karar bucak başkanı tarafından yerine getirilecektir.

 

HAKEMLİK GELİRLERİ

Her işletmenin bir hukuk danışmanı olacaktır. Küçük işletmelerde bu hakem temsilcisidir. Orta işletmelerde görevli hakemdir. Büyük işletmelerde danışman hakemdir. Üst işletmelerde araştırmacı hakemdir. Orta işletmelerde ayrıca hakem temsilcileri de vardır. Büyük işletmelerde görevli hakemler vardır. Üst işletmelerde de danışman hakemler vardır. Yani bir taraftan her yerde bir hakem temsilcisi bulunuyor, arkasında hakemlik teşkilatı yer alıyor.

Üretim yapan işletmeciler sanayi ve inşaat işletmelerinde beşte bir, tarımda onda bir genel hizmet payını verirler. Bu pay yirmibeş genel hizmete bölünür. Başlangıçta eşit olarak bölünür ve her hizmet kendi payını almış olur. Hakemlik gelirleri buradan oluşur. Yani genel üretimin sanayi ve inşaatta 125’te bir, tarımda 250’de bir hakemlik genel hizmet karşılığıdır.

Elde edilen hukuk danışmanlık payının yarısı ortak fonda toplanır. Küçük işletmelerin hukuk danışmanlık payları bucak merkezinde, orta işletmelerin il merkezinde, büyük işletmelerin devlet merkezinde, orta işletmelerinki insanlık merkezinde toplanır. Bundan sonra bunlar kişilerin hukuk danışmanlarına bölüştürülür. Herkesin bir hukuk danışmanı görevlisi vardır. Onlara verilir. Bu bölüşmede ilçedeki görevli hakemler ortak fonlarını bölüşürler. Bu fonda toplanan meblağın yarısı halka hukuk danışmanlığı karşılığı bölüştürülür. Diğer yarısı ise hakemlik hizmeti karşılığı verilir.

Hukuk danışmanlığı faslı tamamen kişi başına eşit olarak bölüştürülür. Bu hak döllenen çocuklardan başlar, miras taksimine kadar sürer. Hakemlik fonunda toplanan meblağın bölüşülmesi dayanışma ortaklıklarına verilir. Dava açma hakkı siyasi dayanışma ortaklıklarına aittir. Kişi bir dava açacaksa kendi siyasi dayanışma ortaklık sorumlusuna başvurur. Bu hakemler kişilerin kendi hakemleri olmayacaklardır. Tarafların hakemleri dışında hakemler olacaktır. Baş hakem de bunlardan seçilecektir. Bu hakemlerin ücretleri siyasi dayanışma ortaklarınca ödenecektir.

Siyasi dayanışma ortaklarında bulunan hakemlik fonunda artan olursa, hakemlik yaptıkları kimselere fazlaca vereceklerdir. Yani hakemlik giderleri sınırlı olup hakemlere ancak o bölüştürecektir. Sadece hakemler arasında çalışmalarına göre bölüştürülecektir. Bir ilçede yirmiye yakın hakem olmalıdır. İkisi tarafların hukuk danışmanı olduğu için hakem olmayacaktır. Seçilecek kimselerin sayısı on kişiden az olmaması için en az 15 kişi olmalıdır.

Gelirler ilçedeki görevliye gelecektir. Görevli bu gelirlerin beşte birini semtlerdeki temsilcilere bölüştürecektir. Beşte birini de bölgedeki danışmanlara bölüştürecektir. Danışmanlar da beşte birlerini kıta merkezindeki danışmanlara bölüştüreceklerdir Büyük teşebbüste elde edilen hukuk danışmanlık payının yarısı orada hizmet edenler arasında çalışma saatleri nisbetinde bölüştürülecektir. Çalışma saatleri resmi ücretle değerlendirilecektir. Sadece sorumlu yılda iki bin saat çalışmış kabul edilecektir. Kadrosunu oluşturma tamamen sorumluya ait olacaktır.

İşletmelerde esas sorumlu emek temsilcisidir. Bunlar tesis sahibi ile anlaşır ve tesisleri kiralarlar. Bunlar genel hizmet sorumlusu ile anlaşır ve ortak ederler. Genel hizmet sorumlusu tüm kadroyu belirlemiştir. Çalışma statüsünü koymuştur. Hukuk danışmanları fetvalarını olay olmadan önce verirler. Hakemler ise olaydan sonra hükme bağlarlar. Hakemler hukuk danışmanlarından seçilirler. Ancak hukuk danışmanlığından tamamen ayrı bir hizmettir.

Hakemler bir defa seçildikten sonra artık değiştirilemezler. Onların verdiği karar kesindir. Bu karar idam cezasını da içermektedir. Asıl devlet burada kendisini göstermektedir. Hukukun üstünlüğü burada görülmektedir. Burada adil düzenin getirdiği yenilik hakemlerin taraflarca ehliyetliler arasından seçilmesidir. Baş hakemi de hakemlerin seçmesidir. Artık bu kurul o konuda mutlak hükümdardır. Verdiği karar kesindir, infaz edilir. Kesin olarak yanlış karar verildiği sabit olursa dayanışma ortaklığı tazmin eder.  İdam kararı da olsa temyizi yoktur. Ancak değişik şekilleri ile tazminata dönüşür. Kısasın infazı için afv olup olmadığı, diyete dönüşüp dönüşmediği hususunda bucak başkanlarının bekleme hakkı vardır. Bucağı terk edene kısas uygulanmaz, diyete dönüşür. Hakem kararları kesindir. İnfazda değişiklik olabilir. Bu hususta yetkili de bucak başkanlarıdır.

 

DAVALARIN SEYRİ

Herhangi bir konuda ihtilafa düşen taraflar sorularını hakem temsilcilerine sorarlar, hakem temsilcileri biliyorlarsa hemen cevaplarını verir ve ilçedeki hakemlerine bildirirler. Eğer iki tarafın hakem temsilcileri sonuca varmışlarsa sorun biter, taraflar sorunu dava konusu yapmazlar. Tarafların hakemleri farklı görüş beyan etmişlerse konu dava konusu haline gelir. İlçedeki hakemler böylece temsilcilerden gelen soruları inceler, doğru bulurlarsa sükut ederler, yanlış bulurlarsa yanlışlığını bildirirler.

Konu soruşturma konusu ise; yani biri olayı başka diğeri olayı başka türlü anlatıyorlarsa, taraflar kendi soruşturmacılarına giderler. Tarafların temsilci soruşturmacıları vardıkları sonuçları dosyalayarak ilçe merkezindeki soruşturmacıya bildirirler. Taraflar rıza gösterirlerse hakemlere gidilir. Taraflar olay üzerinde anlaşamazlarsa sorun soruşturma sorunu haline gelir.

Soruşturma konusu için davacı olan kimse dini temsilciye başvurur. Dini temsilcisi bucaktaki dini dayanışma sorumlusuna başvurur. Soruşturma yapılmasını ister. Dini dayanışma sorumlusu ilçedeki soruşturmacılardan hukuk davalarından iki, ceza davalarından dört soruşturmacıya görev verir. Onlar ayrı ayrı soruşturma yaparlar ve aynı sonuca varmışlarsa o zaman siyasi dayanışma sorumlusuna başvururlar ve davacı hakemi atanır. Davalı tarafı da bir hakem atar. İki hakem üçüncü hakemi seçer. Tanıkların şehadeti ile karara bağlanır. Duruşma bucakta olur.

Olayda ihtilaf yoksa, olay sabitse, sadece hakemler hükümde ihtilaf ediyorlarsa, o zaman tanık dinlenmeye gerek kalmaksızın yine hakemler bucaktaki duruşmada kararlarını verirler. Hakemlerin ihtilafı halinde bucak siyasi dayanışma sorumluları soruşturmacılara gitme durumundadırlar. Hakemlerin ihtilafı halinde duruşmalara gitme zorundadırlar.

Demek ki, herhangi bir konuda olay ihtilafı yoksa danışman hakemlere gidilir, olayda ihtilaf varsa danışman soruşturmacılara gidilir. Danışman soruşturmacılar ittifak ederlerse danışman hakemlere gidilir. Danışman hakemler ittifak ederlerse bucak başkanları duruşmalara gerek kalmaksızın karar verir. Taraflar bu karardan razı olurlarsa sorun biter. Razı olmazlarsa, soruşturma talebiyle bucak dini dayanışma sorumlusuna gider ve soruşturma talebinde bulunur. Yeter soruşturmacı bulunmuşsa siyasi danışmana gider ve duruşmalı hakemlik ister. Bucak başkanı duruşmalı hakemliği yönetir.

Kişilerin dayanışma sorumlularını, soruşturmacılarını, hakemlerini her zaman değiştirme hakları olduğu için, tatmin olmadıkları takdirde bunları değiştirerek haklarını arama imkanına sahiptirler. Bucak başkanı da haksızlık yapıyor kanaatinde olurlarsa bucaklarını değiştirerek o şekilde haklarını ararlar.  

Hakemlerin verdiği kararlar kesindir. Hakemlerin kararlarını adil bulmayanlar dayanışma ortaklıklarına başvurarak onları ikna ederlerse dini dayanışma ortakları soruşturmacılar aleyhine siyasi dayanışma ortakları hakemler aleyhine dava açılması için il dayanışma sorumlularına başvurabilirler. Onlar bölge hakemleri aleyhine dava açabilirler. Bu temyiz davası değildir. Soruşturmacılar veya hakemler aleyhine açılan davalardır. Mahkumiyetleri halinde onların dayanışma ortakları tazmin eder. Başka türlü temyiz yoktur.

Bölge hakem veya soruşturmacılar aleyhinde benzer şekilde dava açılabilir. Bu davalar da ülke meclisindeki hakemlerce görülür. Yüce divanda görülür. Orada verilen karar kesindir.

Orta ehliyetliler aleyhine bucaklarda dava açılabilir. Yüksek ehliyetliler aleyhine illerde dava açılabilir. Üstün ehliyetliler aleyhine ülke merkezinde dava açılabilir. Bu şart hukuk davalarında da geçerlidir. Kişiler hukuk bakımından eşittirler. Ancak davalı olma konusunda rahatsız edilip işgal edilmesin diye farklı muamele görürler. Esasen kişi nerede ise dava orada açılır. Yüksek ehliyetliler il merkez bucağının sakinleridir, üstün ehliyetliler ülke merkez bucağı sakinleridir.

Dava esnasında gerek soruşturmacı gerekse hakem olarak yüksek veya üstün ehliyetlilere ihtiyaç hâsıl olursa bunlar bucağa gelir ve orada yardımcı olurlar. Kişi bucağı dışına çıkarılıp muhakeme edilmez. Ayrı bucaklar arasında dava varsa davacı davalının bucağına gitmek zorundadır. Ceza davalarında olayın cereyan ettiği yerde muhakeme olunur. Muhakemede uygulanacak mevzuat, ispat külfeti kime ait değilse onun hukuku uygulanır. Yani kimin sözü ispatsız kabul edilecekse onun mezhebine ait hükümler uygulanır. Usulde baş hakemin mezhebine ait hükümler uygulanır.

 

KARAR VE İCRA

Soruşturmacılar soruşturmalarını yaptıktan sonra dosya ve belgeleri kendileri saklarlar. Soruşturmacı hakemler seçildikten sonra dosyayı baş hakeme gösterir. Baş hakem dosyaya göre soruşturmayı doğru yapıp yapmadığına karar verir. Soruşturmacılar davacı tarafından seçildiklerinden dolayı baş hakemin soruşturma dosyasını eksik görmesi mümkündür. Baş hakemin bu kararına da yüksek mahkemeye gidilebilir. Gecikmeden dolayı bir zarar doğarsa dayanışması tazmin eder. Ancak karar kesindir. Artık o konuda soruşturmacının şehadeti kabul olunmaz.

Hakemlerin kararları kesindir. Uygulamaya geçilir. Hakem kararları temyiz edilemez. Sadece hakemler aleyhine yüksek hakemler nezdinde dava açılır. Mahkum olurlarsa akileleri öder. Hakemlerin verdikleri kararları infaz yetkisi bucak başkanına aittir. Ceza davalarında başkan diyet veya kıyasa re’sen karar verir. Af varsa, başkaca diyete dönüşecek durumlar varsa, başkan diyete dönüştürür. Bucak başkanları kısası erteleme hakkına sahiptir. Bucaklarda eğer soruşturmacılar veya hakemler aleyhine dava açılmışsa, sonuçlanıncaya kadar bekletebilir. Ancak uzama sözkonusu ise kısası uygulayabilir.

Kısas infaz edilemeden yüksek veya üstün mahkemelerden mahkumun lehine karar çıkarsa kısas diyete dönüşür. Haksız mahkum olmuşlarsa bile akileleri diyetlerini öderler. Sonra mahkumun akilesi suçlu bulunan soruşturmacının veya hakemin akilesine rücu eder. Diyet ödenmesi geciktirilmez ve aktarılmaz.

Dava esnasında kişi tutuklanmaz. Soruşturma dışarıdan ve yerinden yapılır. Önce sözlü soruşturma yapılır, sonra yazılı soruşturmaya geçilir. Gerekli görülürse bucak başkanlarının kararları ile duruşmalı soruşturmaya geçilir. Olağanüstü durumda hakem kararları ile karakol soruşturmasına geçilir. Tutuklama, yakalama, göz altına alma gibi bir müessese yoktur.

Bucak başkanı tarafından davet edildiği halde duruşmaya gelmeyen kimsenin hukuki korunması hakemler kararı ile düşer. Yani artık o bucakta ona bir şey olursa davacı olunamaz. Ne kendisi ne de yakınları davacı olup haklarını arayamazlar. Malları da yağmalanabilir.

Kişi bucağı terk eder ve başka bucağa giderse, aleyhine dava bucakta devam eder. Mahkum olması halinde dosya sığındığı bucağa gider. Kabul eden bucak mahkum olmuş olur. İldeki yüksek mahkemede muhakeme olunur. Ne var ki, bu bucak değişmesi ilçesinin bucağı dışında olmasıdır.

Davalı ilini değiştirmişse dava konusu ülke merkez mahkemelerine intikal eder, son karar orada verilir. Davalı ülkeyi değiştirmişse dava uluslararası mahkemelere intikal eder. Sonunda hukuk davalarında mahkumu kabul eden kendisi öder. Ceza davalarında kısas diyete dönüşür. Zina ve hırsızlık cezaları ise ölünceye kadar ertelenir. O ülkeye, o ile veya o bucağa gelmemek şartı ile infaz yapılmaz.

İnfazda önemli diğer husus ise hataen işlenmiş cinayetlerde veya zararlarda tazminat tamamen akile tarafından ödenir ve mahkuma rücu edilmez. Kasden işlenmiş suçlarda ise varsa diyeti kendi mal varlığından ödenir ve kendisi serbest bırakılır. Mal varlığı diyeti ödemeye yetmiyorsa, malları mirasçılara taksim edilir ve kendisi zorunlu çalışma kampına gönderilir. Diyeti yine dayanışma ortaklığı öder. Çalışma kampına girip ziyaret serbesttir. Hatta aileleri de orada kalabilirler. Sadece gelirine el konur. Çalışmaması halinde zorlama yapılabilir.

Kooperatifte uygulanacak hükümler ise sadece tazminatı ilgilendiren hükümlerdir. Kooperatifteki paylarına el konması ile ilgili hükümlerdir. Bedeni ceza veya zorunlu çalıştırma yetkisi kooperatifleri yoktur. Bu husustaki uygulamalar ceza davalarında devletle düzenlenir. Sadece müdahil olurken bütün bu hükümler esas alınır. Kooperatif avukatları ona göre karşılıksız davalı veya davacı veya müdahil olurlar.

 

ADİL DÜZENDE GENEL HİZMETLER

XIV

BASIN HİZMETİ

TEŞKİLAT

Semt, 300 ile 1000 kişi arasında nüfusu olan en küçük hizmet topluluğudur. Her semtte 10’a yakın basın temsilcisi vardır. Bu temsilciler temsilcilikle geçinmezler, başka işler yaparlar. Temsilcilikle ek gelir elde ederler. Basın temsilcileri semtlerinde bulunan işyerlerinin basın sözcüleridir. Semtte küçük işyerleri vardır. Semti ortalama 500 nüfuslu kabul edersek, çalışan sayısı 200 kadardır. Bir işyerinde ortalama beş kişi çalıştığını kabul edersek, demek ki yaklaşık olarak 40-50 civarında işyeri olacaktır. Beş işyerine bir basın sözcüsü düşecektir, demektir. Basın sözcüsü bu işyerlerinden birinde çalışandır. Ama ayrıca beş-on yerde de basın temsilcisidir.

Basın temsilcisi ayrıca o semtte bulunan 500 kişiden bazılarının basın temsilcisidir. 10 basın temsilcisi olduğuna göre, bir kimsenin 50 kişinin basın hizmetlisi olma durumu vardır. Bir kimsenin bir semtte basın temsilcisi olabilmek için ilçedeki basın görevlisinin o semt temsilciliğini almış olması gerektiği, o semtteki halkın en az beşte birinin de basın temsilciliğini kabul etmiş olması gerekir. Bir ilçedeki basın görevlisi eğer o semtte temsilci bulamazsa o semtteki kimselere hizmet veremez. Ne var ki, semtte bulunan bir basın hizmetlisi ilçedeki değişik basın görevlisini temsil edebilir. Basın görevlisi de değişik basın temsilcisini istihdam edebilir. Basın temsilcisinin işyerlerinde hizmet verme şartı yoktur.

Her semtte bu 10 kadar basın temsilcilerini koordine etmek, semtte bulunan ortak basın araçlarını ve yerini korumak, temizliğini ve bakımını yapmak üzere de basın sorumlusu bulunur. Bu basın sorumlusunu bucaktaki basın bakanı atar. Bu sorumlu basın araçları ve yerlerinin yönetimi bakımından semtin yöneticisine bağlıdır. Basın hizmetleri bakımından bucaktaki basın bakanına bağlıdır. O atar ve alır. Semt yöneticisinin de alınması hususunda yetkisi vardır. Gerek basın temsilcilerinin, gerekse basın sorumlusunun denetlenmesi bucak ilmi şura üyeleri tarafından yapılır. Hesap ilçe hakemlerine gidilerek çözülür.

İlçelerde 10’a yakın basın görevlisi vardır. İlçelerdeki basın görevlileri il ilmi şûrası tarafından atanmışlardır. Sıralama usûlü ile atanmışlardır. Sonra ilçe halkı tarafından basın görevlisi olarak kabul edilmişlerdir. Kabul edenlerin sayısı ilçe halkının en az beşte birini temsil etmesi gerekir. Ortalama 50 000 nüfuslu olan ilçelerin ortalama hizmet verdiği kimselerin sayısı 50 00 kişidir. Bunların 100 köyde de birer temsilciliği olduğu kabul edilirse, bu hizmeti verebilecek kadronun varolduğu kabul edilir. Ayrıca il basın bakanı tarafından atanmış basın sorumlusu vardır. Basın sorumlusu oradaki basın vakfının yöneticisidir. Yönetim kurulunu ise basın görevlileri oluşturur. Basın vakfı bakımından ilçe yöneticisine bağlıdır. Basın hizmetlerinin ahenkli bir şekilde yürümesi için il merkezindeki basın bakanına bağlıdır. Bir basın görevlisinin il ilmi şûrası tarafından atanmış olması, halkın beşte birinin de bunu kendisine hizmet eden kimse olarak seçmesi yeterli değildir. Ayrıca bölge merkezinde de en az beş, en çok yirmi yazarları kendisine müşavir seçmiş olması ve onların bunun müşavirliğini kabul etmeleri gerekir

Gerek ilçedeki basın görevlilerini gerekse basın sorumlularını denetlemek ildeki ilmi şûra üyelerinin görev ve yetki alanlarındadır. Hakemlere giderek görevlerine son verdirebilirler. Yahut kararlarını iptal ettirebilirler. Tazminata mahkum ettirebilirler.

Bölgelerde 100’e yakın yazar bulunur. Bu yazarlar ülke ilim şûrası tarafından sıralama usûlü ile seçilmişlerdir. Ülke ilmi şûrası ülke başkanının başkanlığında yaptığı toplantıda basın ihtisas vakfını açar veya kapayabilir. İhtisas vakfını tesise karar vermişse, onun kurulması için gerekli tahsisatı belirler. Bu ihtisas kısmının açılabilmesi için kıta merkezinde en az       alimin bunu kendilerine ihtisas konusu yapmış olmaları şarttır. Adları ayrı da olsa 10 kadarını birleştirip bir ihtisas konusu içinde mütalaa etmesi de yine il ilmi şûrasının yetkisindedir.

Bölgede ihtisas hizmeti verebilmek için yüksek öğrenimini görmüş olmak, il ilmi şûrası tarafından atanmış olmak, o basın dalında kıta merkezinden icazet almış olmak, ayrıca ilçelerdeki hizmet görevlilerinin onu danışman olarak kabul etmiş olması gerekir. Bu danışmanların sayısının hizmet verdiği kimselerin sayısının %5’den az olmaması gerekir.

Bölgede her ihtisas bir vakıftır. Yönetim kurulu üyeleri buraya atanan mütehassıslardır. Ayrıca her vakfa devlet merkezindeki basın bakanı tarafından bir basın sorumlusu atanmıştır. Koordineyi bu kişi sağlar, vakfı bu yönetir. Vakfı yönetme bakımından bölge yönetimine bağlıdırlar. Hizmet koordinasyonu bakımından devlet merkezindeki bakanlığa bağlıdırlar. Bu sorumlulardan biri aynı bakanlığa bağlı vakıflar arasında da koordine sağlar. Yahut bu sorumlu tek olabilir.

Kıta merkezlerinde müçtehit yazarlar bulunur. Bunlar insanlık ilmi şûrası tarafından sıralama usûlü ile atanmışlardır. Bunların sayısı her kıta merkezinde 1000 kadardır. Her ihtisas konusunda 100 kadar müçtehit vardır. Bunlar kendi sahalarını kendileri belirlerler. Hangi ihtisas grubuna girdiğini ise ülke ilim şûraları karar verir. Buralarda araştırma vakıfları vardır. Burada bir konuda müçtehit olmak, değişik ülkelerdeki mütehassısların sizi müçtehit kabul etmesi ile olur. Bu mütehassısların hizmet verdikleri ilçedeki görevlilerin sayısına göre yeter %’de bulunmalıdır.

Araştırma vakıfları insanlık ilmi şûrası tarafından tesis edilir. Kuruluş harcamaları oralardan sağlanır. Sonra vakıflar galliye olarak çalışırlar. Müçtehitler ise onları danışman olarak kabul ettikleri kimselerin beşte birlerine ortak olurlar.

 

YAYIN ORGANLARI

Müçtehit olmak için Latince ve Arapça bilmek gerekir. Telifler Arapça veya Latince yapılmalıdır. Bunlar merkezi yayın organlarında yayınlanmalıdır. Bunlar şunlardır.

  1. 25 Genel Hizmeti içeren nazarî, tabiî, amelî ve hikemî olmak üzere 100 ilmin 600 sahifelik ortak metni hazırlanmalıdır. Bunu dünyanın bütün ülke ilmi danışma başkanları kendi dayanışması içinde hazırlar ve insanlıktaki temsilcisi aracılığı ile insanlık meclisine iletir. İnsanlık meclisinde bunlar sıralanarak derecelendirilir. Derecelendirmede telif birincisi ile takdir birincisi bir baş müellif seçerler. Bunlar metinleri telif ederler. Bu metinler aleyhine hakemlere gidilip maddeler iptal ettirilebilir. Hatta yarışmaya yeniden gidilebilir.
  2. Ayrıca her ilim 600 sahifelik şerhi ihtiva eder. Bu şerhler ilgili bakanlıklar, kendi ülkelerindeki mütehassısların iştiraki ile yine yarışma yoluyla hazırlatırlar. Bunlar insanlık merkezinde ilgili bakanlığa gider. Bakanlık bunları yine meclise sıralatır. Sonunda oluşan telif kurulunun her biri kendi konularındaki 600 sahifelik metni hazırlamış olur. Bunlar da Arapça ve Latincedir.
  3. Tesbit çalışmaları: Metinde geçen her kelime veya iki kelimenin terkibinden oluşan konular üzerinde tesbit çalışması yapılır. Tesbit çalışmasında metinlerde geçen kurallar ispatsız kabul edilir. Şerhlerdeki ispat yollarına işaret edilir. Sonunda deney veya gözetlemeler cetvel haline getirilir. Tesbitler külliyatına yerleştirilir. Benzer tesbit daha önce yapılmışsa teyit edilir ve yalnız sapma varsa işaret edilir. Bu çalışmayı yüksek ehliyetliler yapar ve bunlar master çalışmalarıdır. Orta ehliyetlilerin gözetiminde ilk ehliyetliler de bu çalışmalara katılabilirler. Bunlar da Arapça veya Latince metinlerde yayınlanır.
  4. Telif çalışmaları tesbit çalışmalarının değerlendirilmesidir. Bu doktora yani içtihat çalışmalarıdır. Bu çalışmalar metin veya şerhlerdeki ifadelerin güncelleştirilmesi için yapılmış olur. Her üstün ehliyetlinin çalışması yayınlanır. Değişiklik ise ilmî şûra üyelerinin ittifakı ile sağlanır.

İleride uluslararası yazı gelişecektir. Bu şekil diline benzer yazı dili olacaktır. Kelimeye belirli bir kavram yüklenecektir. Herkes kendi dilinden onu okuyacaktır. Arapça yazısı bu şekle çevrilebilir. Misal olarak “Kamer” kelimesi (hilâl) şeklinde yazılarak aya benzetilebilir. Altına, üstüne, sağına, soluna işaretler konarak kelimenin çekimleri veya üretimi yapılabilir. Bu işaretlerin Arapça karşılığı olmayabilir. Ama başka dillerin özelliği bu yazıya böylece aktarılabilir. Türkçenin son ekleri, batı dillerinin ön ekleri, değişimli dillerin ara ekleri dilin içine girmiş olur. Böylece tüm insanlığın dillerdeki özellikler bu ortak yazı içine sokulabilir. Bilgisayarla tercüme yollarına gidilebilir. Bütün dillerden Arapçaya tercümeler yapılmalı, Arapçadan da diğer dillere tercüme yapılmalıdır. Bu görev üstün ehliyetli ihtisas sahiplerine düşer.

Bunun dışında her semtte herkesin bir basın temsilcisi vardır. Halk yayınlatmak istediği hususları bunlara iletir. Her semtteki basın temsilcisinin bucak merkezinde yayınlanacak haftalık dergide ayrılmış yeri vardır. Onu kendisi ayıklayarak düzenler ve bucak merkezindeki ilmi danışmana gönderir. İlmi danışman onu yayın organına aynen koydurur. Bunun dışında ilmi danışmanlara da ayrılmış yer vardır. Onlar da makale yazarak dergi hazırlanır. Bu dergi internet vasıtasıyla yayınlanır. İsteyen yazıcıdan alabilir. Bunlar saklanır. Ayrıca herkes kendi evrak kayıtlayıcısına kendi yazılarını saklatır. Onların konu ve özetleri buralarda yayınlanmış olabilir.

Basın temsilcileri beğendikleri yazıları aynen yayınlanmak üzere bucak merkezine gönderdikleri gibi, ilçe basın görevlilerine de gönderirler. Onlar da bunları eleyip birleştirirler veya aynen hazırlayıp il merkezindeki ilmi dayanışma sorumlularına gönderirler. Yine haftada bir çıkan il dergisinde bu yazılar yer alır. İlmi danışmanlara ayrılmış sahifelere de ilmi danışmanlar yazılarını yazarlar. Bu da bilgisayarda yani internette yayınlanır. İl meclis üyelerine de bu dergide yer ayrılır.

İlçedeki basın görevlileri il merkezine yazılarını gönderdikleri gibi, bölge merkezlerindeki mütehassıslar da değişik yazıları gönderirler. Bu mütehassıslar kendileri eleyip yazıları birleştirirler, ülke merkezine gönderirler. Burada her ihtisas için bir dergi çıkar ve bunlar o dergilerde yayınlanır. Ayrıca ülke merkezindeki dayanışma sorumluları da yazılar yazıp bir merkezi dergi yayınlarlar. Ülke meclis üyelerine de bu dergide yer verilir. Bu dergi günlük yayınlanır.

Dünyanın bölge merkezlerinde yayınlanan dergiler Arapçaya çevrilerek kıta merkezlerine ulaştırılır. Kıta merkezindeki Arapça yazarları bunlardan yazı ve makaleler çıkararak Arapça metin hâline getirirler. Oradaki ilmi danışman sorumluları ve meclis üyeleri de dahil olmak üzere kendilerine ayrılan yerde yazı yazarak bir dergi yayınlanır. Bunlar bilgisayarlarda yayınlanır. Bunlar dünya dillerine çevrilir.

Basın insanlığın hafızası olarak oluşmaya başlar. Bu yazılar hazırlanırken olaylar cereyan ettikçe olayların tarihçeleri de birleştirilir.

Bütün bu halk yayınları kamu bütçesinden harcama yapılarak oluşturulur. Yazarların aylıkları hep genel hizmet faslından verilir. Ayrıca her türlü basın serbesttir. Sansüre tâbi değildir. Söylenirken suç olanlar yazıldığında da suç olur. Söylendiğinde suç olmayanlar yazıldığında da suç olmaz. Hatta söylenmesi suç olan birçok şey kapağında içinde neler olduğu belirtilmek şartıyla suç olmaz. Çıplak gezmek suçtur. Ama çıplak resimler kapakta olmamak şartıyla ve içinde çıplak resimler vardır denmek şartıyla suç olmaz.

           

OKUMA HAKKI

İnsan olarak herkesin kendi düşüncelerini bucak, il, ülke ve insanlığa duyurma hakkı olduğu gibi; onların neşrettikleri şeyleri de okuma hakkı vardır. Duyurma hakkını basın temsilcileri eliyle yapmaktadır. Basın temsilcileri hizmet vermiş oldukları kimselerin yazma arzularını imkan nisbetinde duyururlar. Hakkını vermeyen hizmet verenini değiştirirler. Kendi semtlerinde veya ilçelerinde veya bölgelerinde veya kıtalarında imkan bulamazlarsa çevrelerini değiştirirler. Hiçbir yerde bulamazlarsa kendi özel imkanları ile her zaman yapabilirler.

Haftalık dergilerde yer alan yazıların özetleri de yayınlanır. Hafta sonunda özet yazılar bir dergide toplanır, kalanı arşive kaldırılır. Ayrıca yıl sonunda yıllık özet yapılarak son beş yılın özeti yayınlanır. Beş yıllık özetlerle her yıl dergi çıkar, bunlarda son yüzyılın özetleri yayınlanır. Bu şekilde oluşturulan dergilerin hepsi bilgisayarlarda bulundurulur. Halk ücretsiz istediği bilgilerin kopyasını kendi bilgisayarında alır. Arşivde olanlar da istenebilir. Ancak bunlar ücrete tâbi olur.

Basın evleri yayınlayacakları kitap veya vakitli dergi veya gazeteleri için abone kuponları çıkarırlar. Bunları mağazalar aracılığı ile hizmet kuponları karşılığı satarlar. Elde ettikleri meblağ ile iki misli kitap basıp ambarlara teslim ederler. Basın hizmetine verilen ikinci abone kuponları ki bunlar satılan abone kuponları kadardır. Hizmet kuponları ile satılır. Hizmet kuponları halka verilen hizmetten yararlanma kuponlarıdır. Bunlarla aşağıdaki hizmetlerden yararlanmış olurlar.

Basın, yayın, ulaşım ve haberleşme hizmetleri bir; su, elektrik, ısıtma ve gaz harcamaları için başka bir hizmet kuponu çıkarılır.

Basımevleri aldıkları selem senetlerini hizmet kuponları ile mağazalar eliyle satarlar. Elde ettikleri hizmet kuponlarını kasalarda nakde çevirirler. Basımevlerine sipariş verirler. Basımevleri sipariş aldıklarının iki mislini basılmış olarak ambara teslim edip kredilerini kapatırlar. Hizmet kuponlarının kasa değeri kasadaki stokla ayarlanır. Kasaya piyasaya sürülen hizmet kuponunun beşte biri konur. Beşte bir stok sabit kalacak şekilde kuponun Türk Lirası değeri tesbit edilmiş olur.

Halka değişik kriterlere hizmet kuponları verilir. Halk bu hizmet kuponlarını isterse satar ve hizmet hakkını başkasına devreder. İsterse satın alır ve daha çok hizmet hakkından yararlanır. Hizmet hakkını nakde çevirip başka ihtiyaçlarını giderebildiği gibi hizmet hakkı ile istediği hizmeti tercih etmiş olur.

Hizmetin cinsi ve kalitesi ise serbest piyasa oluşturacaktır. Yani çıkarılan bir kitap siparişi alınmışsa basılacaktır. Kişi bu kitabı baştan sipariş vermiş olacaktır. Ne var ki, verilen siparişin iki misli kitap piyasaya çıkmıştır. Bu kitapları sipariş vermeyenler basılınca alacaklardır. Bu kitap kıymetli ise fazla hizmet kuponu ile satılacaktır. Değilse ucuz satılacaktır. Burada tam denge vardır. Kitaplara rağbet azsa fiyatları ucuz olacaktır. Fazla ise fiyatları yüksek olacaktır.

Görülüyor ki, selem sistemi ile kitapların piyasası serbest olarak oluşmaktadır. Ama basım ve basın evleri serbest piyasa da faaliyet göstermektedirler. Bunlardan iki misli matbu olanları teslim dışında bir vergi istemektedir. Bunların taşınmasını da kamu tekeffül etmektedir. Bunlardan başka vergi alınmamaktadır. Ancak basın içinde kamunun beşte bir kadar yazı yazdırma hakkı vardır. Bu yazarların ücretleri kamudan karşılanacağı için basımevlerine bir yük getirmemektedir. Diğer resmi yazarlar da ücretlerini kamudan almaktadırlar. Ancak ilmi dayanışma ortaklarına kadrolar tahsis edilmiştir. Bunların takdiri ile istedikleri basımevinde yazmaları şartı ile bir pay verilir.    

Okuyuculara okuma hakkını tanıyoruz. Bunu isterlerse okuma yerine başka hizmetlere kaydırırlar, isterlerse burada harcarlar. Genel hizmet kredileri genel hizmette harcanır. İstersek basın hizmetinin payı bu olsun dersek, o zaman sadece basın hizmet payı olarak kredi vermemiz gerekir.

 

İŞLETMELERDE BASIN

Her işletmenin bir basın görevlisi ve bu basın görevlisinin işletmeler içinde basın temsilcileri vardır. Basınla ilgili her konu bunlarla hallolur. Basılacak bir şey varsa bunlar tarafından bastırılır. Satın alınacak bir basın varsa bunlar tarafından satın alınır. Basına bir duyuru veya reklam verilecekse bunlar tarafından verilir. Bu işi basın temsilcisi takip eder. Kendisi başaracaksa doğrudan bu hizmeti verir. Kendisi başaramayacaksa ilçe merkezindeki basın görevlisine sorununu iletir. O kendisi başarabilecekse başarır. Başaramayacaksa ilçedeki diğer hizmetlilere sorar. Yeterince bilgi alamazsa bölge merkezindeki danışmanlarından bilgi alır. Danışmanlar kendileri bilemezlerse diğer danışmanlara sorarlar. Başaramazlarsa, kıta merkezindeki üstün basın danışmanına baş vurur. Bu yolla basınla istenen tüm bilgi tüm dünya ile ilişkili hâle gelir.

İnsanlar arasında ilişki kurmada gittikçe kolaylık sağlanmıştır. Artık haberleşme için ucuzluk dışında sorunumuz kalmamıştır. Bir gün cep telefonları parasız hâle geldiğimiz zaman fiziki zorluk ortadan kalkacaktır. Böyle imkan gittikçe yaklaşmaktadır. Bunun için kurulacak kooperatiflerin özel fonları dahi bunu sağlayacaklardır. Ne var ki, haber kaynakları çoğalmıştır. Onlara bilgi olarak ulaşma çok daha zor hâle gelmiştir. İnsan zekasına ve bilgisine her zaman ihtiyaç duyulacak, her zaman daha fazla insanın fikri gücü devreye girecektir. Çözüm ancak o zaman mümkün olacaktır.

Basın hizmeti sadece basını temin etmekle kalmaz. Basının içinde neyin nerede olduğunu yani sayfaları bulmuş olur. Tezgahın başında çalışan bir kimsenin bilgi programında bir şeye ihtiyacı olmuşsa, bu programı ve bu program hakkındaki bilgiyi nereden bulacaktır? Basından bulacaktır. İşte bunun için kendisi katalogları araştırmaz, kendisi dükkan dükkan dolaşıp bilgi istemez. İşletmenin basın temsilcisine istediğini bildirir. O da bağlı bulunduğu basın hizmetini harekete geçirerek bu sorununu çözer. Kapitalizm düzeninde bunlar özel firmaların para ile yapmasına bırakılmıştır. Bu doğru değildir. Çünkü üretim kollektiftir. Bir tornacının bir parçayı geciktirmesi, hele bozuk yapması tüm imalatı aksatır. Tüm işletme zarar eder. Buna meydan vermemek için tornacının basın sorununu diğer sorunlar gibi bizim gidermemiz gerekir. Bu takdirde işletme işlerini zamanında uygun yapabilir.

Bir işletmenin değişik yerleri ve cihazları vardır. Bu yer ve cihazların basın cepleri vardır. O ceplerin içinde ilgili basılı evrak bulunur.

  1. Cihaz veya yerin projesi ve kullanma talimatı. Bakım talimatı. Ayar talimatı.
  2. Cihaz veya yerin bakım zamanlarını, kademelerini, kimlerin bakımını yaptığı.
  3. Cihazın hangi tarihlerde ne gibi işlemde kullanıldığı ve ne kadar ürettiği.
  4. Cihazın zilyetlik sorumlusunun kim olduğu. Cihazın kimin sorumluluğunda çalıştığı.

Bunun dışında benzer cihaz veya yerlerin genel özellikleri ve kullanım talimatları, işletmenin genel özellikleri, işletmenin akışı ile ilgili bilgiler. İşletmenin akış şeması, sorumluları, kadroları gibi bilgi bültenleri. Mamullerin tanıtılması ve kullanılması ile ilgili bilgileri ihtiva eden broşürler.

Bunların dışında yayınlanmakta olan dergi, gazete veya kitaplarda gerekli reklamları vermek ve tanıtmak da basın hizmetine aittir. Her işletmenin verdiği genel hizmet payı kadar resmi ve özel basının resmi sütunlarında kendi reklamını yapma hakkı vardır. Bu basın ürünlerinde para karşılığı reklam verilmez. Buralarda reklam için yer ayrılır ve basın hizmetine reklam karşılığı bölüştürülür. Bu bölüşmede ödenmiş genel hizmet payı temel rol oynar. Kamu hizmetleri ödenen kamu hizmet payı karşılığı yapılır. Başkaca bir ücret alınamaz.

Dışarıda basılmış ama işletmelerde bulundurulması gereken kitap, dergi ve gazeteler olabilir. Bunları temin edip işletmenin kitaplığına koymak, bunları okutmak, evlere vermek, sonra alıp yerleştirmek de basın hizmetine aittir. Bu kitaplar satın alınabildiği gibi, kütüphanelerden iade edilmek üzere de istenip getirtilebilir. Bunun daha ileri şekli vardır. Herkes kendisinde bulunan kitapları kompitüre yükler. Özet bilgi verir. Basın temsilcisi böyle bir kitabı bulunca talip olana haber verir. O da direkt olarak kitap sahibinden ister. Karşılıklı haberleşerek kitap kullanmak üzere temin edilmiş olur. Benzer bağlar bilgi sahipleri arasında da kurulur.

Belli fikir ve görüş sahipleri tartışmak istedikleri konuları basın temsilcileri aracılığı ile duyururlar. Böylece iki kişi tartışmaya başlar. Bugün insanlar arasında tartışma son derece düzensiz ve göstermelik olarak yapılmaktadır. Gerçekten inanmış ve bilgiye bağlı bir tartışma dünyası henüz oluşmamıştır. Eskiye nisbetle çökmüştür. İnsanlar sadece para getirecek nesnelerin peşinde koşmaktadırlar. Maddiyat o kadar insanları sarmıştır ki, para sahibi olmanın dışında kimse bir şey istememektedir. Halbuki dünyanın en zevkli şeyi ilimdir. İnsanların âhirette de en önemli meşgaleleri ilim olacaktır. İlimlerini geliştirenler daha üstün makamlara erişeceklerdir. Basın temsilcileri basın hizmetini verdikleri işletmelerden hizmet payı alacaklardır. Bu paylar basın hizmetinin gelirleri olacaktır.

 

BASINDA YARIŞMA

İlmi şûra basında yarışmalar tertip eder ve bu yarışmalarda yarışanları ödüllendirmek için ödenek ayırır. Bu ödenek kamu bütçesinden ayrılabileceği gibi, bunun için kurulmuş vakıflarca da sağlanır. Bununla ilgili vakıflar kurmak yahut ödenekler ayırmak tamamen ilmi şûraların yetki alanındadır. Bu ödüller bucakta, ilde, ülkede ve insanlıkta tertiplenir. Burada yazılan yazının konusunu seçmek ve konunun çerçevesini koymak, yarışı finanse edenlerin yetkisindedir.

Yarışa katılanların konu ile ilgili bir eser hazırlayıp hazırlamadığını belirlemek yine ilmi şûra üyelerine aittir. Yazılar onlara verilir. Onlara bir kontenjan tanınır. Kendilerine gelen yazıları ilk olarak onlar okur ve elerler. Bir şûra üyesinin yarışmaya uygun gördüğü eser yarışmaya girer. Yarışacak eserler doğrudan ilimi dayanışma sorumlularına verilir. Bucak yarışmasında kendisine gelen eseri kendisi eler ve yarışa koyar. İle gidecekleri ise sadece sıralar ve il ilmi dayanışma sorumlusuna gönderir. Onlar uygun gördüklerini incelerler, il yarışmasına katılacaklarını kendileri seçerler, ülke yarışmasında kendileri de sıralar ve ülke yarışmasına gider. Ülke ilmi dayanışma sorumluları da gelen bütün yarışmalarını sıralarlar. Elerler ve ülke yarışmasına gönderirler. İnsanlık yarışması ise insanlık ilmi dayanışma sorumlusuna gönderirler.

Hâsılı, yarışmanın yapıldığı merkezin ilmi dayanışma sorumlusuna taşra ilmi dayanışma sorumlularının sıralamalarındaki dereceleri ile gelen yarışma konuları onların görüşlerini de değerlendirerek kendisi bir sıraya koyar. Böylece bu sıra ile sıralanmış olarak yarışmaya sokulur. İlmi dayanışma sorumlularına verilen kontenjan vardır. O sayıdaki yarışma eserini yarışmaya koyarlar. İlmi dayanışma sorumlularının takdirleri burada biter. Tartışmaya katılacak toplam yarışçı sayısı ilmi şûra tarafından orta değer ile belirlenir. Şûra üyelerinden her biri bir sayı belirler. Bu sayılar sıralanır, orta sayı karar sayısıdır.

Bu sayının ilmi dayanışma sorumlularına bölüştürülmesi ilmi dayanışma sorumlularının danışman olduğu kimselerin sayısı ile orantılıdır. Böylece her biri gücüne göre yarışmacıyı yarışa sokmuş olur. Kamu bütçesi dışında ek finans sağlayan kimseler bu sayıyı sınırlayabildikleri gibi değişik ilmi sorumlusuna kendileri bölüştürebilir. Ayrıca yarış vakıf tarafından finanse ediliyorsa bu ilk eleme sisteminde özel şartlar ve kurallar koyabilir. Benzer özel şart ve kurallar yarış çerçevesi içinde bunlar tarafından konur.    

Yarışta sıralamayı yine yarışa katılanlar yaparlar. Her biri diğerlerinden istediği kadarını tetkik eder ve sıraya koyar. Bu sıralamayı yarışa koyanların değerlendirmelerini esas alarak koyabilir, kendisi de inceleyerek koyabilir. Böylece her yarışçı diğer yarışçılardan sıra numarasını alır. Bir yarışçının aldığı sıra numaralarının terslerinin toplamı yarışçının telif derecesini verir.

Telif derecelerine göre yarışçılar sıralanır ve telif sırası belirlenir. Bir kimsenin verdiği sıra ile telif sıraları arasındaki farklara takdir sapması denir. Bir kimsenin takdir sapmalarının kareleri alınır, toplanır. Tüm yarışçıların sayısı ile aynı sayının bir fazlasına bölünür. Sonucun kare kökü alınır. Bunun kesir sayısı yanılma derecesini verir. Yanılma dereceleri küçükten büyüğe göre sıralanır, takdir sırası bulunur. Tersleri alınarak takdir derecesi bulunur.

Bir yarışmacının aldığı takdir derecesi ile telif derecesinin toplamı yarışma derecesini verir. Buna göre sıralanarak yarış sırası bulunur. Yarış sırası bir kimsenin bir metni telif kabiliyeti kadar, başkasının eserini takdir kabiliyetini de içerir. Ödül ikiye bölünür. Yarısı takdir derecesine göre yarısı da telif derecesine göre bölüştürülür. Yarışma derecesine göre yarış sırası verilir.

Yarışanların aldığı derecelerin toplamı toplam dereceyi verir. Ödül toplam dereceye bölünür ve birim derecesinin ödül payı bulunur. Herkesin kendi derecesi ile çarpılarak yarışmaya girenlerin ödül miktarları ortaya çıkar. İlmi dayanışma ortaklarının elemesinden geçen her eser az veya çok bir ödüle sahip olur. En küçük sıra birden başlatılmayabilir ve böylece büyük ödüller arasında çok büyük fark bırakılmayabilir. Bu husus yarış sözleşmesinde belirtilir.

Bu yarışlara kişiler o yılki eserleri ile katılabildikleri gibi geçmiş yılların eserleri ile de katılabilirler. Geçmiş yıllarda derece almış eserlerle katılma şartı da getirilebilir. Tarihte Mevlana’nın Mesnevi’si gibi, yahut Kuran Meâli gibi eserler ile de yarış düzenlenebilir. Bu düzenlemede ödül kazanan eserleri telif hakları bu eserlerin vakıflarına verilir. Böylece klasik eserlerin vakıfları oluşur. O vakıflar mezkur klasik eserleri bastırıp satarlar. Bu satışlardan gelen nakitle yarışlar düzenlenerek o eseri okuyanlara, özet çıkaranlara, kritik yapanlara ödüller dağıtılabilir. Demek ki basın yarışları bir taraftan halkı yeni eserler üretmeye yarar, diğer taraftan eski eserlerin izlenmesini de sağlar. İnsanlara ne okumaları gerektiği için baskı yapılmayacaktır. Ama ma’şeri vicdanların onayı ile teşvik yapılmaktadır.

 

BASINDA ÜCRET      

Bucağın toprakları semtlere bölünmüştür. Kır kesiminde semtin adı köydür. Kent kesiminde semtin adı kenttir. Semtin nüfusu 300 ile 1000 arasındadır. Yaklaşık olarak 100 aile bulunur. Buralarda küçük işletmeler bulunur: Küçük işletme on kişiden daha az kimsenin çalıştığı işletmedir. Ortalama beş kişi çalıştığını kabul edersek, yüz aile içinde de 200 kişi çalışıyorsa, bir semtte 40 işyeri bulunacaktır. Bir bucakta ise 400 küçük işyeri bulunacaktır. Bunların bir kısmı ilçedeki işyerlerinde çalışacak bir kısmı ise bölgedeki işyerinde çalışacaktır. Öyle bucak olabilir ki o bucakta hiçbir işçi çalışmayabilir. Buradaki basın temsilcileri ilçedeki işyerlerinde çalışarak oradan paylarını almış olurlar.

İşletmelere genel hizmet verenlerin verdikleri kuruluş, bucak, il, ülke veya insanlık olabilir. Buralarda toplanan genel hizmet payı buralarda bölüşülür. Hiç işletmenin olmadığı kuruluşta böyle bir bölüm olmayacaktır. Hizmetler hep ilçedeki hizmet görevlisine göre bölüşülecektir. Basın temsilcisi beşte birini basın ilçedeki basın görevlisi verecektir. Toplanan ortak fon nerede toplanırsa toplansın ilçelerdeki basın görevlilere verilecektir. Basın görevlisi beşte biri halka hizmet veren temsilcilerine bölüşecek, beşte birini de bölgedeki danışmanlara verecektir. Bölgedeki danışmanlar da insanlık içindeki üstün danışmanlarına vereceklerdir.

İnsanlıkta toplanan halka hizmet fonları dünya bucaklarına nüfusları adedince, ülkede toplanan büyük işletmelerden alınan ortak halka hizmet fonları ülke ilçelerine nüfuslarına göre, ilde toplanan ortak basın halka hizmet fonları il ilçelerinin nüfuslarına göre bölüştürülür. Bunun beşte biri gerisin geriye danışmanlara gider, beşte biri de ilçe semtlerine temsilcilere gider. Böylece tüm insanlık dayanışma içine girmiş olurlar. Ama her ilçe de kendi özel konumunu korumuş olur. Yani zengin ilin ilçeleri daha çok hizmet paylarını alacaklardır. Zengin ilçeler de diğerlerinden daha fazla pay alacalardır.

Genel kural şudur. Her hizmet temsilcisi hizmet verdiği yerden aldığı hizmet payının yarısını bulunduğu kuruluşun ortak fonuna verir. Bunlar bucak, il, ülke ve insanlıklarda toplanır. Kendi payının beşte birini de izinli olduğu ilçe hizmet görevlisine verir. Halka hizmet fonları ise kuruluş merkezlerinden nüfuslara göre ilçelere bölüştürür. İlçelerde de hizmet verdikleri kimselerin sayısına dağıtılır. Bu paylar insanlık, ülke, il ve bucaklardan gelmiş olur. Bunlar da aldıkları bu paylar ile hizmet verdikleri işletmelerden aldıkları payların beşte birerlerini semtlerdeki halka hizmet veren temsilcilerine, beşte birerlerini de bölge merkezlerindeki mütehassıslara verirler. Mütehassıslar da insanlıktaki üstün ehliyetlilere verirler.

Bölgelerde işletme hizmet sorumlusu üstün ehliyetliler olur. Büyük işletmelerdeki temsilciler büyük işletmelerdeki görevlilere onlardan işletme sorumlusuna verirler. Kıta merkezlerindeki üstün işletmelerde ise temsilciler görevlilere, görevliler mütehassıslara verirler. Onlar da üstün ehliyetlilere beşte birerler olarak verirler. Böylece diğer hizmetler gibi basın hizmetlileri remi ücretleri bölüştürürler.

Burada belirtilmesi gereken bir hususu bu kamu hizmeti yüklenen kimseler için hiçbir başka iş yasak değildir. Her türlü iş yapabilirler ve her tülü kazancı temin edebilirler. Sadece nöbetleşerek koruma, güvenlik ve savunma hizmetleri gören kimseler bu hizmetleri gördükleri merkezlerde herhangi kazanç faaliyetinde bulunamazlar. Semt, ilçe, bölge ve kıta yöneticileri ise kendi çevrelerinde il, bucak, ülke ve insanlık başkanları ise kendi kuruluşlarında başka faaliyetlerde ancak temsil ettikleri kuruluş adına faaliyette bulunurlar. Bunlar başkan oldukları zaman mallarını kuruluş mal varlığı ile birleştirip mudarabe ortaklığını kurarlar. Öldüklerinde malları aynen varislerine iade edilir. Kâr - zarar kuruluşun olur.

Bu şekilde hizmet edenler kazançlarına göre hizmet verirler. Eğer refah dönemi ise işletmelerin işleri çoktur, gelirleri de fazladır. Serbest rekabet olduğu için genel hizmetlerini çoğaltırlar. Eğer kriz zamanı ise üretim azdır. Hizmete ihtiyaç da azdır. O zaman kendileri üretime doğru kayarlar. Yahut savaş hallerindeki hizmetle barış hallerindeki hizmetler farklıdır. Ona göre hizmet görürler.

Halkın serbest iş yaparken de belli işleri yapabilmeleri için ehliyetli olmaları gerekir. Basın ehliyetine sahip kimselere yazdıkları yazılardan bir cezaya uğrarlarsa bunları dayanışma ortaklıkları öder. Ama basın ehliyeti olmayanlar bir zarara sebebiyet verirlerse onu kendileri öderler. Basın yerleri de ehliyetsiz kimseleri çalıştırabilirler. Ancak ehliyetsiz kimselerin verdiği zararları kimseye tazmin ettirmezler. Fiil vuku bulmadan yani zarar doğmadan kimse cezalandırılmaz. Ancak zarar vuku bulunca ehliyetsizler kusurun kendilerinde olmadığını ispatla yükümlüdürler. Ehliyetliler de kusurun onlarda olduğunu karşı taraf isnatla yükümlü olur. Birinde dayanışmaca tazmin edilir, birinde edilmez. Genel hizmetlerde hizmet halka bedava verilir. Ekonomik işletmelerde ise cirodan pay olarak verilir.

 

KOOPERATİFLERDE BASIN

İnsanların hastalığı vardır. Bir roman okuyan kimse için de söylenenlerin hepsi tamamen uydurmadır, biliyor. Ama yine de onu zevkle okuyor. Keza bir film seyreden de onun tamamen uydurma hayal mahsulü olduğunu biliyor, yine de seyrediyor. Eskiden şamanlar vardı. Herkes onların bir şey bilmediğini, bir şey yapmadıklarını biliyorlardı. Anlatılan kerametlerin de uydurma olduğunu biliyorlardı. Ama halk yine onların söylediklerine ve yaptıklarına inanıyor ve büyü yaptırıyorlardı.

Demek ki insanda bir fikri meleke var, bununla ilmediyor. Kâinatın gerçeklerini biliyor. Buna karşılık insanda bir his melekesi vardır. Bununla inanıyor. İnsan davranışlarını ilimden çok inançlara dayandırıyor. Bir insanı her zaman bildiklerinin aksine inandırabilirsiniz. Bütün Hindular bilirler ki inek tanrı değildir. Ama yine de tanrı olduğuna inanıyorlar. Bütün halk diktatörlerinin tanrı olmadığını biliyorlar ama yine gidip mezarlarında, heykellerinin karşısında onlara tapıyorlar. Velilerin kerametlerinin olmadığını biliyorlar ama onun kerametine inanıyorlar.

İnancı sağlayanın başında yalan haber gelir. Haberin yalan olduğunu herkes bilir ama işine geldiği için o habere inanmış görünür, hep birbirlerini kandırırlar. Bu gerçekleri bilen bütün merkezler hep yalan haberi kendilerine dayanak yaparlar. Yalan haberin bir numaralı kaynağı ve yayıcısı basındır. Basın gerçek dışı inançları takviye için gerçek dışı haberler üretir ve yayarlar. Herkes kendi ideolojisine uyan neşriyatı okutur. Yalan olduğunu bilir ama bu yalanla kendisini değil de karşı tarafı kandırdığını kabul eder ve inançlarına uyan haberleri zevkle okur. Kendisine muhalif gazete veya dergi ne kadar doğru söylerlerse söylesinler okumaz, duysa da inanmaz. Aksini bilir de ona inanmaz.

Bu sebepledir ki, basın organları belli görüşleri içeren yazarları toplamakta ve görüşleri paylaşan okuyucuların okuduğu organ olmaktadır. Bu da ülkeyi tamamen bilmektedir. İslâmiyet bu zihniyetle mücadele etmiş, yalancıları şiddetli bir şekilde azaplandıracağını bildirmiştir. Yalancılardan çok yalanlayanları yani bile bile yalanlayanlar savaş açmıştır.

İslâmiyet daha da ileri giderek İslâmiyet’i din olarak ilmiyle imanı birleştiren kimse olarak tanınmıştır. İlme inananı bildiklerine inanan kimse diye tanımlamıştır. Bildiklerine inanmayanları da kâfir, yani örten ilân etmiştir. Kâfir ile mü’min arasındaki fark budur. Biri ilme aykırı, bildiklerinin başkasına inanır; mü’min ise doğruya inanır ve ilmin verilerine inanır.

Çağımız ilmin zirveye ulaştığı çağdır. İslâm’ın ise en çok zayıfladığı çağdır. Bunun sebebi şudur ki, Batı Medeniyeti İslâm’a değil küfre dayalı medeniyettir. Çünkü o kuvvet medeniyetidir. Onlara göre insandan daha güçlü varlık yoktur. İnsanların içinde de en güçlü olan baş tanrıdır. Bunların yalan ve saçma olduğunu batı herkesten çok bilmektedir ama küfrederek aksine inanmaktadır. Şeytan da öyle değil midir? Bilmediği için değil, bile bile isyan ettiği için kâfir olmuştur.

Bugünkü iktidarlar iktidarı küfre dayandırmışlardır. Bunu lâiklik adı altında resmen savunuyorlar. Araç olarak basını küfürlerine âlet olarak kullanıyorlar. Her gün yalan haberlerle ve tahrif edilmiş yorumlarla sahifelerini dolduran basını devlet bütçesiyle beslemektedirler. Doğru medyayı ise şiddetle cezalandırmaktadırlar. Herkesin eli kolu bağlı, güçlülerin, sermaye mafyalarının yalancılık borusunu öttürmektedir. Bu sebepledir ki, o basında adil düzen yer almaz. Müslüman olduklarını iddia eden münafıkların basınında da yer almaz. Çünkü onlar mezhepte beyne zâliktirler.

Ülkemizdeki basının başka özrü de ülkemizin basını dıştan besleme olarak gelişmiştir ve hâlâ öyle gelişmeye devam etmektedirler. İstiklâl savaşımızı kazandık ama iktisadi savaşımızı kazanamadığımız için basınımız onların sömürü aracıdır. Bu basın en saçma haberleri öyle baskı aracı olarak kullanır ki herkes korkar ve kaçar. O halde ne yapmalıyız? Nasıl yapmalıyız ki, basınımızı yalan üreten baskı kaynağı olmaktan çıkaralım. İşte bu sebeple de halk kendisi örgütlenmelidir. Kooperatifler kurmalıdır. Kendi yazarlarını oradan desteklemelidir. Baskı altına almadan, yalan yazmaya zorlamadan desteklemelidir. Yalan yazsın ama kendi isteğiyle yazsın, açlık korkusuyla yazmasın. Bunun için mala mal marketleri kurduğumuzda işletmemizin basın hizmeti yazıcıları maddeten hizmetleri karşılığı destekleyeceğiz, ama onların yazılarını asla sansür etmeyeceğiz. Onlar küfürde de hür olacaklar. Mü’min yazarlar ile kâfir yazarlar minderde halkın önünde yarışacaklar. Orada galip geleceklerdir.

Ayrıca marketlerimizde her çeşit basın satışı karışılmadan satılacak. Kitapların, dergi ve gazetelerin maliyetleri yarıya inecektir. Dağıtımı da bedava yapacağız. Böylece basınımızı esaretten kurtaracağız. Halkımız ne isterse onu okuyacak. Halk kâfirse küfür gazetelerini okuyacak; halk mü’min ise mü’min gazetelerini okuyacak. Birbirini tanıyacaklar, birbirleriyle basında ve kahvede tartışacaklar. Birbirinin muhalifi olacaklar, ama birbirinin düşmanı olmayacaklar.  

 

DOĞU - BATI MEDENİYETİ

Kooperatif yönetim kuruluna bir yazar girmelidir. Bu yazar kooperatife 10 yazar bulmalıdır. Bu yazarlar dergi çıkarmalıdırlar. Bu yazar soruşturma sonucu öğrenilen ortaklardan 10 kadar ortak yazar bulunmalıdır. Bu 10 kadar yazar haftada bir gün toplanmalıdırlar. Bu yazarlar bu dergide yazı yazmalıdırlar. Her birerlerinin yazısı diyelim ki ikişer sahife olsun. Bu dergi internette dergi olarak yayınlanmalıdır. Bu dergide her yazar kendisine bir konu seçmelidir.

Bu yazarların sahifeleri şu şekilde olmalıdır:

  1. Yazarlardan biri o hafta cereyan eden olayları haber olarak özetlemelidir. Bunun için yazarlardan her biri bir yazarın yazılarını takip etmeli, belli oturumları izlemeli ve haftalık toplantıda bu yazara bilgi vermelidirler. Önemli sahifeler işaretlenmelidir. Böylece özetleme yapacak yazarda oluşan bilgiler özetlenerek dergiye girmelidir. Bu olaylar içinde kooperatifi ilgilendiren haberler de yer almalıdır.
  2. Yazarlardan biri de haftalık olayların yorumunu yapmalıdır. Ancak bu yorum yine diğer yazarların yorumlarının sonucu olmalıdır. Her yazar kendi görüşünü ve yorumunu her hafta toplantı yapar. Yorumcu yazar onu dinlemiş olur. Sonra olayların değişik yorumlarını içeren alternatiflerini sunar. Kendi yorumunu da ekler.
  3. Yazarlardan biri yorumla ilgili tarihçe yapar. Nereden başladı ve nereye geldi? Bu olaylar nasıl oldu? Bundan sonra nereye gidilecektir. Akış bizi nereye götürüyor. Mesela, gelecek haftaların ve yılların ekonomik tahminleri yapılacaktır. Ekonomik parametreler nelerdir? Basit ayıraçlar vardır.

Altının değeri, doların değeri, inşaat işçiliği, buğday, demir, gümüş ve kiralar.

Elektrik ve yakıt tüketimi, haberleşme saatleri ve sayısı.

Bütçe açığı, gelirler, giderler. Bütçe ile kesin hesap arası uyum.

İthalat ihracat açığı.

Dış borç yükünün artması veya azalması.

Faizlerin, borsanın, enflasyonun birbirine göre nisbetleri.

Bunlar adım adım takip edilir. Ve bunların rakamlarını veren karşılaştırmalar yapılır.

  1. Kooperatif halktan belirlediği kimseleri ortak eder ve kendilerine yakınları olan on kişi ile her hafta şifahi olarak sorular tevcih eder. Onlardan aldığı cevapları rakamlar ve ya internete girer veya kooperatif merkezine ulaştırır. Böylece her hafta değişik konularda halk oyu yoklaması yapılır. Bu soruları tevcih eden kimseler değişik zihniyetteki kimseler olur. Böylece elde edilen sonuçlar yayınlanır. Elde edilen sonuçlar ne ise o yayınlar, değişiklik yapılmaz.
  2. Bir yazar da haftalık halk yoklamalarında elde edilen sonuçları değerlendirir ve yorumunu yapar, gelecek hakkında tahminlerde bulunur.
  3. Başka bir yazar şiir sahifesini yönetir. Şiirler o yazara gelir. Yazarlar haftanın bir gününde toplandıklarında şiirleri sıralarlar ve bu şiirlerden ön sırayı alanlar yayınlanır. Diğer şiirlerin sadece sıraları yer alır.
  4. Haftanın kitaplarını tanıtan sahife bulunur. Yeni basılmış kitabın özetini verip bir tanesini kooperatifimize gönderirse o özet o sahifede yayınlanır. Böylece kitabı da tanıtmış olunur. Ayrıca yazarlar toplantısında bu kitaplar sıralanır ve sıralama dereceleri de yayınlanır.
  5. Her hafta mutlaka tanınmış veya orijinal fikirleri olan kimselerden biriyle röportaj yapılır ve onun görüşleri aktarılır.
  6. Her hafta ülke içinde değerli biri tanıtılır. Böylece ortaklarımızın bilmeleri gereken kişileri yakından tanımış olurlar.
  7. Her hafta ilimizden biri özellikleri ile tanıtılır. Bu hususta hazırlık yapan kimsenin yazısının özeti yerleştirilir.

Böylece elde edilen dergi internette yayınlanır. Buraya hizmet verenler saatlerini yazarlar. Sonra bu dergiye reklam verenlerin sayıları bir dergiyi çıkaracak seviyeye geldi mi dergi çıkarılmaya başlar ve bu dergi satılmaya başlanır. Derginin kâğıt ve matbaa parası reklamlardan karşılanır. Yazarlar ve diğer hizmetliler ise derginin satışından gelen meblağları paylaşırlar.

Satış yapıldıkça o gün satılanların %5’i saat derecelerine eklenir. Böylece eski saat derecelerine saatler eklenmiş olur. Bankada yığılan meblağ tüm saat derecelere bölünür, elde edilen miktar o gün ayrılanlara verilir. Ayrılanların payları azalmış olur. Böylece kurucular da paylarını almış olurlar. Derginin bu şekilde çıkarılması için birinin bu görevi yüklenmesi gerekmektedir. Kooperatifimizin çok ağır yüklerle yüklü olduğunu biliyoruz ve görüyoruz. İnanmış insanlara ihtiyacımız vardır. Bu insanların bizi bulmaları için bizim sabır gösterip varlığımızı sürdürmemiz gerekmektedir. Bu haftalık toplantılarını yapmalıyız. Elimizden gelen katkıları yapmalıyız. Bir gün vakit dolacak ve çoğunuz o günlerin geldiğini göreceksiniz. Sabretmeniz gerekiyor.   

 

İLMİ ÇALIŞMALAR    

Tarihte bütün medeniyetler sentezle oluşmuştur. Nasıl canlılar eşleşerek çoğalırlarsa, medeniyetler de eşleşerek oluşur. Tarihte daima hakim olan iki medeniyet olmuştur, doğu ve batı medeniyetleri hep böyle oluşmuştur.

  1. Mezopotamya Medeniyeti, Orta Asya’dan gelen Sümerlerle yerli Sami ırkının karışması ile oluşmuştur.
  2. Mısır Medeniyeti, Mezopotamya Medeniyeti ile Afrika yerlilerinin eşleşmesi ile doğmuştur.
  3. İbrani Medeniyeti, Mezopotamya kaynaklı İbraniler ile Mısır Medeniyetlerini sentezlemeleri ile doğmuştur.
  4. Elen Medeniyeti, Hint Avrupai ırkla Mezopotamya ve İbrani ve Mısır medeniyetlerinin etkisi ile doğmuştur.
  5. Hıristiyanlık Medeniyeti, Greko-Romenler içinde İbraniler oluşturmuştur.
  6. Bizans Medeniyeti, Romalıların Hıristiyanlaşması ile doğmuştur.
  7. İslâm Medeniyeti, Türklerin İslâmlaşması ile Akdeniz medeniyeti içinde doğmuştur.
  8. Batı Medeniyeti ise Haçlı Seferleri ile eşleşen İslâm ve Hıristiyan Medeniyetinin ateistleşmesi ile doğmuştur.
  9. Bundan sonra gelecek medeniyet de ateist batı medeniyeti ile tarih olmuş İslâm Medeniyetinin eşleşmesi ile doğacaktır.

İlimler mantık ve matematik olmak üzere ikiye ayrılır. Mantık ilimleri kavramlar üzerinde durur. Hukuk ve dil mantık ilimleri ile gelişir. Matematik ilimleri ise sayılar üzerinde durur. Sanayi ve müsbet ilimler matematikle gelişir. İslâmiyet’in mantık ilimleri batının çok üstündedir. Matematik ilimlerinde ise batı Müslümanlardan çok öndedir. Yeni medeniyet mantık ilimleri ile matematik ilimlerinin sentezi ile oluşacaktır. Matematik ve ilimleri Latince’de gelişmiştir. Mantık ile ilimleri Kur’an Arapçası’nda gelişmiştir. Yeni medeniyet bu iki dilin eşleştirilmesi ile doğacaktır. Batı ile doğunun sentezi, gelecek bin yılın esası, Kur’an Arapçası ile Batı Matematiğinden oluşmuş müsbet ilimlerin sentez edilmesi ile oluşacaktır.

Bizim görevimiz Kur’an ile matematiği yan yana  sentez yapıp yeni medeniyeti oluşturmaktır. Bunu nasıl yapacağız? Batının müsbet ilimlerini öğreneceğiz. İslâm’ın Kur’an ilimlerini öğreneceğiz. Bunları sentez edeceğiz. İşte bunu yapabilmemiz için buna inanmak ve bunun için sahâbeler gibi cihada başlamaktır. Biz birkaç kişi bu yolda azimle faaliyetteyiz. Eğer sabırla devam edersek, Allah bizlere yardım edecek insanları gönderecektir. Bu hususta azimle çalışan insanlar vardır. Ne var ki, biz onlarla hep beraber olmak istedik, onlar hep bizden kaçtılar. Onlar kısa yolu tercih ettiler.

Türkiye doğu-batı sentezi yapacak tek ülkedir. Türkiye’de bunu bilinçle kavrayan tarihte iki kişi biliyorum. Biri II. Abdülhamit, diğeri Mustafa Kemal. Batı ile doğuyu sentez etmek için gerekli siyaseti gütmüşlerdir. Abdülhamit bir taraftan medreseleri güçlendirirken, diğer taraftan batı tipi okullar açmıştır. Bununla sentez olacağını sanmış. Oysa sentez olmamış, sadece okullar medreseleri sonra ortadan kaldırmıştır. Mustafa Kemal de; önce batı medeniyetine yetişelim, sonra müsbet ilme dayanarak muasır medeniyetin fevkine çıkalım demiş ve İslâmiyet’in köhnemiş müesseselerini kaldırmıştır. Bunda da başarıya ulaşılamamıştır. Çünkü köhnemiş müesseseleri kaldırmış ama yerine yabancı eskimiş müesseseleri getirmiştir. İstenilen sentez olmamıştır.

Bununla beraber, II. Abdülhamid’in batı okullarında yetiştirdiği kadrolar Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdular ve bugün Türkiye doğu-batı medeniyetini sentez ederek güçlü Türkiye’yi onların siyaseti buraya getirdi. Bugün yeryüzünde batı medeniyeti ile İslâm medeniyetini birlikte götüren başka bir ülke yoktur. Türkçe bugün dünyanın en zengin dilidir. Çünkü Arapçadan pek çok eser Türkçeye aktarılmıştır. Daha da aktarılmaktadır. Batıdan da hemen hemen her eser Türkçeye çevrilmektedir. Bugün bu iki medeniyetin sentezine elverişli başka bir dil yoktur. Arapçada batı medeniyeti aktarılmamıştır. Batı dillerine de İslâm medeniyeti aktarılmıştır.

Türkçenin zengin yardımcı fiilleri olması, kelimeleri köklerle türetme kabiliyeti olması sebebiyle dünyanın bütün dillerinden Türkçeye çeviri yapmak kolaydır. Harf inkılâbı bu hususta çok yardım etmiştir. Kur’an kursları, imam hatip okulları bu senteze doğru çok büyük vasat hazırlamıştır. Batı bunu bildiği için Kuran kursları ve imam hatip okulları düşmanlığını yapmaktadır. Burada Türk Müslümanlarının da büyük eksiklikleri vardır. Ne Kur’an ne batı ayrı ayrı tedrisle sentez edilemez. Artık sentez eden müesseseler kurmalıyız. Bu da okullar ve kurslar değildir. Bunlarla ilgili yayınlar yapmalıyız. Bu yayınları videolara, disketlere, sidilere yerleştirmeliyiz. Müslümanların buna aklı ermelidir. Günü gelmediği için bizden kaçanlar, bir gün gelecek hep Allah’ın dediklerine geleceklerdir. Fevc fevc Allah’ın dinine geleceklerdir. Bizim için asıl yapılacak şey çalışmaları sürdürmek, Allah’ın gelecek yardımını beklemektir. Sabırdır. Allah Kur’an’da; ““Yardım ne zaman?” diyorlar. Biliniz ki Allah’ın yardımı yakındır.” demektedir. Allah’ın yardımı yakındır. Allah bizden sabırla devamımızı istemektedir.

 

DUYURU VE DÂVET

İnternette bir sahife açmalıyız. Burada kısaca ne yapmak istediğimizi anlatmalıyız ve onları çalışmalarımıza dâvet etmeliyiz.

  1. Her hafta Kur’an Matematiği adı altındaki seminerlere devam ediyoruz. Buna katkınız şöyle olur:
  1. Cuma günü saat 19.30’da İslâm Medeniyeti’nde yaptığımız seminerlere katılırsınız.
  2. Gelip katılamıyorsanız, evlerinizde ailenizle birlikte arkadaşlarla beraber bunları okursunuz. Anlayamadığınız yerleri geçersiniz. Sonra zamanla anlarsınız.
  3. Okuduklarınızda takıldığınız yer varsa veya düzeltmek istediğiniz yer varsa katkıda bulunursunuz.
  4. Kendiniz de internette bir sahife açar ve çalışmaya başlarsınız. Kendiniz de Kur’an Matematiğine benzer seminerler yaparsınız. Siz bizim çalışmalarımızı biz de sizin çalışmalarınızı duyururuz.

2. Kur’an’ın kelimelerini sıralıyoruz. Her kelimenin etimolojisini yapıyoruz. Kur’an’ın Osmanlıca ve öz Türkçe tercümeleri üzerinde çalışıyoruz. Bunlara katkınız:

  1. Bu tercümelerimizi takip eder üzerinde çalışmalar yaparsınız. Düzeltmeler yaparsınız. Bize bildirirsiniz.
  2. Kelimelerin etimolojisini bulup koyuyoruz. Siz de kelimelerin ilk çıkışını bulur bize önerisiniz, bunda tartışırız.
  3. Kur’an kılavuzu olan “El-Mu’cemu’l-Müfehres”i alırsınız. Onlar tarih sırasına göre dizilmiştir. Siz mânâların çeşitliliğine göre dizersiniz. Kelimeyi o şekliyle yerleştiririz.
  4. Kökten diğer mânâların hangi mânâ ilişkileri ile türediğini tesbit edersiniz. Böylece Kur’an lugatının hazırlanmasına katkıda bulunursunuz.
  1. Usûlü fıkıh yeniden tedvin edilmelidir. Çağımızın gelişmesinin metodolojisini vermelidir. Bunun için biz Molla Hüsrev’in Mir’at kitabını seçtik. Onun üzerinde çalışmalar yapıyoruz. Buna katkınız şöyle olur:
  1. Arapça, Osmanlıca ve Türkçe metinler yayınlanmaktadır. Bu metinleri takip eder, öğrenebilirsiniz.
  2. Bu metinler bugünkü sorunları çözecek şekilde yeniden düzenlenmektedir. Bazı yorumlar ve değişiklikler getirilmektedir. Onların üzerinde durur, bize yardımcı olursunuz. Bizimle tartışırsınız.
  3. Bu metinlerin kavramları açıklanmaya başlanmıştır. Siz de kendiniz açıklarsınız. Daha doğrusu bizim açıklamamızı ele alıp onu geliştirirsiniz.
  4. Batı ilimlerinin gelişmesinde uygulanan ve parça parça her ilimde serpiştirilmiş metotları usûlün bu metninin içine veya şerhine yerleştirirsiniz.
  1. 25 Genel Hizmete tekabül eden nazari, tabii, ameli ve hikemi ilimlerinin 6’şar sahifelik Arapça metinlerini hazırlamamız gerekir. Bu 25 ilmin neler olduğunu daha önce yayınladığımız sistematiklerde açıkladık.
  1. Siz bunlardan birini alıp önce Türkçe 6 sahifelik metin hazırlarsınız. Mesela, bu fizik ilmi olabilir.
  2. Sonra bu  metindeki terimlere Kur’an’dan kelimeler alırız. Onları Osmanlı metinde yerleştiririz.
  3. Sonra o metinleri Arapça ifadelere dönüştürürüz.
  4. Sonra da o metnin ifadelerini açıklayan o ilimle ilgili lugat hazırlarız. Mesela, Kur’an’ın ekonomi ilmine göre kavramları veya tefsiri.

Bu çalışmalara katılmaları için insanları çağıracaksınız. Nuh aleyhisselâm gibi yapacaksınız. Gece çağıracaksınız, gündüz çağıracaksınız. Yüksek sesle çağıracaksınız. Açık çağıracaksınız, kapalı çağıracaksınız. Siz bıkmayacaksınız. Gelen gelecektir. Gelmeyenleri sosyal tufan beklemektedir. Türkiye göz göre göre uçuruma gidiyor. Kulak veren yok. Parmaklarını kulaklarına tıkamışlar!..

Türkiye’de 12.5 milyon insan işsizdir. Bunun Türkiye’ye maliyeti 75 milyar doların sigara dumanı gibi heba edilmesidir. 10 milyar dolar için Türkiye’yi satıyorlar. Oysa bize kulak verseler, birbuçuk ayda 10 milyar dolar kazanacaklardır. Bu işsizlik böyle sürdürülürse, bunlar borçla kapatılırsa, Türkiye kaç yıl daha yaşar? Oysa çözüm çok basittir. Bunu Keynes keşfetmiştir. Nâkıs istihdamda yeni para basmak eğer kriz yalnız ülkede ise enflasyon yapmaz. Tam tersine sadece doların değerini yükseltir. Tam istihdamı sağlar ve ihracatı artırır. Bunu bilmeyen yoktur. Esaret  içinde ihanettedirler.

Türkiye’de her ailenin 10 000 dolar dış borcu vardır. Kazancının yarısını faize veriyor. 15 sene sonra Türkiye’de her ailenin 100 000 dolar borcu olacaktır. Türkiye yetmez, bir Türkiye daha versek yine borcumuzu savamayız. Batı bizi esir edecek, karnımızı doyuracak diye sanıyorsak, yanılıyoruz. Batı intikam peşindedir. Bizi bin yıllık işgalci kabul ediyor. Kökümüzü kazıma peşindedir; hem de bir yere tehcire imkan vermeden kökümüzü kazıma! Borcunu öde öyle git diyecek.  İşte size haber verdiğim sosyal tufan budur.

Oysa Türkiye bu borcunu bu âtıl emeği faaliyete geçirse iki-üç yıl içinde faizi ile birlikte çözer. Bunun için Allah’ın uyarılarına kulak vermek gerekir. Bunun için devlet yetkililerinin bunları duymaları gerekmez. Halkın duyması ve faaliyete geçmesi gerekir. Geçerse, kurtulacaktır. Geçmezse, helâk olup gidecektir.

Eskiden bu helâk haberlerini peygamberler mucize göstererek veriyordu. Şimdi ise müsbet ilim bu haberleri veriyor. Biz yanlış mı hesap ediyoruz? Sesimizi neden boğuyorsunuz? Neden konuşturmuyor, neden dinlemiyorsunuz? Niçin hatamızı göstermiyorsunuz da rahatlayalım. 10 milyar dolar ne işe yarayacaktır? Türkiye’de daha fazla işsizlik yaratacak, ihracat açığını daha da artıracak, Türkiye’yi daha fazla borca muhtaç edecektir. Gemi batıyor. Dış borç suyunu aldığı için batıyor. Tüm Türkiye daha çok su alması için uğraşıyor. Allah’ıma ne duâ edeceğimi de bilemiyorum.

 

 

 

ADİL DÜZENDE GENEL HİZMETLER

XV

YAYIN HİZMETİ

İnsanda dört meleke vardır.

Fikirler, doğruyu yanlıştan ayırır. Doğru demek zihinde oluşan Kâinatın dışarıda oluşan Kâinatla çakışması demektir. Birbirinin etkisi altında kalmayan değişik kimselerin zihinlerinde oluşmuş Kâinatla ilgili bir görüşün birbirine uymasıdır, benzemesidir. Bir misal verelim. Bir taş aldım, ağırlığını ölçtüm ve yazdım. Başka birisi de aldı, ağırlığını ölçtü ve yazdı. Ben onun kaç ölçtüğünü bilmiyordum, o da benim kaç ölçtüğümü bilmiyordu. Baktık ki iki sayı arasında eşitlik var. Ben ne yazmışsam o da onu yazmış. O zaman diyoruz ki, bu doğrudur. Şimdi bu ölçenler çoğalır ve hepsi birbirine yakın değerleri bulursa bunlar doğrudur. Doğru olma ihtimali o kadar fazladır.

Biz bildiklerimizden bilmediklerimizi çıkarır buluruz. Mesela, bir dik üçgenin iki kenarını ölçer de karelerini alır, toplar ve kareköklerini bulursak, uzun kenarın uzunluğunu buluruz. Diyelim ki, bir kenarı 3 diğer kenarı 4 ise karelerinin toplamı 9+16=25 eder ve karekökünü alırsak 5 buluruz. Şimdi metremizi alıp uzun kenarını ölçersek görürüz ki gerçekten 25 metredir. Dik açıyı bulmak için de ikişer ikişer eşit çubuklar alırız. Bunları karşılıklı yerleştiririz. Bunları öyle ayarlarız ki karşılıklı köşeler arası uzunluk eşit olsun. Bu deneme de bize bildiklerimizin doğru olduğunu gösterir.

Bir diğeri de hislerdir. Hislerin tanımı fikirlerin tanımı kadar kolaydır. Çünkü tanımlar fikirlerdir. Fikirleri fikirlerle tanımlamak kolaydır. Fikirlerle diğer şeyleri tanımlamak zordur. Hisleri tanımlamadan önce dört melekenin tasnifine gitmemiz gerekir. Önce hisler ile fikirler bir grup, irade ile ünsiyet ikinci gruptur. Birinci gruplar dışarıdan gelen etkilerin bizim içimizde oluşturduğu etkilerdir. Oysa irade ve ünsiyet bizim dışarıya olan etkilerimizdir. Dışarıya olan etkilerimizle ya karşımızda bize benzeyen kimselere etkimiz olur ve o da bize benzer, etkide bulunur, ki buna ünsiyet deriz. Yahut bize benzemeyen etkiler alırız. Karşımızdaki bize benzemiyor. Mesela, denize elimizi koyup çalkalasak o da bize dalgalanarak cevap verir. Ama bizim ona verdiğimiz türden cevap vermez. Oysa insana bir şey söylersek bize bir şey söyleyerek cevap verir. Ünsiyet ile iradeyi böyle ayırdıktan sonra his ile fikri de ayırmaya çalışmalıyız. Hislerde biz tarafız. Olmasını istemekteyiz. Veya olmasına karşıyız. Oysa fikirlerde biz taraf değiliz. Demin verdiğimiz misalde 5 değil de 6 çıksaydı, bizim için bir şey değişmezdi. Bu tanımlardan şunu anlıyoruz.

His demek insanların taraf olduğu dört melekeden biri demektir. Meleke de insanın dışarıyla ilişki kurduğu kanal, yol demektir. İnsana dışarıdan gelen ve insanın taraf olduğu yani olmasını veya olmamasını istediği meleke demektir. Hislerin kaynağı dışarıdan gelen etkilerdir. Bunları organlarımıza göre düzenleyebiliriz.

1- İÇTEN GELEN HİSLER VARDIR:

  1. İç organlarımızdan gelen konum algısı. Ben ayakta mıyım, oturuyor muyum? Elim açık mı, kapalı mı? Biliyorum. İnsan bazı organların durumlarından haberdardır. Bazılarından değildir. Mesela, kalbin atışlarından, damarda akan kandan, hücrelerinde cereyan eden pek çok olaylardan hislerle haberdar değildir. Ama bugün ilmimizle bu olayları biliyoruz.
  2. Yine iç organlarımızın rahatsız oldukları yani sağlıklarını kaybettikleri zaman acı duyarız, sızı duyarız ve biliriz ki bu yerde arızamız vardır, onu gidermeye çalışırız. Demek ki, elimizin konumunu sürekli bildiğimiz halde ağrıyı anormallik varsa duyarız. Ağrı gittikten sonra bu rahatlığı hissederiz. Tamam, düzeldi diye haber alırız. Ondan sonra ise yine oralardan habersiz oluruz.
  3. Bir haber aldığımız zaman o haber üzerine sevinir veya üzülürüz. Bu da içten gelen bir duygudur. Ancak burada bu etkinin kaynağı beynimizdeki bilgisayar devreleridir. Oralardaki hafızalardır, oralardaki muhakemedir.
  4. Bundan başka, biz kendimizden haberdarız, bilinç içindeyiz. Varolduğumuzu biliyoruz. Bunu uykumuzun dışında biliyoruz. Sonra, bir iş yaparken de yaptıklarımızdan haberdarız. Bu uzuvlarımızın konumları dışında zekâmızı çalıştırırken de bilinç içinde oluruz. Belleğimizi çağırdığımızda yine haberli oluruz. Görülüyor ki, insanın kendi içinde cereyan eden ruhsal ve bedensel olaylardan kısmen haberdardır. Algılamaktadır.
  1. DERİ ARACILIĞI İLE ALDIĞIMIZ DUYULAR VARDIR:
  1. Konum algımız bazı dış algılara da yardım eder. Mesela, ellerimizi açıp mesafeyi ölçebiliriz. Bir kulaç deriz. Buradaki konum algısında derinin rolü ile iki ucuna vardığımızı onunla bilmekteyiz.
  2. Deriden aldığımız ikinci duygu ise sıcaklık - soğukluk duygusudur. Bütün vücudumuzda yine deri ile sıcaklık - soğukluğu anlarız. Ayrıca elimizi suya sokunca veya bir şeye değdirince de anlamaktayız.
  3. Sertlik - yumuşaklıkla ilgili duygumuz vardır. Yine bunu derimizle anlamaktayız. Bu sıvı veya katı olduğunu bize bildirdiği gibi, pürüzlü olup olmadığını, yumuşak veya sert olduğunu da anlatır.
  4. Özel tanıma bilgisini de anlamış oluruz. Mesela, bir yerimiz kaşınır, bunu diğer iç organlardaki ağrı benzeri algılarız. Böcek yürüdüğü zaman onun farkında oluruz. Başka insanlarla derilerin değmesi halinde algıladığımız duygular vardır. Bunlar özel duygulardır.
  1. DİL İLE ALDIĞIMIZ DUYUMLAR VARDIR: Dilimizle sıvıların kimyasal yapılarını biliriz. Mesela, ağzımıza aldığımız maddenin şeker olduğunu bilmekteyiz. Sıvı hâlinde olan maddeleri böylece dilimiz yardımı ile bilmiş oluruz. Bunlardan bir kısmı bize tatlı gelir. Bunlar dört çeşittir.
  1. Ağzımıza gelen tatlı veya acı olur. Bu daha çok ana gıdamız olan şeker ile şekere çevrilebilen gıda maddelerinde görülür.
  2. Ekşi veya tuzlu olur. Ekşi H iyonun çok olduğu tarafta olur. Tuzlu ise madeni iyonların fazla olduğu maddelerde olur.
  1. BURUNLA ALDIĞIMIZ KOKULARDIR: Bunlar da gaz olan maddeleri bize algılatır. Bunlarla da maddeleri tanırız. Genellikle bize yarayanlardan hoşlanırız, yaramayanlardan hoşlanmayız.

Kulakla sesleri algılarız. Seslerle harfleri birbirinden ayırırız. Ayrıca ince ve kalınları tefrik ederiz. Bir de sesin ritmini biliriz.

Gözümüzle de renkleri ayırırız. Mesafeleri ve konumları ayırırız. Şekil hakkında bilgi sahibi oluruz.

Dışarıdan gelen bu etkilere veya içte oluşan olaylara karşı tepkilerimiz doğar. Bunlardan bir kısmından hoşlanırız, bir kısmından hoşlanmayız. Bu melekeye zevk melekesi denir. Bunlar psikolojide tanımlanmıştır. Mesela, kardeşinizin öldüğünü duyduğunuz zaman üzülürsünüz. Bu insanın yaşama arzusunun veya dayanışma arzusunun ortaya çıkışıdır. Biri size hakaret ettiği zaman kızarsınız. Bu da savunma arzusunun bir karşılığıdır.

Zevklerin yanında arzular vardır. İnsanın geleceğini düzenleyebilmesi için birtakım şeylerin olmasını ister. Acıkınca açlığını duyar, ama karnını doyurmayı da arzular. İşte insanlarda mevcut olan bu tür melekelerin toplamına hisler diyoruz. Fikirlerin içtimaileşmiş şekline ilim, hislerin içtimaileşmiş şekline din diyoruz. Din sosyal bir müessesedir.

Bir melekenin içtimaileşebilmesi için ortak vasata ihtiyaç vardır. Bir bardağa su koyun. Ondan sonra da torbadaki çayı sarkıtın. Karıştırmadan seyrediniz. Poşetin etrafı yavaş yavaş renklenmeye başlar. Sonra bu renk tüm bardağa yayılır. Önce torbanın çevresindeki su daha kırmızıdır. Yeter zaman geçtikten sonra artık bardağın içindeki çay tamamen dağılmıştır. Yemeğe tuz atarsanız. Yeter zaman geçmezse tuz her tarafa yayılmaz. Sonra size bütün yemeğin tuzu aynı olur.

Zaman kazanmak için ne yaparız? Çayı kaşıkla karıştırırız. Tencereyi de kepçe ile karıştırırız. Böylece daha çabuk yayılmasını sağlarız. Burada bir hususu açıklamamız gerekir. Şimdi mikroskobu alalım ve şeker veya su moleküllerini ayrı ayrı görelim. Acaba bütün moleküller aynı hızla mı hareket ederler? Görürüz ki moleküller farklı hareket ederler. Kimi yavaş kimi ise hızlı hareket eder. Ama bunların ortalama hareketi birdir. Bu ne demektir? Bir anda bütün moleküllerin hızlarını ölçersek, hız sayı grafiğini çıkarabiliriz. Bu bir çan eğrisidir. Yani sıfır hızda molekül sayısı sıfır gibidir. Hız arttıkça sayıları da artar. Bir hız vardır ki orada sayı en fazladır. Ondan sonra hız arttıkça sayıları da azalmaya başlar. Buna dağılım sayıları denir. Mesela, insanı boylara göre sıralasak aynı çan eğrisi çıkar. Cebimizdeki paralara göre sıralasak yine aynı eğri çıkar.

Toplulukların özellikleri çan eğrisi ile ifade edilir. Ancak özellikleri farklıdır. Kiminde eğri sivridir. Kiminde eğri yayvandır. Kiminde de sınıflıdır. Yani iki çıkıntı vardır. İki tepe noktası vardır. Birbirine karışmamış topluluklarda böyle çok tepelilik vardır. Sınıflar vardır. Bir topluluğun dört melekesinin içtimaileşebilmesi için bunları karıştıran ve birbirleri ile buluşturan vasata ihtiyaç vardır. O zaman o topluluk sivri tek dağılım gösterir.

Şimdi yine molekül hikâyesine dönelim. Bir anda durdurduğumuzda ölçtüğümüz hızların dağılımı ne ise uzun zaman içinde bir molekülün hayat hikâyesi de odur. Yani molekül bazan yavaşlar, bazan hızlanır ama uzun zaman içinde bulunduğu vasatın maceralarını yaşar. İşte bu molekül o bardağın üyesidir. Onun bu andaki hızı diğer hızlarla birleşir, ona göre basınç ve sıcaklık oluşur. Ama basınç ve sıcaklık da bu molekülün hayat hikâyesini çizer.

Şimdi bir topluluğun nasıl oluştuğunu ele alalım. Önce bir bardağa ihtiyaç vardır. İşte bu da vatandır. Sınırlar çizili olmalıdır. Sonra onun içine sıvı konmalıdır. Bu da halktır. Bu sıvı molekülleri birbirleri ile karşılaşabilmelidir. Yani hareket sahasıdır. İşte toplulukta bunlar fikirde basındır, ilmi oluşturur. Histe sanattır, dini oluşturur. İşte ulaşımdır, ekonomiyi oluşturur. Yaşamda muhaberedir, yönetimi oluşturur.

Burada işaret etmemiz gerekli olan bir şey vardır. Basın, yayın, ulaşım ve haberleşme hizmetleri ne düşüneceklerine, ne duyacaklarına, ne yapacaklarına, nasıl yaşayacaklarına karar veren mekanizmalar değildir. Bunlar düşünenleri, duyanları, yapanları ve yaşayanları karşılaştıran araçlardır. Ortak düşünce, duygu, iş ve hayat ise insanların serbest karşılaşmaları sonucu oluşan bir dağılımdır. Yani ortak demek eşit demek değil, aynı demek değildir. Tam tersine, kişilerden kişilere göre değişen, bir kişide de her zaman değişen bir olgudur.

İşte müsbet ilim budur. Demokrasiye neden ihtiyaç olduğu yine burada ortaya çıkmaktadır. Madem ki gayemiz Türkiye Cumhuriyetini yaşatmak ve ileri götürmektir. Bu topluluğun serbest münasebetiyle, kendi dili, kendi sanatı, kendi hukuku ve kendi tekniği olacaktır. Burada sosyal müesseseler oluşacak; din, ilim, ekonomi ve siyaset ortaya çıkacaktır. O zaman Türkiye varlığını sürdürecek ve geliştirecektir. Baskı ise bunu önleyen bir unsurdur.

O halde basın serbest olmalıdır. Yayın serbest olmalı, ulaşım serbest olmalı, haberleşme serbest olmalıdır. Ama bunlar olmalıdır. Cumhuriyetin kuruluşunda yapılan inkılâplar yanlış mı olmuştur? Önce şunu bilmeliyiz ki, olan her şey Allah’ın iradesi ile olmuştur ve iyidir. O bizim için iyi olmayabilir. Çünkü suçumuz olur, cezamızı çekmiş oluruz. Ama bizatihi hayırdır. İnkılâpları şöyle yorumlayabiliriz. Saltanat zamanında baskı vardı. Derebeylik yoktu. Bu baskı yönetimden gelmiyordu. Halktan geliyordu. Mesela, kimse şapka örtemezdi. Bu halkın baskısını dengelemek için geçici olarak devletin karşı baskısı uygulanmıştır. Hedef baskıyı kaldırmaktı. Şimdi halkın baskısı kalkmıştır. Devletin baskısı gelmiştir. Mesela, o zaman Lâtin harflerle yazamazdınız. Karşı baskı yapıldı. Şimdi de Arap harflerini yazamıyorsunuz. Devlet baskısı vardır. Eğer bir asırda uyguladığımız bu baskı sonuç vermemişse, demek ki bu metot işe yaramıyor demektir. Eğer vermişse, artık devlet baskısı kalkmalıdır. Yani şimdi Arap harfleri ile yazılabilsin dersek, Lâtin harfleri tekrar baskı altında kalacaksa inkılâp yerine ulaşmamıştır demektir. Ama serbest bıraktığımızda her iki yazı sürüp gidecekse, inkılâp hedefe ulaşmış demektir. Başörtüsü de böyledir. Eğer serbest bıraktığımızda insanlar başörtüsü örtmeyecekse inkılâp yerini bulmamıştır, ama örtüyorsa artık hedef yerini bulmuştur demektir.

Muasır medeniyetin üstüne çıkmaya başlayıp başlayamadığımızı işte bu anlayışın gelip gelmemesinden anlamalıyız. Her türlü baskı kalkmalıdır. Halk kendi kültürünü kendisi oluşturmalıdır. Türkiye yeni bir ulustur. Azeriler hariç diğer Orta Asya Türkleri ile aynı dili konuşmamaktadır. Topraklarımız ayrıdır. Devletimiz ayrıdır. Zamanla Türkçemiz diğer dillerden daha da farklı olacaktır. Sanatımız farklılaşacaktır. Bunları normal kabul etmeliyiz. Amerikalılarla İngilizler aynı dili konuşuyorlar. Ama aynı ulus değiller. Mesela, Amerika’da bir lordlar sınıfı yoktur. İleride çok daha fazla farklılaşacaklardır. Bu onlar için de insanlık için de yararlıdır.

Yarın ile ilgili başka bir özelliği burada belirtmemizde yarar vardır. Şimdi bir kimse kalksa ve size bir şiir okusa; “Karlı dağların başında salkım salkım olan bulut, saçın çözüp benim için yaşın yaşın ağlar mısın?” diye terennüm etse, ancak bunu okurken gerçekten karşısında dağ olsa, kişi de oraya bakıyor olsa. Bulutlar da kararmış, nerede ise yağmak üzere. Ortalığı kasvet sarmış. Bu şiiri okuyan kişi gurbette haber almış. Sevdiği anası ölmüş. Hüzünlü hüzünlü Yunus Emre’nin şiirini terennüm ediyor. Bu size ne gibi etki eder? Yahut, sesi kasete alınmış birisi duymadan okuyor. Bu size ne etki eder? İşte hislerle fikirler arasındaki fark budur. Biri yaşanır, hafızaya alınmaz. Diğeri ise saklanır, sonra kullanılır.

Siz şiir kitaplarını yazabilirsiniz, siz şarkıları kasete alabilirsiniz. Ama siz duyguları basamazsınız. Duyguları kasete geçiremezsiniz. Duygular olaylar içinde bizzat yaşanır. Ne var ki, bu şiirler, bu plaklar size o duygu anlarını hatırlatır ve sizde yeni duyguların doğmasına sebep olur. Buradan anlatmak istediğim, şudur; sadece basın yeterli değildir, yayına da ihtiyaç vardır.

Başka bir önemli husus da, kişiler birbirine etki ederek duygulandırırlar. Üzülen kişi sizi de üzer. Kızan kişi sizi de kızdırır. Bunun için duyguları yaşarken birlikte olmak gerekir. Stadyuma gidiyor, insanlar top seyredip heyecanlanıyorlar. Tek başlarına gitseler ve seyretseler, birkaç dakika sonra canları sıkılır ve bırakıp giderler. Orada insanları heyecanlandıran top değil, oradaki insan kitlesinin ortak duygularıdır. Televizyonda bir haber duyulduğu zaman önemli oluyor, çünkü o haberi başkaları da duymuştur.

Tarih boyunca mâbetler bu işi görmüştür. İnsanları bir araya getirip onların ortak duygularını oluşturmuştur. İbadet ederken aynı inanç ve huzur içindedirler. Madem ki herkes inanıyor, o zaman o da inanıyor. Madem ki herkes aynı sesleri çıkarıyor , o zaman o da çıkarıyor. Onun duyguları da coşuyor. Koro halinde söylenen bir müzik insanları heyecana getiriyor, zevklendiriyor. Herkesi bir tarafa götürüyor. Savaşlarda vurulan davul, Allah Allah sesleri insanlara ölmeyi zevk hâline getirmektedir. İnsandaki bu his melekesini harekete geçirip onların karşılaşmalarını sağlamak için yayınevleri tesis edilecektir. Basın evleri de benzer yerlerdir. Sanatkârlar olacaktır. Bunlar da yazarlar gibidir.

 

SANAT ÇEŞİTLERİ

Sanatın başka bir özelliği ise tüm hayatımızın içine girmiş olmasıdır. Elbisemizi giyerken, hatta saçlarımızı yıkarken, bıyıklarımızı keserken hep sanat içinde bulunuyoruz. Mesela, bir minare bize caminin nerede olduğunu gösterirken bir bilgi aracıdır. Ama tarih boyunca minarenin hep etkili olması istenmiş, onun güzelliği için, heybeti için pek çok sanatçı çalışmıştır. Evimizdeki koltuk ve sandalyeleri koyarken hep onların estetik olmasını isteriz. Tabiatta her şey yerli yerindedir ve işe yarayacak şekildedir. Ama aynı zamanda çok güzeldir. Bir ağaç, bir çiçek, bir dağ insana ne kadar hoş görünüyor. Hayatımızın her safhasında nefes alır gibi sanatla karşı karşıyayız. Sanatın en önemli özelliği bize kişiliğimizi kazandırmasıdır. Herkes aynı renkte ve aynı çeşit elbise giyseydi biz birbirimizi nasıl ayırt edecektik. Sanat sayesinde kimliğimizi ortaya koyarız. Bizim kendi kişiliğimizi onunla ortaya koyarız.

Giydiğimiz elbise bizim erkek mi kadın mı olduğumuzu gösterir, Mesleğimizi gösterir, yaşımızı gösterir, mensup olduğumuz cemaati gösterir. Tarım döneminde veya göçebe döneminde yaşayan insanlar giysileri ile kendilerini başkalarından ayırırdı. Savaşta dost ve düşman giysilerle tanınırdı. Sanayileşme döneminde bir karışıklık oldu. Eski tarım dönemi teşkilatlanması ortadan kalktı. Kıyafet mânâsını kaybetti. Sokakta giyilen elbisenin mânâsı bilinmez oldu. Sadece geri topluluklar ve ileri topluluklar diye ayırıcı olmaya başladılar. Bu sebepledir ki halk kendisini geri kişi olarak görmesin diye kendi millî kıyafetlerini bıraktılar. Avrupa’nın geliştirdiği hâkim kıyafet dünyaya hâkim oldu. Kapitalistlerin moda anlayışları da özel kıyafeti oluşturmayı engellemeye devam etmektedir.

Önce insanlığın çağın medeniyetini gösteren ortak kıyafeti olacaktır. Bu kıyafet Batı Medeniyeti için oluşmuştur. Ne var ki, daha yeni doğmakta olan medeniyetin kıyafeti oluşmamıştır. Bununla beraber İslâmiyet yeni bir kıyafet getirmemiştir. Ancak Sâmilerin cübbe kıyafeti bugün hâlâ dünyaya etkisini götürmektedir. Üniversiteler hâlâ Arap cübbeleri ile eğitim yapmaktadır, hâkimler hâlâ Arap cübbeleri ile duruşmalarda bulunmaktadırlar. İmamların giydikleri cübbe de odur.

Yeni medeniyette kıyafet tamamen farklı olacaktır. Kıyafet her şeyden  önce ilmî mertebeleri gösterecektir. Yani başlangıç, temel, ilk, orta ve yüksek ehliyetliliğe göre bütün dünyada geçerli ortak kıyafetler oluşacaktır. Çünkü kişi gittiği her yerde kendisini kıyafeti ile göstermelidir. Sahip olmadığı derecenin kıyafetini giyen kimse karşı tarafı ve topluluğu kandırmış olur, doğacak zararları ona göre tazmin eder. Suç işlemiş olur. Siyasi dayanışma çözer.

Hangi devletin vatandaşı olduğunu, hangi ilden ve bucaktan bulunduğunu gösteren özellikleri olacaktır. Elbisenin üzerinden bu bilinecektir.

Başka bir özelliği de, eğer bir hizmeti yüklenmişse, mesleğinin yani beş meslekten hangi mesleğe sahip olduğunu da göstermelidir. Birini gördüğüm zaman onun mesleğini bilmeliyim.

Bir başka özellik de, kadın veya erkek olduğu, kadın olsun erkek olsun evli mi bekâr mı olduğu da belirli olmalıdır. Görülüyor ki, artık insan bir elbise diktirirken onu tanımayan insanlar kendisinin ne olduğunu belirleyen özelliklerini taşıyacak şekilde diktirecektir. Adeta herkes askeri üniforma giymiş gibi olacaktır. Bunu giymeyen insanlar karşı tarafa bir zarar verirlerse tazmin ederler. Böyle kıyafeti olmayan kimselere insanlar rağbet göstermeyecektir.

Bu resmî fonksiyonları taşıyan kıyafetler oluşturulmasının yanında, yine de estetikliğini sağlayan özellikler de taşımalıdır. Bunlar kişinin zenginliğini de gösterebilir. Kişinin dünya anlayışını da gösterebilir. Dolayısıyla sanat müessesesinin zor tarafı, sanatı işe monte etme işlevini de gösterme zorluğudur. Bir mimar yaptığı binanın ne olduğunu dışarıdan göstermelidir. Mesela, cami midir, okul mudur, fabrika mıdır, sanat merkezi midir? Geçmiş ile bugün arasındaki fark budur. ‘Sağda kilise var’ dediniz mi herkes bilir. Kilise diye levhaya gerek yoktur. Şimdi ise levhayı okursunuz. O da karmakarışık bir biçimdedir. Gelecekte mimari şekillenecek, standartlaşacaktır. Yapılar fonksiyonlarına göre kendisini tanıtacaktır. Ama aynı zamanda estetiğini ve estetikteki devamlı değişmeyi de içinde taşıyacaktır.

Standart şehirler oluşacaktır. Bir bucağa girdiğiniz zaman, mesela yiyeceklerin nerelerde olduğunu bileceksiniz. Bütün bucaklar benzer şekilleri alacaktır. İlçe merkezlerinin projeleri ayrı olacaktır, bölgelerin ayrı olacaktır. Bunlar tek tip standart yapılara göre inşa edilecektir. İnsan bir yere vardığı zaman nerede neyin olduğunu bilecektir. Bu standartlama evler için de sözkonusudur. Ancak bütün bu standartların yanında özellikler de korunacaktır. Nasıl hiçbir insan diğerine benzemiyorsa, bunun gibi her kent, bucak, ilçe, bölge gibi kentler de birbirine benzemeyecektir.

İnsanın nasıl burnu ve kulağı yerinde ise, bunlar yerlerini değiştirmiyorsa, bunlar kendi yerlerinde kalacak, kendi işlerini görecek, ama yine de o kente bir özellik verecektir. Giren kişi, ben şu kentteyim diye rahatlıkla bilecektir. Bu konu da sanat konusudur. Sanattaki değişikliktir.

 

YAYIN HİZMETİ

Yayın hizmeti basın hizmetinden çok zordur. Bir insan fikirlerini söyleyerek veya yazarak beş dakikada anlatır. Ama duygularını anlatmak mümkün değildir. Size iğne batırdıkları zaman acı duyarsınız, ama bu acıyı başkasına duyurmanız mümkün değildir. Bunun yolu ancak ona da iğne batırılmışsa o zaman, işte size iğne batırdılar, ben onun acısını çekiyorum deyince, onun hafızası o acıyı hatırlar ve o da sizin acınızı anlar gibi olur. O halde duyguları birbirine aktarmak için birlikte bulunmak ve faaliyet göstermek şarttır. Bir semtte ortalama 500 kişi yaşamaktadır. On sanatçı olduğuna göre her sanatçıya 50 kişi düşer. Sanat etkinliğine katılanların sayısı bunun yarısından az olacaktır. Her semtte yirmiye yakın insanın katıldığı bir sanat ekolü olacak ve bunlar on ekol olacaktır. Bugün henüz insanlık organize olmamıştır. Ancak ileride bu böyle olacaktır.

İleride insanlar günde 6 saat çalışarak normal hayatlarını sürdüreceklerdir. Geri kalan 6 saatlerini ise ilim veya kültür etkinlikleri içinde geçireceklerdir. Hele bunun yarısı kesin olarak böyle olacaktır. İşte bunlardan bir kısmı ilimle uğraşırken, bir kısmı da sanatla uğraşacaktır. Sanatla uğraşanlar kendilerine birer sanatçı seçeceklerdir. Bu sanat dalından birini benimsemiş olacak, semt halkından o sanatı benimseyenler o sanat dalında çalışacaklardır. Bunlar mesela resim yapabilirler, bunlar şiir yazabilirler, bunlar müzik söyleyebilirler. Bunlar desenler üretebilirler. Roman ve hikâye gibi edebî metinler yazabilirler. Bir müsamere hazırlayabilirler. Tabii ki, bu durum onların içinden yetişen sanatçının durumuna bağlıdır. İşte bu birlikte çalışma ortak duygular oluşturur, o ortak duygular sanata geçmiş olur.

Sanat temsilcileri haftada bir gün ilçede buluşur ve yine ortak çalışmalar yaparlar. Böylece sanat temsilcileri ile ilçedeki sanat görevlileri arasında da ortak duygular doğar ve ortak sanat eserleri ortaya çıkar. Onlar illerinde bir araya gelir ve orada ortak sanat çalışmalarını yaparlar. Bu il icralarına bölgedeki mütehassıslar katılır ve onlarla duygularını paylaşırlar. Sanatta bir araya gelmeyince araçlarla ortak duygu yaşanmaz. Ancak bir sanat eseri birilikte dinlenirse onu dinleyenler arasında ortak duygu uyandırır. Fikirler aynen aktarılmış olur. Duygular ise farklı olacaktır.

Yerinde hizmet ilkesini esas alarak, ilçe merkezindeki sanat görevlileri semtleri dolaşarak onların sanat çalışmalarına katılırlar. İlçelerde sanat icra edilmez. Sanat il merkezlerinde icra edilir. O ilin bütün bir koldaki sanatçıları bir araya gelir ve ortak sanat icra ederler. Merkezdeki yüksek sanatçılar da buraya katılarak ortak duyguların oluşmasında yardımcı olurlar. Bölge sanatçıları yani aynı dayanışmaya mensup olanlar değişik bölgelere gider ve ortak sanat çalışmalarını oralarda yaparlar. Oradaki halkın veya ilçe görevlilerinden isteyenlerin de katıldığı etkinlik yaparlar. Değişik bölgeleri ziyaret eden sanatçılar o bölgelerle kaynaşarak ortak bir millî sanat oluştururlar.

Kıta merkezlerindeki sanatçılar kendi aralarında zaten sanat çalışmalarını yapmaktadırlar. Kıtalararası dolaşmalarla insanlığın sanat üzerindeki araştırmalarını yapmaktadırlar. Gerek notada gerekse sanat araçlarındaki buluşları oluşturmaktadırlar. Ancak bunlar da bölge sanat etkinliklerine katılarak karşılıklı etkileşimi de sağlamış olurlar.

Sanatçılar arasında ancak ortak icra yapılması ve birlikte faaliyet gösterilmesi sanat taşımasını mümkün kılacaktır. Bu suretle oluşmuş olan sanat eserlerinin yayınlanması ve saklanması konusu da elbette yayın vakfının esas hizmetidir. Her hizmetin bir hizmetlileri ve bir de vakfı vardır. Vakıf hizmetlilerin emrindedir. Hizmetliler de halkın emrindedir. Çünkü hizmet verenleri halk seçmekte, aldığı oy kadar sanat fonundan yararlanmakta ve vakıfta kullanma payı olmaktadır. Böylece sanatçılar halka kendilerini beğendirmek zorundadırlar. Vakıflar da imkânlarını hizmet verenlerin emrine sunmaktadırlar. Kim daha çok kişiye danışman olmuşsa, o daha çok vakıf imkânlarından yararlanmaya sahiptir.

Sanat etkinlikleri önce salonlarda cereyan etmektedir. Mesela, bir müzik önce salonda icra edilmektedir. Sonra o icra yayın organlarına intikal etmektedir. Bu icrayı yapan halkın temsilcileridir. Dolayısıyla bu sanat millîdir. Evden başka yerde icra edilmeyen bir sanat halka gürültüden başka bir şey vermez.

Bir topluluk eğer kendi sanatını oluşturmamışsa o topluluk yok olmuş demektir. Sanatın önemini artırmak için yine biyolojiden bir misal verelim. Her insanda hücre vardır. Bu hücreler DNA asitleri ile normlanmıştır. Tüm maddeler ve yapılar benzerdir. Ama vücudun içinde antijenler vardır. Bunlar dışarıdan gelen herhangi bir hücreyi veya maddeyi derhal tanır, onları hemen dışarı atma faaliyetine geçer. Organ nakli bunun için zor olmaktadır. Sanatın özelliği de bu olmalıdır. Yabancı olan her şeyi tanımalıdır. Onu ya sindirmeli ya da dışarıya atmalıdır. Bunu yapmayan sanat sanat olmaz, olamaz.

Ülkemizin halk şairleri, türkücüleri böyle içten millî sanatı üretmişlerdir. Bunun yanında saray müziği ve saray edebiyatı halka kadar inememiştir. Cumhuriyet dönemi daha kötüdür. Kör ve okumamış bir Aşık Veysel seviyesinde şairimiz yoktur. Halk onların şiirlerini yolda, sokakta, sağda-solda terennüm etmiyor.  

 

YAYINLAR

Ocak merkezlerinde günde beş saatte buluşulur. Sabah güneş doğmadan 2 saat önce halk gelmeye başlar, güneşin doğması ile sabah toplantısı biter. Bu toplantı yeri video yayını ile evlerden izlenebilmektedir. Sonra öğle vaktinde toplanılır. İkindiye kadar yayın yapılır. Sonra akşamleyin toplanmaya başlanır. Akşamdan sonra dört saat yine toplanılır. Yayın devam eder. Yani toplantıya katılmayanlar bile isterlerse evlerinden toplantıyı takip ederler. Benzer toplantı bucak merkez ocağında yapılır. Bucak semt merkezlerinde ise günün diğer saatlerinde yayın yapılmaktadır. Halk bu yayınları da takip etmektedir. Her semt ayrı program yapmakta, sıra ile değişik semtlerdeki program yayınlanmaktadır. Bunların bulunduğu yerlerde seyir salonları vardır. Etkinlikler gidip yerinden de seyredilmektedir. Bunları semtlerdeki yayın temsilcileri yönetmektedirler. Videodan yararlanılmaktadır.

İlçelerde de il merkezinin yayın organlarıdır. Bu yayınlar antenlere direk ulaştırılmaktadır. Yansıtıcı veya aracı anten kullanılmamaktadır. İlçelerdeki merkezlerde birbirine bağlı bulunmakta, istediği zaman diğer ilçe merkezindeki programı aktarabilmektedir. Etkinlikler ilçe yayın hizmet görevlileri tarafından hazırlanmaktadır. İl merkezindeki yayın merkezi koordinasyonu yapmaktadır. Halkın kendi seslerini duyurma imkanı hep yayın hizmetçileri tarafından yapılmaktadır.

Bölgelerde devlet televizyonları vardır. Bunlar aktarıcı antenlerle ülkenin her tarafına ulaşmaktadırlar. Bölgedeki yayın vakfı ve bölgelerdeki yayın hizmetliler tarafından doldurulmaktadır. Bunların uygun gördüğü kimseler ve programlar yayında yer almaktadır. Burada unutulmaması gereken husus şudur. Yayın hizmetçilerini halk seçmekte ve istediklerini onlara kabul ettirmektedirler. Halk on kadar yayıncıyı seçme imkanına sahiptir. Rekabet imkanı vardır. Kişi istediğini bir hizmetçiye duyuramazsa başkasına gider, ona da duyuramazsa başka hizmetçiye gider ve onların hiçbirisine duyuramazsa başka ilçeye gider. Nihayet anlatabildiği birisini bulmuş olur. Hizmet verenler hizmet verdikleri kimseleri darıltmamak için en çok imkânla hizmet vermeye çalışırlar.

Ulusal programların dünyaya yayılması ancak Arapçaya tercüme halinde mümkündür. Bunlar kıta merkezlerinde yapılır. Bölgelerdeki ulusal televizyonlardan haberler alınır. Arapçaya tercüme edilerek yayınlanır. Böylece insanlık hem birbirlerinden haberdar olur, hem de dünyanın diğer yerlerinde sanat uygulamaları ortaya çıkar. Çevre yayınları uydudan çok kablo ve uzay yayınları ile yapılır. İnsanlık yayınlarını uzay merkezlerinden yapacaktır.

Bunlara resmen frekanslar tahsis edilir ve bu frekanslarda halkın yayın temsilcileri aracılığı ile yayın yapmaları sağlanır. Bunun yanında halk serbest yayın organları kurabilir. Burada neşriyat yapılır. Bu neşriyat tamamen serbesttir. Resmi yayıncılar buralarda her zaman faaliyet gösterebilirler. Buralarda yapılan neşriyatın özetleri ve izahları bir yayın organında yayınlanır. Yani her ses veya görsel yayının özetini veren dergi çıkarılır. Bu derginin kuponları çıkarılır. Halk bu dergiyi almışsa bu televizyonu seyrediyor kabul edilerek nakde sahip olmuş olur. Yani yayınevleri çıkaracakları özel dergi ile bunu sağlarlar. Bu dergiler kuponlarla satılacağı ve bu dergi almayanlar yayın kuponlarından yararlanamayacakları için halk dergileri alacaktır. Yayınlar da bu yoldan beslenmiş olacaklardır.

Yayında çıkanlar duyulması ve anlaşılması için elverişlidir. Ancak burada çıkanlar kalıcı değildir. Kalıcılık basın yoluyla sağlanmaktadır. Ders kitapları ve haberler de buralarda yayınlanır. Böylece günlük haberleri yayın götürmektedir, ama bunları kalıcı yapan ve tarihe mal eden ise basındır. Bu dergiler de vergiden muaftır, bu dergilerin dağıtımı yine kamu tarafından yapılmaktadır.

Yayın merkezlerinin yayınlanacak programlara müdahaleleri olmalıdır. Özel yayınların varlığı resmi yayınları denetlemesidir. Onların da kuponla dergi satabilmiş olmaları resmi hizmet kuruluşlarına bir rakip çıkarması demektir. Bu da resmi kuruluşun halkı sömürmesini önleyecektir. Hizmet kuruluşları hizmetlerini bedava yapmaktadırlar, ancak halkı da serbest bırakmaktadırlar. Bu da vakıflara sürekli olarak kendilerini yenilemeleri imkanını bağışlamaktadır.

Yayın vakıflarının tesisleri altyapı hizmetlerinden yapılmıştır. Yayın vakıflarının gelirlik yerleri var eder. Müessese zamanla oturacaktır. Şimdi oluşturacağımız yayınevleri bu sistemlerle bin yıl varlıklarını sürdüreceklerdir. O zaman medeniyet eskimiş olacak, bizim söylediklerimiz o gün geçerli olmayacaktır. Tarihten gelen bilgilerle ileride denizlere açılınacak, gezegenlere gidilecek, daha sonra uzaya açılıp hidrojenle hayat sürdürülecektir. Belki de cennetin hayatı da böyle hidrojenin helyuma dönüşmesiyle elde edilecek enerjiden yararlanılarak o bahçeler meyvelikler olacaktır.

 

YARIŞMALAR

Sanat yarışlarla ma’şeri değer kazanır. Sanat çeşitli alanlarda gösterilir. Bunları bir bir ele alalım:

  1. Şiir yarışması şiir yazmanın yanında şiir okumakla başlar. Şiir ezberleyen ve kendi kuralları içinde okuyan kimseler yarışa katılmış olur. Şiiri okuyanlar kendileri seçerler. Şüphesiz ki bu yarışlar başlangıçta semtlerin televizyonunda yani bucakta olur. Bu yarışlar her hafta tekrarlanabilir. Yarışa isteyenler katılır. Seyirciler sıralarlar. Sıralama usûlü ile bunlara ödül dağıtılır. Bucaklarda elenip seçilen şiirler sonra il içinde ilçe televizyonlarında yayınlanır. Seyirciler hemen telefonda sıralama yaparlar. İlçedeki ödül burada dağıtılır. Sonra bu yarışmalar ülke çapında yapılır. Burada derece alanlar Arapçaya çevrilir. Ama Türkçe okunarak uluslararası yarışmaya katılınmış olur. Gelişecek teknikle dinleyen herkes oyunu kullanabilecektir. Şiir yarışmalarında kazananlar dergilerde yayınlanmış olacaktır. Okunan şiirler eski şiirler olacağı için aynı şiir çok kere derece alırsa o ulusun şiir kitaplarına girer. Aynı şairin değişik şiirleri okunursa o şair de ulus şairleri arasında yer alır.
  2. Fıkra da bir yarışma konusudur. Yine fıkraların kişiler tarafından uydurulması gerekmez. Mevcut fıkralardan seçilmiş olur. Ancak bu fıkraların takdimi ile sıralama yapılmış olur. Şiir gibi fıkralar da genişletilerek insanlık seviyesine çıkarılır. Yahut bucak, il veya ülkede halk şiirleri arasına girer.
  3. Roman veya hikâyeler de anlatılır. Özet verilir. Halk bu romanları satın alırsa o zaman derecelere girmiş olur. Sorun halkın katkısı ve halkın takdisinin yayında etkili hâle getirilmesidir. Bugün elenen eser ileride değerlendirilebilmelidir.
  4. Senaryolar. Bunların oynanması sanattır. Başkaları yazmış olabilir. Konunun halka götürülmesidir. Sanatta teliften çok icra önemlidir. Çünkü duyguları telif değil de icra aktarır. Telif edenler icra edenlere duygularını ifade malzemesini verirler. Duyguları aktaramazlar.
  5. Resim sanatı da önemli bir husustur. Resim yapanlar veya güzel resim bulup seyrettirenler, fotoğraf gösterenler de ödüllendirilir. Bir fotoğrafçı çıkmış ve bir yaylayı dolaşmış, güzel güzel manzaralar çekmiş, gelmiş göstermiş. İşte bu bir sanat eseri olacaktır. Yahut başkası dergileri ve mecmuaları taramış, güzel resimler ortaya koymuş ve gösteriyor. Onları tanıtıyor, anlatıyor. Halk seyrediyor ve etkileniyor. Sonunda sıra veriyor.
  6. Desenler. Her desenin mutlaka işlenip uygulamasının yapılması gerekmez. Ama biri bir desen çizer. O deseni halka gösterir. Yahut güzel desen koleksiyonlarını bulur, onlardan seçer, etkileyecek şekilde takdim eder. Böylece halka sanat gösterisini yaptırmış olur, yarışlara katılma imkanı aranır.
  7. Mimari şekillerin resimlerini veya maketlerini sergileyebilir. Mikro mahiyette şehir oluşturabilir. Hayalinde kurduğu kentlerin örneği verilmiş olabilir.
  8. Kıyafetler, kıyafetlerde modacıların ürettiği nesneler oluyor. Dış kültürün etkisiyle oluşuyor. İran’dan dönüyorduk. Süleyman Akdemir ile beraberdik. Sokakta çarşaflı bir kadına rastladık. Çarşafını o kadar estetik hâle getirmişti ki, uzun zaman bakakaldım. Akdemir, bu kıyafet Vakko’da teşhir edilebilir, demişti. İşte sanat budur. Anlatmak mümkün değildir. Onu üreten kendisi de bilinçsiz bir şekilde üretir. İşte böyle oluşan kıyafetler millîdir. Dayatma olmaz. Moda evleri ise halkın hislerini dile getiren kıyafetlerden ziyade halka kendi duygularını empoze etmek istemektedir. Bu da mümkün olmayınca bütün neşriyat seksten ibaret kalıyor. Oysa bir halk şairinin yüzyıllar önce söylenmiş sözleri hâlâ halkın ağızlarında dolaşmaktadır.
  9. Heykelcilik çok zor ve pahalı bir sanattır. Onun için de ruhsuz diktatör heykelleri veya kadın heykelleri üretilmektedir. Resim biraz daha gerçek sanat olabilmiştir. Bir heykel yaparsınız. Bir kanser hastasının hâlet-i ruhiyesini, bunu öğrendiği zamanki hâlini tasvir edersiniz. Heykel yaparsınız, rüya gören bir kimsenin uyur hâlini gösterirsiniz. Bunları halk yapmayacak. Bunları yapanları bulup seçecek ve onları halka arz edecektir. Çok güzel yapılmış suni bitkiler, çiçekler, tohumlar ve hayvanlar vardır. Bunları tasvir edersiniz. Değişik ırklar vardır, onların tipleri vardır. Yan yana koyar onları tanıtırsınız. Hâsılı, değişik sanat etkinlikleri ile karşı karşıya olabilirsiniz.
  10. Müzik ve onun halka icra edilişi var. Mesela, halkın katılmasıyla koro hâlinde ilâhiler söyletirsiniz, zikirler yaptırırsınız. Bunlar insanları mest eder. Bir diğeri de pop müziği yapar. Bunlar yararlıdır. Halkın vicdanlarında yer alan eserler ortaya çıkar. Halka siz kendi müziğinizi dayatamazsınız. Ses müziği dışında çalgı müziğini dinlemek de yarışlarda yer alacaktır.

Burada üstünde duracağımız şey şudur. Sanat eserlerini bulup ortaya çıkarmak ve sanat eserlerini halka sunmak herkesin hakkıdır. Ancak bunları arz etmek de yayın temsilcilerinin ve görevlilerin işidir. Sanatçıların ürettikleri sanat icra edildiğinde alınan ödüllerin yarısını sanatçılara veririz, diğer yarısını da onu sunan ve icra eden kimseye veririz. Böylece sanat halkın beğenisine bağlanmış olur. Bu arada zararlı ve kötü sanat icrası da yasaklanmış olabilir. Bunları icra eden kimseler cezalandırılabilir. Ancak sanatın baskı içinde olmaması için dinî dayanışma ortaklığının izin verdiği sanatlarda sorumluluk gerekir. Bu sorumluluğu dinî dayanışma ortaklığı tazmin eder.

 

KOOPERATİFLERDE YAYIN

Kooperatiflerin yayın hizmetlileri olacaktır. Marketin bir yayın salonu olacaktır. Alışverişe gelen veya dolaşmaya gelen kişiler bu yayın yerine gireceklerdir. Buralarda bir taraftan devamlı olarak kooperatif ve mallar tanıtılacaktır. Ancak bunlar sanat içinde tanıtılacaktır. Mesela, bir Nasrettin Hocanın fıkrası anlatırken, denize maya çalarken, markete girecek ve dolaşacak. Yoğurdun bulunduğu yere gidecek, orada tezgahlarda yoğurdun kalitesi, ayrıcalığı, farklı yapısı anlatılacaktır. Satılan bütün markalar üzerinde durulacak, üreticiler tanıtılacak, sonunda bir kâse yoğurdu beğenecek. Markete gidip kepçe alacak, bunun içinde pazarlık ve tartışma yapacaktır. Parayı peşin ödemediği için Nasrettin Hoca tezgahtan kasaya dönecektir. Parayı verecek, yoğurdunu ve kaşığını alacaktır. Göle gidecek, vesaire. İşte böylece bir taraftan sanat yapılacak, bir taraftan da eşyanın reklamı yapılacaktır.

Reklamın görevi malı tanıtmak ve kullanmayı öğretmektir. Halk ondan nasıl yararlanacağını bilmesidir. İşte bu salonda bunun için sanat eserleri teşhir edilecek, ama annesi ile gelen çocuk da orada sıkılmayacaktır. Bu teşhir salonunda yalnız halk istediği sanat eserini gelip teşhir edecektir. Hatta burada icra edilecektir. Bunun için mağazada yayıncılar olacak, onlar bunları seçecek, sıralayacak, düzenleyeceklerdir. Yani bunun için istediği yayıncı ile anlaşma sözkonusu olacaktır. Mesela, bir şiir duvara asılabilir. O şiir salonda okunabilir. Okuyucu kendisi de çıkıp okuyabilir. Bir resim teşhir edilebilir. Bu satış amacıyla yapılmaz, sadece göstermek için yapılır. Burada sunulan sanat eserlerini seyirciler sıralarlar. Buna göre eserler derecelendirilir. Alan olursa satış da yapılır.

Bu sanat salonundan maksadımız, bir taraftan halkı mağazamıza alıştırmak, gelip gitmelerini sağlamaktır. Böylece bir taraftan müşterimizi artırmış olacağız, diğer taraftan halkın sanat ihtiyacını gidermeye çalışacağız. Müşterilerimiz yavaş yavaş bir topluluk hâline geleceklerdir. Yarışmalara katılmakla da etkilendikleri gibi etkileyici de olacaklardır.

Marketlerde yalnız sanat salonunda teşhir olmayacaktır. Mağazamız mala - mal esasına göre işlem görmektedir. Mesela, el dokuması halısını getirecek, alıcı tüccarla pazarlık ederek satacaktır. Bu halı mağazanın duvarına asılmış olacaktır. Konan fiyat büyük olabilir. Onun için geç satılır. Ne var ki, mağazanın estetiğini artırır, çekiciliğini artırır. Başka bir el sanatçısı iplik yapar, son derece güzel bir şekil verir. Bu da satılığa çıkarılır, mağazamızı süsler. İşte burada sanatçıların devreye girmeleri gerekir. Elleri üretmeye elverişli olan bu insanlara yardımcı olunacak, sanatın ustaları şeklinde yardımcı olacaklardır.

Kooperatifin ortakları olan sanatçılarımız bu tür üretime elverişli bir saha oluşturmak durumundadır. Tekrar edelim ki, sanat demek benzerlikle ayrılıkları içeren bir terkiptir. Vatandaş bir seccade alacaktır. Bu seccade onun bildiği seccade olacaktır. Alınan seccade sevilen seccade olacaktır. Ancak evine gelen hiç kimse bu seccadeyi başka yerde de görmemiş olacaktır. İşte bunu yakalayan kimse sanatçıdır. Bunun yakalanması üretici ile sanatçının birlikte çalışması ile mümkün olacaktır.

Demek ki kooperatifimiz bir yandan standart malları selem senedi ile satarken, diğer taraftan standart olmayan el ürünü malları da pazarlamakla, el sanatlarının gelişmesini de sağlayacaktır. Böylece sanat çalışmaları teknoloji ile birleşecektir. Bu birleşme seri üretimdeki fabrika üretimine benzemeyecektir. Nazımla şiir arasındaki fark gibi bir fark olacaktır. Diğer taraftan özel dikilmiş elbiseler olacaktır. Tamamen ev terzisinin kendi beyni ve sanatçımızın işbirliği ile üretilmiş olacaktır. Onun benzeri başka bir yerde bulunmayacaktır. Burada sanatla beraber eşya satılacaktır. Bu sanat aynı zamanda insanlar arasındaki duyguları birleştirecektir.

Çevrenin coğrafyası maket haline getirilir. Bu manzaralar maketlere aktarılır, yahut tablolara aktarılır. Haritalara aktarılır. Bunlar bir taraftan çevreyi tanıtacak, diğer taraftan evlerin duvarlarını süsleyecektir. Eskiler kitapların çevrelerini süslerler, böylece kitabı sanat eseri hâline getirirlerdi. Mekanik hayat bu sanatı ortadan kaldırdı, insanlar arasındaki rûhi bağları da yok etti. İşte tüm halkımızı buna yöneltirsek insanlar arasında yeniden sevgiyi, yeniden inancı ve ümidi getirebiliriz. Artık yerlerimiz ve eşyalarımız bize doğruyu, iyiyi, adaleti, ve ihsanı sevdirmeye başlar. Huzurlu hayatımızı kurmuş oluruz.

Kooperatif bunları mağazalardaki marketlerle yaptığı gibi; üreteceği ahşap evlerin yapısında, duvarlarında, çatısında da yapacaktır. Bunu halktan uzak bir mimar anlayışı içinde değil de halkın duygularını ve anlayışlarını da aktaran bir mimar ve tezyin içinde yapacaktır. Bunları halk üretecek, mimarlar ve tezyinciler ise halka yardımcı olacak ve bunların tanıtımı teşhir ile, sanat değerlendirmesi ile meşgul olacaktır. Fonksiyon kısmı mimarların, sanat kısmı halkın ve estetikçilerin olacaktır.

 

KOOPERATİFTE YAYIN

Hizmet Kooperatifi” kurulmuştur. Bunun kurucuları vardır. Bir kısmı devam etmektedir. Bir kısmı devam edememektedir. Bu kooperatif şimdilik haftada bir gün Cumartesi sabahları toplanabilmeye çalışmaktadır. Devam edenlerin adlarını yazıyorum. Devamı aksatanlar da vardır.

  1. Süleyman Karagülle
  2. Reşat Erol
  3. M. Lütfi Hocaoğlu
  4. Hasan Özket
  5. Hasan Hacıbektaşoğlu
  6. Nazmi Demirtaş
  7. Mehmet Hikmet Umut
  8. Ekrem Fildişi
  9. İsmail Erbacak
  10. Şener Keskin ...

Ve Abdurrahman Erol,

Muhammed Zübeyr Erol ile

Ahmet Yasir Erol.    

Bu devamlı kurucuların sayısı 25’e tamamlanmalıdır. Hatta birer de yardımcı olmalıdır. Haftalık toplantılarımızı bunlarla yapmalıyız. Bunu başarabilmemiz için; öncelikle kuruculardan her biri bir arkadaş getirmeye çalışsın. İkincisi de, maddî destekte bulunduğu halde devam edemeyenler de devam yollarını arasınlar.

Bunların adlarını da aşağıya çıkarıyoruz.

Bu 25 tek veya ikili arkadaş kooperatifin 25 hizmetini bölüşmelidirler. Biz hizmetleri tamamladıkça bu bölüşmede herkes hizmetini seçmeye çalışsın. Herkes seçtiği hizmette ihtisas sahibi olacaktır. Ben hizmetleri anlatırken her hizmette farklı konuları işliyorum. Hizmeti yüklenen bu farklı konuları birleştirip hizmetle ilgili konuyu tamamen işlemelidir.

Bu teşkilâtlanmada yayın hizmetini alan kimse 10’a yakın arkadaş bulmalıdır, yayın hizmet ortaklığını kurmalıdır. Bu ortaklar kendileri sanat eserleri üretmelidirler. Başkalarına ürettirmelidirler. Sonunda koleksiyon oluşmalıdır. Kooperatifte bunlar depolanmalıdır. Kurucu da eser üretebilir. Eser altın-gram üzerinden değerlendirilip koleksiyona konmalıdır. Diğer kurucuların eserlerini yayın sorumlusu ortak değerlendirmelidir. Halkın getireceği sanat eserlerini de kurucu ortak değerlendirmelidir. Böylece bir sanat mağazası oluşacaktır. Mesela, şiir mağazası, ilahi mağazası, resim mağazası, desen mağazası, benzer eserler oluşacaktır.

Bizim bunları saklayacak teşhir edeceğimiz bir yerimiz olacaktır. İleride bu yerimizi Bahşayış Köyü’nde yapacağız. Bu eserlerden yararlanmak isteyenler yararlanacaktır. Böylece sanat galerisi üretilen sanat eserleri ile dolmaya başlar. Buraya gelir genel hizmet payından sağlanacaktır. Market t açtığımızda veya evlerin imaline başladığımızda genel hizmet payımız olacaktır. Bu pay 25’e bölünecek ve biri sanatçılara ait olacaktır.

Böylece toplanmış olan sanat eserleri desteklemek için almak isteyenler olabilir. Yahut bunları kullanarak kaset yapmış olabilir. Kitap basılabilir. Böylece sanat fonuna gelir gelemeye başlayacaktır demektir. İşte bu gelirin yarısı vakfın gideri olacaktır. Yerin kirası, orada çalışan insanların ücreti. Sanat üretiminde kullanılan malzeme bedeli bunlarla karşılanacaktır. Diğeri de sanat sahiplerine ait olacaktır. Değerlenen eserin sahibine değil de tüm sanat sahiplerine bölüştürülecektir. Bu sanatçılar arasındaki dayanışmadır. Değer takdiri konarken yapılacaktır. Satarken yapılmayacaktır.

Burada takdir yapan kurucunun payı % 5 olacaktır. Bunun beşte biri de yayın sorumlusuna ait olacaktır. % 5 de ortak fonda toplanacak ve ortaklarımızın sanat danışmanı olan kurucu sanatçıya ait olacaktır. Bütün bunlar pay sentleri ile verilecektir. Bir sanat payının nakit olarak değeri ise bankada toplanan nakit veya mağazaya giren başka mal karşılığı olmak üzere toplam satılmışların değerinin toplam dışarıdaki paylara bölümü ile elde edilecektir.

Böylece her an sanat payının nakit olarak değeri belli olacaktır. İsteyen bu değeri ile her zaman alabilecektir. İsteyen ise ileriye bırakacaktır. Karşılığını alan kimsenin dışarıdaki sanat payı kadar eksilmiş olacaktır. Sanat payının değeri değişmeyecektir. Ancak bundan sonraki gelirden bu pay alamayacaktır. Kalanlar kâr etmiş olacaklardır. Yani eskilerin emeği ile oluşan eserler değerlendiği halde, geliri yalnız kalanların olacaktır. Bir sanatçının eserleri satılıyorsa onun eserleri daha kıymetli alınmaya başlanacaktır. Böylece sanat mağdur olmayacaktır. Bunun dışında mevcut olan eserler için bir beğeni sıralaması yapılır. Bunu orada eserleri bulunanlar yapar. Burada da takdir ve telif değerlendirilmesi yapılır. Ona göre eserler her yıl yeniden fiyatlandırılır. Yıl içinde satılan ise üst dereceyi almış olur. Müelliflere ona göre pay verilir. Üst derecede sıralama ise eser konulduktan sonra en az günde satılmış olması ile değerlendirilir.

İleride sanattan gelen gelir normal geliri ile denkleştiği zaman denge oluşacaktır. Şöyle ki, bir adam bir günde çalıştı ve bir tablo yaptı. Götürdü, kuruculardan birine sattı, değerlendirilen sanat payını aldı. Bu payda yevmiyesini çıkardı. Bu başka iş aramayacak, bu işe devam edecektir. Ama yevmiyesini çıkaramadı. O zaman bu ara resim yapmaya devam edecek ama kendisini daha fazla gelir getiren bir iş arayacaktır. Sanat kadrosundan elenmiş olacaktır. Bundan sonra paylar daha fazla kıymetli olacaktır. Aksine gelir dışarıdaki gelirden fazla ise insanlar diğer işleri bırakarak sanat işlerine başlayacaklardır. Bu da sanatçıları artıracaktır. Böylece denge kurulup gidecektir.

Denge düzeninin esası iyilikte yarışmayı sağlamak ve tekeli önleyecek dengeyi korumaktır.

 

 

 

 



© 2024 - Akevler