- KÂİNAT’IN OLUŞMASI
Ve insanlık tarihi:1bizimtarih kitabı
GİRİŞ
Her maddenin ayrı rengi vardır.
Çevremize baktığımızda değişik cisimleri renkleri ile tanıyoruz. Altın, gümüş, demir gibi basit cisimleri renkleri ile tanıdığımız gibi çiçekler, hattâ insanları da renkleri ile tanıyoruz. Yakın cisimlerin şekilleri ile de birbirinden ayırıyoruz. Ama uzak cisimleri daha çok renkleri ile tanıyoruz. Beynimiz bu renkleri ayırıyor ve tanıyor. Acaba öyle araç bulabilir miyiz ki, renkleri ayırıp bize tanıtsın. Ne kadar olduğunu ölçelim.
Renkler cam kamalarla birbirinden ayrılır.
Yağmur yağıp da hava açıldığından gökte gökkuşağı meydana gelir, çeşitli renkler görünür. Kırmızı bir tarafta mor renk öbür tarafta yer alır. Demek ki, Güneş ışığında çeşitli renkler vardır. Sis onları ayırmaktadır. Biz de kama şeklinde bir cam alır da Güneş ışığına tutacak olursak, yerde gökkuşağına benzer renkler oluşur. Cam kamalarla ışıkları birbirinden ayırabilmekteyiz. Renkler kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert ve mor olmak üzere sıralanır. Bir cetvel koyacak olursak, renklerin hangi çizgilere düştüğünü ölçebiliriz. Böylece biz ışığı metre ile ölçer hâle getiriyoruz demektir.
Renkler bize cisimde olan maddeleri gösterir.
Bir cisimden çıkan renklerle o cismin hangi maddeleri içerdiğini görürüz. Uzaktan gelen ışığın da renklerini belirleyerek orada hangi maddelerin olduğunu biliriz. Böylece hem gözle göremediğimiz cisimlerin renkleri bize cisimlerin varlığını bildirir. Hem de çok uzakta bulunan yıldızlarda da hangi maddelerin olduğunu bilebilmekteyiz.
Renkler sıcakla da değişmektedir.
Demiri ocağa koyduğunuz zaman kızarır. Gittikçe rengi değişir. Soğurken de rengi değişmektedir. Her maddenin ayrı renkte ışığı var, bunun yanında bu maddenin ışığı sıcaklığa göre değişmektedir. Bununla biz cismin sıcaklığını biliriz. Bu da bize uzaktaki yıldızların hangi sıcaklıklarda olduğunu hattâ içe göre sıcaklıkların nasıl değiştiğini bize bildirmiş olur.
Işık uzaklığa göre zayıflar.
Elimize bir kâğıt alıp lambadan uzakta iken bakacak olursak okuyamayız. Ama lambaya yaklaştıkça yazıyı daha iyi görürüz. Ne kadar yaklaşırsak lamba o kadar fazla ışık verir. O halde, ışık uzaklaştıkça daha sönük görülür. Eğer aynı parlaklıkta yıldızlar farklı uzaklıkta ise bu bize yıldızın ne kadar uzaklıkta olduğunu ifade eder. Metre olarak bilemezsek bile, birinin uzaklığı ile diğerinin uzaklığı arasındaki oranı biliriz. Yakın olanın uzaklığını başka metotlarla ölçersek uzak olanlarınkini hesaplarız.
Işıklar cisimle zamanla değişir.
İlk badana yaptıktan sonra orada yeni badana yapıldığını hepimiz biliriz. Meyve alırken gözle taze olup olmadığını biliriz. Böylece cisimlerde zamanla renk solmaktadır. Bu sayede o cismin yaşı hakkında da bilgi ediniriz. Bu yolla yıldızların yaşlarını ölçebildiğimiz gibi, buna benzer gözle görülmeyen ışık cismin içinde ne kadar madde olduğunu bilebiliriz. Eğer bunu da renk gibi ölçebilirsek demek taş parçasının da yaşını biliriz. Görülüyor ki, ışık sayesinde gerek küçük cisimlerde gerekse yıldızlarda neler olduğu, ne miktarda olduğu, sıcaklığının ne olduğunu ve ne kadar uzaklıklarda olduğunu bilmemiz mümkündür.
Uzaklaşan yıldızların renkleri kırmızıya kayar.
Bundan başka mesela demiri alsak, bize gönderdiği ışığın rengini ölçsek, demir duruyorsa buradaki demirin ışığını verir. Demir uzaklaşıyorsa demirin rengi biraz kırmızıya kayar, yaklaşıyorsa mora doğru kayar. Bununla biz cisimlerin bizden ne kadar uzaklaşmakta olduklarını veya yaklaşmakta olduklarını biliriz. Demek ki, yıldızların özelliklerinden onun bize yaklaşıp uzaklaştığını da bilebiliriz.
Bu çok önemli buluş bize çok önemli bir şey bildirdi. O da yıldızların uzaklıklara göre bizden kaçtığıdır. Ne kadar uzaksa bizden o kadar fazla kaçmaktadır. Bununla beraber yıldız yığınlarının bir tarafta sıklaşmadığı, seyrekliğin her tarafta aynı olduğunu gösterir. Başka bir deney de uzayın her tarafından aynı büyüklükte özel ışıklar gelmektedir. Bunların da şiddetleri ile hangilerinin bize yakın, hangilerinin uzak yerlerden geldiğini bile bilmekteyiz. Bu gelenlerin sıcaklıklarını da bilmekteyiz. En uzaktan gelen ışıklar en eski ışıklardır. Bu sayede bu ışıkların yardımı ile tüm Kâinat’ın geçmişini bilebiliyoruz.
Sonuç olarak, ışıkların analizleri ile Kâinatımızı yaradılışı ile birlikte bilebilmekteyiz. Ayrıca, cansız taşların ömürlerini, canlıların yaşadıkları tarihleri bilebiliyoruz. Bunalr 20. yüzyılın buluşlarıdır. Gerçekten şanslıyız.
- KÂİNAT’IN OLUŞMASI
On milyar yıl önce Kâinat sıkışmış bir su damlası idi.
Başlangıçta Kâinat dört çeşit bilyelerden oluşuyordu. Bunları beyaz sert, beyaz yumuşak, siyah sert ve siyah yumuşak olarak adlandırıyoruz. Yumuşaklar birbirini çekiyordu. Sertler de birbirini çekiyordu. Sertler yumuşakları karşılıklı olarak itiyorlardı. Beyazlarda iş tersine idi. Beyazlar birbirini itiyordu. Siyahlar da birbirini itiyordu. Beyazlar siyahları karşılıklı olarak itiyordu. Bunların sayıları birbirine eşitti. Sayıları eşit olduğu için itenlerle çekenler bir olduğu için hareketsiz duruyordu.
İlk Patlama
Birisinin ateşlemesiyle su damlası patladı. Sert bilyeler fırlayıp birbirinden uzaklaşmaya başladı. Yumuşak olanlar ise birbirini iyice çekerek merkezde kaldı. Hâlâ orada duruyor. Beyaz ve siyahların sayısı aynı olduğu için artık bir daha patlama olmayacaktır. Böylece sert beyaz ve siyah bilyeler merkezden uzaklaşmaya başladı. En büyük ışık hızıyla uzaklaşan bu çift parçalar hâlâ uzaklaşmaktadırlar. Buradaki sert parçalar birbirini çeker durumda ise de şiddetle uzaklaştıkları için birbirinden uzak durmaktadırlar.
Işık hızıyla uzaklaşan parçacıklar birbirini çekemezler.
Parçacıklar hareket etmiyorlarsa birbirini çekme hızları en fazladır ve uzaklaştıkça bu çekme kuvveti düşer. Birbirine göre hızları arttıkça çekme güçleri azalır. Işık hızına ulaştığında artık birbirini çekmezler. Aynı hızla hareket eden beyaz ve siyah bilyeler ise birbirini çekerler.
İtme ve çekme çok yakın olunca ters olur.
Çekme ve itme tane tabiatlıdır. Her birinde yarım güç vardır. Uzakta iken çekenler çok yakın iseler iterler. Uzakta iken itenler çok yakın iseler çekerler. Böylece aynı hızla hareket eden parçalar ne birbirleri ile birleşebilirler, ne de birbirlerinden uzaklaşabilirler. Bunlar ışık hızıyla hareket ederler. Eğer bunların ilk hızları büyükse sık sık birleşip uzaklaşırlar, az ise uzun zaman içinde birleşip ayrılırlar. Taşıdıkları enerji renge göre artar. Maviye doğru gidince enerji fazladır. Renk dalga boyu ile ölçülür.
Düşük hızdakiler birbirlerinin etrafında dönerek denge kurarlar.
Düşük hızlarda birbirini çeken parçalar birbirinin etrafında dönerek dengelerini kurarlar. Böylece önce 1728 adedi birleşerek suyun ana maddesi olan hidrojeni oluştururlar. Sonra bunlar da birleşerek yüze yakın parçacıklar oluşur. Bunların arasında çekme vardır. Merkezkaçla dengelenmektedir. Yahut, aynı beyaz ve siyahlarla dengelenir. Beyazlar pozitif elektrik taşıyorlar, siyahlar negatif yük taşıyorlar. Bu döneme gaz dönemi diyoruz.
Birbirini çeken gaz adacıkları oluştu.
Kâinat büyümekte olduğu için parçacıkları birbirinden uzaklaştırmaktadır. Çekim olduğu için de birbirine yaklaştırmaktadır. Uzaklaşma hızı uzaklıkla orantılıdır. Oysa çekme uzaklıkla ters orantılıdır. Belli mesafeden sonra artık birbirlerini çekemezler. Çekenler ise birbirine yaklaşırlar. Böylece gaz adacıkları oluşur.
Adacıklar büzüldü ve dönmeye başladı.
Birbirini çekemeyen adacıklar Kâinat’ın büyümesinden dolayı uzaklaşmaya devam ediyor. Oysa birbirini çekenler ise birbirine yaklaşıyor. Yalnız yaklaşınca hızları artar, gaz bulutu kendi etrafında dönmeye başladı. Böylece merkezkaç kuvvetine karşı koydu, gaz bulutunun küçülmesi yavaşladı.
Yakın hızlarla dönenler birbirini çekti ve yıldızlar oluştu.
Kâinat büyüyünce sıcaklık düştü. Yakın hızda olanlar birbirini çekti ve yıldızları oluşturdu. Yıldızların merkezinde büyük basınç oluştu. Sıcaklık yükseldi. Hidrojen yanmaya başladı. Helyum oldu. İşte şimdi bize ışıkları göndermektedirler. Eğer toplanan gazlar yeter büyüklükte değil ise hidrojeni yakamadı. Bunlar kendilerine yakın yıldızların çevresinde dönmeye başladılar.
Gezegenler oluştu
Küçükler gezegenleri oluşturdular. Hattâ bazı gezegenler çevresinde uydular dönmeye başladılar. Böylece Kâinat yıldız yığınları, yıldızlar, gezegenler oluşmuş oldu. Bütün bunlar parçacıkların çekme ve itme özelliklerinden ve yapısından oluştu. Göklerin oluşması tamamlandı.
- YER’İN OLUŞMASI
Gezegen olarak Yer bir arsa gibidir.
İlk defa dört parçacığın varedilmiş olması göklerin varedilmesi için yeterli idi. Harekete geçti sonra hep tabiî kanunların işlemesi ile sonuçlandı. Bu canlının yaşaması için yeterli değildir. Gezegen olarak yer oluşmuştu ama daha canlının olması için yapılacak çok iş vardı. Proje yapılacak, bina inşa edilecek, elektrik ve su bağlanacak, daha pek çok işi vardı. Allah “ol” emrini bir daha verdi.
Yer’in uzaklığı yeteri kadar olmalıdır.
Yerin canlılar için elverişli olması için Güneş’ten belli mesafede olmalıdır. Güneş’ten fazla uzak olursa soğuktan donar, hayat olmaz. Güneş’e yakın olursa sıcaktan pişer. Sıcaklığın 0’dan az veya 50 dereceden yukarı olması gerekir. Bu da Güneş’ten uzaklıkla sağlanır. Yeryüzü böyle bir uzaklığa konmuştur. Diğer gezegenlerde bunun için hayat yoktur.
Yeryüzünün büyüklüğü belli ölçüde olmalıdır.
Büyük canlıların vücutları çok ağır olursa hareket zorlaşır, kan dolaşımı zorlaşır. Çok küçük olursa da bu sefer yüzeyinde su veya atmosfer tutamazsınız. Demek ki, yeryüzünün gerek kitlesi gerekse çapı hayata uygun olmalıdır. Hamd olsun ki ne kadar gerekiyorsa o kadardır.
Yapısı uygun olmalıdır.
Yeryüzünde hayatın olması için içerdiği maddelerin yerleri ve miktarları uygun olmalıdır. Su biraz fazla olsa karalar olmaz. Biraz az olsa yağmur yağmaz. Atmosferdeki asla gaz nisbeti bile solunumuz için gereklidir. İnsan vücudu öyle yaratılmıştır ki, ancak böyle bir arzda yaşayabilir. Tuz fazla olsaydı ekin ekemezdik, tuz çok olsaydı yeryüzü çorak olurdu, az olsaydı hayvanlar yaşayamazdı.
- Canlıların Oluşması
- İnsanın Oluşması
- Toplayıcılık
- Avcılık
- Çobanlık
- Tarımcılık
- Mezopotamya
- Mısır
- İbraniler
- Yunanlılar
- Hıristiyanlar
- İslâmiyet
15- MS 500 yılında Avrupa Hıristiyanlığı kabul ediyor.
- Doğu Roma İmparatorluğu devlete bağlı dine dayalı düzeni kuruyor.
- Batı Roma dine dayalı devlet düzenini kuruyor.
16- MS 1000 yıllarında Avrupa’da İslâmî tesirler görülüyor.
- Doğu Roma Türklerin gerçekleştirdiği askerî istilâlarla karşı karşıya geliyor.
- Batı Avrupa Arapların İslâm kültürünün etkisi altına girmeye başlıyor.
17- MS 1500 yıllarına kadar Haçlı Seferleri oluyor.
- Haçlı Seferleri sonucunda Doğu Roma İmparatorluğu ortadan kalkıyor ve İstanbul Müslümanların eline geçiyor.
- Avrupa Müslümanlardan öğrendiği astronomi, coğrafya, pusula, harita, barut, kâğıt, gemicilik bilgileri ile Amerika’yı keşfediyor.
18- XVII. asır Avrupa için keşifler dönemi olmuştur. Amerika’ya giden Avrupalılar, oraları keşfetmekle kalmıyor, Doğu’ya da giderek tüm dünyadaki ülkeleri ziyaret ediyor, ora halkları ile ticari ilişkiler kuruyor.
19- XVIII. asırda ise fetihler dönemi başlıyor, Amerika fethedilip oralarda yerleşiliyor. Bilhassa İspanyollar ve İngilizler değişik yerleri işgal etmektedirler. Avrupa’nın üstünlüğünü herkes kabul ediyor.
ÇAĞIMIZ VE GELECEK
- XIX. asırda önemli siyasî, ilmî, dinî ve ekonomik olaylar oluşuyor.
SİYASÎ OLAYLAR
1- AMERİKA KITASI BAĞIMSIZLIK ELDE EDİYOR
- İngilizler İspanyolları yeniyorlar. Güney Amerika bağımsızlık kazanıyor. İspanyolca konuşan Katolik bir kıta oluşuyor.
- Amerika Birleşik Devletleri bağımsız ülke hâline geliyor. İngilizce konuşan Protestan bir Hıristiyan dünyası ortaya çıkıyor. Onüç göçmen eyalet bağımsızlık kazanıyor.
Amerika Birleşik Devletleri’nin toprakları Avrupalılara fazla cazip gelmiyordu. Fransız ve İspanyollar kıyıları işgal ediyordu. Yedi yıl savaşları sonunda imzalanan 1763 Paris Anlaşması ile onüç göçmen bölge Fransız tehdidinden kurtuldu. İngilizler sayesinde rahata kavuşan onüç bölge vergi ve açay sebebiyle ayaklandılar. Bağımsızlık savaşına girdiler. Fransa onları destekledi. 1783’de Birleşik Devletler kurulmuş oldu. Fransa İngiltere ile birleşerek Kanada’yı dışarıda bıraktılar.
Kanada’nın ilk sakinleri Kızılderililerdir. IX. asırda İrlandalılar gelmiş olabilirler. Başlangıçta Fransızlar Yeni Fransa adıyla buralara yerleştiler. 1700’lerde Fransa ile İngiltere arası çekişmelerle geçer. Yüzyılın ikinci yarısında İngilizler üstünlüğü elde ederler. İngiliz Kanada’sı olur. Güneyden İngilizler gelip yerleştiler. Fransızlara özerklik tanıdı, Katolikliklerinde serbest bıraktı. İsyanda İngilizleri desteklediler ve hâlâ İngiliz camiası içindedirler. Fransızlar İngilizlere karşı Amerika Birleşik Devletleri’ni desteklediler. Kanada’yı işgallerine izin vermediler. Böylece Kanada dışarıda kalmayı başardı. İngilizler İngilizlerin hakimiyetini artırma siyasetini güttüler. Amerika Birleşik Devletleri tehdidi karşısında İngilizler Kanada’da dört eyaletli bir dominyon kurarlar, 1867. ve Almanca resmi dil olur. Meclisleri var. Genel Vali Ottava’da oturur. Kanada 1919’da Birleşmiş Milletler’e katıldı. 1930’larda Kanada iç ve dış siyasette serbest hâle geldi. İkinci Cihan Savaşı’na katıldı. Amerika Birleşik Devletleri ile İngiltere arasındaki yakınlık onun da Amerika Birleşik Devletleri ile yakınlaşmasını sağladı. Fransız-İngiliz sorunu çözülmüş değildir. Böylece Kanada Fransızca ve İngilizce konuşan, Katolik ve Protestan mezheplerinde ulus olmayan suni bir devlettir. Gittikçe Amerika Birleşik Devletleri’nin nüfuzuna girmektedir.
Amerika anlaşmalarla bazı yerleri kendisine kattı. Değişik ülkelerden gelen Avrupa göçmenlerini kabul etti. Kendi içinde ekonomik sorun çıktı. Kuzeyliler sanayileşmişti ve işçi ihtiyacında idiler. Bu ihtiyacı karşılamak amacıyla kölelik kaldırılacak ve köleler işçilik statüsüne geçirilecekti. Güneyliler ise köleleri pamuk tarlalarında çalıştırıyorlardı. Açıkçası, kuzeyliler güneylilerin kölelerini parasız elde etmek istediler. Yahudi sermayesinin genel politikası da bu idi. Kölelik kaldırılacak, tüm insanlar sermayenin işçisi hâline gelecekti. Kadınlar hür hâle gelecek, böylece onlar da işçi hâline gelecekti. Aralarında savaş çıktı. Güneyliler köleliğin devamını, kuzeyliler ise köleliğin kalmasını istiyorlardı. Sermaye kuzeylileri destekledi. Bu destek sayesinde kuzeyliler galip geldiler. 1865’de kölelik kaldırıldı. Avrupa’daki kölelik eski dünyadan farklı idi. Eski dünyada kölelik savaş sonrası elde edilen esirlerden oluşuyordu, yaygındı. Yani, kişilerin birer-ikişer kölesi olabiliyordu. Oysa, Amerika’da büyük tarla sahipleri Afrika’dan maymun avlar gibi zencileri avlayıp Amerika’ya getiriyorlardı. Büyük çiftliklerde çalıştırıyorlardı. Barbar Avrupalıların ikinci vahşeti de bu idi. Kızılderilileri imha ediyor, zencileri de köleleştiriyor. Avrupa bu barbarlığını her yerde yapmıştır. Gittiği her yerde sınıf oluşturmuştur. Amerika köleliği insanlık adına kaldırmıyordu, sermayeye bedava işçi bulmak için kaldırıyordu.
Amerika Birleşik Devletleri kendi gücünü artırıyor ve çevreye hâkim oluyordu. Benişsnenilk eile Avrupa’ya karışmıyordu. Yahudi sermayesi böyle istiyordu. Avrupa için başka denheelr plânlamıştı. Kendi içinde güçlü federatif devlet oluşuyordu. İkinci Cihan Savaşı’na girmiş ama yine de Avrupa ile ilgilenmiyordu. Altına dayalı bir ekonomi sistemini yürütüyordu. Faizli tekele dayalı ekonomi sistemi aniden krize girdi. Zenginlerin elinde biriken altın ve üretilen mal satılamıyordu. Mallar mağazalarda yığılmıştı. Para da kasalarda duruyordu. Mallar satılmayınca fabrikalar durmuştu. Fabrikalar durunca işçiler işsiz kalmıştı. Mağazalar büsbütün malları satamaz olmuştu. Böylece Tevrat’ın yasakladığı “faizli sistem” çalışmaz olmuştu. Buna probleme iktisatçı Keynes çare buldu ve dedi ki: “Sanayiciyi destekleyin üretim yapsın, çark dönmeye başlar.” Böyle yapıldı. Ondan sonra enflasyonist siyasetle bugüne kadar gelindi. 1929 yılında patlayan bu kriz sebebiyle Amerika Avrupa’ya silah satmak zorunda kaldı. Böylece Amerika ekonomisi bundan sonra silah ekonomisi olacak ve dünyayı ateşe boğan ülke hâline gelecektir. Yahudi sermayesi bundan şikayetçi değildir. Çünkü insanları savaştıracak ve kendisi yönetecektir.
Amerika ve İngiltere Yahudi sermayesinin hâkim olduğu ülkelerdir. Birinci ve İkinci Cihan Savaşlarını Avrupa’da çıkarmış, savaşta taraflar iyice yıprandıktan sonra önce Almanları galip duruma getirmiş, sonra da Amerika’yı devreye sokarak zafer kazandırmıştır. Bununla beraber Avrupa’nın mağlup devletlerini yok etmemiştir. İleride kullanmak için yine ayakta bırakmıştır ve istediğini yaptırmaktadır. İngiltere ve Rusya işgal edilmediler ama yenildiler. Ancak Amerikan sayesinde galip devletler oldu. En az zayiat veren Amerika süper galip olarak masaya oturdu. Yahudi sermayesi başlangıçta İtalya’da toparlanmaya başlamıştı. Ama karargâhını İngiltere’de kurdu. II. Cihan Savaşı’ndan sonra karargâhını Amerika’ya taşıdı ve bundan sonra Amerika birinci derecede rol oynamaya başladı. Suni olarak kurulan ikinci sosyalizm güç Gorbaçov’un reformları ile çökünce, tek süper güç kaldı ve dünyaya hâkim olarak III. bin yıla girdi.
Meksika Amerika’nın keşfinden önce uygarlık merkezi idi. MÖ 10 000 yıl önce avcılıkla geçiniyorlardı. Çobanlık dönemine geçememişlerdir. Orada keçi, koyun ve inek yoktu. Mısır ekimine MÖ 5000 yıllarında başlamışlardı. Yerleşik köyleri MÖ 2000 yıllarında kurdular. MS Birinci Bin Yılda görkemli kent medeniyetini oluşturdular. 1000’inci yılda kuzeylilerin istilâsına uğradılar. Son gelen Aztekler uygarlığı yenilediler. Mayalar 1546’de İspanyollara 1546’da teslim oldular. Zorla Hıristiyanlaştırıldılar. İspanya’nın yenilgisi ile serbest kalan ülke, Fransızların da müdahalesi ile karışıklıklar içinde 19. yüzyılı tamamladı. İmparatorluklar ve cumhuriyetler arası çekişmeler sürdü. Cumhuriyetçiler kiliseye karşı idiler. Din Katoliklik olarak benimsendi. Dili İspanyolca oldu. 1876’da General Diaz’ın darbesiyle ülke istikrara kavuştu. Dış yatırımlar oldu, demiryolları yapıldı. Meksika 1911’den sonra iç çalkantılara sahne oldu. Bağımsızlığını hep korudu. Sermaye böyle istiyordu. Sovyetlere paralel olarak burada da ateist sosyalizm denemeleri sürüp gitti. Karışıklık devam ediyor. Gerilik devam ediyor.
Güçlü Amerika Birleşik Devletleri’nin kuzeyinde suni bir devlet olan Kanada ve güneyinde Katolik olup İspanyolca konuşan ve sosyalizme meyilli bir Meksika arasında Amerika Birleşik Devletleri süper güç hâline gelmiştir. Dünyaya hükmeden Amerika, komşularına hükmedemiyor. Çünkü sermaye izin vermiyor. 19. yüzyılın dünyaya hediye ettiği en önemli olay Amerika Birleşik Devletleri’dir.
- Güney Amerika Katoliktir ve İspanyolca konuşuyor ama birlik sağlanamıyor.
Kuzey Amerika din olarak Protestan olan değişik halklardan oluşuyor. Buna rağmen birleşiyor ve savaşıyorlar, birlik sağlıyorlar. Kuzey Amerika ile Güney Amerika’daki farkları şöyle sıralayabiliriz.
- Güney Amerika İspanyolların fethettikleri ülkelerdir. Hemen hemen hepsi İspanyolca konuşur. Bu ülkeler yeniliğe kapalıdırlar. Katoliklik ömrünü doldurmuştur. Protestanlık yayılmaktadır. İspanya krallarında dinî taassup vardı. Yahudi ve Müslümanlara düşmanlık vardır. Halbuki dünya lâikliğe gitmektedir. Buna karşı Kuzey Amerika’ya Avrupa’dan değişik halklar gelmiştir ve çoğu Protestan’dır. Bu durum kuzeydekileri hem birbirleriyle kavga ettirmekte hem de yeni düzen arayışına sokmaktadır.
- Güney Amerika’nın rejim sorunu yoktur. Krallık da olabilir, cumhuriyet de olabilir. Geçim sorunu da yoktur. Oysa Kuzay Amerika yeni rejim bulmalıdır. Kendisini Avrupa hakimiyetinden kurtarması için cumhuriyete ihtiyacı vardır. Değişik halklar arasında birlik sağlayabilmesi için yerinden yönetime ve güçlü merkeze ihtiyaç vardır. Önce, Amerika Birleşik Devletleri’nden oluşmakta, iç işlerinde serbest olmaktadırlar. İkincisi, federe devletler de yerel yönetimlere karışmamaktadırlar. Yargıçlar da seçim sistemi ile gelmektedir. Mahkemelerde jüri usûlü uygulanmaktadır. Serbest soruşturma müessesesi çalışmaktadır. Böylece İslâmî anayasaya yakın bir anayasa oluşmuştur.
- Kuzey Amerika Avrupa’ya daha yakındır. Ticarî ilişkilerini daha kolay kurmaktadır. Dolayısıyla Kuzey Amerikalılarda ekonomik faaliyet Avrupa ile bütünleşmektedir. Siyasî olaylar da karşılıklı olarak etkilemektedir. Oysa, Güney Amerika eski dünyadan uzaktır. Kendi kendine yeterlidir. Dünya ile olan ilişkisi Kuzey Amerika kadar ileri değildir. Dolayısıyla Güney Amerika gelişmiş ülkeler arasında yer almamaktadır.
- Kuzey Amerika’nın Avrupa ile köprüsü İngiltere’dir. Aynı dili konuşmaktadırlar. İngiltere gelişmektedir. Oysa Güney Amerika’nın dili İspanyolca’dır. İspanyol Hükümeti Avrupa’da artık etkin devlet değildir.
Bununla beraber büyük sermaye bunun böyle olmasını istiyor. Amerika Birleşik Devletleri güçlenmelidir. Böylece İngiltere’nin dünyayı hakimiyeti altına almasını önleyebilir. Ama Amerika Birleşik Devletleri’nin de dünyayı hakimiyeti altına almaması için karşı güce ihtiyaç vardır. O da önce kuzeyden Kanada, güneyden Meksika tehdidi, karşı güç olarak da Güney Amerika.
Güney Amerika
Kolombiya, liberallerle muhafazakârlar arasında kurulan denge ile bağımsızlığını kurmuştur. Yönetim cumhuriyettir. İspanyolca konuşur ve Katolik’tir.
Venezüella Katolik’tir, İspanyolca konuşur. Sol diktatörler yönetime hakim olmuşlardır.
Brezilya Portekizce konuşur, dini Katolik’tir. Buraları Portekizliler fethetmiştir. Başlangıçta krallıkla idare ediliyordu. 1891’de cumhuriyet ilân edildi. Toprak sahipleri yönetti. 1934’de diktatörlük kurulur. 1964’de askerî rejim kuruldu. Şimdi demokrasi ile yönetiliyor. İspanyolca konuşur ve Katolik’tir. Dikta rejimlerle yönetilmiştir.
Arjantin İspanyolca konuşur, dini Katolik’tir. Federalistler ve merkeziyetçiler çatışması olmuş, askerler yönetime geçmiş, şimdi demokrasi ile yönetiliyor.
Şili İspanyolca konuşur ve Katolik’tir. Diktatörlük yönetimi hâkimdir.
Güney Amerika, Kuzey Amerika’daki Meksika dahil kıta tamamen İspanyolca konuşur, Katolik’tir. Portekizce ise bir İspanyol lehçesi gibidir. Siyasî sebeplerle farklılık vardır.
Güney Amerika halklarının ortak özellikleri vardır:
- Katolik’tirler.
- İspanyolca konuşurlar.
- İstikrarlı yönetimleri yoktur.
- Sola meyilliler baskındır.
- Ekonomileri bozuktur.
Amerika Birleşik Devleti’nin düzenleyici rolü yoktur. Lutercilik 1500’lerde başladı ve ateizm yandaşı olarak zirveye çıktı. Artık çökmektedir. İslâmiyet’in yeniden canlanması gibi, Katoliklik de yeniden canlanacaktır. Katoliklerle Müslümanlar aynı kaderi paylaşıyorlar. Gelecek bin yılda savaşsalar da, barışsalar da, aynı dünyada etkin rollerini oynayacaklardır. Katoliklik Güney Amerika’nın dini olacaktır.
2- AVRUPA DÜNYAYA HAKİM OLUYOR
- Aslan payı İngiltere’nin olmak üzere Fransa, İtalya ve Almanya ile Portekiz, Belçika ve Hollanda’nın daha çok Afrika karasında payları olmak üzere tüm dünya artık Rusya genişlemiş Orta Asya, Sibirya ve Çin’in kuzeyini nüfuzu altına almıştır Avrupa’ya bağlı ülkelere olmuştur.
Kara Avrupa’sında Fransız ihtilâli ile ateist ekseriyet sistemine dayalı cumhuriyet yönetimleri getirilmiştir. Amerika’da ateist olmayan cumhuriyet tesis edilmiştir.
Latin Avrupa’sı (İtalya, Fransa, İspanya) MS 500 yıllarında Hıristiyanlaşmıştır. Batı Roma İmparatorluğu güneyden gelen İslâmî sızmalarla, kuzeyden gelen Cermen Vizigot akınları ile yıkılmış ama Cermenler 1000 yıllarında Hıristiyan olmuşlardı. Böylece Papalık güçlenmişti. Papalığın nüfuzu altındaki imparatorlar etkisiz hâle gelmişti. Bu arada gerek Latinlerde gerekse Cermenlerde feodalite düzeni doğmuştur. Feodalite düzenin özü şudur. Köyler, köylerde oturmayan, kasabalarda oturan askerlerden oluşan beylerin mülküdür. Halkın bütün ihtiyaçları beyler tarafından karşılanır, mahsulleri onlar tarafından değerlendirilir. Halk da toprağı işler. Halk toprak sahibi olamaz. Çünkü olsa üretim yapamaz, mahsulü değerlendiremez. Ne var ki, gerek Hıristiyanlığın gerekse İslâmiyet’in etkileri ile kasabalarda esnaf ekonomisi canlanmış, köylü oralara giderek işçi olarak çalışmaya başlamıştır. Buna karşı da derebeylerin hukukunu korumak için köylünün köyden göç etmeleri yasaklanmış, köleleştirilmiş köylü ortaya çıkmıştı. Bunun yanında derebeylerin çoğu köylüsünü memnun eden bir düzen kurabilmiştir.
İslâm dünyasında genellikle durum farklıdır. Mezopotamya’dan beri gelen bir gelenek devam etmektedir. Mezopotamya’da köylünün mallarını askerler yahut derebeyler değil de din adamları değerlendiriyordu. Sonra kentte oluşan esnaf bu değerlendirmeyi yapıyordu. Halk kasabada oturan esnafa ürünlerini satıyor, onlardan da ihtiyaçlarını satın alıyordu. Kasabalar arası ticareti ise gezginci tüccarlar yapıyordu. Kasabalar aynı zamanda pazar yeridir. Halk ihtiyaçlarını doğrudan doğruya pazarlarda değiştiriyordu.
Avrupa’da kilise de toprak sahibi olmuş ve o da toprağını derebeyler misali işletiyordu. Yani, bir taraftan askerler, diğer taraftan kilise, yozlaşmış bir şekilde tarım ekonomisini sürdürüyorlardı. Güçlenmeye başlayan kasaba sermayesi kasabalarda bu din derebeyi ikilisine karşı rakip olmaya başladı. Başlangıçta alınan tedbirlerle durum sürdürüldü ise de Amerika’nın fethinden sonra durum tamamen değişir. Avrupa’da büyük sermaye oluştu. Sermaye müsbet ilme sahip çıktı. Kilise ve derebeylikler hazırladığı bir planı uygulamaya başladı.
I- Önce Protestanlık teorisi ile kiliseleri millîleştirdi ve papalığın etkisini parçaladı. Protestanlık millî kilise olduğu için etkin olmamış, sadece Papalığın gücünü dağıtmış ve millî devletlerin oluşmasına yardımcı olmuşlardır.
II- Her ülkede derebeylerden birini destekleyerek krallıklar oluşturdu. Böylece köylüler üzerindeki derebeylerin ve kilisenin hakimiyetini kırdı. Böylece elde ettiği emek kitlesini sanayiye yöneltti. Avrupa’da üretim dönemi başladı. Ham madde masonlar aracılığı ile dünyadan alınıyor, Avrupa’da tezgahlarda işleniyor ve dünyaya yine masonlar yoluyla satılıyordu.
- Böylece sanayi inkılâbını başarmış Yahudi sermayesi,krallıkları yıkıp yerine cumhuriyetleri getiriyordu. Fransız ihtilâli budur. Kara Avrupa’sını cumhuriyetlerle yönetecekti. Amerika’da da cumhuriyet devam edecekti.
- Dünyayı işgal edebilmek ve halkları yönetime katabilmek için İngiltere’de Avam Kamarası’nın karşısında Lordlar Kamarası’nı ve krallığı yerinde bırakmıştır. Protestanlığı Anglikan Kilisesi olarak kullanmıştır. Yani, Hıristiyanlık iki defa dünyaya zorla yayılmıştır. Birinci olarak Romalılar Hıristiyanlığı kabul ederek tüm imparatorluğu zorla Hıristiyan yaptılar; ikinci olarak yine Hıristiyanlık Amerika’nın fethi ile Amerika’da zorla yayıldı, üçüncü olarak İngilizler dünyayı fethettiler ve Hıristiyanlık zorla yayıldı. Siyasiler kendi siyasi emelleri için Hıristiyanlığı ale tdeyorlşar ve zorlam Hıristiyanlık her tarafa yayılmıştır. Ama bunda rol oynayanlar değil onu sirisnar edenler olmuştur. Sadece xermenelrin hiristiyanolması kendi
- Rusya çarlığı aynen bırakılmıştır. Oraya parlamento yönetimi getirilmemiştir. Orada Rusların tüm Orta Asya ve Sibirya’ya yayılmaları istenmiştir.
Hz. Nuh’un üç oğlu vardı. Bunlar sonra bölündüler. “Ve Nuh’un oğulları Sam, Ham Yafes’in nesilleri şunlardır:(Tekvin 10/1) Yafes’in oğulları diyarlarında lisanlarınca ve milletler de kabilelerince taksim olundular.(Tekvin 10/3) Ham’ın oğulları diyarlarında ve milletlerinde lisanlarınca ve kabilelerince taksim olundular.(10/20) Bunlar diyarlarında, milletlerince, lisanlarınca (ve) kabilelerince Sam’ın oğullarıdır.(2/31) Nuh oğullarının kabileleri milletlerinden nesillerine göre bunlar olup Tufandan sonra yerden milletler bunlardan dağıldılar.”(2/32)
Tevrat’ta bunlar daha Hıristiyanlık doğmadan önce yazılmıştı. 20. yüzyılda yapılan araştırmalar, yeryüzündeki bütün dillerin birbirine benzediği ama üç grupta toplandığı bilinmektedir. Sami dilleri şekil dilleridir ve fiil başta gelir. Yafes dilleri hece dilleri olup fiil sonda gelir. Ham dilleri ise ek dilleri olup fiil ortada gelir. Böylece Tevrat’ın verdiği haber tarihi araştırmaların bel kemiğini oluşturmuştur.
Buna göre, Yafes’in oğulları doğuya gidip Çinlileri oluşturdu, onların kuzey kolu da Moğollar oldu. Ham’ın oğulları batıya gidip Latinleri oluşturdu, onların kuzey kolu da Cermenler oldu. Sam’ın oğulları yerlerinde kalıp Sami dillerini oluşturdu, güneye gidenler zenci dillerini oluşturdu. Nuh Tufanı’nda bütün insanlar ölmemişti ama uygar bir yer kalmıştı. Uygarlığı sonra bütün dünyaya bunlar yaymıştır. Uygar olmayan toplulukların kabile dilleri ise bu dillerin içinde eriyip gitti veya yeni diller öylece onların karmasıyla oluştu.
Kuzeyde avcılığa ve çobanlığa elverişli geniş düzlükler vardır. Çinlilerden ayrılan Moğollarla, Latinlerden ayrılan Cermenler Doğu Avrupa ve Orta Asya’da karşılaştılar. İki uygarlık da güneyden etkiler almıştı. Gidip onları yağmalarken orada olanları öğrenmişlerdi. Bu yağmalama M.Ö. II. Bin yıllarda başlamıştı. böylece kuzeyde Moğol-Cermen karışımı bir topluluk oluştu. Bunlar İskitlerdi. M.Ö. 1000 yıllarında devlet olarak ortaya çıkan İskitler zamanla ikiye bölündüler. Doğuda Moğolların etkisinde kalanlar Türk, Batıda Cermenlerin etkisinde kalanlar Slav ırkını oluşturdular. Böylece Cermenlerle Moğollar arasında oluşan bu halk iç içe yaşamıştır. M.Ö. 1000 yıllarında Türkler İslâmiyet’i, Moğolların bir kısmı İslâmiyet’i, bir kısmı Budizmi kabul ettiler. Cermenler ve Slavlar ise Hıristiyan oldular. Cermenler Katolik ve Protestan mezheplerini, Slavlar Ortodoksluğu benimsediler. Burada gerek Türklerin gerek Slavların oluşturdukları devletlerin ortak özellikleri vardı.
- Bunların kurduğu devlet süvariliğe dayanan göçmen bir devlettir. Sabit merkezleri yoktur. Uygarlık kalıntıları bırakmamışlardır.
- Bunlar devlet anlayışını güneyden öğrendiler ama göçebe devlete uyarladılar. Farklı devlet anlayışı doğdu.
- Savaşı devletler yapar, çobanlık döneminden kalan beylikler ise kim yenerse ona vergi verirlerdi. Halk savaşlara katılmazdı.
- Hanlar veya çarlar sadece vergi alır, beyliklerin iç işlerine karışmazları. Yerinden yönetim vardı.
M.Ö. 2000 yıllarına kadar Slav ve Türk halkları arasında evlilikler olurdu. Ama Türkler Müslümanlığı kabul etmeye başlayınca Slav halkı kendilerini korusunlar diye onlar da Ortodoksluğu kabul ettiler. Tüm Doğu Avrupa ve Orta Asya halkı ikiye ayrıldı. Kimi Müslüman olup Türklere katıldı, kimi ise Hıristiyan olup Slavlara katıldı. Bazı halklar ise içlerinde zaten birliğe sahip değildi. Zoraki olarak tek dil öğrenmişlerdi. Bu halklar da ikiye bölündü ve kimi Hıristiyan, kimi Müslüman oldu. Boşnaklarla Sırplar böyledir, Acarlarla Gürcüler böyledir.
İslâmiyet’in kabulünden sonra hakimiyet 500 yıl Türklerin elinde kalmıştı. 1500 tarihlerinde Slavlar da ortaya çıktılar ve Türkleri yenmeye başladılar. Bu savaş 500 yıldır sürüyor. Ruslar 18. asırda Doğu Avrupa ve Orta Asya hakimiyetlerini tamamen elde ettiler. Çin’in bir kısmını bile etkileri altına aldılar. Böylece 19 ve 20. yüzyıllar Avrupa’nın dünyaya hakim olduğu yüzyıllar olmuştur.
1250’lerde Cengiz Han büyük bir imparatorluk kurdu. Hemen hemen bütün eski dünyayı hükümranlığı altına aldı. Cengiz Han ölünce imparatorluk parçalandı ve dört büyük devlet oldu. Kubilay Çin’de Budizmi kabul etti. İlhanlılar Ortadoğu’da İslâmlaştılar. Çağataylılar Orta Asya’da İslâmlaştılar. Altınordu Doğu Avrupa’da İslâmlaştı. Sonra buraları Timur işgal etti. Moskova prensleri 1328’de Büyük Vladimir ünvanını Moğollardan aldılar. 15472de bağımsızlık elde edip Çar ünvanını aldılar.
Ruslar zamanla tüm Sibirya’yı fethederken, Osmanlılarla da düzenli olarak savaştılar. Kendilerini Bizans’ın yerine koydular ve Ortodoksların hâmisi olarak göründüler. Osmanlılarla yaptıkları karşılıklı anlaşmalarla her iki taraf da lâik düzeni benimsemiştir. Hıristiyanlaştırıldıktan sonra dinlere karışmadılar. Böylece Rusya’da Slav ve Türk, Ortodoks ve Sünni halklar birlikte yaşadılar. Savaş sadece yöneticiler arasında olmuştur. Rusya sanayi bakımından Avrupalılar seviyesinde olamamıştır. Ama Avrupa’nın güçlü devletlerinden olmuştur. Osmanlıları Kırım’dan sürdüğü gibi Napolyon’a karşı da direnmiştir.
Rusya, Avrupalı devlet olarak 19. yüzyılın başında ortaya çıkar. Napolyon’a karşı akdedilen Avrupa’nın ittifakına katıldı. Napolyon ile Tilsit Anlaşması’nı yaptı. 1815 Viyana Kongresi’ne katılıp mukaddes ittifaka girdi. Avrupa’daki cumhuriyetçilerin başarılı olmasında etkin rol oynadı. 1854’te Fransa ve İngiltere ile birlikte Osmanlılara yenildi. Yahudi sermayesi Rusya’nın doğuya doğru ilerlemesini destekliyor, ama Avrupa’ya, güneyde İran ve Türkiye’ye, hattâ Balkanlar’a hâkim olmasına karşı bulunuyordu. Çünkü oraları kendisine saklıyordu. Rusya’nın dünyaya hâkim olmasını istemiyordu. Rusya 1900’larda dev bir imparatorluk olmuştu.
3- AVRUPA’NIN ÜSTÜNLÜĞÜNÜ GÖREN DİĞER ÜLKELER AVRUPALILAŞMAYA BAŞLAMIŞLARDIR.
- Osmanlılar Avrupalılaşarak Avrupalıları yenmeyi denemişler, yenilmişler ama Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına da sebep olmuşlardır.
Modern Avrupa Uygarlığı, Yahudi sermayesinin hakimiyetine giren Katolik dünyasının eseridir. Kuzey Amerika ve Batı Avrupa merkezlidir. Bunun dışında kalan ülkelerden Rusya ve Ortodokslarda henüz bir gelişme sözkonusu değildir. Çünkü Kilise Uygarlığı iç deniz uygarlığı idi. Devamı olan Avrupa Uygarlığı da dış deniz uygarlığı idi. Kara uygarlığı değildi. Bu sebepledir ki bu uygarlıkta Rusların ve Osmanlıların şansı yoktu. Ama Ruslar Hıristiyan olmaları ve Avrupa’nın içinde bulunmaları sebebiyle uygarlaşmaya başlamışlardır. 20. yüzyılda çok ileri hamle yapacaklardır. Osmanlılar ise uygarlaşmaya çalışacaklar ama eski uygarlıkları yıkılacaktır.
Osmanlı devletini tanımak için tarihe yine kısaca göz atalım.
İlk Sümer Uygarlığı kuran halklarla akraba olan Hititler, M.Ö. 2000 yıllarında aryan ırkından olan Etiler tarafından istilâ edilirler. Mezopotamya, kısmen de Mısır uygarlıklarının karışımı, daha ileri olmayan ama güçlü bir uygarlık kurarlar. Daha sonra buraları Traklar, Lidyalılar, Likyalılar gibi, yine Sümerlerle akraba olan halklar gelirler. İbranilerin tesiri ile ve Pers İmparatorluğu’nun straplıkları olarak, Firikya ve Lidya uygarlıklarını kurarlar. Dorlar Yunanistan’ı istilâ edince Yunanlılar Ege Bölgesi’ne iltica ederler. Burada ilk Yunan Uygarlığı’nı kurarlar. Sonra buraları İskender istilâ eder. Arkasından Roma İmparatorluğu’nun toprakları olur. Roma toprakları ikiye ayrılır ve Anadolu Doğu Roma İmparatorluğu’nun öz ülkesi olur. İstanbul merkezdir. 500 - 1500 yılları arasında Anadolu böyle yaşar. Osmanlı İmparatorluğu bu Bizans İmparatorluğu’nun vârisi olarak kurulmuş ve 600 yıldan fazla hüküm sürmüştür.
Osmanlıların dayandığı ikinci kaynak İslâmiyet’ti.
- Hz. Adem insanlığa “kişi yönetimi”ni öğretti. Zamanla peygamberlerin yerini büyücüler aldı ve yönetim şekli kuvvet yönetimine dönüştü.
- Sonra Hz. Nuh insanlara “kurallı yönetim”i öğretti. Kuralları yöneticiler koyuyorlardı. Sonra Mısır’da krallar tanrılaştırılarak yönetimi kuvvet medeniyetine dönüştürdüler.
- Hz. Musa insanlara “şeriat yönetimi”ni öğretti. Yöneticiler şeriatla sınırlandırıldılar. Yunanistan’da ekseriyet kararları ile kuvvet medeniyetine dönüştürüldü.
- Hz. İsa insanlara “çoklu lâik yönetim”i öğretti. Kilise bunu dini yönetime dönüştürdü ve kuvvet medeniyetini geliştirdi.
- Kur’an insanlığa “içtihat ve icma yönetimi”ni öğretti. Avrupalılar bunu temsili ekseriyet sistemine dönüştürdüler.
Önce halifeler döneminde “istişare sistemi” geldi. Halifeleri site halkı seçiyor, halife istişare ederek kararlar alıyordu. Taşra yerinden yönetimle yönetiliyordu. Sonra Emeviler geldiler ve hilafeti saltanata çevirdiler. Ancak kararlar sünnete göre alınıyordu. Abbasilerle hanedanlık devam etti, içtihat ve icma hükümran oldu. Sonra Türkler geldiler ve içtihat kapısını kapattılar.Kadılar şeriata göre hükmediyor, yöneticiler ise hanedan geleneğine göre yönetiyordu. Bu yönetim şekli Karahanlılardan Selçuklulara, Selçuklulardan Osmanlılara intikal etmiştir. Böylece Bizans’ın vârisi olan Osmanlılar aynı zamanda İslâm’ın da vârisi olmuşlardı. Çünkü diğer İslâm devletleri yavaş yavaş ortadan çekilmişlerdi.
Osmanlılar aynı zamanda Türklerin de vârisi idiler.
Hz. Nuh’un oğullarından doğuya giden Yafes’in oğulları Çin Uygarlığı’nı oluşturdular. Kuzeye çıkanlar Moğollar oldular. Cermenlerle karışınca İskit Devleti’ni kurmuşlardır. İskit Devleti göçebe halkların devleti idi. İlk devlet idi ve farklı idi. İskitlerin bölünmesi ile doğudakiler Türkleri oluşturdular. Türkler önce Hun İmparatorluğu’nu kurdular ve çok genişlediler. Çin ve Avrupa’yı istilâ ettiler. Hunlardan sonra Göktürkler geldiler ve bunlar da geniş imparatorluk kurdular. İslâmiyet’in geldiği sıralarda bu devlet parlak dönemini yaşıyordu. Bundan sonra bu devlet yıkılmış, yerine Uygurlar devlet kurmuş ve Budist olmuşlardı. Sonra Saltuk Buğra Hanın Müslüman olması ile bütün Türkler Müslüman oldular. Hattâ Çin’de Çinlileşen Türkler de kendiliklerinden Müslüman oldular. Böylece Etkili bir Karahan İslâm devleti kuruldu. Bunların uygarlığında yetişen Selçuklular Abbasi sarayına nüfuz ettiler ve yeni bir İslâm Uygarlığı oluştu. Bu uygarlık Kur’an’ın oluşturduğu Fıkıh ve Arapça ilimleri içinde tüm dünya uygarlığının girdiği bir uygarlıktı. Bu uygarlık Batı dünyasına etki etmiş, Arapça eserler Lâtince’ye çevrilerek Avrupa Uygarlığı’nın doğmasına neden olmuştu. Selçuklular 1071’de Malazgirt’te Bizanslıları yenmiştir. Ondan sonra Türkler iki koldan Anadolu’ya gelmeye başladılar. Anadolu Hıristiyan, Rum ve Ermeni halkıyla birlikte Müslüman Türk halkının ortak yurdu olmuştur.
Türklerin Bizans topraklarına yerleşmeleri aşağıdaki sebeplerden kolay olmuştur.
- Ortodokslarla Müslümanlar eski Slav-Türk geleneği içinde birlikte yaşıyorlardı. Lâik yönetimi biliyordu. Halkın dini bir sorunu yoktu. Çünkü bu hususta en küçük bir sıkıntıya girişmediklerini görmüşlerdi.
- Bizans yaşlanmış ve çökmeye başlamıştı. Katolikler Bizans’ı tehdit ediyorlardı. Ayrıca kuzeyden gelen Türk halkı ile Cermen halkının devamlı saldırıları içinde idi. Kendisini savunamıyordu. Türklerden yardım istiyordu. Türkler Trakya’ya Bizans’ın dâveti ile gitmişlerdir. Kosova savaşları Bizans’ı savunma savaşlarıdır.
- Türkler ekonomik zenginlik getiriyorlardı. Boş bulunan yaylalara Türkmenler geliyor, yazları oralarda hayvanlarını otlatıyorlardı. Kışları ise ovalara iniyor ve hayvanlarını Hıristiyanların tarlalarında otlatıyorlardı. Bu durum hem tarlaların otlanmasını, hem de gübrelenmesini sağlıyordu. Bundan başka karşılıklı mübadele ile de iki taraf zengin oluyordu. Diğer taraftan asker olarak gelen kentli Türkler ülkeyi savunuyor ve güvenliğini sağlıyordu. Halk kendi işyerlerinde çalışıp üretiyordu. Cüzi vergi ile kurtuluyor ve askere gitmiyordu.
- Türkler askeri maksatlarla yollar ve kervansaraylar inşa etmişti. Buralardan herkes bedava olarak yararlanıyor ve gelip geçiyordu. Bu ekonomide büyük gelişme sağlanmıştı. Ayrıca Türklerin inşa ettikleri cami ve medreselerde de daha çok Hıristiyanlar çalışıyor ve refah içinde yaşıyorlardı.
Bu sebeplerden dolayı tekfur beyleri kale kapılarını kızlarına açtırıyor ve komutanlarla evlendiriyor, böylece kendileri yine bey olarak kalabiliyordu. İmparatorlar da ülkeyi koruyamayacaklarını anlamışlardı. Bir ara Avrupa’daki Katoliklerden yardım istemişler ama Katolikler geldiklerinde bizzat kendileri ülkeyi istila etmiş ve yağmalamışlardı. Bunun üzerine yardımı daha çok Türklerden istediler. Yani imparatorlar ve tekfurlar imparatorluğu kendi elleri ile Müslümanlara uzlaşarak teslim ettiler. Hiç olmazsa kilise ve beyler bunun böyle olmasından rahatsız olmadılar.
Osmanlılar bu sayede tarihin üç büyük uygarlık kaynağının tek varisleri idiler. Bu uygarlıkları sentez ederek ileri olmayan ama güçlü olan bir uygarlık oluşturdular. Bütün Arabistan’ı, Kafkasya’yı, Kuzey Afrika’yı ve Balkanlar’ı istilâ ettiler. Bizans kadar, hattâ daha geniş bir imparatorluk kurdular. 1453’de İstanbul’u aldılar.
İstanbul’un Fethi ile Yeni Çağ başlıyordu.
- İslâm’ın kiliseye olan üstünlüğü kesinleşmiştir.
- Hıristiyan Bizans imparatorlarının yerini Müslüman Osmanlılar almıştır.
- Avrupa doğudan tamamen ümidini kesmiş ve yüzünü batıya denizlere çevirmiştir.
- İstanbul’daki fikir adamlarından bir kısmı Roma’ya gitmiş ve oraya doğu uygarlığını taşımışlardır.
İstanbul’un fethi Batlılara önemli teknoloji aktarmasını yapmıştı.
- Barut ve top öğrenilmişti. Böylece batıda feodal beyliklerin sonu geliyordu.
- Astronomi, coğrafya ve pusulayı öğrenmişler, bu sayede açık denizlerde seyretmeye başlamışlardır.
- Kâğıdı ve bunun sonucunda matbaayı öğrenmişler, böylece yeni fikirlerin yayılmasında ve ilmin oluşmasında büyük yarar sağlamışlardır.
- Osmanlılardaki lâik yönetimi, vakıf kuruluşlarını ve kervansarayları, devlet düzenini öğrenmişler, kendileri de yenilikler yapma yollarına gitmişlerdir.
Osmanlı İmparatorluğu işte bu hızla ve olumlu gelişmelerle Avrupa’ya doğru ilerlemektedir. Macaristan’ı da ülkesine katmıştır. 1683 Viyana’yı kuşatır ve Avusturya İmparatorluğu’na son vermek ister ama başaramaz. 1699’da Macaristan’ı geri verir. Osmanlı İmparatorluğu bundan sonra kendisini yenilemeye başlar. Ancak bu kolay bir iş değildir. Batı yeni uygarlıkta geridir; ilerlemektedir. Osmanlılar ise eski uygarlıkta ileridir; gerilemektedir. Batı dünyası henüz Osmanlılar seviyesine gelmemiştir. Batı 18. yüzyılda üstün olmuştur. Osmanlılarda Avrupalılaşma hareketleri 19. asırda resmen başlamıştır.
Avrupalıları yenmek için Avrupalılaşmak.
Kur’an’ın getirdiği yüksek değerlerle şımarık hâle gelen Müslümanlar kendilerini her zaman yüksek görmüşlerdir. Müslüman olmayanların cehennemlik olduğunu, Müslüman olanların günahkâr olsalar bile sonunda cennete gidecekleri garantisi ihtiva eden bir inanç içinde olmuşlardır. İslâmiyet’in dayandığı dört delille hiçbir ilişkisi olmayan bu inanç halk arasında yerleşmiştir. Kur’an’ın bildirdiğine göre böyle bir inanış hemen her inanç sisteminde vardır. Ancak diğerleri onun bir yalan olduğunu bile bile inanıyorlardı. Kur’an ehli için ise gerçek yanı vardı. Birden bire Batı dünyasının üstünlüğü ortaya çıkınca halkın inançları da sarsılmaya başlamıştır. İşte buna karşı çıkabilmek için orduda yenilik yapılmıştır.
Aslında Türkler birkaç asır içinde değişik maceralar geçirmişlerdir. Göktürklerdeki tek Tanrı inanışından sonra Budizm ile karşılaşmışlardı. Onu sindirmeden İslâmiyet ile karşılaşmışlar, onu tam olarak benimseyince Moğolların baskınına uğradılar. Şimdi de Batı ortaya çıkmıştır. Böylece hep inançlarına saldırılmıştır. Ne var ki, Türkler yenilikler yaparken eski değerlerini de değişik kılıfla korumuşlardır. Dolayısıyla Türkler tarihte geçirdikleri uygarlıklara İslâm kisvesini giydirmişlerdir. Nitekim Batı’yı da böyle karşıladılar. Onların İslâmiyet’e uygun olan değerlerini alıyor, ama İslâmiyet’i bırakmıyorlardı.
İslâmiyet’in üstün tarafları:
- İslâmiyet’te evlilik dışı ilişkiler haramdır. Sadece evlenenler meşru olan cinsî ilişkide bulunurlar. Aile içi bağları çok yüksektir. Bu bağlar topluluk içinde de kendisini gösterir ve insanları merhametli kılar.
- İslâmiyet’te herkes başkasının hakkının kendisine geçmemesi için çalışır. Birisi hakkını yerse sabreder. Ecrini Allah’tan ister.
- Müslümanlar misafirperverdirler. Konukları kim olursa olsun, kendi hayatlarından daha üstün bir şekilde ağırlarlar. Kendilerinin yemediği yemeği onlara yedirirler, yatmadığı yatağa onları yatırırlar.
- Müslümanlar kendilerini kimseden aşağı görmezler, ama kimseden de üstün görmezler. Vakarlarını korur, başkalarına saygı gösterirler.
- Müslümanlar savaştan çok korkarlar, ama savaşa bir defa girdiler mi, artık ya zafer ya ölüm şıkları vardır, üçüncü şık yoktur.
- Müslümanlar ölmekten değil, öldürmekten korkarlar. Cezadan değil, suç işlemekten korkarlar.
- Müslümanlar emek sömürüsüne karşıdırlar. Faizi haram sayarlar ve vebadan kaçar gibi kaçarlar.
- Müslümanlar haklı ise zayıf olana yardım eder ve onu galip getirirler. Kuvvetli olan haklı ise o zaman da uzak dururlar.
Günlük hayatta bu üstün vasıflarını taşıyan Müslümanlar, Avrupalılarla karşılaşınca bu duyguları istismar ettiler. O zaman da onları aşağı gördüler. Ne var ki, artık galibiyet onların eline geçmişti. Masonluk teşkilâtı Osmanlılara da girmiş ve Avrupa düşüncesi aristokratik düşünce olmaya başlamıştır.
- Türklerin ilk Avrupa hareketleri Bizans saraylarını ve kanunlarını taklitle başladı. Bunu başlatan Fatih Sultan Mehmet’tir.
- Ondan sonra Lâle Devri’nde Avrupa’nın sermayesi ile yarış başlamıştır.
- Yeniçeri ordusu kaldırılarak Batı modeli ordular kurulmaya başlanmıştır.
- Tanzimat Fermanı ile hayali sorunlar Avrupa yasalarıyla çözülmek istenmiştir.
- II. Abdülhamit Batı tipi okullar açarak halkın batlılaşmasına doğru adımlar atmıştır.
Böylece Osmanlı İmparatorluğu Avrupa’yı yenmek için Avrupalılaşma çabasına girmiştir. Masonların organize ettikleri düşüncelerle de ülke üç düşüncenin arkasından koşmaya başlamıştır. Irkçılar, Türkiye2nin İslâmiyet’i de bırakarak Şamanizm ile kendisini geliştireceğini savundular. Müslümanlar, İslâm dinini esas alarak kurtulmamız mümkündür dediler. Masonlar ise kayıtsız şartsız Avrupa’ya teslimi önermeye başladılar. Bu çabalar Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtaramamıştır, ancak bu mantık içinde yetişenler Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuşlardır.
b) JAPONYA’NIN GELİŞMESİ
Yeryüzü denizlerle çevrilidir. Karalar beşte ikiden azdır. Karalar iki yerde kümelenmiştir ve büyük kısmı eski dünya dediğimiz yerlerdir. Asya, Avrupa ve Afrika olarak kıtaları yan yanadır. Akdeniz Karadeniz ve Hazar Denizi birer iç göl gibidirler. Bu kıtalar parçasının doğusunda ve batısında iki ada vardır. Buralar Allah tarafından karalardan denizlere atlama yeri olarak yaratılmıştır. İngiltere’nin özelliği, daha küçük denizle Amerika kıtasına komşu olmasıdır. Japonya ise açık denizlere tam olarak açıktır. Uygarlıkların kaynağı da Ortadoğu’dur; Dicle, Fırat ve Nil’dir. Uygarlıklar hep burada doğdu ve gelişti. Uygarlık tarihi incelendiği zaman, adeta buralar olmasaydı uygarlık olamayacakmış gibi görünür. İngiltere’nin başka bir avantajı ise uygarlığın merkezine yakın olmasıdır.
Hindistan’a uygarlık deniz yoluyla gitmiştir. Basra Körfezi’ne yakın olması sebebiyle Hindistan’a gidilebilmiştir. Dicle ve Fırat’a benzer yerler olduğu için orada uygarlık gelişmiştir. Çin’e ise uygarlık Orta Asya’dan giden tunç arabalarla ulaşmıştır. Mezopotamya Uygarlığı’ndan etkilenmiştir. Buradan Kore ve Japonya’ya da geçmiştir. Önce avcılık, sonra da kentleşme başlamıştır.
Budizm Hindistan’da doğmuştur. Hindistan’a harf yazısı gelmeden önce Çin’e geçmiştir. Budizm Hıristiyanlığın gelişmiş şeklidir. Hıristiyanlıkta dinî hükümler var, siyasî veya yönetim hükümleri de var, ama Tevrat’ın hükümlerini içerir. Budizm ise böyle başka kitabın hükümlerini de içermez. Budizm tetkik edildiğinde gerek üslûbu gerekse içeriği ile İncil ve Kur’an ile aynı kaynaklı olduğu anlaşılır. Budizm Hindistan’da doğmuş, ama sınıflı kast teşkilâtını benimsediği için Hindistan’da Budizm tesiri ile Brahmanizm’in evrimleşmesi ile doğan İnduizm yayılmıştır. Çin’de, oradan Kore ve Japonya’ya ise din olarak Budizm yayılmıştır.
Şimdi yeryüzünde iki büyük din yayılmıştır. Bunlar bugün hâlâ varlıklarını sürdürmektedir. Biri mistisizmdir, ruhbaniyettir. Burada gerçekler mantık yoluyla değil, duygularla çözülür. İnsanlar nefislerini ve bedenlerini arıtırlarsa gerçekleri görürler. Hakikatleri öğrenirler. Bu görüş Çin’de ve Hint’te gelişmiştir. Türkler tarafından tarikat olarak getirilmiştir. Hıristiyanlığa da aşılanmıştır. Japonya bu kültürün denizlere açılan bir merkezidir. Diğer taraftan İbrahimî dinler ise aklî dindir ve rasyoneldir. Muhakeme ile, deney ile, müsbet ilimle bulunur. Bu iki uygarlık 751’de Orta Asya’da Talas denen yerde karşılaşmış ve mistisizm mağlup olmuştur. O zamandan beri İbrahimî Uygarlık dünyaya hâkim olmuştur. Bununla beraber onlar da varlıklarını korumuştur.
Budizm’in ve İndüizm’in eğitiminde yetişenler müsbet gelişmelere yatkın değildirler. Oysa İbrahimî eğitimde yetişenler müsbet düşüncenin içindedirler. Tevrat şeriatı, İncil tarikatı öğretmiştir. Tarikatın asıl kaynağı Budizm’dir. Kur’an bunlara eşit mesafededir. Kim Kur’an’ı hangi gözle okursa o öyledir, ona o sahada yol gösterir. İşte Talas zaferinden sonra Batı sevisnşi korumuş, XX. yüzyıla kadar herhangi bir hareket gösterememiştir. Japonya’da da uzun zaman bu durum değişmemiştir.
Hz. Nuh’un oğlu Yafes doğuya gitmiş, Çinlileri oluşturmuş. Çinliler kuzeye giderek Moğolları oluşturmuştur. Moğollar Batıdaki Cermenlerle karışmış ve İskitleri oluşturmuş. İskitlerden sonra Orta Asya’da Hun İmparatorluğu doğmuştur. Orta kuzeyin ortasında bir yer olduğu için büyük imparatorluklar ortaya çıkmış, halkı da her tarafa yayılmıştır. Ne var ki, Çin’e giden Türk ve Moğollar Çinlileşmişler; ama Kore halkı, Tungus halkı, Japon halkı ise Çinlileşmemişler, sadece uygarlıklarını almışlardır. Yafes hece dilini alırsak, önce Çin ve Ural-Altay dilleri oluşmuş, Ural-Altay dilleri Ural ve Altay olmak üzere ayrılmıştır. Altay dilleri de Türk-Moğol dilleri ile Japon ve Kore dillerine ayrılmaktadır.
Demek ki, İngiltere Lâtin kültürünü almış Cermen halkından, Japonlar da Çin kültürünü almış Türklerden ibarettir. Demek ki, yalnız coğrafya benzerliğini paylaşmıyorlar, sosyal gelişmeler de benzerdir.
Japonya’dan MÖ 8000 Komanalar, MÖ 300 Yayolar (kuzeyde Aynular), MS 300 Altay kökenli Kore göçleri MS 500 Budizm’in ve tarih döneminin başlaması, Çin Uygarlığı, 1200 Şogunşar, askeri yönetim, iç savaşalar. 1550’de Portekizliler gelir, tüfek Japonya’ya girer. Ülke devletçe Hıristiyanlaştırılmak istenir. Kore’nin fethine girişilir, başarılamaz. Çinlilerle uzlaşma dönemi başlar. 1637’de Hıristiyanlar isyan eder. Bastırılır ve yasaklanır. 1854’de Amerika, İngiltere ve Rusya serbest ticaret anlaşmasını imzaladılar. 1868’de halk isyan eder. Merkez Tokyo’ya gelir. Aydınlar dönemi başlar. Meis döneminde batılılaşma başladı. Çinlilerle savaştı, Kore’de haklar etti. Ruslarla savaştı. 1905’de Rus donanmasını yendi. I. Cihan Savaşı’nda Osmanlı ve Almanya tarafında yer aldı. Sibirya’da Bolşeviklerle savaştı. 1922’ye kadar Sibirya’da kaldı. 19120 Paris Anlaşması’nda Ekvatorun kuzeyindeki Alman adalarını elde etti. 1926’da Faşizm dönemi. Mançurya istila edilir. Çin’in kuzeyini alır ve Nakide bağlı devlet kurarlar. Rusya ile saldırmazlık paktı imzalandı. Japonlar Amerikalılarla savaşa giriştiler, bütün Pasifik Okyanusuna hâkim oldular. Sonra yenilmeye başladılar ve Atom bombaları karşısında kayıtsız şartsız teslim oldular.
İşte bu şekilde Japonya da Osmanlılar gibi Batılılaşma hareketine girişmiştir. Bunu şu sebeplere bağlayabiliriz.
- Avrupa Uygarlığı bulduğu buhar lokomotifleriyle denizlerde seyretme imkânına ulaşmıştır. Son derece ****??? ve o zamanki imkânlarla en hızlı ulaştırma araçları sayesinde dünyaya uygarlık duyurulmuştur. İngiltere’ye çok benzeyen adaları sayesinde onun gibi uygarlıkları benimsemişlerdir. Önce denizci oldukları için yeni tekniği benimseyerek onlar da denizlerin fatihi olmayı denemişlerdir. Bunun başaramadılar ama kendilerini koruyabildiler.
- Doğu Asya’da Avrupalılar ilk olarak Japonya’ya gelmişlerdir. Avrupa güçlü değilken Avrupalılarla karşılaşan Japonlar onlarla birlikte gelişmeye başladılar. Denizci ve savaşçı olan Japonlar Avrupalılarla her zaman boy ölçüştü ve Uzakdoğu’da Avrupa Uygarlığı’na köprü oldu. İngiltere, Avrupa Uygarlığı’nı denizlere yaydı. Japonya, Avrupa Uygarlığı’nı doğudan karaya sokma durumunda oldu.
- Japonya’da Avrupa öncesi uygarlık ilk çağ uygarlığı idi. Yenilik yapmak son derece kolay olmuştur. Oysa Çin ve Hint’te gelişmiş ilk çağ uygarlığı vardı. Yenilik yapmak zor idi. Rusya ise yarı uygarlaşmış ülke idi. Avrupalılaşmak daha kolay olmuştur. Osmanlılar ise İslâm Uygarlığı’nın en ileri durumunda idiler. Uygarlaşmaları hepten zor olmuştur.
- Yahudi sermayesi Japonların gelişmesini desteklemiştir. Bunun iki sebebi vardır. Biri, İngiltere’nin hakimiyetini dengelemesi için Amerika Birleşik Devletleri’ni oluşturmuştur. Güney Amerika’yı Katolik Lâtin kültürü içinde bırakmıştır. Kara Avrupa’sı ile İngiltere’nin arasını rejim ayrılığı ile çatıştırmıştır. Ama Okyanuslardaki hakimiyette de İngiltere’ye karşı ikinci kuvvet olan Japonya’yı çıkarmıştır. Japonya da İngiltere’yi taklit etmiştir. İkinci sebebi de, Çin’e ve Uzakdoğu’ya Avrupa Uygarlığı’nı yani sermaye sömürüsünü Japonya sayesinde sokmuştur. Çin’deki komünist ihtilâlini Japonya eliyle finanse etmiştir.
Avrupa’da 7 büyük devlet oluşuyor.
- İngiltere
- Fransa
- İtalya
- Almanya
- Rusya
- Avustrlalya
- Osmanlılar
İLMÎ OLAYLAR
- İLMÎ SANAYİ DOĞUYOR
A) SANAYİ METEMATİĞE DAYANDIRILIYOR.
- İnsanı ile değer canlılar arasında büyük bir fark vardır. Diğer canlılar dışardan aldıkları etkileri zaman içinde tecrit ederler. Böylece eşyaları ve varlıkları taburlar. Onunla ilgili herhangi bir davranış sözkonusu ise, daha önceki programla o davranışı yapabilirler. Bir hayvanın hareketlerini yapabilen bir robot yapılabilir. Bu hususta insanla hayvan arasında fark yoktur. İnsanla hayvan arasında önemli olan dört farkı belirtelim:
- Dışarıdan gelen etkilerin yanında kendisi birtakım varsayımlar ortaya koyar ve zihninde ayrı bir Kâinat var eder. Kafasında varlıklar icat eder. O varlıklar arasında ilişkiler kurar. Muhakemeyi ileriye götürerek ileride olacakları belirler. Buna zihnî âlem denir. Bunun yanında bir de haricî âlem vardır. Zihnî âlemle haricî âlem arasında beraberlik tesis edilir. Böylece hariçte cereyan edecek olaylar önceden bilinir. Yarın saat kaçta Güneş doğacağını, hattâ Ay’ın ne zaman tutulacağını bilir. Bu özellik insanlara ait olup, hayvanlar böyle bir şey yapamaz.
- İnsan beyninde projeler üretir. O projeleri dışarıda gerçekleştirir. Böylece keşiflerde bulunur. Hayvanların beyninde de projeler vardır. Ama o projeler kendisine doğuştan bildirilmiştir. Onu uygular. Bu sebepledir ki, tür değişmedikçe yani beynine yeni genler girip yeni proje dışarıdan yüklenmedikçe yeni hiçbir proje üretilemez, dolayısıyla sanayide hiçbir yenilik olmaz. Oysa insan zihni kendisi zihnî âlemde projeler üretir. Onların bir kısmını kendi elleri ile dışarıda gerçekleştirir.
- Bütün bunları insan tek başına yapmaz, dil denilen araçla her beyin kendi zihnî âlemini başka beyinle paylaşır. Ortak zihnî âlem doğar. Ortak dil ortak zihnî âlemi oluşturur. Bu ortak zihnî âlemin dışarıdaki âlemle çakışan kısmına ilim adını veriyoruz. Çakıştığını ispatlayabilmek için zihinlerimizde ortak proje yaparız ve onu dışarıda tahkik ederiz, uyuyorsa o ilmî olur. Geleceği bilmek, bir âlet yapabilmek ilimdir.
- İnsan böylece geçmişi ve geleceğini bilince Kâinat’ın yaratıcısını, insanın sorumluluğunu, hak ve vecibelerini düşünmeye başlamış, öldükten sonra da varolacağını benimsemiştir. Sorumluluğu düzenlemek için de kanunlar yapmış ve şeriatı oluşturmuştur. Hayvanlardan farkı bu şeriatın aynı tür içinde dil gibi farklı olmasıdır.
İnsanlık tarih boyunca hep ilim sayesinde ilerlemiştir. Biri deney yapmış, muvaffak olmuş, sonra o yayılmış ve ortak evrim olmuştur. Toplayıcılıktan avcılığa, avcılıktan çobanlığa, çobanlıktan tarımcılığa hep ilmî veriler sayesinde ulaşmıştır. Mağaralarda yapılan resimlerden öğreniyoruz ki bunlar ilmî tedrisat yapmakta idi. Ne var ki, henüz yazı icat edilmediği için bilgi sadece babadan oğula intikal etmiştir.
Gerçek ilmî faaliyet yazının icadıyla Sümerlerde başlar. Peygamberlerin öğretileri ile ileri bir ilim anlayışı ortaya çıkar. Matematik, cebir, geometri ve astronomi ilmî faaliyetlerin merkezi olur. Bunlar uygulanarak barajlar yapılır, ehramlar dikilir. Mesela, 1836’nın asal sayıları 17*3*3*3*2*2 sonra çarpılır ve doğrulanır. Yıldızın hareketleri hesaplanır, sonra gözlenir.
Bu ilmî düşünce sonra İbranilerde yayıldı. İbraniler harf yazısını buldular ve havralarda Tevrat’ı halka öğrettiler ve ilmin yaygınlaşmasını sağladılar. İslâmiyet ise kurduğu vakıf medreselerle ilmî bir otoritenin hakimiyeti dışına çıkarmıştır. Büyük gelişmeler kaydetmiştir. İlmin dayandığı iki kaynak vardır; ilmî dil ve matematik. Müslümanlar bu ilimleri sistemleştirdiler.
- Tecvit ilmi, anlaşma aracı olan dilin dayandığı sesleri inceler.
- Lugat ilmi, seslerin oluşturduğu kümelerin manâya delâletlerini ele alır.
- Sarf ilmi, bir kelimeden ona yakın kelimelerin nasıl türetildiğini anlatır.
- Nahiv ilmi, kelimeler arası ilişkileri ortaya koyar.
- Maani ilmi, bir anlamın değişik şekillerde nasıl ifade edilebileceğini öğretir. Böylece insanın özellikleri başlar.
- Beyan ilmi, bir ifadenin değişik anlamlarını karşılaştırır. Böylece yeni kelimelerin üretilmesini veya yeni manâların şarj edilmesini öğretir.
- ****???, konuşmada karşı tarafa fikirleri aktarırken onun dikkatini çekip dinletebilmek için nasıl bir sanatın kullanılacağını öğretir.
- Mantık ilmi, konuşmalarda hataya düşmeme ve ilimde ilerleyebilmek için usulleri öğretir.
Bu ilimlerin tamamı Müslümanların sadece Kur’an’ı anlamak için geliştirdikleri sekiz ilimdir. Bilhassa “Fıkıh Usûlü” dedikleri ilim ki, Batılılar “metodoloji” diyorlar, İslâm’a has bir ilimdir. Batılılar hâlâ mazbut ilim hâline getirememişlerdir. Müslümanlar bu sekiz ilmi en yüksek seviyeye çıkarmışlardır. Elbette bu ilimlerde hep gelişmeler olacaktır. Ama yeni ilim olarak değil de, o ilimde ilerleme şeklinde olacaktır.
Batılılar kendi dillerinde bunun ilk dört ilmini almışlar ve geliştirmişlerdir. Son dört ilimde onların hâlâ haberleri yoktur. Buna mukabil matematikte de sekiz ilim vardır. İlmin bunlara dayanır.
- Birimler. Matematiği uygulayıp sonuçlar elde edebilmek için birimlere ihtiyaç vardır. 1 ayrı birimdir. -1 başka bir sayı birimidir ı batımı bir de bir birimdir. Bunun dışında mekânın, zamanın, kitlenin ve kuvvetin ölçülmesi sözkonusudur. Birimleri vardır. Bir şeyin birimi bulunmuşsa yani ölçülebiliyorsa matematiğin konusu olur ve ilmîlik taşır.
- İkincisi sayılardır. Birimlerin çoğaltılmasıdır. Saymak ölçmek demektir. Mesela, sıcaklığı ölçmek, sesin şiddetini ölçmek, matematiğin ikinci dayanağı da budur.
- İşlemler yapmak. Toplamak, çıkarmak, çarpmak, bölmek, üs almak, kök almak, logaritmayı bulmak.
- Denklemler kurup bilinmeyenleri bilinenlerle çözmek. Değerlerde ayıklamalar yapmak. Buna “cebir” denmiştir.
- Değişmeleri incelemek. Türev almak, entegral almak, bunlarla ilgili sorunları çözmek. Buna “analitik” veya “tahlil” ilmi denir.
- İhtimaliyat hesapları yapmak. Kesin sonuçları veren matematik yerine, yüzde kaç muhtemel olduğunu bulmak. Böylece sosyal olaylara da matematik uygulanır hâl almıştır.
- Matrisler ve sistemleri ele almak, analokları bulmak.
- Bilgisayar programlarını üretmek.
Müslümanlar bu ilimlerden sadece ilk dördünü Avrupalılara öğrettiler, son dördünü ise Avrupalılar geliştirdiler. Demek ki ilimde Müslümanlarla Avrupalılar bugün eşit durumdadırlar. Dil ilimlerinde Müslümanlar sekiz, Avrupalılar dört tanesini biliyorlar. Matematikte de Avrupalılar sekiz, Müslümanlar dördünü biliyorlar. Dayanışma içinde ilimlerimizi tamamlarsak III. Bin yılın uygarlığını kurmuş olurlar.
İnsanlar ilmi ilk günlerden beri uyguluyorlar. Ancak eskiler ilmi astronomiye, geometriye, inaşat ve tıbba uyguladılar. Ancak bunlarda ilimden yararlanma vardır. Müslümanlarda müesseseler toptan her noktası ile ilmin denetimi içine alınmıştır. Bu konuda tarihî gelişim şöyledir.
Müslümanlar Allah’a inanmışlar, Kur’an’ı Allah’ın sözleri olarak kabul etmişlerdir. Hz. Muhammed’i de Allah’ın gönderdiği elçi olarak görmüşlerdir. Kur’an ve sünnete yaşayabilmek için;
- Önce Kur’an ve sünnetin tesbiti gelişmişti. Bu da kitabet ve kıraat ilimlerinin yanında, rivayet ilimleri ile ayıklama yanı yanlışları bulup çıkarma ilimlerini geliştirmiştir. Bu ilmî düşünüşün temeli olmuştur. Heredot tarih kitabını yazarken kendi gördüklerini ve duyduklarını aktarmıştır. Oysa Müslümanlar tamamen ilmî denetim içinde hadisleri ayıklamışlar, Kur’an’ın okunup yazılması hususunda da ilmi çalışmışlardır.
- Müslümanlar bundan sonra fıkıh ilmini geliştirmişlerdir. Bunun için kitap ve sünnette bulunan dağınık hükümleri tasnif etmiş, veya sayımlara göre sonuçlandırmış, ayrıca bunları dört delille ispat etmişlerdir. Uzun uzun ilmî tartışmalar yapmışlardır. Dört delil şunlardır:
- Kur’an’ın o husustaki hükmünü çıkarmışlardır.
- Kur’an’ı Hz. Peygamber’in uygulamasına bakarak yorumlamışlar ve yorumlama usûlünü geliştirmişlerdir. Bir haritanın işaretlerini anlamak için bir yere uygularsınız. Orada neyin ne manâ ifade ettiğini anlar, sonra o haritayı ona göre okur ve görmediğiniz, bilmediğiniz yeri belirlersiniz. İlmin temel metodudur. Bunu Müslümanlar uygulayarak Fıkıh ilmini geliştirdiler. Onun metodunu da ilmîleştirdiler.
- Fıkhın Kur’an’a göre doğru anlaşılmasını sağlamak için yukarıda saydığımız sekiz ilmi tamamen ilmî metotlarla oluşturdular. Müsbet ilimlerin lâik uygulamasını oluşturdular.
- Yunan ve Hint, hattâ Çin’den tercüme edilen kitapları müsbet ilmin mantığıyla ayıklayıp İslâmî inanışlar içine sokabildiler. Böylece ilmî düşünce ortaya çıktı. İbni Haldun’u veya İbrahim Hakkı’yı tetkik edenler bu ilmî mantığı görmüş olurlar.
Batılılar bu kültürü alarak sermayenin desteğiyle ilimlerde büyük gelişmeler kaydettiler.
- Önce matematik ilimlerinde eksik bulunan dört ilmi tamamladılar. Analitik, İhtimaliyat, Analoji ve Programlama ilimlerini geliştirdiler. Bunu 500 yıl içinde başardılar.
- Matematiği astronomiye ve coğrafyaya uygulayarak müsbet ilimler üzerinde ilmî metot oluşturdular. Tamamen tümevarım metodunu kullanarak ilmî olarak insanlığa sundular. Güneş merkezli gökyüzünü matematik formüllerle açıkladılar.
- Müsbet ilme dayanarak teknik projeler üretip insanlığı sanayi dönemine geçirdiler. Yeryüzündeki ikinci büyük inkılâptı. Birinci inkılâp tarım dönemine geçildiğinde gerçekleşmişti.
- Olayları Allah’ın iradesine bağlamaksızın açıklamaya çalıştılar. Bu da sünnetullahı açıklamadır. Sebepsiz hiçbir şey olmayacağı, ne var ne yok olabileceği esasından hareket ettiler.
Batılılar burada fahiş hataya düşüyorlardı. Ama ürettikleri ürünler doğru idi.
- Önce Allah zaman ve mekânı, madde ve enerjiyi var etti. Bunlara öyle özellikler verdi ki, ilk varsayımları doğru olarak koyuyorsak ve matematiği de tam bilirsek, ondan sonraki olaylar sanki kendi kendine oluyormuş gibi bilinebilir ve hesaplanabilir. Onlarla Müslümanlar arasında pratikte fark kalmamıştı. Müslümanlar ilk varsayımları Allah koydu yerine, sermaye ateistleri kendiliğinden var idi diyorlar.
- Belli zaman sonra güneşler ve gezegenler oluştu. İlk yaradılışla buraya kadar açıklanabilirdi. Ama yeryüzü özel olarak düzenlendi. Bunun için artı programa ihtiyaç vardı. Yine Batılılar bunun kendiliğinden olduğunu savundular.
- Sonra canlılar da yeni programlarla üretildi.
- İnsan ise program yapan bir varlık olarak yaratıldı. Bu da 19. asra ait ilimlerin açıklayamadığı bir konu olmuştur. Freud ortaya çıkıyor, ruhun varlığını inkâr ediyor ama ruhsal olaylar diye onun yaptıklarını açıklıyordu. Gündüz var, ışık var, ama Güneş yok.
İlmî gelişmelerin vardığı ilerlemeler.
- Önce daha önce bulunan atalet kanunları artık tamamen matematikleştirilmiş ve sanayiye uygulanmıştır. Bu kanun şudur. Duran bir şeyi hareket ettirmek veya hareketli bir şeyi durdurmak için ona enerji vermek veya almak gerekir. Madde parçacıkları yeniden yaratılmadığı gibi, hızın karesiyle oluşan maddenin enerjisi ondan ona aktarılabilir, artmaz eksilmez.
- Yerçekimi dışında elektrik ve manyetik çekim kanunları bulunarak, enerji nakline ve enerji değişimlerine kolaylık sağlanmış oldu.
- Isı enerjisi keşfedildi, entropinin büyümesi kanunu geliştirildi. Böylece Kâinat’ta sıcaklar soğuyor ve soğuklar ısınıyor. Sonunda Kâinat ölü hâle geliyor.
- Fizikte atom bulundu, kimyada molekül bulundu, canlıda hücre bulundu. İrsin de genetik ışığında atomlardan oluştuğu görüşü hâkim olmaya başladı.
Bütün bunlar bir taraftan matematik sayesinde gelişiyor, diğer taraftan bunların açıklanması için daha ileri matematik üretiliyordu.
- İLMÎ SANAYİİN DOĞUŞU
İstanbul’a gittiğinizde Fatih Camiini düşününüz. Kubbesi var, kolonları var. Minaresine bakınız. Bunlar öyle yapılmıştır ki, bu kadar zelzeleler geçirdiği halde çökmüyor. Buna ilmî sanayi değil amelî sanayi diyoruz. Bunu ustalar yapmışlar, bozulmuş, sonra birbirinden öğrenip binlerce senelik deney babadan oğula intikal ederek o eserler oluşmuştur. Bu sanayi ilmî sanayi değildir. Buna karşılık bugün yüz katlı binalar yapılmaktadır. Ancak bu ilmin verilerine dayanmaktadır. Önce demir alınıyor, onun dayanma gücü ölçülüyor. Cetveller çıkarılıyor, değişik demirin özellikleri tesbit ediliyor. Sonra binanın şekli ortaya konuyor. İleri matematik sayesinde her noktada gelen kuvvetler hesaplanıyor. Ona göre demirin kalınlığı seçiliyor ve inşaat yapılıyor. Bununla birlikte demirin de bir yorulması var, paslanması var, böylece ömrü hesaplanıyor. Günü gelince bina yıkılıyor ve yenisi yapılıyor. Demek ki, “ilmî sanayi” dediğimiz zaman şu safhaları geçiriyor.
Önce proje yapılıyor. Bu projede kullanılan malzemenin şu özellikleri tesbit ediliyor.
- İstediğimiz işi yapabilmesi için nasıl bir mekanizmaya ihtiyacımız vardır?
- Bu mekanizmada her parçanın ve yerin büyüklüğü ne olmalıdır?
- Bu yerler hangi maddelere karşı dayanıklı olmalıdır?
- Bu yerler hangi kuvvetler gelecek ve kuvvetlere dayanıklı olması gerekir?
- Acaba burada ne miktarda sıcaklıklar hâsıl olur ve bu sıcaklıklar nasıl dışarıya atılır?
- Hangi maddeler kullanılacak ve bu maddelerin özellikleri neler olacak?
- Hangi artıklar oluşacak ve bunların özellikleri ne olacak?
- Bunları üretmek için ne kadar zamana ve emeğe ihtiyacımız var?
- Bunları kimler alacak?
İşte bunlar hesaplanır ve rakamlarla ortaya konursa, bu “ilmî sanayi” olur. Bunlar hesaplanmaz ve sezilerle yapılırsa, buna da “amelî sanayi” denir. 19. asırda genel olarak sezilere dayanan sanayi vardı. Oysa Avrupa’da 19. asırda tamamen ilmî sanayie geçilmiştir. Buna “sanayi inkılâbı” denmektedir. Çünkü halk artık kırlarda dağınık değildir, gittikçe büyüyen şehirlere geçmeye başlamıştır. Matematikle ilim arasındaki dayanışmaya benzeyen dayanışma, ilimle sanayi arasında cereyan etmiş, sanayi ilmîleşirken ilim de ilmîleşmeye başlamıştır. Sanayileşme Avrupa’ya üstün güç sağlamıştır. Sermayeyi büsbütün hâkim kılmıştır.
- Sanayide ilk devrim buhar makinesiyle olmuştur. Kol gücü yanında hayvan gücü, sı güce rüzgâr gücü daha önce kullanılıyordu. Ancak bunlar hareketsizdi ve küçük parçalara bölünemiyordu. Oysa buhar gücü harletli güç olmuştur. Bu sayede önce buharlı gemiler devreye sokulmuş, böylece tüm dünya Avrupa’nın müstemlekesi hâline gelmiştir. Demir yollarında kullanılan buhar makineleri sayesinde artık insanlığın kan damarları oluşmaya başlamıştır. Mil, kasnak ve kayışlarla enerji makinelere bölüştürülerek makine sanayii doğmuştur. Makine sanayii ucuzluğu sağlamış, maliyeti düşürmüş, kaliteyi yükseltmiş, sıradan işçilere iş yaptırılabilmiştir.
- Buhar makinesi yanında içten patlamalı motorlar icat edilerek bilhassa taşımada büyük kolaylıklar sağlanmıştır. Petrol bulunarak otomobil ve uçak gibi araçlarla artık ulaşım sorununu çözmüş ve tüm yeryüzünü tek kuvvet hâline getirmiştir.
- Kimyadaki ilerlemeler sayesinde ihtiyaç duyulan mallar çok kolay üretilmeye başlanmış, dökümcülük sayesinde çok çeşitli malzeme üretilerek büyük keşiflere imkân vermiştir.
- Elektrik ve mıknatıs sanayide kullanılmaya başlanmıştır. Elektrik enerjisinin çok önemli kolaylıkları vardır. Bir tür enerjiden diğer tür enerjiye kolay çevirebilirsiniz. Çok kolay nakledebilirsiniz. Çok kolay ölçebilirsiniz. İstediğiniz büyüklükte seçebilirsiniz.
İşte tamamen yeni ve eskiden sanayiin bilmediği keşifleri ile sanayi inkılâbını ekonomik ve sosyal inkılâplara da dönüştürmüştür. Bu büyük inkılâpların kaynağı hep Yahudi sermayesi olmuştur. Böyle birikimler olmasaydı bu imkânlar da doğmazdı.
2- REJİMLER İLİMLE AÇIKLANIYOR
A) Adam Smith Kapitalizmi Ortaya Koyuyor
İnsan hisleri ile ihtiyaçlarını belirler, fikirleri ile ihtiyaçlarını nasıl gidereceğini bilir, iradesiyle üretim yapar ve ünsiyeti ile ürünleri tüketir. Topluluk olarak neyin üretileceğine, nasıl üretileceğine, kimin üreteceğine ve kimin tüketeceğine karar verir. Sosyal müesseseler oluşur ve bu sosyal müesseselerle bu işler yürütülür. Din nelerin yapılmasına, ilim nasıl yapılacağına, ekonomi neyin yapılması gerektiğine ve nihayet siyaset kimin üreteceğine karar verir.
Tarihte başlangıçta aile üretimi ve tüketimi vardı. Ailece meyveliklere gidenler orada topluyor ve yiyorlardı. Yönetim ekonomiye karışmıyordu. Daha çok savunma ve korunma işlerini yürütüyordu. Avcılık zamanında üretim ekip hâlinde oluştuğu için aile üretimi yerine kollektif üretim başlamıştır. Çobanlık döneminde ise karma bir üretim şekli oluşmaya başlamıştır. Hayvanlar ailelerin olmuş, ama meralar kollektif olarak kullanılmıştır. Hayvanlar ortak olarak otlatılıyordu. Et, yün ve süt kişilerin oluyordu. Tarım döneminde ise özel mülkiyete geçilmiş, yine aile mülkiyeti gelmiştir. Kent dönemine geçilip büyük sulama tarımı yapıldığında yine tesisler kollektif olarak üretildi ve sonra yine tarlalar bölüşüldü, özel mülkiyet sözkonusu oldu. Mısır’da ise halk çobanlık yapıyor ama sulama tarımını kollektif olarak işletiliyordu.
Tarihte iki türlü ticaret ekonomisi gelişti. Biri, köyler din adamlarının veya sahiplerinin oluyor, köylüler onların ortağı olarak toprakları işliyor, mahsulü bölüşüyorlardı. Köylünün ihtiyacını toprak sahipleri gideriyordu. Mallarını onlar pazarlıyordu. Bu daha çok Avrupa tipi üretim şekli idi. Buna karşılık İslâm üretim şeklinde topraklar köylünün oluyor, halk ürünlerini pazarlarda veya kasabalarda serbestçe pazarlıyor ve ihtiyaçlarını da serbestçe sağlıyordu. Hangi çeşit üretim sistemi olursa olsun, Batı’da hükümdarların emirleri ile yahut oluşmuş geleneklerle sıkı kurallarla yönetiliyordu. Faiz yasağı hemen hemen her düzende esas kuraldı.
Avrupa’da Haçlı Seferleri’nin etkisiyle kasabalar oluşup da kasabalarda esnaf sınıfı ortaya çıkmıştı. Ama feodal beylerle din adamları kendi üstünlüklerini korumak amacıyla sıkı kuralları uygulamak istemişler, buna karşı burjuva denen kent esnafı direnmeye başlamıştı. İslâmiyet serbest ekonomiyi getirmişti Liberalizm vardı. Dolayısıyla Doğu’da ekonomi son derece başarılı denge kurmuştu. Çünkü bu amaçla aşağıdaki tedbirler alınıyordu.
- Serbest pazarın devam edebilmesi için tekel oluşmamalıydı. Bunun için faiz yasaklanmalıydı. Yoksa serbest pazar sistemi devam edemezdi.
- Serbest pazarın devam etmesi için sermaye vergisi alınmalıdır. Yoksa kâr sonunda tüm sermayeyi eline geçirip tekel oluşturur.
- Sosyal yardımın sağlanması gerekmektedir. Yoksul halk zenginlere çalışmak zorunda kalınca zamanla halka hâkim olur ve onların servetlerini elinden alır. Bu amaçla zenginlerden alınan vergiler halka dağıtılıyor ve yoksullar çalışmasalar da geçinme imkânını buluyordu.
- Paranın piyasada dolaşabilmesi için faiziz bir kredi müessesesi geliştirilmeliydi.
Yahudi sermayesi İslâmiyet’in ve Tevrat’ın bu öğretilerini dejenere etti. Liberalizmi savundu. Bunun tekele gideceğini biliyordu. Ama zaten istenen de bu idi. Önce liberalizmle toprak tekeli yıkılacak, sonra sermaye tekeli oluşacaktı. Ama bunu liberalizmi savunarak yapacaktı. 18. asırda Adam Smith liberalizmi savunmuştur. Ama liberalizmin asıl yaygınlaşması 19. asırda olmuştur. Bu dönemde liberalizm kapitalizme dönüşmüştür.
Sosyal bakımdan büyük bir sömürü ve zulüm olan liberalizm, ekonomi bakımından insanlık için zorunlu idi. Başka türlü evrim gerçekleşemezdi. Tarihteki evrimler zaten böyle doğar. Önce peygamberler gelir ve adil düzen kurarlar, adil düzen liberalizmi getirir ve halk bu sayede zenginleşip varlık sahibi olur. Ancak artık sistem tıkanmıştır. Nüfus artmış ve kaynaklar kurumuştur. İşte o zaman tekel oluşur, bu sayede yetersizlik giderilir. Kuvvet düzeninde sermaye tekellerde toplandığı için de yeni hamleler gerçekleşir. Maddî gelişme olur. Ne var ki, zulüm bu sefer sosyal bakımından çökertir. Peygamberler gelip yeniden hukuk düzeni kurarlar ve adil düzen sayesinde yeniden refah ve gelişme sağlanır.
Avrupa Uygarlığı’nda tamamen benzeri olmuştur. Önce İslâm’ın liberalizmi alınmış ama liberalizmi dengede tutan faiz yasağı, sermaye vergisi, sosyal dayanışma ve kredileşme müesseseleri çalıştırılmamıştır. Böylece tekel oluşmuş ve sermaye birikimi olmuştur. Bu sayede hem ilimde hem sanayide inkılâp olmuş, tarihin en büyük iki devriminden en büyüğü gerçekleşmiştir. Yani, Allah geceyi ve kışı yaratırken eğlence olsun diye yaratmamıştır. Gerekli olduğu için yaratmıştır. Kuvvet düzeni de sadece lüks olsun diye oluşmamıştır. İnsanlığa gerek olduğu için oluşmuştur. Hak düzeni de bu sebeple vardır ve gelmeye başlamıştır. “İnsanlık Anayasası” hak düzenin genetiğidir.
Adam Smith’in temel felsefesi şudur. Bırakın herkes kendi çıkarı için çalışsın en iyisi olur, o topluluğun çıkarı için de olur. Biraz açıklayalım. Kişi en çok para kazanacak malı üretir. Bunun anlamı şudur, kişi topluluğa en çok hangi mal gerekiyorsa onu üretiyor demektir. Diğer taraftan kişi en çok ucuz olan malları alıp tüketir. Bunun anlamı da şudur ki, topluluğun seebstini en iyi şekilde tüketmiş olur. Buradaki fiyat serbest pazarda oluşur, arz talep eşit olduğu yerde durur. Bu sayede kimin, nerde, ne kadar, neyi, nasıl üreteceğine fiyat karar verir, kimin, nerede, ne kadar, neyi, ne amaçla tüketeceğine de yine fiyat karar verir. Biz fiyatlarla müdahale ettiğimiz zaman üretim düşer.
Fiyatlara müdahale etmediğimiz zaman üretilen mal tüketime eşit olur, oysa bir malı biz daha yüksek fiyatla üretirsek gereğinden fazla üretilir, satılmaz. Düşük fiyat verirsek gereğinden az üretilir, bulunmaz. Sonunda bunların hepsi zarardır. Çünkü gereksiz bir malı üretmek demek, gerekli malı üretmemek demektir. Dolayısıyla, bırakınız istediğini yapsın deniyor.
Söylenen son derece doğrudur ama bunun arkasında gerekli tedbirleri almazsanız tekel oluşur ve bizzat liberalizm kendi kendisini yer. Bunu Adam Smith bilmez değildir. Ama zaten ilerisi için olması istenen budur. İslâmiyet’te tekele imkân vermeyecek şekilde herkes her işi yapabilmektedir. Yani kişi şeriatın içinde liberal olmalıdır. Kurallara uymak zorunda olmalıdır. Kişilere uymak zorunda olmamalıdır. İşte bu kadar basit bir şeyi Avrupa bilmezden geliyor.
- Liberalizm her yerde uygulanamaz. Emekte liberalizm uygulanmaz. Çünkü işçi kısa zamanda üretilemez. Azaltamazsınız, çoğaltamazsınız. Eğer işyeri fazla ise işçiler şımarır ve tüm ekonomi çöker. Eğer işyeri azsa bu sefer de patronlar işçiyi esir eder. O zaman henüz işçi sınıfı doğmadığı için bu konu tartışılmamıştır. Ama zaten halk toptan işçi olarak esir edilmek istendiği için gayet normal olarak bu dile getirilmeyecektir.
- Taşınmazlar ve tesisler de arz-talep kanunlarına tâbi değildir. Çünkü taşınmazlar bugünün değil geleceğin ihtiyaçlarına cevap verecektir. Oysa o gün fiyatın ne olacağı bugün belirlenemez. O zaman böyle dev tesisler de yoktu. Dolayısıyla söylenenlere itiraz etmek kolay değildir.
- Depo edilemeyen malların da arz ve talebi olamaz. Çünkü biraz fazla üretilirse boşa atılacak, eksik üretilirse de ihtiyaç karşılanamaz. Mesela, elektriği arz ve taleple dengeleyemezsiniz.
- Bazı mallar vardır ki rekabete açılamaz. Mesela, yollar ve kanallar arz-talep kanunlarına tâbi tutulamaz. Nakliyeciler için de aynı şey söylenebilir. Serbest rekabette boş arabalar gidip gelmeye başlar, bu da halkın aleyhine olur.
Hele hizmetlere gelinirse, tam tersine serbest rekabet yalnız zararlı değil, aynı zamanda imkânsızdır.
- Sağlık arz ve taleple sağlanamaz. Çünkü ülke sağlığa kavuşursa doktorlar aç kalır. Onun için çelişki vardır.
- Yargı arz ve talep kanunları ile karşılanamaz, çünkü hasımlık biterse avukatlar aç kalır. Çelişki vardır.
- Bakım işleri arz ve taleple karşılanamaz. Makineler arıza yapmazsa bakıcılar aç kalır.
- Güvenlik de arz ve taleple sağlanamaz. Güvenlik sağlanırsa güvenlik görevlileri aç kalır.
Görülüyor ki, Adam Smith samimi idiyse ancak kendi çağında geçerli olan kurallar koymuştur. 19. asırda uygulanmış ama tekele dönüşmüş ve liberalizm kapitalizme dönüşmüştür. Oysa peygamberler sisteminde binlerce yıl önce hükümler konmuş, bugün dahi dengesini kaybetmemiştir. Bu sorunları kapitalizm çözmemiştir. Liberalizm bir geri düzen olmuş, kapitalizm bunu sermaye tahakkümü ile çözebilmiştir.
Marksizm: Peygamberler Kâinat’ın yrnien yaratıldığını, devamlı evrim içinde olduğunu ileri sürmüş, evrimi de yaklaşık olarak bugünkü çizgilerle ortaya koymuşlardır. Kur’an’ın özeti olan ve ilk sûreyi teşkil eden Fatiha Sûresi’nin ilk âyetinde, Allah’ın âlemlerin Rabb’i olduğunu beyan edin demek suretiyle Allah’ı evrim yapan sıfatı ile takdim etmektedir. Sık sık arzın ve semâvatın evrimini yapan Rab’den söz eder. Buna karşılık Yunan düşünürleri Kâinat’ı durağan kabul etmişlerdir. Kıdem teorisini ortaya sürmüşlerdir.
Yahudi sermayesi dünyadaki gelişmeleri kendine göre planlamıştır.
Önce dinde reform ile kilisenin gücünü yıkacaktır. Sonra krallıklarla derebeylerin etkisini yok edecektir. Daha sonra krallıkları cumhuriyete çevirip millî bütünlüğü sarsacaktır. Demokratik, lâik düzen ilkeleri içinde toplulukları birbirine düşürecektir. Önce yıkmak, sonra yerine yenisini koymak ilkesi kuvvet uygarlıklarının işidir. Yıkıyor, sonra kendi hakimiyetini koyuyor.
- Demokrasi ile Batı önce dinin ve askerlerin gücünü yok ediyordu. Ekseriyetin istediği esas alınıyor ve ekseriyete uymayanlara karşı halk ayaklandırılıyordu. Ekseriyeti de sermaye ile kendisi satın almıştı. Çünkü artık işçi sınıfı oluşmuş ve halk sermayenin kölesi olmuştu. Olmayanları da etkin kişiler parası ile satın almak suretiyle seçimi daima kendisi kazanıyordu. Halk temsili sistemler ekseriyetle seçim yapıyor ve merkeze gelen sermayenin atadığı kimseler güya kanun yapıyordu. Oysa kanunu sermaye yapıyor, hükümetlere veriyor, hükümetler de meclise hükmediyor, meclis de onu onaylıyordu. İsterse onaylamasın; onaylamazsa soluğu seçimin yenilenmesinde bulurdu. Partileri sermaye kuruyor, o finanse ediyor, bilhassa seçimde iki partiyi destekliyor. Kim iktidar olursa onunla halkı çalıştırabiliyordu. Hükümetleri oluşturuyordu. Hükümetler de ekseriyetle geliyor ve eğer sermayeyi dinlemez olurlarsa,sermaye sayesinde mecliste ekseriyeti öbür tarafa geçirip düşürüyordu. Bunu da başaramazsa, askerî darbelerle bunu hallediyordu. Bunu da başaramazsa çıkardığı savaşla işini yapıyordu. Demek ki, Batı’nın demokrasi dediği şey sadece halkı kandırmak ve iktidarda olanları da hakimiyeti altında tutmak için kurulmuş mekanizmadır. Bunun böyle olduğu herkes tarafından bilindiği için de; “Ne yapalım, bundan iyisi yok!” diyorlar. Oysa, bundan çok iyisi var, yerinden yönetimli temsili sistem gerçek demokrasidir. Ama bu tür gerçek uygulamaları çok çok ender olarak, o da küçük devletçiklerde görmek mümkün oluyordu.
- Lâiklik insanları dinî baskıdan kurtaran bir müessese olarak ortaya konuyor, ama esas gayesi dinin baskısını yok edebilmek için dini yok etmek gerekir felsefesi ile hareket ediliyor ve dinsizlik öneriliyordu. Çünkü ekseriyet sistemi olunca eğer dindarlık olsa ekseriyetin istediği din olurdu. Bu da demokrasiyi yok ederdi. O halde dinin olduğu yerde demokrasi olmazdı. Din vicdanlarda ve gizli olmalıydı. Bunun da lâikliğe aykırı olduğu biliniyordu, ama daha iyisi yoktu. Oysa, daha iyisi vardı, yerinden yönetimli nisbî sistem uygulamasında lâiklilik de yer alır. Biri diğerini dinî baskı altına alamaz. Müslümanlarda uygulama böyle değil miydi? Lâikliğin tamamlanması hakemlerden oluşmuş tarafsız yargı müessesesi ile tamamlanmış olur.
- Batı ekonomide liberalizmi savunmuş, ama bunu kilise ve şövalyelerin etkisini kırmak için yapmıştır. Sonunda tekel ile liberalizmi yıkmıştır. Sermaye imparatorluğunu kurmuştur. Sermaye tekelinin oluşması için tüm tedbirleri almıştır. Sermaye vergisini kaldırmış, gelir vergisini koymuştur. Kârı bir tarafa atarak faizi getirmiştir. Köleliği yasaklayarak tüm çalışanları köleleştirmiştir. Gümrükler, vizeler, pasaportlar, bürokratik engeller koyarak tüm dünya ekonomisini denetimi altına almıştır. Ayrı ayrı devletler var, ama bu devletler sermayenin jandarmasından başka bir şey değildirler. Görünürde devletler, partiler var, gerçekte ise sermayenin örgüylerşi vardır. Böylece dünya fiilen bir devlet olmuştur. Ama adaleti tesis eden devlet değil de sermayenim hakimiyetini koruyan bir devlet. Bunun böyle olduğunu kendileri de söylüyor, ama başka çare yok diyorlar. Oysa yerinden yönetimli nisbî sistem bu sorunu da çözmektedir. Hem dünyayı bir araya getirmekte, hem de her devletin, ilin, bucağın ve ocağın varlığını korumaktadır.
- İlim sermaye tarafından üretilmektedir. Onun tekelindedir. Eskiden mevcut vakıf üniversiteleri ve okullar, medreseler ve tekkeler kapatılmış, yerine sermayenin denetiminde yeni vakıflar kurulmuştur. Şöyle ki, eski vakıfların gelirlikleri vardır: Ekonomiden tamamen bağımsızdı ve her türlü eğitim serbestti. Oranın yönetimi de bağımsızdı. Tedrisat serbestti. Hangi okul hayatta muvaffak olursa o okulun dersleri diğer okullarda kendiliğinden hâkim olurdu ve ilerleme sağlardı. İşte bu çoklu ve yarışmalı sistem sermaye tekeli tarafından ortadan kaldırılmıştır, yerine kendi denetiminde olan okullar kurmuştur. Paralı okullar, paralı kitaplar ve yardımla yaşayan yanı sermayenin yardımı ile yaşayan tedris yerleri. Bunun kötülüğü biliniyor ama cevap hazırdır; ne yapalım, bundan iyisi yok! Oysa, ondan çok iyisi vardı. Yerinden yönetimli nisbî sistem bu sorunu çözüyordu. Buna ekleyeceğimiz bir şey vardı, tedrisat serbest olacak ama imtihanlar birlikte yapılacak. Diplomalar teminatlı olarak verilecek. Yani diplomayı veren kuruluş, ehliyetli zarar iras ederse onu tazmin edecek.
Görülüyor ki, sermaye Tevrat’tan ve Kur’an’dan öğrendiği iyi şeyleri peş peşe sıralıyor, böylece eski müesseseleri ortadan kaldırıyor, ama sistemi öyle geliştiriyor, sonunda sermayeyi kayıtsız şartsız hâkim kılıyor. 18. asrın bu aldatmaca demokrasi, lâiklik, liberallik ve müsbet ilimcilik fikriyatı ile istenenler olmuştu. Ne var ki yerine oturamamış, hâlâ direnenler vardı. Halk bir türlü sermayenin dizginine girmiyordu. Yeni bir deneme içine girdi. Kendi oluşturduğu kapitalizme karşı yeni bir düzen oluşturma çabasına girdi. Hegel ile birlikte Marks bu yeni düzenin görevlisi olmuştur.
A) MARKSİZM’DE DÖRT DAYANAK VARDIR
a) İkili Denge
Kâinat’ta her şey zıtlardan oluşur. Bu iki zıt birbirleriyle karşılaşarak hayat sürüp gider. Yaz olur, kış olur. Biri yıkar, diğeri yapar. Yerçekimi var, merkezkaçı var, böylece yer dengede kalır. Doğum var, ölüm var. Öyleyse dengenin olabilmesi için mutlaka iki kuvvetin olması ve bunların dengede tutulması gerekir. Tabii ki bu ikili denge sisteminin bulucusu ne Hegel ne de Marks’tır. Ancak bunlar bununla sermayeye yönetim felsefesini geliştirmişlerdir. Bunlar arasında oluşacak çatışma ve aralarında kurulacak denge sermayeye dünyayı yönetme imkânını verecektir.
Her yerde siyasi ve sosyal çatışma oluşturulacak, sermaye bunların ikisini de destekleyecek, bu destekleme sayesinde bu bölünme kesin çizgilere ulaştırılacaktır. Dengede olan iki kuvvetten sermaye kimi desteklerse o tarafa gidilecektir. Böylece sermaye ekseriyet sistemi içinde çok ucuz bir şekilde yönetimi yürütecektir. Bu e eskiden beri bilinen ve bilhassa Yahudilerin kullandıkları bir usûldü. Müslümanlarla Hıristiyanları savaştırır, kendileri bu arada yaşama imkânı bulurlardı. Hz. Peygamber zamanında teşkil edilen bir ordu Suriye’ye hareket etmekte iken Peygamber vefat etmiştir. Ondan sonra Kudüs kendi isteği ile Hz. Ömer’e teslim olmuştur. O tarihte başlayan Hıristiyan-İslâm savaşı İstiklâl Savaşımıza kadar devam etmiştir. Bugün Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında cephe savaşı yoktur. Bazı isyanlar vardır. Bunu kışkırtan da hep sermayedir. Sovyetler Afganistan’a saldırmış ve halk direnmiştir. Ama Amerikalıların desteklediği Taliban grubuna teslim olmuştur. Amerikalılar Taliban’a saldırınca da yine savaşsız ülkeyi Hıristiyanlara teslim etmiştir. Sovyetlere karşı olan direnme sosyalizme idi, yoksa Ruslarla halk gayet iyi geçinmektedir.
İşte böyle, Yahudi sermayesi tarih boyunca Müslümanlarla Hıristiyanları savaştırmış, kendisi arada yaşamıştı. Marks ile Hegel’in geliştirdiği önemli ikili denge yeni bir ikili denge idi. Önce gericilik-ilericilik adı altında tüm eski müesseseler ortadan kaldırılmaya çalışılacaktır. Aile yok edilecek, din yok edilecek, milliyet yok edilecek, devlet yok edilecek. Böylece yoklukların yönettiği bir dünya oluşacaktır. Bunun adı komünizm olacaktır. Ama komünizmin teorisi yoktur. Aslında bunun olmayacağı bilinmektedir. Ama yok etme felsefesi buna dayandırılmış olacaktır Artık ikili denge gericilikle ilericilik arasında kurulacaktır. Aileye, dine, mülkiyete, devlete karşı olanlar ilerici, bunları savunanlar gerici olacak, böylece sermaye bu iki cephe arasında dengesini kuracaktır. Yani, daha önce gizli olarak işlenen fikirler, şimdi marl satarından açıkça ortaya konuyordu. Yıkıcılık cephe olmuştur.
b) Tarihî Evrim
Marks, İbni Haldun ve Durkheim’ın sosyolojilerini esas alarak ilmî açıklama yapıyordu. Kâinat’ta ikili denge olduğu gibi tabiî evrim de vardır. İnsanlık gelişmektedir. Dolayısıyla kapitalizm de tarihî evredir ve gelişip yok olacaktır, yerine sosyalizm gelecektir. Sonra sosyalizm de yok olacak ve komünizm oluşacaktır.
Tarım dönemine geçildiğinde herkesin tarlası vardı, insanlar liberal halde yaşıyorlardı. Sonra halk yavaş yavaş topraklarını kaybetti Toprak tekeli doğdu. Feodal beyler oluştu. Sonra sermaye hakim oldu. Halk toprakları satarak işçi oldu. Sermaye tekeli yahut tüccar tekeli doğdu. Sonra halk bu sefer kurduğu işyerlerini de satarak tamamen işçi hâline geldi. İşyerleri tekeli doğdu. Bu tekeller önce mahallî idi, sonra birleştiler ve tüm dünyada dev firmalar oluştu. Böylece sermaye tekeli doğdu. Marks buraya kadar olan gelişmeyi ilmî olarak doğru izah ediyordu. Marks, bundan sonra sektörler birleşecek ve devlet tekeli doğacaktır, sosyalizm olacaktır dedi. Bu tahmininde de yanılmadı. Sonra sosyalim de yıkılacaktır dedi. Bu tahmininde de yanılmadı. Sonra komünizm gelecektir dedi, ama burada yanıldı. Komünizm gelmedi. Şimdi fetret devri yaşanıyor.
“Adil Düzen” gelecektir. Bu “Adil Düzen” de “İnsanlık Anayasası” ile gelecektir.
Marks bu tarihî maddecilikle yalnız kehanette bulunmuyor, halkı da bu geleceğe doğru ilerlemeye çağırıyordu. Yani, kapitalizmin karşısında sosyalizmi koyuyordu. Bunu tarihî gelişme ile açıklıyordu. İşte bu açıklamalara bağlı olarak sosyalizmi tutanlar ilerici, tutmayanlar gerici kabul edilmişti. Yani, aileyi, dini, mülkiyeti yıkmak için önce koyu devletçiliği öneriyor ve buna “sosyalizm” diyor. Rakibi kalmayacağı için devlet de ortadan kaldırılacaktır. Bunu işçi sınıfı yapacaktı. Önce işçi sınıfı diğer üretici kaynakları ortadan kaldıracak ve herkes işçi olacak, devlet işçisi olacaktır. Kendi kendilerinin işçisi olacak, böylece köylü ve esnaf ortadan kalkacak, sonra da artık devlete gerek kalmayacağı için o da kalkacak ve komünizm olacaktır. Oysa komünizmin ne olduğu açık değildir ve ortada yoktur.
Aslında demek istiyordu ki, o zaman dünya devleti olacak, işçi hakimiyeti deyince de gerçekte sermaye hakimiyeti olacaktı. Çünkü devlet her şeye sahip olacak, devlete de sermaye hâkim olacaktır. Ancak artık para da kalmayacaktır, ücret de kalmayacaktır.
Marks bu teorileri geliştirirken 20. yüzyılda büyük etki yapmıştır. Yeni uygarlığın doğması için eski uygarlık yıkılıp gitmelidir. Ne var ki, yıkıcılarla yapıcılar aynı kimseler olamazlar. Mikroplar yıkar, tarlayı açar, tohumları yeşertir. İnsanlığın III. bin yılın inkılâbını yapabilmesi için II. bin yılın uygarlığının ortadan kalkması gerekir. İşte Marksizm bu işi yapmıştır. Toprağı kurutarak yeni tohumların ekilmesine imkân hazırlamıştır.
Marksizm’in açtığı tarlaya şimdi biz “İnsanlık Anayasası” yeni uygarlığı yeşertmiş olacaktır. Yani, tarihte her şey Allah’ın iradesi ve O’nun kanunları ile olmaktadır.
Marks bunun kendiliğinden olduğunu söylüyor ve kısa tahminleri doğru yapıyor, ama uzak tahminlerde yanılıyor. İbni Haldun uzam tahminleri yapmamıştı. O da olayları bir tür evrim kabul etmişti. Marks ise evrimci olarak açıkladı.
c) Kuvvetin Hakimiyeti
Marks’ın ortaya koyduğu ikinci varsayım ise kuvvetin üstünlüğüdür. Kâinat’ta her şey savaş içindedir. Birbirleri ile boğuşmaktadır. Bu boğuşmaların sonunda kim zafer kazanırsa o hayatta kalacaktır. Hak diye bir şey yoktur. Peygamberlerin, hattâ eski filozofların anlayışlarında Allah vardır, insanları Allah yaratmıştır. Allah adildir. Dünyada iyilerle kötüler savaştadır. Ama hep iyiler hâkim olmaktadır. Âhirette haksızlık yapanlara ceza verilecek, iyiler mükâfatlandırılacaktır. Bu düzen içinde insan önce anne-babasına ve yakınlarına borçludur. Sonra komşularına borçludur. Başka insanların emeklerinden yararlanıyor, borçludur. Nihayet sözleşmelerin yüklediği vecibelerle borçludur. Bunlardan dolayı alacaklıdır. Böylece aile vardır, mülkiyet vardır, din vardır, devlet vardır. Demek ki bütün bunlar hukuka dayanmaktadır. Yani, haklı ve haksız anlayışa dayanmaktadır. Haklı ve haksız anlayışı da Allah inancına dayanmaktadır, âhiret inancına dayanmaktadır.
Marks Tanrı’yı ortadan kaldırıp “hak” kavramını da yok edince, yerine “kuvvet” kavramını getirmiştir. Emek ile sermayeyi karşı karşıya getirip savaştırmış ve yenen yaşayacaktır demiştir. Tüm dünya işçilerini birleşip savaşmaya, isyan ve ihtilâle çağırmıştır.
Tabii ki bu ikili denge i,şlesine aykırı bir şeydi. Ama şimdilik komünizm gelinceye kadar buna ihtiyaç vardı. Komünizmde denge ise ilerici-gerici anlayışıyla korunacak, yani arada sırada yeniliğe karşı baş kaldırıp aileyi, mülkiyeti, dini ve devleti isteyenler çıkacaktır. Ama proleter güç bunlara nefes aldırtmayacaktır. Yine kendi diyalog çelişkisi içinde komünizmde artık mücadele kalmayacaktır. Herkes işçi olacak, işçiler de herkese hâkim olacaktır. İşçiler arasındaki birlik nasıl sağlanacaktır? Bu tür gerici sorular sorulmamalıdır.
Marks’ın bu tutarsız ütopik fikirleri yaşlanmış olan eskiyi ortadan kaldırması bakımından yararlı olmuştur. O fikirlerle yıkma mümkündür, ama yapmak asla mümkün değildir. İşte o yapma yükümlülüğünü “İnsanlık Anayasası” yüklenmiş bulunmaktadır.
d) Devrimcilik
Marks’ın dördüncü prensibi ise evrim yerine “devrim” olmalıdır. Evrimde yarışma vardır. Yarışanlardan güçlü olanlar ortalığa hâkim olurlar, ama karşı tarafı ortadan kaldıramazlar. Kaldırsalar zaten yarışma imkânı ortadan kalkar. Kuvvetli olan zayıf olanı yener ama yok edemez. Kuvvetli zamanla yaşlanır, hantallaşır, zayıf olan da bu arada toparlanır, bu sefer kuvvetliyi yener ve o kuvvetli olur. Böylece bu yarışma ve çatışmada evrim olur. Kâinat’ta böyle bir denge mevcuttur. Kurtlar çoğalınca kuzular azalır, kuzular azalınca kurtlar aç kalır, dolayısıyla zayıflamaya başlarlar. Kuzular azalınca otlar çoğalır, kuzular güçlenmeye başlar, sonra bir daha otlar azalınca kuzular da zayıflamaya başlar. Marks ise tarihî materyalizminde ilme uygun olarak açıklamalar yapmış, ama komünizmin gelmesinde ise bu evrimcilikten vazgeçerek devrimci olmuştu. Böylece kapitalizme karşı denge oluşturabilmiştir.
Aslında kapitalizm de sosyalizm de tutarlı birer rejimdir. Tekel rejimidir. Halk çalışacak, ücret alacak, ürettiği malları da sermayeye veya devlete satacaktır. Stoklara göre fiyatlar oluşturulup arz ve talep dengesi kurulabilir. Kapitalizmde Merkez Bankası var. Firmaları finanse eder. Aralarında rekabeti sağlarlar. Zarar eden devreden çekilir, sermaye kredi verdiği yeni kimseyi devreye sokar. Böylece sermayenin denetiminde serbest rekabet devam eder. Sosyalizmde ise firmalar arası serbest rekabet yoktur, ama çalışanlar arasında rekabet sağlanabilir. Gerek Adam Smith’in gerek Marks’ın öğretileri yeterli değildir. Yani, ne Adam Smith kapitalizmi tam açıklayabilmiş, ne de Marks sosyalizmi tam açıklayabilmiştir. Bu sebeple sistemler çalışmamıştır. Bizim hazırladığımız “İnsanlık Anayasası”nın gelmesiyle oluşacak düzende devletler sosyalizmi veya kapitalizmi kabul edebileceklerdir. Ama bunlardan çok daha ileri seviyede olan bir sosyalizmi ve kapitalizmi anlatmış olacağız, inşaallah. “Adil Düzen”i öğrenenler, aynı zamanda ileri seviyedeki sosyalizmi ve kapitalizmi de öğrenmiş olacaklardır.
Marks kapitalizmin gelişmiş şekli olan sosyalizmi ortaya koyarken, eğer aileye, dine, milliyetçiliğe ve devlete saldırmasaydı sosyalizm daha çok yayılacak ve tutulacaktı. Ama Marks sosyalizme ütopik varsayımlar kattı. Bunun sonucu olarak başarılı olmadı. Silah zoruyla uygulamaya geçti. Acaba Marks bunu niçin yaptı? Çünkü sermaye böyle istiyordu. Sermayenin gayesi gerçek sosyalizmin gelmesi değil, kapitalizmin karşısında bir güç oluşturma ve böylece dünyadaki hakimiyetini sürdürmedir. Eskiden bunları dinler arası çatışma ile sağlıyordu, şimdi rejimler arası çatışma ile sağlanmak isteniyor. Marks’ın gayesi sosyalizmi getirmek değil; aile, din, mülkiyet ve yönetimi sarsmak idi. Sosyalizmi istismar etmiştir. Sermaye, nasıl ki papalığı yıkmak için dini, feodalizmi yıkmak için krallığı, krallığı yıkmak için demokrasiyi istismar etmişse, şimdi de demokrasiyi yıkmak için sosyalizmi istismar etmiştir. Tabii ki, bu arada samimi sosyalistler de ortaya çıkmış ve aile, din, mülkiyet ve devlet düşmanlığını bırakmışlardır. Bunlar sol partiler olarak ülkelerinde iktidar olmuşlardır.
3- ATEİZM İLME DAYANDIRILIYOR
a) Kendiliğinden Varolan Değişmez Tabiî Kanunlar
Sermaye için din düşmanlığı temel ilke olmuştur. Aile, mülkiyet ve devlet düşmanlığı, bunları ortadan kaldırmayı düşünerek desteklememiştir. Kendisine karşı gelecek olan aile, mülkiyet ve devlet anlayışlarını yıkmak için yapmıştır. Yoksa, emrinde olmak şartı ile bu müesseselerin yaşaması onun için sorun olmamıştır. Onun için en büyük sorun “din sorunu” olmuştur. Tarihte büyük dinler oluşmuştur. Hıristiyanlık, İslâmiyet, Budizm ve Hinduizm din olarak yayılmış ve dinler oluşmuştur. Bunların yapılarında Yahudilikten üstün taraflar vardır. Bir defa Hıristiyanlık ahlâkı esas alıp insanlığı inandırmaktadır. Halbuki Yahudilikte yalnız şeriat vardır. İslâmiyet’te ise içtihat müessesesi gelmiş ve devamlı olarak kendisini yenileme imkânına sahip iken Yahudilikte böyle bir imkân yoktu. Hıristiyanlıkta mistisizmin yanında pozitivizm vardır. Yahudi şeriatı aynen kabul edilmiştir. Oysa Budizm’de şeriat yoktur, dolayısıyla değişmeye ve gelişmeye daha çok müsaittir. Hinduizmin Yahudiliğe üstün olacak bir tarafı yoktur, ama başka din mensuplarını dinlerine kabul edebiliyor. Oysa Yahudiler İbrani olmayanları Yahudiliğe kabul etmiyorlar. Bundan dolayı Yahudilik bir insanlık dini olmaya müsait değildir. Dindar olan halkı daha geri kalmış bir dinle yönetmek mümkün olmadığı için, sermaye dini tamamen yok edip yerine ateizmi hâkim kılmak istemiştir. Böylece kendisinden üstün dinleri yok edince rakibi kalmayacaktır. Oysa ailede, mülkiyette ve devlette böyle bir sorun yoktur.
Bundan dolayı ateizm Batı Uygarlığı’nın temel vasfı olmuştur. Batı dinin yerine ilmi ikame etmek istemiş ve kendine göre uydurma tasnifler yapmıştır. Sihir dönemi, din dönemi, felsefe dönemi ve nihayet ilim dönemi. Yani, dini inanışlar tarihî devrelerden bir devredir, dolayısıyla artık buna gerek kalmamıştır. Gelecekte dinler ortadan kalkacak ve dinsiz bir dünya oluşacaktır. Bu hedefe varabilmesi için bütün dinlerin reddettiği bazı ilkeleri temel olarak kabul etmiş, bütün dinlerin kabul ettiği ilkeleri de yok saymıştır.
- Bütün dinler serbest cinsî ilişkiyi haram kılmıştır. Sermaye bunu meşrulaştırmış ve her vasıta ile halkı fuhşa teşvik etmiştir. Dinî televizyonlar bile zina tellallığı yapmaktadırlar.
- Bütün dinler faizi haram kılmıştır. Sermaye ise tüm ekonomiyi faize dayandırmış ve herkesi faiz içinde boğmuştur.
- Bütün dinler Tanrı inanışına dayanmıştır. Şirk koşulmuş ama tarihte hiçbir topluluk tek Tanrı veya tanrılar olmaksızın bir düşünceye sahip olmamıştır. Sermaye Tanrı inanışını ortadan kaldırmış ve kendisine göre ateist bir dünya kurmaya çalışmıştır.
- Bütün dinler âhiret inancına sahiptirler. Herkes Tanrı’ya hesap vereceğine inanır. Ama sermaye öldükten sonra hayat yoktur ilkesini esas almış, dolayısıyla insanın ahlâkını da yok etmiştir. Menfaatçi olup kişiliği olmayan zavallıları üretmiştir.
Dinin yerine de ilmi koymak istemiştir. Oysa, bu tamamen ilmî olmayan bir yol idi. Yani, sermaye ilme karşı gelebileceğine, tabiî ve sosyal kanunlar olmaksızın da Kâinat’ın yönetileceğini sanmıştır. Burada da çelişki vardır. Tarihî maddecilik diyor ama psikal ve sosyal kanunlara uymak istemiyordu. Oysa gerçek tamamen farklıdır.
Önce insanın irsî ve kesbî özellikleri vardır. İrsî özellikler doğuştan gelmektedir. O özellikleri insandan alamazsınız. Nasıl taştan düşme özelliğini yok edemezsiniz ama taşı kum yapabilirsiniz, çakıl yapabilirseniz, insanın da böyle tabiî yaratılışı vardır. Bunları yok edemezsiniz. Bu hususta çok daha önce yazdığım bir makalemi buraya alıyor ve geçiyorum.
AKEVLER Dergisi, 17-18. sayılar, 2-9 Aralık 1977
GELECEĞİN DÜNYASI
Tarihte peygamberler gelmiş, gelecekten haber vermişlerdir. Filozoflar gelmiş, onlar da gelecekten haber vermişlerdir. Filozoflar bu haberlerinde daima yanılmışlardır. Peygamberlerin dedikleri hep doğru çıkmıştır.
Meselâ, Hazreti Musa Mekke'de Araplar arasından bir peygamberin çıkacağını ve bunun savaşarak dünyaya dinini yayacağını, bu peygambere büyük bir kitap verileceğini bildirmiş ve Tevrat'ta yazılı bu haber sonradan gerçek olmuştur. Ayni şekilde Hazreti İsa da kendisinden sonra birinin geleceğini, bunun kendisinin söyleyemediği bir çok hakikatleri söyleyeceğini, dünyanın merkezinin (Mekke veya İstanbul veya Roma'nın) fethedileceğini bildirilmiş ve bunlar hep gerçek çıkmıştır.
Hazreti Muhammed ise kendisinden sonra peygamber gelmeyeceğini, yeni bir ilâhi kitabın inmeyeceği, İstanbul'un fethedileceği, Romalıların Perslere galip geleceği gibi birçok şeylerden haber vermiş ve bunların hepsi gerçekleşmiştir.
Filozoflardan August Comt ise insanların başlangıçta çok tanrılara taptıklarını, gittikçe gelişerek tek tanrıya tapmaya başladığını, şimdi ise artık akla tapacaklarını söylemiştir. Tanrısız bir din olan ateizm (tanrısızlık) moda haline gelmiştir ama bugün bu kehanetin tam tersine gidiş başlamış, insanlar tek tanrıya doğru yönelmeye ve onun varlığında birleşmeye çalışmaktadırlar. Kehaneti tutmamıştır.
Marks ise kehanetinde savaşların ve çekişmelerin kaynağının din, aile, mülkiyet ve milliyet fikirlerinin olduğunu ileri sürmüş, eğer bu dört müessese ortadan kalkarsa dünyanın cennet olacağı, savaşların kalmayacağı ve devlete de gerek olmayacağını bildirmiş, kurduğu tarihi materyalizm felsefesi ile dünyanın komünist olacağını ileri sürmüştür.
Rusya’da ihtilâl olunca Marksizm benimsenmiş ve uygulanmak istenmiş, ancak başlangıçta aile ve milliyete dokunulmamış, fakat mülkiyette sadece devlet mülkiyeti ve sosyalizm şeklinde değiştirilmiş ama temelde yine benimsenmiştir. Sadece din düşmanlığı kayıtsız şartsız uygulanmak istenmiştir. Fakat II. Cihan Savaşı ile Stalin Allah'ın emrine itaat etmiş ve dini serbest bırakmak mecburiyetinde kalmıştı. Böylece Allah Stalin'e şöyle bir görünmekle yenmişti. Şimdi ise artık Rusya'da kimse aile ve milliyet düşmanlığından söz etmiyor. Mülkiyet ise artık liberalizm denecek bir seviyede benimsenmiştir. Dinin ise resmen serbest bırakılacağı bildiriliyor. Demek ki geleceğimiz hakkında düşünürken, filozoflara değil de peygamberlere kulak vermek durumundayız. Çünkü onların her dediği doğru çıkmış, öbürlerinde ise isabet tesadüf kanunlarının ötesini geçememiştir. Ancak bir müşkül durumumuz vardır. Bize artık peygamberlere gelen vahiy gelmemektedir. Kur'an'da bildirilen gerçekleşiyor. O halde biz geleceğimizi ancak aklımızı kullanarak tespite çalışabiliriz.
O zaman biz de bir filozof olur ve eski filozoflar gibi hata etmiş oluruz. O halde ne yapmalıyız? Aklımızla geleceğimizi tayine çalışmalıyız. Başka çaremiz yoktur. Ancak aklımızı peygamberlerin görüşleri, yolları ve metotları ile kontrol etmeliyiz. Yani öyle bir düşünme yolunu takip etmeliyiz ki, vardığımız sonuçlar peygamberlerin bildirdiklerine uygun olsun. Onların söylediklerine ters düşmemesin,
Biz bu makalemizde işte bu sistemin anahtarlarını vermiş olacağız.
Bütün varlıklarda iki özellik görülür Bunlardan biri varlığın kendi yapısından ileri gelir. Onu değiştirmek mümkün değildir. Diğeri ise bulunduğu şartlara varlığın intibakı şeklinde ortaya çıkar. Su her zaman sudur ama konduğu kaba göre şekil alır. Sıcaklığın derecesine göre buz, su veya buhar halinde bulunur. Bunlardan birine irsî özellik, diğerine ise kesbî özellik denir. Avrupalılar genetik veya fenotik özellikler diyorlar. Bilhassa onlarda bu çok önem kazanır, iyi ve güzel tarlada yetişen buğday ile susuz ve çorak tarlada yetişen buğday birbirinden farklıdır, ama yine buğdaydır. Halbuki aynı tarlada yetişen arpa ile buğday ise hiçbir zaman bir değildir. Bunlardan biri irsî özelliklerden doğan bir şeydir. Diğeri ise şartların sağladığı imkânlardır.
İnsanın da böyle çeşit özellikleri vardır. Biri kendi yapısından ileri gelmektedir ve bu babadan oğula ilk yaratıldığı günden beri sürüp gelmektedir, irsîdir ve tekâmüle elverişli değildir. Buna karşılık şartların da değişmesi ile değişen özellikleri vardır ki, bunlar da kesbîdir. Zamanla ve mekânla değişikliğe uğrar.
Şimdi geleceğimizi tesbit etmeye çalışırken ilk yapacağımız iş, bizdeki değişmez irsî hasletlerimizi tesbit etmek olacaktır. Hemen arkasından kolaylıkla diyebiliriz ki, insandaki değişmez hasletler ileride aynen kalacaktır. Böylece geleceğimizin yarısını aydınlatmış oluruz. Sonra şartlara göre değişecek hasletlerimizi tespit edeceğiz ve bunun için de diyeceğiz ki, bunlar gaip haberleridir. Bizim şimdi bilmemiz mümkün değildir. Çünkü geleceğin şartlarını bilmiyoruz ki, hakkında bir şey söyleyelim. Ancak yakın gelecek için bazı tahminlerde bulunulabilir. Hava tahminlerine benzeyen bu tahminler de yarayışlıdır.
O halde geleceğimizi tespit etmek demek, halimizi tespit etmek demektir. Yani irsî hususiyetlerimizle kesbî hususiyetlerimizi tespit etmek demektir. Bunda müspet ilimlerden biyoloji ve psikolojiden yararlanırız. Ayrıca peygamberlerin getirdikleri ile de karşılaştırırız. Bunlar arasında paralellik bulursak görüşlerimizde isabet etmekte olduğumuzu söyleyebiliriz.
İnsanın irsî özelliklerini, insanin kendisini tanıması suretiyle bilebiliriz.Yani irsî özellikler insanın kendisini tarif eder. İnsanı öğrendiğimiz zaman onun değişmez özelliklerini de öğrenmiş olacağız. İnsan bir hayvandır. Önce hayvanları tanıyalım. Sonra insanın hayvandan olan farkını belirtmekte insanı tanımış oluruz. Hayvan hislere sahiptir. Yani dışarıdan aldığı tesirler karşısında hoşlanır veya acı duyar. Bu mekanizma öyle kurulmuştur ki, hayvanın menfaatine olan şeylerden hayvan hoşlanır ve zevk alır. Hayvanın zararına olan şeylerden ise korkar, hoşlanmaz ve kaçar. Hisler hayvanın hareket mekanizmasına tesir eder. Hoşlandığı şeyleri yapar, hoşlanmadığı şeyleri yapmaz. O halde hayvan, tesir sonunda hoşlanır veya hoşlanmaz ve bunların sonucunda o şeyi yapar veya yapmaz. Burada önemli iki hususiyeti belirtelim. Hayvanlar kendilerine zararlı olan şeylerden hoşlanmazlar, faydalı olan şeylerden de nefret etmezler.
Hayvanları ikiye ayırabiliriz. Topluca yaşayan hayvanların bütün ihtiyaçları toplulukça temin edilir ve onlar da topluluk için çalışırlar. Bunlar topluluğun faydasına olan şeylerden hoşlanır, topluluğun zararına olan şeylerden hoşlanmazlar. Bunların ihtiyaçları topluca karşılandığı için bunlar kendi fayda ve zararlarına göre hislenmezler. Arılar arı kovanında bal için kavga etmezler. Çünkü bir arı arkadaşının açlığından kendi açlığı kadar ıstırap duyar ve arkadaşı doyduğu zaman sanki kendisi doymuş gibi zevk alır. Kendi yapıları böyle kotlanmıştır. Bazı hayvanlar ise tek tek yaşayacak şekilde yaratılmışlardır. Bunlar ise kendi zarar ve yararlarına göre bir şeyden hoşlanır ve nefret ederler. Böylece hayatlarını sürdürürler.
Burada görülüyor ki, hayvanlar bir bilgisayar makinası gibi kotlanmıştır ve tek taraflı hareket yaparak yaşarlar. Yapacağa isterde bir tercih etme sözkonusu değildir. Herhangi bir çelişki yoktur. Dolayısıyla bunlarda irade sözkonusu değildir. Toplu yaşayan hayvanlarda ise topluluk kaybolmuştur. Bir yığın veya küme olması sözkonusudur.
Şimdi insana gelelim. İnsanda hisler, hayvanlar gibi hep insanin faydasına olan şeylerden hoşlanmaz. Mesela, sigara ve fuhuş insan için zararlı olduğu halde, insan yine de bunlardan hoşlanmaktadır. Buna karşılık çalışmak insan için faydalı olduğu halde tembellik göstermektedir. O halde insanın hisleri hayvanların hisleri hilâfına iki çeşittir: “Kötü hisler” ve “iyi hisler”. Hayvanda ise kötü his yoktur.
Bunun sonucunda insan için hisler yetersiz hâle geliyor: Yani, kendisine yararlı her şeyi hislerle- tesbit edemiyor. Her zararlı şeyi hislerle fark edip kendisini savunamıyor. İşte insandaki bu eksikliği gidermek için yeni bir melekeye ihtiyaç duyulmuştur. Bu da “fikir” ve “düşünme” melekesidir, bilmedir. Duyguların yanıldığı yerlerde “akıl” insana faydalı olanı bildirebilir. Böylece hayvanlarda olmayan yeni bir meleke oluşmuştur. Buna “fikir” denmektedir. Hayvanlarda ise fikir yoktur.
Bu irsîdir ve insanın yaradılışı ile ilgilidir. İnsan beyni ile hayvan beyni bundan dolayı farklıdır. Hayvanlarda beynin sağ tarafı ile sol tarafı simetriktir ve aynı görevi görür. Birbirinin yedeği gibidirler. Sağ kulak ve sol kulak gibidir. Halbuki insandaki beyin ise ikiye ayrılmış, bir taraf düşünmenin, diğer taraf duymanın merkezi haline getirilmiştir. Bundan dolayı da beyin iki mislinden fazla büyümüştür.
Şimdi şöyle bir durum ortaya çıkmakta. Kötü hisler insanı zararlı şeylere doğru çekiyor. Doğru fikirler ise kendisini faydalı şeylere doğru çekiyor. İyi hislerle doğru fikirler insanın sağından geliyor ve bunları “melek” organize ediyor. Kötü hislerle yanlış düşünceler ise insanın solundan geliyor ve bunları da “şeytan” organize ediyor. Böylece insanın içinde iki ayrı şey çatışma halindedir. İnsan da bu iki çatışan şey arasından birini tercih edebiliyor. Ya his tarafı ya da fikir tarafı kalıyor ve böylece ona göre davranıyor. Bir taraftan sigara içmek istiyor ama diğer taraftan sigaranın kendisine zararlı olduğunu biliyor. Burada doğru fikirle kötü hisler çekişiyor. İnsan da bunlardan birini tutuyor. Ya fikre uyuyor ve sigarayı terk ediyor veya hisse uyup içmeğe devam ediyor. İşte buna “irade” denmektedir. Yani, kendi kendisine tercih yapabilme ve bir tarafa yönelme melekesi devreye giriyor. Hayvanlarda çekişen fikir ve hisler olmadığı için hayvanlar için bu meleke yani irade melekesi de yoktur veya tek taraflı çalışmaktadır.
Şimdi insanın son özelliğine geliyoruz. Hayvanlar ya şahsiyetlerini kaybedip topluluğun ferdi haline geliyor veya şahsiyetlerini koruyup topluluğu kuramıyorlar. Halbuki insan öyle yaratılmıştır ki, hem topluluk içinde yaşayacak ve topluluğu bulunacak, hem de kendi kişiliğini ve şahsiyetini koruyacak. İşte bu da ancak insana verilmiş “irade” sayesinde gerçekleşmektedir. İradesini kullanırken yani his ve fikirlerin tesirinde tercih yaparken öyle tercih yapılabilir ki, bu tercih hem kendisinin hem de topluluğun yararına olsun. Burada hisle karara varmak mümkün değildir. Çünkü his ya ferdî yararlara göre ayarlıdır ve topluluğun yararını düşünmez. Akıl ise bunu tesbit eder ve topluluk yararının ilerisi için kendi yararı olacağını bilir. Böylece insanda iki zıt meleke olduğu için iki zıt yani fert ve cemiyet arasında kurulmuş bir denge mevcuttur. İnsanda mevcut olan bu melekeye “ünsiyet” veya “sosyal yönseme” denmektedir. Hayvanlarda böyle bir meleke yoktur veya tek taraflıdır.
insanı hayvandan tamamen ayırabilmek için insanın bir özelliğinden daha bahsedeceğiz, bu da “hafıza”dır, yani geçmişi hatırlayabilmedir. Bu kısmen hayvanlarda da vardır. Ancak hayvanların gelecekleri hakkında düşünceleri yoktur. Halbuki insan düşünmesi sayesinde bir sene sonra aç kalacağını şimdiden bilebiliyor veya içinde yaşadığı topluluğu yıkarsa yarın kendisinin de helâk olacağını bilebiliyor. Bugün sözünde durmazsa geçici olarak kâr edebilir ama gelecekte kimse ona inanmayacağı için zarar etmiş olur. Bunu bilen insan ona göre hislerini gemleyebilir.
Demek ki, insanı hayvandan ayıran şey, iyi hislerin yanında kötü hislerin bulunması ve kendisinde doğru veya yanlış fikirlerin olması, kendisine yarayan şeylerin yanında kendi isteğiyle kendisine zararlı şeyleri de yapabilmesidir. Ayrıca geçici fayda ile geleceğin faydasını, dolayısıyla geleceğin büyük faydasını ayırabilmesi, böylece geleceğin büyük faydalarını aklı ile hâlin küçük zararlarına tercih edebilme imkânıdır. Yani, topluluğun büyük yararlarını kendi küçük zararlarına tercih edebilmesidir.
Hayvanlarda sadece iyi hisler ve faydalı irade bulunduğu halde; insanda doğru ve yanlış fikirler, iyi ve kötü hisler, faydalı ve zararlı kararlar ile haklı ve haksız ilişkilerin varlığı sözkonusudur. Kişi bunlardan birini tercih edebilmektedir. Buna “irade-i cüz'iye” denmektedir. Bu irade ayvanlarda yoktur. İrade-i cüz'iye sahibi insan isterse kendi iradesi ile kötülük yapabilmekte ama sonra cezasını çekmektedir. Dolayısıyla suç ve ceza insana has bir müessese olmaktadır.
İnsan işte bu melekeleri ile yaratılmıştır. Bu melekeleri inkâr eden herhangi bir geleceğin tahmini yanlıştır. Marks işte burada hata etmiştir. İnsandaki mülkiyet hissi geleceği emniyete alma hissinden ileri geliyor. Haklı ve haksız olma düşüncesinden ileri geliyor. Bu da insanın yaradılışı ile ilgilidir. Onu bundan kurtarmak veya ondan bunu almak mümkün değildir. Ferdin kendi çıkarlarını düşünmesi kendi yaradılışından ileri geliyor. Dolayısıyla dinsiz, ailesiz, mülkiyetsiz ve milliyetsiz bir dünyada da çekişme olacaktır. Böyle bir dünya mümkün değildir. O halde filozofların yanılması bilgisizliklerinden ileri gelmektedir. Eğer onlar insanı tanısaydılar böyle yanılgılara düşmeyeceklerdi.
Şimdi insanın ferdî melekeleri böylece tesbit edildikten sonra topluluk içinde bu melekelerle oluşan müesseselerin akisleri de ele alınmalıdır. Bu dört meleke topluluğun dört müessesesini meydana getirir. Buna doğuda “irfan”, batıda ise “kültür” denmektedir. Fikirlerin ifade aracı “dil”dir. O halde dilsiz bir insan topluluğu düşünülemez. İnsan dışında başka hiçbir canlının dili yoktur. Hislerin ifade aracı “sanat”tır. O halde sanatsız bir insan topluluğu düşünülemez. Hayvanlarda hisler olduğu için onlarda da sanat vardır. İradenin gerçekleşme imkânı teknikle mümkün olmaktadır. Tekniksiz topluluk düşünülemez. Teknik, üretme ve tüketme biçimidir. Ünsiyet ise “hukuk” ile gerçekleşir. Yani kişiler arasında çizilmiş hudutlarla birlikte yaşama mümkün olmaktadır. Bu suretle hem kişilik korunuyor hem de topluluk yaşıyor. Hukuksuz bir insan topluluğu düşünülemez. Mülkiyet bu hukuk anlayışından gelir. Mülkiyetsiz hukuk düşünülemez. Marks bundan dolayı geleceği haber verememiştir.
İnsan vücudunda hücreler vardır. Bu hücreler diğer insanın hücrelerinden farklıdır. Deri, ayırıcı özelliği ile vücudun hücrelerini diğer hücrelerden ayırır. İnsan toplulukları için de buna benzer deri vardır. Devlet sınırları böyle bir deri hizmetini görmektedir. Ama bu yeterli değildir. Zira devlet sınırlarını çizmeye zorlayan bazı şeyler olması gerekir. Bu da savaştır. Savaş ise iki topluluk arasında olur. İki topluluk arasında savaş olabilmesi için iki topluluğun bulunması gerekir. Böylece insanları birbirinden ayıran bazı şeyler bulunmalıdır. İşte bu ayırıcı şey irfan veya kültürdür, dildir, sanattır, tekniktir ve hukuktur.
Kâinat’ta güneşlerin oluşması gibi topluluklarda da milletler oluşur ve bu milletler birbirinden kültürleri ile ayrılırlar. Fertler hangi kültüre mensup olurlarsa o kültürün sahibi topluluğun ferdi olurlar. O halde gelecekte tek millet düşüncesi, yahut milliyetsiz dünya düşüncesi geçerli değildir. İnsanların ayrı dilleri olacak, sanatları olacak, teknikleri olacak, hukukları olacaktır. İşte Marks’ın milliyetsiz dünyası bundan dolayı hayaldir, hem de çelişkili bir hayal.
Bu dört irfan ve millî müesseselerin yanında dört müessese daha doğmaktadır. Fikirler topluluk içinde “ilim” hâline gelir, yani ilim topluluğun ortak fikridir. İlim bir deniz gibidir. Fikirler oradan çıkar, insanları sular, insanlar da onları süzdükten sonra dereler hâlinde ilim denizine aktarırlar. Böylece fikir dünyası sürüp gider. Denizsiz yağmur olmayacağı gibi, yağmursuz da denizler olamaz.
His topluluk içinde “iman” hâlini alır. O da bir deniz gibidir. Din denizinden gelen inançlar insanların hislerini oluşturur. Hisler iman ırmakları hâlinde din denizine akar ve suyunun kurumamasını sağlarlar. Dinsiz hisler olamaz. Dinsiz insanlık olamaz. Çünkü insanlar hissiz olamazlar. İşte Marks'ın dinsiz cemiyeti de bunun için geçersizdir. Esasen kendilerini ilâhlaştırmak için bu düşmanlık yapılmaktadır.
Hisler topluluk içinde “ekonomi” hâlini alır. Kişiler ürettiklerini ekonomi denizine satarlar. Ekonomi denizinden aldığı malları tüketerek yaşarlar. Ekonomi düzeni olmadan teknik de olamaz. Ekonomi düzeni serbest ticaretle sağlanır. Ticaretin yasaklandığı bir dünya ekonomi denizinden mahrum edilmiş olur. İşte Marks onun için yanılmış ve olmayacak şeylerin yapılmasını istemiştir.
Nihayet, insanlar arasındaki ilişkiler teşkilâtlanma ve “idare” ile mümkündür. Fertler birleşerek toplulukları oluştururlar. Topluluklar da fertleri siyasi olarak korurlar. İnsanlar savaş dahil belli sisten içinde birbirleri ile münasebet temin ederler. Bunlar belli sosyal kanunlar içinde oluşur. Bu devletler üstü bir sistemdir. Marks’ın bütün dünyayı tek devlet hâlinde düşünmesi tabiata aykırıdır. Çünkü münasebet ayrı varlıklar arasındadır.
Şimdi insan dediğimiz varlığı dünya üzerinde ayrı ayrı devletler hâlinde düşüneceğiz. Tarihin hiçbir devrinde tek devlet olmamıştır. Her devletin kendi toprakları olacaktır. Buna “yurt” diyoruz. Sonra her devletin kendi topluluğu olacaktır, buna “millet” diyoruz. milletlerin kendilerine has kültürleri vardır. Bunlar dil, sanat, teknik ve hukuk olarak ortaya çıkar. Ayrıca bütün dünya devletlerinin müşterek sahip oldukları ilim, din, iktisat ve idare müesseseleri vardır. Bunlar beynelmileldir. Dünyada nasıl tek deniz varsa, bunlar da esasta tektir. Ancak devletler değişik semtlerinden yararlanırlar.
Bir malı ele alalım. Bunun üretilmesi ve tüketilmesî var; bir de malın kendisi var. Malın kendisi beynelmileldir. Serbest ticaretle ülkeden ülkeye satılır ve alınır. Buna karşılık bir malın üretilme ve tüketilmesi ise millîdir. Bu üretilme ve tüketilme biçimleridir millî olan. Aynı malı değişik ülkeler değişik biçimlerde üretirler. Tüketilmeleri de farklıdır. Bir malı değişik ülkeler değişik maksat ve biçimlerde kullanırlar. Sıcak memlekette şemsiye güneşten korunmak için, yağmurlu ülkelerde ise yağmurdan korunmak için kullanılır. Mal ekonominin mevzuudur ve beynelmileldir. Malın üretilip tüketilmesi ise tekniğin mevzuudur ve millîdir.
ilim ile dil de böyledir. Kişiler ilmi millî olarak üretirler ve beynelmilel dil ile ifade ederler. Beynelmilel dili ise her millet kendi diline çevirir ve ondan yararlanır. İlmin üretilip tüketilmesi millîdir, ancak kendisi beynelmileldir.
Diğer taraftan dinler de böyledir. Her topluluk kendi inançlarını yaşar ve beynelmilel bir inanışla din hâline gelir. Dinlerden sonra bütün insanlar yararlanır. Yani dinlerin doğuşu ve kabul edilişi millîdir ama dinin kendisi beynelmileldir.
Nihayet bir topluluğu sevk ve idare eden anayasalar vardır ve anayasa çerçevesi içinde yasalar vardır. Anayasaya dayanılarak yasalar üretilir, anayasa beynelmileldir. Halbuki yasalar yani hukuk ise millîdir.
Şimdi geleceğimizi tayin ederken dünyanın tek ilmi, tek dini, tek ekonomisi (parası), tek anayasası olacaktır. Buna mukabil gelecekte ayrı devletler olacak, her devletin kendine has kültürü bulunacak, bunlar dil, sanat, teknik ve hukuk olacaktır. Aynı kültüre sahip insanlar millet olarak görülecek ve topluluklar arasında savaş sürüp gidecektir.
Şimdi insanlarda nelerin irsî, nelerin kesbî olduğunu tesbit edebiliriz. Dolayısıyla geleceğimizi daha kolay kavramaya çalışabiliriz. Madem ki ilim beynelmileldir, o halde fikirlerin hududu ve sınırı olmayacaktır. Tam bir fikir özgürlüğü “geleceğin dünyası” olacaktır. İslâmiyet fikir hürriyeti için savaşı meşru kılmıştır. Bu savaş kıyamete kadar devam edecektir. Çünkü her devirde fikir hürriyetinin düşmanları bulunacaktır.
Madem ki din beynelmileldir, öyleyse vicdan hürriyeti olacak, herkes istediğine inanacak ve inançlarını serbestçe yayacaktır. İslâmiyet dinlere baskıyı kaldırmıştır. İslâmiyet vicdan hürriyeti için savaşı meşru kılmıştır. Kıyamete kadar vicdana baskı sürüp gideceği için, vicdan hürriyetini savunanlar ile karşısında olanların arasında da savaş bitmeyecektir.
Madem ki mal beynelmileldir, geleceğin dünyasında gümrük duvarları kalkacak, herkes malını dünya piyasalarında serbestçe alıp satacaktır. Gümrük duvarlarını koyan devletlerle savaşmak İslâmiyet'e göre meşrudur. Mal her ülkeye serbestçe girip çıkacaktır. Bunun için beynelmilel bir paraya ihtiyaç vardır. Bunu da İslâmiyet tayin etmiştir ve bu altındır.
Nihayet insanlık tek Anayasa düzenini benimseyecektir. Devletler ayrı olacak, kanunları ayrı olacak, ama anayasaları birbirine benzeyecektir. Bu her çağda böyle olmuştur. Daima çağın düzeni bütün devletlere hakim olur. Eski çağ, site devletleri devridir. Orta çağ, imparatorluk devri olmuştur. Sonra derebeylik çağı, arkasından krallık çağı ve daha sonra çoğulcu idareler gelmiştir. Bundan sonra da yeni bir düzen gelecektir. O düzen insanlığın sistemi olacaktır. Bu sistem, çoğulcu demokrasi yerine biatlı demokrasi sistemidir. Halk kendisine başkan seçer ve ona bağlanır. Böylece ilmî, dinî, meslekî ve siyasî teşekküller oluşur. Fert seçmez, bağlanır. Beğenmediği zaman da bağlandığı kimseleri değiştirir. Kararlar ekseriyetle değil de nisbî sistemle alınır. Halk mahalle, bucak, il ve devletler hâlinde teşkilâtlanmıştır. Bunların başkanları ilmî, dinî, meslekî ve siyasî liderleri ittifakla seçerler. Bu düzende faiz yasaktır, ticaret serbesttir. Mal ve sermaye hareketleri özel teşebbüslerce yürütülür; kredi ve emek hareketleri ise devletçe düzenlenir. Devlette kararlar kesin kaidelerle alınır. Resmi hizmetler vakıflar şeklinde yürütülür. Vakıflar tarifeli tasarruflardan ibarettir.
Artık bu anahtarla “Geleceğin Dünyası” ile ilgili neler söyleyeceğimizi bilebilirsiniz.
***
Marks kendi görüş ve düşüncelerini müsbet ilme değil, kendine göre oluşturduğu ve yorumladığı tarihe dayandırmıştır. İlerisi için tahminler yapmıştır. Çağındaki gelişmelerde isabetler görülmüştür. Ancak, tüm insanlık tarihini zaten ele almamıştır. O günkü tarih ile bugünkü tarih arasında da büyük farklar ortaya çıkmıştır.
- O günkü düşüncelerle insan kişi olarak geri bir varlık kabul edilerek zamanla akıllandığı görüşü vardı. Oysa, kromozomların keşfiyle insanın genler tarafından atşlınan irsî özellikler ortaya çıkınca, ilk insanla bugünkü insan arasında biyolojik ve psikolojik fark yoktur. Sonradan edindiği kötü veya iyi alışkanlıkları yoktur. İnsan yaratıldığından beri kötülük veya iyilik içinde yaşayıp gitmektedir. Kötü müesseseler insanları kötü yapmadı. Yahut kötü insanlar kötü müesseseler kurmadı. İyi insanlar iyi müesseseler oluşturdu ama Kâinat’a hâkim olan entropinin büyümesi kanunu, bozulma kanunu zamanla kötü müesseselere dönüştü. Onu dönüştüren de kötü insanlar oldu.
- O günkü düşüncede insan başlangıçta serbest cinsî ilişkiler kuruyordu, aile sonradan icat edilmişti görüşü vardı. Oysa, aile insanın irsî özelliğidir. Yavruyu eşlerin yetiştirmesi sistemi birçok kuşlarda ve bazı memelilerde mevcuttur. Tamamen genetiktir. Bir dişinin birden fazla erkekle döllenmesi de bütün canlılarda mevcut olan bir kuraldır. Dıştan döllenme de canlılığın temel özelliğidir. Evlilik dışı ilişkilerin insanlığa ne felaketler getirmekte olduğu, zührevi ve AIDS gibi hastalıklarla ve gelişmiş ülkelerdeki nüfusun azalması ile bugün artık gözler önüne serilmiştir. Marks’ın aile düşmanlığı ilmî verilerle çelişmektedir.
- Mülkiyet de insanda irsîdir. Allah insanı mülkiyet duygusuyla yaratmıştır. Mülkiyet sayesinde insan hem topluluk oluşturmakta, hem de ayrı yaşayabilmektedir. Topluluk içinde insanın hürriyeti böylece sağlanmıştır. Dolayısıyla mülkiyetsiz hayat insanlar için sözkonusu olamaz.
- İnsanda dört meleke vardır. His, fikir, irade ve ünsiyet. Bunlar irsîdir. His iyiyi kötüden, fikir yanlışı doğrudan, irade yararlıyı zararlıdan, ünsiyet adaleti zulümden ayırır. Bu melekeler ve kavramlar insanlarda irsîdir. Sonradan kazanılmamıştır. His ihtiyaçları belirler, fikir ihtiyaçların giderilmesi biçimini tesbit eder, irade üretme sırasını ve zamanını belirler, ünsiyet ise ürünün kullanma zamanını ve sırasını ortaya koyar. İşte bu dört müessesenin içtimaileşmiş dört aracısı ve dört müessesesi vardır. Sanatla oluşan ortak hisler dini oluşturur ve görevi nelerin yapılmasını kararlaştırır. Dil ile oluşan ortak fikirler ilmi oluşturur ve nasıl yapılacağına karar verir. Teknikle oluşan ortak irade ekonomiyi oluşturur ve hangi işleri kimlerin yapacağını düzenler. Hukukla oluşan ortak ünsiyet yönetimi oluşturur ve ürünlerin nasıl paylaşılacağını düzenler. O halde din insanın yaratılışına dayanan irsî özellikler sonucu oluşmuş bir kurumdur. Yok edilemez. İşte bu sebeplerden dolayı, Marksizm’in dayandığı temel ilkelerin hepsi yanlıştır. Hedef olarak gösterdiği komünizm de hayaldir, ütopiktir.
b) Darvin’in Tabii Seleksiyonla Evrimi
Kâinat bundan on milyar yıl önce patlamış ve çeşitli devreler geçirerek bugünkü şeklini almıştır. Önce yığınlara parçalanmış, sonra yer yer birleşerek yıldızlar oluşmuş, yıldızlar yığının çevresinde dönmeye başlamış ve dengeyi koruyabilmiştir. Ondan sonra dem çevrelerinde gezegenler dolaşmaya başlamıştır. Böylece onlar da soğuyarak yerleri oluşturmuştur. Bütün bunlar oluşurken herhangi bir ayar sözkonusu değildir. Yani, bir ayar görülmüyor. Sonra yeryüzü düzenlenmiş, bunun büyüklüğü, yapısı, hareketleri, maddeleri, seçilmiş ki bir işe yarasın. Bu gaye açıkça anlaşılıyor. Demek ki yıldızlar da bu amaca ulaşılsın diye bunlar yapıldı. Bunlarda gaye vardır ama bu gaye yıldızların veya yerin kendi varlıkları için gaye değil de başka varlıkların işine yarasın diye yaratılıyor. Oysa canlı kendi varlığını hedef edinen varlıktır. Canlı öyle faaliyet gösteriyor ki, kendisi ölmesin, kendisi ölmese bile nesli yaşasın.
Canlıda görülen ikinci özellik ise evrimdir. Yani, basit varlık olmaktan daha yüksek varlık olmadır. Şimdi daha yüksek varlığın ne olduğunu tanımlamamız gerekir. Yüksek varlık, birbirine benzeyen ama aralarında ilişki bulunmayan varlıklardan, birbirine benzemeyen ama aralarında ilişkiler bulunan varlığa doğru gitmedir. İşte canlılarda bu gelişme vardır. Bunu ilk dile getiren Darvin’dir. Canlı önce basit bir varlık iken, zamanla evrimleşerek yüksek varlıkları oluşturdu.
Canlıda görülen diğer bir özellik de, canlının kendine benzer varlıkları üretip çoğalmasıdır. Burada bir varlığın bölünerek benzer iki varlık olması, diğer ifade ile varlığın kendine benzer varlığı doğurması görüşülmektedir. Bu olağan karşılanmaktadır. Aslında varlık kendine benzer varlığı yeniden yapamıyor, mevcut malzemeyi kullanarak kendine benzer bir varlığın oluşmasına sebep oluyor.
Canlılarda görülen dördüncü özellik de, canlının yalnız kendine benzer varlığı üretmekle kalmayışı, zamanla kendisinden daha çok gelişmiş bir varlığı üretmesidir. Mesela, sürüngenlerin kuşları, kuşların memelileri meydana getirmesine benzer olayların tarihte oluşmuş olmasıdır. Böyle bir oluşmanın sebepleri üzerinde araştırmalar yapılmalıdır.
Lamarck: Canlıda nasıl çoğalma kabiliyeti varsa, bunun gibi yeni şartlara uyabilme özelliği de vardır. Dolayısıyla şartların değişmesi ile yeni yeni uzuvlar oluştu ve bugünkü şekle ulaştı. Bu varsayım yoktan varolma varsayımı olduğu için ilim dünyasınca kabul edilmiştir. Gerçi canlılar birçok hallerde şartlara uyum gösteriyorlar ama bu uyum kabiliyetlerini sonradan elde etmiyorlar. Zaten bu kabiliyet vardır. Şartlara göre bu kabiliyet kullanılmış oluyor.
Darvin: Darvin bu açıklamayı yeterli görmedi, bunu tabiî seleksiyonla açıkladı. Canlılarda değişik şartlara uyma özellikleri vardır. Ancak bunlar hep aynı türde bulunmaz. Bazılarında bazı özellikler bulunur, diğerlerinde başka özellikler bulunur. Çevreye hangisi uyum sağlarsa o özelliği taşıyanlar orada yaşarlar. Başka şartlarda da başka özellikleri taşıyanlar orada yaşarlar. Böylece iki ayrı tür oluşur. Çünkü değişik şartlarda değişik özellikli canlılar ortaya çıkar. Buna doğal ayıklama denmektedir. Doğal ayıklama sonucu farklılaşan varlıklar ayrı ayrı türleri oluşturmaktadır.
Darvin’in bu izahında sebep-sonuç ilişkisi varsayımında bir eksiklik yoktur. Varlıklar kendilerinden üstün varlıkları oluşturmuyorlar, tam tersine varlıklar özelliklerine göre ayrılarak kendi özelliklerine müsait çevrelere göç ediyorlar. Bu yeni özellikler ortaya çıktıktan sonra da başka bir seleksiyonla eski şartlarda da yaşama şansı devam edebilir. Bunların eski şartlara dönmesi değişik türleri bir araya getirmiş olur. Darvin’in bu izahı bize evrim hakkında yeni teori geliştirmeye götürür.
Canlılarda birçok özellikler vardır, bu özellikler normal şartlarda ortaya çıkmaz. Ama dış şartlar müsait hâle gelince bu özellik ortaya çıkar. Mesela, bitkide ışığa doğru eğilme özelliği vardır. Ama normal şartlarda bu özellik ortaya çıkmaz. Ancak ışık bir taraftan gelirse o zaman ortaya çıkar. Böylece canlıda gizli özellikler var, açık özellikler var demektir. Gizli özellikleri ile canlı evrimleşir, şartlara uyar demektir. Bu da yeni türleri oluşturur. Bu görünürde evrimdir. Gerçekte ise evrim değildir, çünkü o özellik o canlıda baştan beri vardır.
Ateist sermaye mal bulmuş mağribi gibi işte buna sarıldı ve Darvin’in ifadesiyle canlı kendi kendine evrimleşti ve bugünkü hâle geldi dedi. Bununla ateizmi savunmak istedi. Kilise buna normal cevabı vermesi gerekirken buna karşı çıktı. Evrimi inkâr etti. Daha doğrusu kilisede evrimi kabul edenler ortaya çıktı, reddedenler ortaya çıktı. Ama sermaye kabul edenlerin ağızlarını tıkadı, karşı çıkanları ise sermayesi ile destekledi. Böylece kilise haksız savunmalarla inancını yitirdi. Sanki bunlar Tevrat ve İncil’de varmış gibi dine saldırıldı. Böylece ateizm yaygınlaştırıldı.
Oysa, evrime karşı olanlar dinler değil, filozoflar olmuşlardır. Filozoflar Kâinat’ın başlangıcı olmadığı dolayısıyla evrim diye bir şeyin olmadığını savunmuşlardır. Tevrat ise evrim esasına dayanarak Kâinat’ı izahla başlar. Görülüyor ki, sermaye ilmi siyasi yoldan hareket ederek sonuçları aleyhinde iken lehine çevirtebilmektedir. Ama ne var ki, sanıldığı kadar etkili olmuş değildir.
Darvin’den sonra kromozom ve genler keşfedildi. Canlıların nasıl çoğalıp kendilerine benzer varlık meydana getirdikleri çok kolay anlaşıldı. Ama yeni türün oluşması çok büyük sıkıntıya soktu. Çünkü her türün kromozom ve genleri farklı idi. Dolayısıyla canlılarda evrim izahı zorlaşıyordu. Bunu mutasyonla izah etmeye başladılar. Güya genler dış tesirle değişiyor ve değişim öyle oluyor ki yeni tür oluşsun. Bugün bu açıklama peşinde koşmaktadırlar. Ancak ihtimaliyat hesapları böyle bir oluş için yeter zaman bırakmıyor. Geçmiş olan zaman 10^10 yıl kadardır. Oysa, böyle tesadüflerle bir canlının oluşması için şartlar müsait olursa 10^200 lerden fazla yıla gerek duyulmaktadır. Bu şartlar da yeryüzünde hiçbir zaman olmamıştır. Bunun böyle olduğunu yeni Darvinciler de bilmektedirler, ama ne yapalım, başka açıklama yok diyorlar.
Kur’an’a göre, ilk canlının kromozomunda bütün canlıların genleri vardı. İlk canlılardaki genlerin çoğu zamanı gelmediği için görülmüyordu. Kodlanmış şekliyle nesilden nesile intikal ediyor ve kromozomların bir kısmını faaliyete geçiriyor, bir kısmını da o türde imha ediyordu. Böylece yeni tür oluşuyordu. Demek ki, Darvin’in dış tesirlerle oluştuğu iddia edilen seleksiyon, kromozomlarda ve kromozomlardaki genlerin özel icraları ile sağlanıyor. Bu izahın örneği kendi bedenimizdir. Bedenimizde genler imha edilmiyor ama bazı genler pasif hâle getirilerek ve bazı genleri de faal hâle sokarak değişik doku ve organlarımız oluşmaktadır.
Darvin’in veya Lamarck’ın ileri sürdüğü varsayımlar da ateizme değil, teizme götürür. Kur’an’a göre yapılan açıklama ise eksiksiz açıklamadır ve Allah’ın varlığını kesinlikle kanıtlayan açıklamadır. İnsan da böyle varedildi. İnsanın maymunun ortak atasından türemesi demek, kendi kendine olması demek değildir. Onu oradan oraya götüren bir gücün olması demektir.
Her ne olursa olsun, 19. asır Batı’nın ilmî sanayi ile ilmi kurduğu ve ateizmi kendine göre o günkü ilme dayandırdığı bir asırdır. Sermayenin en üst seviyeye ulaştığı, “dediğim dedik” diyebildiği bir asırdır.
4- MATEMATİĞE DAYALI MÜSBET İLİMLER ORTAYA ÇIKIYOR
İlmin metotları vardır. Tamamen düşünceye dayanır. Temel varsayımlara dayanır. Bu varsayımları şöyle özetleyebiliriz. Her oluşun bir sebebi vardır. Bir şey varken yok olmaz, yokken de var olmaz. Mutlaka onu oluşturan biri vardır.
İnsanın beyni öyle varedilmiştir ki, insan oluşlardan kendisine gereği kadarını kavrar. Bunun için kurallar içinde öğrenilmesi gerekir.
İnsan hata edebilen varlıktır. Elde ettiği bilgileri kontrol edip sorgulaması gerekir.
İşte bu esastan hareket eden İslâm âlimleri “fıkıh usûlü” diye bir ilim geliştirdiler. Bugün hâlâ medreselerde en ileri bir ilim olarak okutulan fıkıh usûlü, Batı dünyasına ancak parça parça geçmiştir. Onlar da kendilerine göre bu ilmin paralelinde düşüncelerini geliştirdiler. İnsan bilgisini dört delile dayandırır:
- Doğruluğunu her zaman kontrol edebileceği bilgiler. Mesela, İstanbul’un ortasından boğaz geçer. İsteyen her zaman gidip görebilir. Bunlar kesin bilgilerdir.
- Ancak başkalarından duyarak edindiğimiz bilgiler. İstanbul Fatih Sultan Mehmet tarafından 1453 yılında fethedildi. Bu bilgilerde kesinlik derece derecedir.Bilgilerimizin çoğu böyledir.
- Araştırmacıların ittifak ederek bize ulaştırdıkları bilgiler. Sayıları yeterse, birbirinden etkilenmemişse bu bilgi kesin bilgidir.
- Bizim kendi müşahedelerimiz, kendi varsayımlarımız.
İşte bunlar delillerdir. Yaşadığımız andan önceki olaylardır. Bize kadar ulaşmıştır. Bunlara dayanarak gelecek hakkında hüküm çıkaracağız. Bunun için bazı önemli bilgilere ihtiyaç vardır O da mantıktır. Sebep-sonuç ilişkileridir. Bunları da şöyle sıralayabiliriz.
İki olay arasında çeşitli ilişkiler kurulabilir.
- Sebep-sonuç ilişkisi. Bir olay başka olayın oluşmasına sebep olabilir. Mesela, zenginlikle ticaret arasında böyle bağlantı vardır. Ne var ki, zengin olmak için ticaret yapma şartı yoktur, ticaret yapmak mutlaka zenginliği doğurmaz.
- Şart. Bir olayın olması için başka bir olayın olması gerekiyorsa buna şart denir. Birinci olayın olması, ikinci olayın olmasını gerektirmez. Suyun akması için çeşmenin açık olması şarttır ama boruda su yoksa çeşmeden su akmaz. Buna şart denir.
- İller. Bir olay varsa ikinci olay da vardır ama birinci olmadan da ikinci olay olabilir. Soba yanarsa oda ısınır ama soba yanmadan da oda Güneş ile ısınmış olabilir.
- Men’. Bir şey varsa bir başkası olmayabilir. Kap dolu ise oraya başka bir şey konamaz.
- Nefy. Bir şey olunca diğerini kovar. Kaba suyu doldurursanız havasını boşaltır.
Bunun gibi ilişkilerle ilgili kurallar üzerinde tasnif ve tarifler yapılmıştır.
Yine usûlde tartışma konuları getirilmiştir. Mesela, ısınmak için ateş şarttır dense; diğeri de, hayır, insan battaniyeye sarılarak da ısınabilmektedir dese, onun şart sözünü iptal etmiş olur. Batı dünyası işte bu tür düşünceyi İslâmiyet’i örnek alarak geliştirmeye çalışmıştır.
Batı pek çok ilim adamları sayesinde yeni bir şey yapmıştır. O da olayları matematik yoluyla açıklamaktır. Sobayı yakarsak oda ısınır sözü yeterli değildir. Kaç kilo odun yakarsak ne büyüklükteki oda kaç derece ısınır? Bu konuda daha önce İslâm âleminde pek çok bilgiler vardı. Ama Doğu’da her olay için böyle sayısal bağıntı kurma çabası yoktur. Olanlar için vardı, olmayanlar için böyle bir şeyin olamayacağı sanılıyordu. Batı önce ilimleri ikiye ayırdı. Sosyal ilimler ve fen ilimleri. Sosyal ilimlerde matematiğin olamayacağını kabul etti. Ama fen ilimlerinde matematiğin uygulanacağı görüşü esas alındı. Bu hususta büyük bir başarı ile damgasını vuran Newton olmuştur.
a) Newton’un Atalet Kanunu: Hızlar ancak kuvvet etkisiyle değişir.
Newton’un söylediklerinin hiçbirisi Newton’un buluşu değildi. Hepsi sağdan soldan toplama idi. Ancak sermaye onu finanse etti, insanlığa onun aracılığı ile sunuldu. Tabii ki kendisinin de bunları bir araya getirip katkılarda bulunma etkisi vardır. Ancak bu katkı diğer insanlar kadardır. Böylece biz burada Newton’u anlatırken yalnız onu anlatmıyoruz, aynı zamanda o çağı anlatıyoruz. Aynı özellik Adam Smith ve Marks için de geçerlidir. Darwin için de geçerlidir. İşte sermayenin yani Yahudilerin başarısı buradan kaynaklanmaktadır. Alıyor, bir görüşü birine mâlediyor ve destekliyor. Oysa, diğer uluslardaki insanlar birbirlerinin başarılarını yıkmaya ve çökertmeye çalışıyorlar. Yahudilerin seçkin kavim olması işte bundandır. Zeki oldukları için değil, akıllarını ilme göre kullandıkları ve dayanışma içinde oldukları için bu böyledir. “Adil Düzen”i Akevler oluşturdu, ama ondan yararlanarak iktidar olan Refah Partisi Adil Düzen Ekibine düşman oldu, ona saldırdı. O da yetmedi, onu iktidar eden görüşlere de cephe aldı. İşte bu mantık insanları onlara köle eder.
Newton hızla kuvvet arasında ilişki kurmaya çalıştı. Kuvveti terazilerle veya gerilen yaylarla ölçebildi. Hızı da aldığı yolla ölçtü. Şu ana kuralı koydu.
Bir cismin hızı kendiliğinden değişmez. Etki ettiği kuvvetle orantılı olarak zamanla artar. Bu aslında çok basit bir kuraldır. Kuvvetin hızla değiştiğini ifade etmek. Bir arabayı devamlı itersek arabanın hızı o kadar artar. İşte bunu matematikleştirmek gerekmektedir. Böylece hareketle ilgili kural bulunmuştur. Newton’un yaptığı ileri bir düşüncede bir şeyi bıraktığımız zaman yere düşüyor. Çünkü bir kuvvet onu çekiyor. Buna göre düşen cisimler için hesap yaptı ve gerçekleşti. Demek ki varsayımı doğru idi. Newton bundan sonra düşüncesini genişletti. Bir ip alıp ucuna bağlanan taşı çevirirseniz taş ipi gerer. Bırakırsanız uzağa fırlar. O halde dönen cisimlerde merkezkaç kuvveti oluşur. Bunu kendi matematiği ile hesapladı ve bu kuvveti ölçtü. Hesap tutmuştu.
Dünya’nın Güneş etrafında döndüğünü, Ay’ın dünya etrafında döndüğünü Müslümanlar biliyordu. Newton’dan önce de bunlar Avrupa’da belirlenmişti. O halde Ay Dünya’nın etrafında döndüğüne göre, yerden uzaklaştırm bir merkezkaç kuvveti vardır. Demek ki, Yer’in de Ay’ı çeken bir çekim kuvveti vardır. İşte böylece matematikle bütün hareketleri hesaplama imkânı doğdu. 19. asırda bu buluşa dayanılarak pek çok makineler inşa edildi. Önemli olan olay, artık matematiğe inanılmaya başlandı.
b) Maksvel’in Elektromagnetik Kanunları. Elektrikî alan hareket ederse magnetik alanı, magnetik alan hareket ederse elektrikî alanı doğurur.
Yine mıknatıs ve elektrik olayları üzerinde pek çok bilgiler vardır. Ancak bunlar ayrı ayrı incelenmiştir. Maksvel ise bir şeyi keşfedip onu genelleştirdi. Bir bobin alalım ve mıknatısı içine sokalım. Bobinden çıkan telin yakınında mıknatıs varsa hareket eder. Çıkarsa aksi istikamette hareket eder. Ama söktüğümüz veya çıkardığımızda akım kesilir. Bu bize şunu gösterir. Hareketli mıknatıs elektrik doğurur. Hareketli elektrik de mıknatısı doğurur. Maksvel bunun için dört çift formül yazdı.
1- Elektrikî alan elektrikî etki doğurur. Bu etki yerin özelliğine bağlıdır.
Mağnetik alan mağnetik etkisini doğurur. Bu alan yerin özelliğine bağlıdır.
2- Elektrikî yük onu saran elektrikî etkilenmelerin toplamıdır.
Mağnetik yük onu saran mmağnetik yükün toplamına eşittir.
3- Hareketli elektrik alanı mağnetik alanı doğurur.
Hareketli mağnetik alan elektrikî alan doğurur.
4- Işık birbirini doğuran mağnetik alanların ışık hızıyla hareketidir.
İşte Maksvel tarafından ortaya konan bu formüller sayesinde tüm mağnetik ve elektrikî olaylar, ışık ve radyo dalgaları kolayca hesabın içine girdi ve ilmîleşti. Bu sayede elektrik jeneratörleri ve motorları bulundu. Enerji tellerle uzaklara nakledildi. Transformatörler bulundu. Artık elektrik ve mekanik, dinamik dahil tamamen ilmîleşti. Işığın elektromanyetik dalga olduğu keşfedilmiştir ama henüz ilmîleşmemiştir.
c) Isının Ölçülmesi ve Mekanik Enerjiye Çevrilmesi (Otomobil, Uçak)
Bundan sonraki önemli buluş ısı üzerinde olmuştu. Isının enerji olduğu barutun keşfi ile zaten bulunmuştu. Buhar makinesi de önce keşfedilmiş, bu sayede denizaşırı taşımacılık sağlanmıştı. Demiryolları yapılmıştı. Ancak ısının ölçülmesi ve ısı ile ilgili kanunlar ancak 19. asırda öğrenildi.
- Sıcaklığın ölçülmesi sorunu çözüldü. Sıcaklıkla cisimler uzamakta veya genleşmektedir. Buna dayanılarak termometre bulundu. Birinci adım atıldı. Maddelerin ısınma ısıları tesbit edildi. Bu sayede ısı da ölçülmüş oldu. Isı hareketleri tesbit edildi.
- Mekanik iş ile ısı arasında ilişki kuruldu, böylece ısının mekanik işle aynı olduğu saptandı. Mekanik iş bir kuvvetin belli mesafeye götürülmesidir. Dinamik iş bir cismin hızlanmasının karesidir. Sıcaklık enerjisi de moleküllere ait hızların artması kareleridir. Elektrikî iş ise ışık hızına çıkan parçacıkların hızıdır.
- Bu arada önemli bir kanun keşfedildi. Kâinat’ta enerji artıp eksilmez. Yani, enerjiler değişebilir, bir maddeden diğer maddeye geçebilir ama enerji artıp eksilmez. Bu bir şey yoktan varolmaz, varken yok olmaz kanununun genişletilmiş şeklidir. Değiştirici yoksa değişmeler de olmaz. Aslında Newton’un eylemsizlik kanunu da bu idi.
- Isı ile ilgili bulunan en önemli başka bir kanun iki cisim yan yana geldiğinde soğuk cisim ısınır, sıcak cisim soğur. Yani, sıcaklıklar birbirine yaklaşır, birbirinden uzaklaşmaz. Bu yalnız sıcaklıkta bulunan kanun değil, tüm Kâinat’ı ilgilendiren kanundur. Düzgün olanlar zamanla bozulurlar, ama bozuk olanlar zamanla düzelmezler.
İşte bu son kanun evrim nazariyesiyle çelişmektedir. Evrimde kendiliğinden düzelme sözkonusudur. Oysa bozulma kanununu tersini söylemektedir. Bozuk olanlar nasıl düzelir? Ancak onu düzelten biri varsa düzelir. Öyleyse, madem ki kendiliğinden bozulma esastır, ama Kâinat’ta evrim vardır, o halde Kâinat’ı var eden biri vardır. Başka türlü izah mümkün değildir. Ne var ki, ilimle ilgilenmeyen kilise ve medrese bunlara cevap vermiyor, sadece ilme saldırıyordu. Bundan yararlanan ateist sermaye 19. asrın son yarısı ile 20. asrın ilk yarısını mutlak zaferi ile geçirdi. Dinler mağlup olmuş, ilim galip gelmişti. Dinsizlik alıp yürümüştü.
d) Işıkla İlgili Tartışma
Işıkla ilgili kanunlar Müslümanlar tarafından keşfedilmiştir. Gözlük bulunmuştur. Teleskop biliniyordu. Bunun dışında ışığın hızı da 19. yüzyıla gelmeden önce ölçüldü. Işıkla ilgili önemli bazı buluşlar daha olmuştu. Işığın dalga boyları ölçüldü ve renkler dalga boyları ile tesbit edildi. Maddelerin kendilerine has renkleri olduğu da bilinmekte idi. Yıldızlar üzerinde yapılan araştırmalar yıldızların renkleri ile şiddetleri arasında bir ilişki olduğunu ortaya koydu. Birçok yıldızların uzaklıkları ölçüldü. Galaksinin döndüğü belirlendi. Samanyolu dışında galaksiler olduğu anlaşıldı. Uzay yaklaşık olarak son şekliyle bilindi. Bundan sonra yeni bir şey olmayacağı sanılmıştı. Ne var ki, 20. yüzyıl çok daha yeni ve ileri şeyler keşfetmiştir. Yine 19. yüzyılın sonlarında telsiz telgraf keşfedilmiştir. Yani, 19. asırda ulaşım ve haberleşmedeki sürat, ondan önceki süratlerin on-yirmi misline ulaşmış, çok uzaklarla haberleşme imkânı doğmuştur. Bu gelişmeler dünyayı birbirine yaklaştırmıştır. 20. yüzyıl 19. yüzyılın buluşları ile yepyeni bir yüzyıl olacaktır.