-1568’de para ile ilgili iktisat kitabını yazar. “Yıldızı parlamaya başlamıştır. Kral III. Henri’ye danışman olur. Malestroit’nın Paranın ve Her Şeyin Pahalılaşması Üzerine Paradoksal Düşüncelerine Yanıt adı altında ekonomi üzerine bir kitap yazar...”(s.395)
Genel olarak sömürü sermayesi, ortaya çıkan fikirleri ve bilgileri arşivler. Bu fikir ve bilgilerin gerçek sahiplerini boğar, sesini duyurmaz, maddeten baskı altına alır. Sonra o bilgileri desteklemek istediği kimseye verir ve ona istediği kitabı yazdırır. Onu meşhur eder. İnsanların da kitabı okuyup anlamaya aklı ermediği için, insanlar genel olarak kimin propagandası yapılıyorsa, onun peşinden giderler. Kuvvet uygarlığı budur.
Oysa, Hak uygarlığında ilme sermaye veya siyaset değil, ilmin kendisi hâkimdir.
“İnsanlık Anayasası”na gitmeden önce oluşacak Adil Düzen işletmeleri, âlimler tarafından yönetileceklerdir. Dolayısıyla, gerçek demokrasiyi oluşturmuş olacaklardır.
-“1576’da krallık savcılığına atanır. Aynı yıl yazdığı “Devlet Üstüne Altı Kitap” yapıtında krallığı savunur. Gene aynı yıl üçüncü tabakanın temsilcisi olarak Fransız Genel Meclisi’ne girer. Mecliste temsil zümre temeline göre idi. Aristokratlar birinci zümreyi, din adamları ikinci, halk üçüncü zümreyi oluşturuyordu. Ancak “halk”, işçileri ve köylüleri dışarıda bırakarak, soylu olmayan zengin orta tabaka, demek ki burjuvazi anlamına geliyor, meclise Bodin gibi burjuvazinin temsilcileri giriyorlardı.”(s.396)
Sermaye yetiştiriyor, gerekli yerlere getiriyor ve istediklerini söyletiyor. Halk hâlâ parya olarak kalmaya ve bir sınıf bile olamama seviyesinde kalmaya devam ediyor.
Oysa Doğu’da, Arapların geleneğinde de olmayan, Türklerde de bulunmayan “halk” vardır. Halk eşittir. Mescitte aynı sıraya girip namaza dururlar. Bunu her gün günde beş defa yaparlar. Başkan şûralar aracılığı ile halka danışır. Şûralar, dayanışma ortaklıkları sorumlularıdır. Hacca giderken ve tavaf yaparken de istisnasız herkes tarafından sadece iki parçadan oluşan aynı sade kıyafet giyilir. Tüm İslâm dünyası böyle yaşamıştır.
Oysa, Avrupa’da daha 16. asırda halkın siyasi hakları bile hâlâ sözkonusu bile değildir. Kadınların oy kullanma hakkı ise ancak 20. yüzyılda tanınmıştır.
Oysa, İslâmiyet’te insanın dayanışma ortaklığını bizzat kendisinin seçmiş olması sebebiyle, her zaman kadınların da erkekler gibi siyasi hakları vardır. Hakim olabilmektedirler. Tarikatların ve medreselerin başı olabilmektedirler. Uygulamaya meselesine gelindiğinde, uygulama olarak zaten bugün de pek yaygın değildir.
-Bodin Meclis’te soylulara karşı kralın haklarını savundu. “Bodin’in meclisteki tutumu, burjuvazinin bu yüzyıldaki genel siyasal tutumuna örnek olacak nitelikteydi. Soylu sınıflara (aristokratlara ve din adamlarına) karşı kralın haklarını savundu, mutlak monarşiyi destekledi.”(s.396)
Meclis içinde olanın Meclis’in haklarını savunması gerekirken, o görevli olduğu için kralı savundu. Demek ki o bir ajandı. Kimin ajanı olduğunu biliyorsunuz.
-1516’da yapılan anlaşma ile piskoposları atama hakkı papadan krala geçmiştir. Fransa Katolikti, ama Protestanlarla iç savaşlar vardır. 1562-1589 arasında sekiz din savaşı oldu. 1572’de Katolikler binlerce Protestanı katlettiler. Bodin Katolik idi, ama dinsiz görüldü ve canını zor kurtardı. (s.396)
Sermayenin stratejisi, önce din adamlarını bölmek ve birbirine düşürmek, derebeylikleri etksiz hâle getirmek, sonra krallık kurmaktır. Böylece tüm Avrupa’yı parçalamaktır. Sonra da krallıkları cumhuriyete döndürmek, ondan sonra golbal birlikler oluşturup dünyayı kıtalara ayırmak, sonra onları birbirleri ile çatıştırarak dünyayı silahsız, yani para ile yönetmektir; hem de karşılıksız sahte para ile! Bu karşılıksız parayı ancak 20.asırda keşfettiler.
Vakit tamam olup sömürü sisteminin ömrü bitmeye başladığında, bu paranın yerini mala-mal marketlerinin kaydî parası alacak ve sermaye hakimiyeti balon gibi sönüp gidecektir.
-Din savaşları halkı bezdirdi, lâikliğe doğru kayarak kralın emrine giriyordu. Bodin bunları destekleyenler arasında idi. “Uzayan din savaşlarının verdiği bezginlik, dinsel hoşgörüyü savunan bir akım yaratmıştı. Dinsel hoşgörüyü savunan ve krallığa mutlak boyun eğmeyi öğütleyen akımın düşünürlerine “politikler” denmişti, Bodin de bu gruptan sayılır.”(s.396)
Bu çağda Doğu’daki İslâm ülkelerinde devlet halkın dinlerine karışmıyordu, okullarına karışmıyordu, ekonomilerine karışmıyordu. Yönetim biçimi olarak yerinden yönetim olduğu için yerel yönetime karışmıyordu. İslâm ülkelerinde göreve atanan kadılar, sultanın emirnameleri ile değil, Fıkıh ilmine göre hükmediyorlardı.
İşte bu çağda, Avrupa’da sermayenin kendi çıkarlarına göre organize ettiği bu düzen Avrupa’ya hâkim olmaya başladı. Hak uygarlığı kuvvet uygarlığına böyle dönüşüyordu.
-Bodin din konusunda takiye yapar. “Din üzerine yazdığı Yedili Görüşme kitabında, birer Müslümanı, Katoliği, Lutherciyi, Yahudiyi, Epiktetoscuyu, deisti (dinlere değil salt Tanrı’ya inanan), Zwingliciyi (İsviçre protestanı) konuşturur. Bütün dinlerin özünün aynı olduğu sonucuna vararak, deistin görüşlerine eğilim gösterirse de, aslında dine karşıdır. Ama bunu açıkça ortaya koymaz...”(s.397)
Tarihte ateizmi savunan düşünürler olmuştur. Ama ateist yönetim ancak bugünkü Batı Medeniyeti’nde görülür. Kur’an insanlara, gelin bir kelimede birleşelim, Allah’tan başka kimseye tapmayalım der. Ondan sonra da bütün dinleri kendi anlayışlarına bırakır. Sizin dininiz sizin, benim dinim benim olsun der. Hıristiyanları ve Yahudileri kendi kitaplarına göre amel etmeye çağırır. Demek ki, Batı düşünürlerindeki her ileri görüş Kur’an’da vardır. Bir tek “tanrı yoktur” saçmalığı orada yer almaz. Çünkü bu görüşün mantığı yoktur. Buna ancak 20. yüzyılın insanı kandırılabilmiştir. O da geri tepmiştir. Şimdi o düşünceler de tarihe karışmak üzeredir.
-Krallık savcısı olan Bodin, büyüye ve astrolojiye inanır. “Bodin’in dine inanmamakla birlikte astrolojiye ve büyücülüğe inanması şaşırtıcıdır. Süpürgeye binip uçan cadıların varlığının “apaçık” bir gerçek olduğunu söyler... Bodin krallık svcısı olarak ruhunu şeytana satan büyücülerin nasıl yakalanacaklarını anlatan bir kitap da yazmıştır.”(s.397)
Müsbet ilimleri ????? (mi?) tedris etmeyen kimseler Tanrı’ya değil, sihre inanırlar. Çünkü Batı hukuku tutarsız ve mantıksız önermelere dayanan bir savunma mekanizmasına sahiptir. Fikirler gerçeği bulmak için değil, karşı tarafı ikna etmek için kullanılır. Oysa, her inanan insan, söyediği sözlerin işe yarayıp yaramayacağından çok, doğru olup olmadığına bakar. Çünkü Allah’a hesap vereceğine inanmaktadır. Yalan söylemesi iradidir, insiyaki değildir. Oysa, inanmayan insan için doğru söylemesi iradidir, yalan insiyakidir. Hak uygarlıkları ile kuvvet uygarlıkları arasındaki önemli farklardan biri de bunlardır. Sihre ve tılsıma inanan insanlar bunlara o kadar çok inanmış ve uygulama yapmışlardır ki, İslâm tarihçisi ve âlimi İbni Haldun da onlardan uzun uzun bahseder. Bodin onun etkisinde kalmış olmalıdır.
Bodin’in Siyasal Görüşleri
-Bodin krallığı ataerkil aileye dayandırdı. “devleti öyle bir temele dayandırmalıydı ki, ondan mutlak monarşiyi destekleyen sonuçlar çıkarabilsin. Bu amacı için “ataerkil aile”yi görüşlerini dayandıracağı temel olarak seçti...”(s.397)
Hokkabaz savunmacılar, savunmak istedikleri konuyu yürütür yürütür, sonunda el çabukluğu ile ispatsız bir halka koyar, bunu da öyle bir yerde koyar ki, siz o anda onun farkına varamazsınız. Dolayısıyla okuyucuyu gerçek olmayan bir sonuca ulaştırır. Mesela, kötülükler anlatılır, anlatılır ve bütün bunların saltanattan ileri geldiği varsayımı ile saltanat her cümlede yerilir. Ondan sonra kurtuluş yolları ve imkânları anlatılır. Bunların da cumhuriyetle gelecği her cümlede tekrarlanır ve sonuca şöyle varılır; saltanat gitmelidir, cumhuriyet gelmelidir. Oysa o kötülüklerin kaynağı saltanat değildir. Cumhuriyetet ise o iyilikleri getirecek güçtedir. Bodin de işte buna benzer bir mantık yürütmüştür.
-“Bodin’e Göre Devletin Amacı Yurttaşların Mutluluğudur: Bodin, siyasal görüşlerinde en çok Aristoteles’ten etkilenmiş, Devletin Altı Kitabı’nda Aristoteles’in Politika adlı yapıtına koşut, çağdaş bir genel siyaset kuramı yaratmak istemişti.”(s.397)
Platon ütopik devlet teorisini geliştirmiştir. Aristo ise daha reel bir siyaset önermiştir. Talebesi İskender Dünya Fatihi olmuştur. Hıristiyanlar Platon’u izlediler. Müslümanlar ise Aristo’yu izlediler, felsefeyi değil müsbet ilmi tercih ettiler. Farabi, İbni Sina ve İbni Rüşt, Aristo felsefesini Kur’an’ın öğretisi olan ilimde geliştirdiler.
Avrupalılar Aristo’yu ancak Arapça eserlerden öğrendiler. İşte Bodin’in felsefesi de budur. Nitekim, yukarıda ifade edildiği üzere Müslümanı başa alarak konuşturmaya başlatmasından da anlaşılıyor ki, Bodin büyük bir şekilde İslâm’ın etkisindedir.
-Devlet halkın huzurunu sağlamak için vardır. “Devletin amacı yurttaşların iyiliğini ve mutluluğunu, barışı ve güvenliği sağlamaktır... Bu nedenle devletin, ulusun maddi ve ekonomik refahını sağlamaya yönelmiş bir politika gütmesi gerekir...”(s.398)
Farabi “Medinetü’l-Fazıla”da bunları anlatmıştır. Kur’an bir taraftan yaşayan kişilerin hak ve huzurunu korumakla birlikte, insanlığın yani ölmüşlerin ve gelecek neslin hakları olarak insanlık haklarını ve varlığını korur. Kur’an’a göre bu da Allah’ın haklarıdır. Yaşayanların hakkı “hukuku ibad”, tüm insanlığın hakları ise “hukukullah” olarak adlandırılır. Nitekim biz de işte bu sebeple “İnsanlık Anayasası” diyoruz. Demek ki, devleti sadece yaşayan insanların refah aracı kabul etmek yanlıştır.
Devletin kaynağı ailedir. İslâm’ın bütün topluluk hukuku bu kurala dayanır. Aile, karı koca arasında yapılan çocuk yetiştirme anlaşmasıdır. Kadın çocukları doğurup büyütür, erkek geçindirip savunur. Erkek bu görevini örgütlenmeden yapamaz. Örgütlenir ve devleti oluşturur. Devlet erkeklerindir ama kadınlar içindir. Kadınlar patron, erkekler işletmeci durumundadır.
Demek ki, Bodin’in bu düşünceleri yine İslâmiyet’in temel görüşlerine dayanmaktadır.
-Devlet, ailelerin ve mülklerinin adaletle yönetilmesidir. “Bodin’e Göre Devletin Kaynağı Ailedir: “Devlet, birçok ailelerin ve onlarla birlikte malik oldukları şeylerin egemen kudret tarafından hukuka uygun olarak adaletle yönetilmesidir.”(Devletin altı Kitabı, I. Kitap, 1. Bölüm)”(s.398)
İşte çarpıtma burada başlar: Devlet yönetmek için değil, hizmet etmek içindir. Erkekler kadınlara; işletmeler ilee ocak ve bucak yönetimleri erkeklere; il, devlet ve insanlık ise bucaklara hizmet verirler. Ağaç benzetmesini ele alırsak; kadınlar çiçektir, erkekler yapraktır. Dallar ocak ve bucakları, ana dallar il ve devleti, gövde ise insanlığı temsil eder. Önemli bir mesele daha şöyledir; aile mülkiyeti yoktur, kişi mülkiyeti vardır.
Her şeyde bir hikmet vardır. Batı dünyası İslâmiyet’i tam olaral anlasaydı bugünkü uygarlığı kuramazdı. Çünkü kurduğu uygarlık kuvvet uygarlığı olmazdı.
-Baba güç sahibi olunca artık aile içinde mutlak hakimiyeti kurmuştur. “Bu tanımlamayla devletin adeta “ailelerin hükümeti” olduğunu söylemiş olur... İnsanlar zora dayanılarak biraraya getirilmişlerdi. Ancak toplumda baba otoritesi, zamanla bu zorun yerini alıp hukuku getirerek devleti yaratmıştır. Bodin, Romalıların ataerkil aile anlayışının ürünü olan pater familias” (aile başkanı) kavramını canlandırmak istemektedir. Bu anlayışa göre aile başkanı, aile üyeleri ve köleleri üzerinde, onların canları üzerinde karar vermeye varana dek mutlak bir egemenlik hakkına sahiptir.”(s.398)
Bu ifade tarihi tesbit etme bakımından nisbeten doğru olabilir.
Ancak, devlet kuvvetlinin zayıfı ezmesi demek değildir. O takdirde devlet değil, eşkıya olur. Devlet zayıfı güçlü hâle getirmek için vardır. Yani, zayıfın hakkını koruması için vardır. Daha doğrusu zayıf da olsa, haklının hakkını koruyan kuruluş devlettir. Devlet işlerinde erkeğin sözü geçer ama, evde de kadının sözü geçer. Çünkü görevli aynı zamanda yetkildir. Evdeki görevler kadına ait olduğuna göre, evdeki yetkiler de ondadır.
Roma hukukunda paterden başka kimsenin doğrudan doğruya mahkemeye gitme yetkisi yoktu. Oysa, İslâm hukukunda ceninin bile mahkmeye gidip hakkını arama hakkı vardır. Bu hakkı en yakını kullanır. Anne kullanır, baba kullanır. Onlar her zaman eşlerine karşı dava açabildiği gibi, mahremi olan yani onunla evlenemeyecek durumda olan herkesin doğrudan hakkı için onun adına mahkemeye başvurma hakkı vardır. Komşuların da benzer hakları vardır. Bugün bu görev savcıya verilmiştir, ama ihbar ve şikâyet hakkı herkese tanınmıştır.
-Devlet bir ailedir, onun halkı üzerinde babalık hakkı vardır. “Bodin, devletin kaynağını ailede görmekle, babanın aile içindeki yerini ve rolünü devlet içinde krala vermek istemektedir. Devlet büyük bir ailedir, kral da bu ailenin üyeleri üzerinde mutlak egemenliğe sahip olarak onu yöneten baba durumundadır.”(s.398)
İşte yutturmaca burada başlar.
Devlet aile için kurulmuştur, ama devlet aile değildir. Baba ailenin hâkimi değil, muhafızıdır. Devlet de aynen öyledir. Devlet vatandaşların hâkimi değil, onların koruyucusudur. Burada yutturulmaya çalışılan varsayım, devletin aileye benzetilmesidir. Babanın aileye mutlak surette hâkim olması gerektiği görüşüdür. Bu yanlıştır.
-Egemenlik bölünmez, onun için yönetim monarşi olmalıdır. Bütün yetki bir kişide toplanmalıdır. Onun görevlendirdiği kimse sınırlı şekilde görevli olur. “Egemenlik en yüksek buyurma gücü, en yüksek iktidar olup, öteki bütün buyurma güçleri, öteki bütün iktidarlar ondan çıkmadır; onun izni ile, onun izin verdiği kadar ve onun izin verdiği sürece vardır. Öteki bütün buyurma güçleri egemen tarafından “sınırlı bir süre” için verildiği halde, egemenin buyurma gücü süreklidir.”(s.399)
Yetki tecezzi etmez. Her görevli görevinde kendi yetkisini kimsenin emrinde olmadan kullanır. Bu İslâmiyet’in temel kuralıdır. İçtihat müessesi de budur. Ne var ki, görevler tüm halka dağılmıştır, dolayısıyla yetkiler dağılmıştır, sorumluluklar da dağılmıştır. Başkanın görevleri sınırlıdır, bu görevlerinde başkanlar yetkilidir.
Bu düşünüş Adem aleyhisselamda da vardı. Nuh Peygamber zamanında kişi yönetimi devam etti ama, artık bu sadece görevlendirme ile ilgili olup, üst astı görevden alabilir ama görevine müdahale edemezdi. Sadece genel talimatlar koyabilirdi. Musa Peygamber zamanında bu da tamamen kaldırıldı ve şeriat düzeni geldi. Artık yasalar vardır. Yasalar herkesin görevlerini belirlemiştir, herkes ona göre görevli ve yetkilidir. Üstlerin atama ve azletme yetkileri varsa da, herkes yasalara uymak zorundadır. Artık merkezin talimatı da geçersiz olur.
Nihayet, Ku’an’la yasalar da kaldırılmış, onların yerine içtihat ve sözleşme müessesesi getirilmiştir. Yani, herkes kendi yasasını kendisi üretir ve hakemlerden oluşan bağımsız ve tarafsız yargı önünde hesap verir.
-İktidarın bölünmesi anarşiyi doğurur. Fransa’nın din savaşları buna örnektir. “Anarşiye düşmek istemeyen her devlet tüm egemenliği tek bir krala, tek bir kurula bırakmak zorundadır. Egemenlik bölündü mü anarşi çıkar... Bu yanıtı verirken kafasında yakın örnek olarak, Fransız din savaşlarının yol açtığı kargaşa vardır.”(s.399)
Güçlünün zayıfa sözünü geçirmesi tüm canlılarda olan bir olaydır. Asıl mesele, haklının sözünün geçmesini sağlayan bir düzen oluşmalıdır. Bunun dayanağı da dayanışma ortaklığıdır. Dayanışma ortaklığı zayıfı kuvvetli kılar. Ne var ki, bu kuvvetin çoklu sistem içinde dengesi vardır. Haksıza karşı diğerleri birleşirler. Kimin haklı olduğunu da tarafsız yargı ortaya koyar. O halde devletin dayanağı biattır, seçmedir, tevkikldir. Başkanın görevleri vardır, görevlerinde ortağı yoktur. Ama görevleri sözleşmelerle sınırlanmıştır. Yargı denetimindedir.
-Egemenlik mutlaktır. Onu hiçbir şey kısıtlayamaz. ““Egemenlik mutlaktır”, onu sınırlayan hiçbir güç yoktur. Ne uyruklar, ne sınıflar, ne kurumlar, hatta ne yasalar onu sınırlayabilir. Çünkü yasaları koyan da egemen olduğuna göre, ondan yasaya uyması istenemez. Bugün koyduğu bir yasayı, yarın bir başka yasa ile değiştirebilir.”(s.399)
Bu kuralı ile Tanrı’nın da egemeni kısıtlayamayacağını ifade ederek, din adamlarının yetkisini yok etmektedir. Aristokratların da kısıtlayamayacağını ifade etmekle, derebeylerin de yetkisini yok etmektedir. Oysa, İslâmiyet’te hüküm yalnız Allah’ındır ve O da kendi yetkisini tüm insanlar arasında bölüştürmüştür. Allah herkese farklı kabiliyetler vermiş, dolayısıyla farklı görevler yüklemiştir. Farklı görevler farklı yetkileri doğurur. Bir işin iki sorumlusu olmaz ama, her işin sorumlusu tektir. İşte yutturmacanın başka bir örneği de budur. Bir işin çok sorumlusundan, -el çabukluğu ile- bütün işlerin tek sorumlu olduğu ifade ediliyor. Egemenliği başkalarının egemenliği kısıtlar, bu sınırı da sözleşmeler çizer. Hakemler ortaya çıkarırlar. Hakemleri kişiler kendileri seçerler. İslâmiyet’te yöneticilerin hüküm koyma yetkileri yoktur. Yöneticiler sözleşmelerle oluşan hükümleri uygulamakla yetkilidirler. Hâkim değil, hâdimdirler.
-Üç yönetim biçimi vardır. Karma yönetimi kabul etmez. “Bodin’e Göre Yönetim Biçimleri ve Karma Yönetimlerin Olanaksızlığı: Bodin, egemenlik kavramı ile tutarlı olarak, bir tek devlet biçimi olduğunu, ama, egemenliğin odaklaştığı yere göre, üç yönetim biçiminin olabileceğini söyler; karma yönetimi de kabul etmez.”(s.399, 400)
Yönetim biçimi olarak yukarıda belirttiğimiz gibi; “silah”a dayalı yönetim sosyalizm, “sermaye”ye dayalı yönetim kapitalizm, “sevgi”ye dayanan yönetim teokrasi, “bilgi”ye dayanan yönetim demokrasidir. Ancak bu güçler iktidarlarını kullanırken ya bir yönetici eliyle kullanırlar, ya seçkinler eliyle kullanırlar, ya da halk eliyle kullanırlar.
Bodin, iktidarın kendisini değil de, kullanılan şeklini ele almaktadır. İslâmiyet’te ilmî ehliyeti elde edebilen seçkinler eliyle iktidarı halkın seçtiği kimseler kullanır.
-Yönetim ya kralın, ya aristokratların, ya da halkındır. Meclis varsa kralın değildir. “Egemenlik, sön sözü söyleme hakkı, yasa çıkarma hakkı toplumun aristokratlar zümresinin elinde ise, yönetim biçimi aristokrasidir. Egemenlik, son sözü söyleme hakkı, yetkisi halk zümresinin elinde ise, yönetim biçimi demokrasidir.”(s.400)
Meclisin ekseriyeti ile karar alınıyorsa, orada yönetim gizli ellerdedir. Kapitalistlerde sermayenin, sosyalistlerde askerin, teokratlarda rahiplerin, demokraside herhangi birinin elindedir. Çünkü asıl yönetici perde arkasındadır. Bu gizli el, meclisteki en zayıf kişileri kullanarak ülkeyi sorumsuzca yönetmektedir. Söz onun ama sorumluluk başkasının elindedir. İşte bu şekilde yönetilen ülke bir müddet sonra çöker. Bu sebepledir ki kararlar ekseriyetle alınmaz. Meclisler vardır, şûralar vardır. Ama son söz, istişareden sonra başkanındır. Başkanın kararlarında mağduriyet varsa, bu mağduriyet yargı kararları ile giderilir.
-Karma yönetim yoktur. Yönetim ya yoktur, ya da birinin elindedir. “Egemenliğin, kralın, aristokratların ve halkın arasında bölündüğü bir “karma yönetim” olanaksızdır. Çünkü egemenlik bölünemez. Bölünmeye kalkışılırsa, ya egemenliği bölüşen taraflar arasında mutlaka kavga, giderek anarşi çıkar ki, o zaman ortada yalnız egemenlik değil, devlet de yoktur. Ya da egemenlik, son sözü söyleme hakkı, zamanla onu bölüştüklerini sanan taraflardan birinin eline geçer... Fransa tam bir monarşidir...”(s.400)
Bir topluluğun yönetimi bir beyinle sağlanır. Ancak, beyin kendi başına değil, çevresi ile topluluğu yönetir. Başkanlar vardır. Görevleri sınırlıdır. Başkan görevli olduğu yerde tam yetkiye sahiptir. Aldığı kararlar uygulanır. Mağdur olanlar hakemlere gider ve mağduriyetlerini giderirler. Meclisler vardır, ilmî çalışma yaparlar, içtihat veya icmada bulunurlar. Şûralar vardır, diğer görevlerde başkanın müşaviridirler. Son kararları başkan alır. Ancak başkanın kararları yargı denetimindedir. Yerinden yönetim vardır. Kararları bakanlar kurulu uygular. Bakanlar yargı kararları ile görevden alınırlar. Başkanlar emeklilik yaşına kadar başkanlık ederler, emekli olunca fahri başkan olarak kalırlar. Başkanken edindikleri mallar çocuklarına değil, hazineye kalır. Karma yönetim yoktur ama “birlikte yönetim” vardır. Karma demek, çuvala taşları doldurma demektir. Birlikte yönetim ise, boyunduruğa birlikte koşulma demektir. Herkes kendi tarafını çeker. Herkes taşın altına elini sokar. Herkes yükün bir ucundan tutar ve yük hep birlikte daha kolay kaldırılır.
-Karma yönetim olmadığı gibi monarşinin kötüsü de yoktur. Çünkü kötülük onun iradesine bağlıdır. “Karma yönetim biçimi yoktur ve olanaksızdır... Bodin’in egemenlik kavramının, ne egemenin yasalarla sınırlanmasına ne de genel yarara uygun davranıp davranmadığının araştırılmasına tahammülü yoktur.”(s.400, 401)
Müslümanlar krala teşri hakkı tanımamışlar, müçtehitlere tanımışlar, yani ilme tanımışlar; ancak, Allah’ın hakimiyeti üzerinde bile durulmuş ve mutlak olup olmadığı tartışılmıştır. Yani, Allah adildir, ama olmak zorunda mıdır?
Bodin ise kralları Tanrı’dan da üstün yapmıştır. Zaten bir müesseseyi yıkmak için ona olağanüstülük tanıyacaksın, sonra yıkacaksın. Krallık yüceltiliyor, ama aynı zamanda da altı oyuluyor. O dönemde Fransa’da yapılan budur. Bodin de bu amacın hizmetkârıdır.
-Monarşi en iyi yönetimdir. “Bodin’e Göre En İyi Yönetim Monarşidir: Bodin yönetim biçimleri arasında en iyi yönetimin monarşi olduğunu söyler... Amacı egemenlik kavramıyla mutlak monarşinin lâik kuramını hazırlamaktır.”(s.401)
Her şeyin iyi bir tarafı vardır, yerinde kullanıldığı zaman yararı vardır. Her şeyin kötü bir tarafı vardır, o da yerinde kullanılmadığı zaman o zararı verir. Kötülükler iyiliklerle dengelenir. Onun içindir ki, değişik müesseseler oluşturulmuş, iyi tarafları ile güçlü iyilik tarafı doğmuştur, kötü tarafları ile kötülükler giderilmiştir. Bu her zaman böyle olur mu? Tersi de olur. İyilikler giderilir, kötülükler güçlenir. Ama gerçek olan şudur ki, böyle sentezli bir yönetim her zaman daha güçlüdür; kötülükte de, iyilikte de daha güçlüdür. Evrim kanunu gereği güçlü her zaman galiptir. Yapılacak iş, daha güçlü iyiliği hâkim kılmaktır. Bu da kıyamete kadar böyle gidecektir. Bin senelik ömürleri ile kötü yönetim, bin senelik ömürleri ile iyi yönetimler yan yana yaşayacaktır. Biri güçlü olduğu zaman diğeri çökmüş olacaktır. Biri zirvede olduğu zaman, diğeri yeni yeni oluşmaya başlayacaktır. Aynen günümüzde olduğu gibi; Batı Medeniyeti zirvededir ve yeni Kur’an Medeniyeti doğmaya başlamıştır.
-Birliği, uyumu ve eşitliği monarşi bir araya getirir. “Tanrı ve bütün büyük düşünürler (Bodin’e göre) monarşiden yanadırlar...”(s.401)
Birliğin, uyumun, adaletin oluşması için başkana gerek vardır. Ancak yeterli değildir. “İnsanlık Anayasası”nın getirdiği kurumlara, başta hukuka ve adalete ihtiyaç vardır. Hukukun kaynağı da kuvvet değildir; içtihattır, sözleşmedir, biattır, tahkimdir. Başkan bunların dengesinin bekçisidir. Gelişi seçimle olur, emekliliğe kadar hizmet görür. Görevinden dolayı şahsen bedeniyle sorumlu değildir. Ama yaptıklarından hazine sorumludur. Başkanlığı döneminde kazandığı kendi malları da hazinenindir.
-Kral hukuka karşı sorumsuzdur. Tümüyle sorumsuz değildir. “Bodin’de Egemenliğin Sınırları ve Doğal Yasalar: Egemenin zorbalaşması tehlikesine karşı Bodin, egemenin insanlara karşı sorumlu olmamakla birlikte, tümüyle sorumsuz olmadığını söyler.”(s.401)
Herkes tabiî ve sosyal kanunlara tâbidir. Kimse bundan kurtulamaz. Kuvvetli haklıdır. Kuvvetli olabilmek için de haklı olmak gerekir. O da tabiî ve sosyal kanunlara uymakla olur. İşte ilâhî kanunlar da bunlardır. Kur’an hep bunu anlatır. Kur’an’da şeriata uymayan topluluklara hatırlatılan cezalar hukukî cezalar değildir. Hattâ topluluklara hatırlatılan uhrevî cezalar da değildir. Tabiî ve sosyal âfetlerdir. Kişilere hatırlatılan ise uhrevî ve hukukî cezalardır. Bodin de bunları söylemektedir. Tevrat da bunların hikâyeleri ile doludur.
-Yasa koyucu tabiî yasalara uymak zorundadır. “Gerçi egemenin iradesi yasadır ve onu hiçbir zaman, hiçbir insan yapısı yasa sınırlayamaz. Ama insan insan yasaları ile sınırlı olmayan egemen doğa yasası ile sınırlıdır. Çünkü doğa yasası insan yasasının üzerindedir...”(s.401)
Hattâ, tabiî yasalardan başka yasa yoktur. Sosyal ve tabiî yasaları ortaya koymak yasamadır. Bu da mecliste parmakların kalkması yahut hükümdarların keyfî kararları ile değil de, yalnız ilmin ve alimlerin konusudur. İlmî dayanakları olmayan ve ilmen denetlenmeyen yasa, yasa değildir. İşte bu sebepledir ki, yasama da hakemlerden oluşan yargıya karşı sorumludur.
-Doğa yasaları Tanrı yasalarıdır. Lâik dayanağı ile dinî dayanağı birleştirmiştir. “Bodin, doğa yasaları ile tanrısal yasaları çakıştırmış olur, doğal hukuk ile tanrısal hukuku çakıştırmış olur. Egemenlik kavramı ile layik bir siyaset kuramı oluşturmuş olan Bodin, bir noktada kuramını gene dinsel bir düşünce ile desteklemek zorunda kalmıştır.”(s.401)
Eğer tabiî yasalar varsa ve bu tabiî yasalar arasında bir uyum sözkonusu ise, bu yasalara bir koyucu düşünmek zorundayız. Bunun adını “tabiat” koysak veya “Allah koysak ne değişir? Önemli olan yasaları var edenin olmasıdır. O halde, düşünüyorum o halde varım diyen herkes; düşünüyorum o halde Tanrı vardır demek olur. Zaten kavga Tanrı’nın olup olmaması üzerinde değildir, kavga kelimeler üzerindedir. Yani, var edicinin adı nedir üzerindedir. Kavga insanların beyinleri içindedir, dışarı ile bir ilgisi yoktur. İşte bu sebepledir ki böyle düşünüp de gerçekleri gizleyenlere “kâfir” denmektedir. Çünkü gerçekleri bildikleri halde inanmamaktadırlar.
-“Doğa yasasının içeriğinin ne olduğunu sorarsak, Bodin bize doğa yasasının, tanrısal yasanın, Tanrı’nın meleklere, meleklerin insana, insanın hayvana, ruhun bedene egemen olması, buna karşılık, bedenin akla, bireylerin devlet memurlarına, memurların krallara, kralların Tanrı’ya boyun eğmesi olduğunu söyleyecektir... Bunun dışında bir de “akde vefa” ve “mülke saygı” olarak iki temel doğa yasasından söz edecektir...”(s.402)
Bodin tamamen Kur’an’a dayanılarak geliştirilen felsefenin verilerini tekrar ediyor.
İnsanlar Allah’ın tabiî kanunlarına yani meleklerin düzenledikleri Kâinat’a zorunlu olarak uyarlar. Topluluk içinde de Allah’ın verdiği yetki sebebiyle yöneticilere uyarlar. Birine zorunlu, diğerine iradî uyma vardır. İradî uyanlar buyururlar, uymayanlar sürüklenirler.
Burada Bodin’in yaptığı uyma, sadece başkanın veya görevlilerin yetkili oldukları hususlar için geçerlidir. Diğer hususlarda insan Allah’a karşı doğrudan sorumludur. Bir de insan kendi başkanını kendisi seçer, kendi görevlisini kendisi seçer. Ama seçtikten sonra uymak zorundadır. Yahut değiştirmek zorundadır. Görevliyi yer değiştirmeden değiştirir. Başkanını ise yerini değiştirerek değiştirir.
-Aile devletten öncedir, mülkleri kendilerinindir. Devlet karışamaz. “Bodin’in Mülkiyet Savunması: Devletten de önceki ve kendisinden devletin çıktığı toplum olan aile, karı koca, köleler ve ailenin mülklerinden oluşur. Bu nedenle, egemenlik krala, mülk aileye aittir. Özel mülkiyet bir doğa yasasıdır. Egemenin ona saygılı olması gereğidir.”(s.402)
Devlet sadece vergiyi alır ve kendisine görev olarak verilen hizmetleri yapar. Kendisi üretici olmaz. Bu sebepledir ki kamu mülkiyeti vardır, yönetim mülkiyeti vardır, kişi mülkiyeti vardır, vakıf mülkiyeti vardır; ama devlet mülkiyeti yoktur. Kamu mülkiyetinde herkes açıkça iş yapma yetkisine sahiptir. Yöneticiler karışmaz, kişiler de birbirine mani olmazlar. Yönetim mülkiyeti yöneticilerin mülkiyetidir. Vergi gelirleriyle elde edilir. Özel mülkiyet hukukuna tâbidir. Özel mülkiyet ailelerin değil kişilerindir. Emekle elde edilir. Mülkiyetin kaynağı budur. Vakıf mülkiyeti ise bir hizmet mülkiyetidir.
-Bodin Platon’a ve komün düşünceye karşıdır. Toprağın dağıtılmasına karşıdır. “Ortak mülkiyetten yana düşüncelerinden dolayı Platon’u ve komünist bir toplum düzeni çizdiği Utopia adlı yapıtından dolayı İngiliz düşünür Thomas More’u eleştirir... Toprakları eşit bölüştürme ise, eşitlik perdesi arkasında yapılmış bir hırsızlıktır...”(s.402)
Bodin, kapitalizmin temellerini oluşturmaktadır, halktan yana değil de zenginlerden yanadır. Tekel sermayenin oluşmasına zemin hazırlamaktadır.
İslâmiyet mülkiyette kapitalistlerle beraberdir, tekele karşı olmakta da sosyalistlerle beraberdir. İslâmiyet’te toprak mülkiyetinde iki türlü mülkiyet kabul edilmiştir. İşletme mülkiyetinde onu işletene vermek, işletmeyenin elinden almak ve işletme mülkiyetinde tecezziyi kabul etmemek. Yararlanma mülkiyeti ise tamamen özel mülkiyete tâbidir. Mirasla paylaşılarak parçalanır. İslâmiyet döner sermayede paranın tekeline karşıdır. Taşınmazların gelirleri tekel olsa da önemli değildir. Ondan elde edilen nakit tekel olmadıktan sonra onun zararı yoktur. İşletme hakkı da onun olmayınca bir zarar iras etmez.
-Kamu malları kralın mülkü değildir. Başkasına devredemez. İstediği vergiyi koyamaz, meclisten onay almak zorundadır. “Monarka mutlak egemenlik veren Bodin, mülkiyeti onun egemenlik alanı dışında bırakmıştır. Örneğin kral kamu topraklarının sahibi değildir. Bu nedenle onları başkalarına devredemez. Mülk o kadar kutsaldır ki, egemen, sahibinin rızasını almadan ona dokunamaz. Bu nedenle Fransız kralı, vatandaşlardan vergi alırken, Fransız Genel Meclisi’nin oyunu almak durumundadır.”(s.402)
Vakıflar özelleştirilemez. Kamu toprakları da devletindir, yöneticilerin değildir. İhya eden mâlik olur. Vergiler ve miktarları Kur’an’da belirtilmiştir. Devlet artırıp eksiltemez.
Görülüyor ki, Bodin İslâm hukukunu savunmaktadır.
-Bodin başka düşünceleri de ele almıştır. “Bodin’in Öteki Siyasal Görüşleri: Devletin Altı Kitabı’nda Bodin, önemli bularak ayrı ayrı ele aldığımız düşünceleri yanı sıra başka konular üzerinde de durmuştur.”(s.402)
Batı sermayesi kendi aşağılık durumunu İslâm’ın hukukta eşitlik ilkesine dayanarak düzelttikten sonra, sermayesine dayanarak üst seviyeye yükseltmiş, ondan sonra insanlığı sömürmeye başlamıştır. Bunu teker teker plânlayarak değil, değişik akımları destekleyerek sağlamıştır. İstemediği düşünceleri önlememiş, desteklemediği için onları kendiliğinden yok etmiştir. Bunu İslâm ülkelerinde başaramamıştır. Bu düşünceleri önleyemediği içindir ki, bu ülkelerde baskı rejimlerini uygulatmaktadır.
-Aristo gibi, devrimleri aşırı zenginliğe yahut aşırı yoksulluğa bağlamıştır. Devrim, egemenliğin yer değiştirmesidir. Devrimleri önlemek için, kralın yansızlığını, dinsel hoşgörü sahibi olmasını, ahde vefa etmesini ve astrolojiden yararlanmasını öğütlemiştir. “Devrimlerin önlenmesi yolunda astrolojiden yararlanılabileceğini düşünmesi, onun dine inanmadığı halde boş inançlara (batıl inançlara) sahip oluşunun bir başka örneğidir.”(s.403)
İktidarı devirme ya sefahatten ya da sefaletten gelir. İslâmiyet’te israf haram kılınmıştır. Sefalet de zekât ve sosyal güvenlikle önlenmiştir. Yansızlık adaletin kendisidir. Astrolojiye gelince, bunu fütüroloji olarak değerlendirmek gerekir. Bu da, geçmişte olan olaylardan yararlanarak gelecek hakkında tahminlerde bulunmaktır. Bunun dört yolu vardır:
- Tabiî ve sosyal kanunlarla gelecek olayları ön belirtileri ile bilmek. Yağmurun yağacağını önceden bulutlarla tahmin etmek.
- Bir konu üzerinde düşünürken, o konu hakkında insanın içinde bazı şeylerin doğmasıdır. Buna “ilham” diyoruz. Sıkıntı içinde düşünen kimselere bu tür düşünceler gelir.
- Rüyaları yorumlamak. Herkes rüya görmektedir. Yorumlamaya çalışırsa gelecek hakkında ipuçları bulabilir.
- İstişare ederek diğer insanların kanaatlerine göre kanaatlere varmak.
İnsanlar eskiden matematik bilmedikleri için bazı matematik formüllerini yıldızların hareketleri ile çözmüşlerdir. Bunun kötü etkisi, ilimdeki yanlış gibi, bunlarda da fahiş hataların yapılmış olmasıdır.
-Kuzeydekilerin soğuğun tesiriyle aptal ama cesur oldukları için demokrasi ile, güneydekilerin zeki ama tembel oldukları için aristokrasi ile, orta kuşaktakilerin hem zeki hem çalışkan oldukları için krallıkla yönetildiğini söyler. “Çevresel koşullarla insan tipleri ve yönetim biçimleri arasında ilişkiler kurmaya kalkışmıştır...”(s.403)
Kuzeydekiler çobanlıktan uygarlaştıkları için onlar arasında halk yönetimi sürmektedir. Güneydekiler çobanların oraları istilâ etmesi sonucu aristokratik yönetimle yönetildiklerini, ortadakiler ise arda oldukların için sermayenin kolay at oynatması sebebiyle değişik yönetimlerin uygulandığını görürüz.
-Servetin yoksullara dağıtılması yerine tefeciliğin önlenmesi gerekir. Bir de kilise mülkiyetine karşıdır. “Ayrıca, yapay yollarla serveti yeniden dağıtmanın zararlı ve tehlikeli olduğunu, nüfus planlamasının da gene zararlı olduğunu, zenginlerin yoksullara baskısını önlemenin yolunun, borçların bağışlanması değil tefeciliğin yasaklanması olduğunu, din adamlarının elinde biriken servetin toplumda çatışma yarattığını öne sürmüştür.”(s.403)
Sermaye henüz yönetime hâkim değildir. Sermayeye de hâkim değildir. Feodal yönetim ve kilise tekelini yıkmak için faize karşıdır. İleride onun en büyük dostu olacaktır.
Gençliğimde hiç kimse faiz aleyhine konuşamazdı. Türkiye’de faiz ile ilgili ilk konferansları ben vermeye başladım. Herkes çok şaşırdı. Oysa ben, faizin haramlığından dolayı değil, kötülüğünden dolayı ona karşı idim. Suç işlemiyordum. Mayınlı tarlalarda dolaşmıyordum. Şimdi artık faizi ve enflasyonu hiç kimse savunamıyor.
-Mutlak mülkiyetle monarşiyi uzlaştıran bir siyasi görüşe sahiptir. “Bodin’in siyasal düşüncelerini teker teker gördükten sonra, ona bir de toptan baktığımızda, Bodin’in siyasal kuramının “mutlak monarşi” ile “mülkiyet hakları” olmak üzere iki odak noktasının bulunduğunu, siyasal kuramını, zaman zaman çelişen bu iki amaca hizmet etmek için kurduğunu anlarız.”(s.403)
Bütün fikirlerin doğru tarafı vardır.
Dört veya beş yılda bir sözde seçimle başa gelen ve yetkileri hemen hemen sıfıra indirilen bir yönetimin zararlı olduğu kesindir. Güçlü başkana gerek vardır. Başkan kendi görevleri içinde sadece şeriatla sınırlı olmalıdır. Kaydı hayat şartı ile saygınlığını korumalıdır. Bununla beraber, başkanın yaptıkları partilerin açacakları davalar ile yargı denetimi içinde olmalıdır. Güçlü olma ilkesine uymak için, başkanların askerlerden seçilmiş olmasını ve ilmî şûra tarafından seçilmesini önermiş bulunuyoruz. Başkan orduların başkanı olacak ama bakanlara emredemeyecektir. Atadığı başbakanlar bakanlar arası dengeyi sağlayacaklardır.
Demek ki, Bodin’in bütün istedikleri “İnsanlık Anayasası”nda -mutlak monarşi olmaksızın- gerçekleşmiştir. El çabukluğu demiştik. Burada çok açık görülüyor ki, mutlak yetkili olması başka, bir soyu izlemesi başkadır. Buna bir açıklama getirememiştir. Oysa, asıl sorun buradadır. Geçici başkanlar devlete sahip çıkmamaktadırlar. Oysa hanedanlar devleti kendi mülkleri olarak gördükleri için sahip çıkmaktadırlar. Devletin selâmeti için kardeşini öldürmeyi meşru gören yasalar çıkarılmıştır. Tarihte başarılı işler hep hanedanlarda olmuştur. Peygamberler bile soyu izlemiştir. Yönetimde kişiler önemli olunca, onların eğitilmeleri için hanedanlara gerek vardır. Ama şeriat yönetiminde ise kişiler değil, yasalar önemli olduğu için ve artık genel eğitimle yönetme bilgisi verildiği için artık hanedanlara gerek yoktur. Bununla beraber, askerlikte buna gerek vardır. Bu da askerî eğitim ve terfi usulleri ile sağlanmaktadır. Başkanlar da en yüksek komutanlardan seçilerek hanedanlığa son verilmiştir.
c. Hobbes (1588-1679) Toplum Sözleşmesi Kuramı Mutlak Monarşinin Hizmetinde
-Machiavelli lâik burjuva kültürüne dayanmıştır. Bodin daha kapsamlı açıklamalar yapmıştır. Sistemi ise Hobbes kurmuştur. “Hobbes, mutlak monarşi kuramını bir genel felsefe sistemi içinde sunmayı başardı. Genel felsefesinin “materyalist” oluşu, insanların eşitliğine inanışı, mutlak monarşiyi savunmakla birlikte onu (ileride demokratik yorumlamaları yapılabilecek) toplum sözleşmesi kuramı ile savunuşu, onun burjuva kültürü ile beslenmiş olup, burjuva düşünüşünü temsil ettiğini göstermeye yeter...”(s.403, 404)
Oluşlar, düşünceler, sistemler, kanunlar daima değişik şekillerde yorumlanıp değerlendirilir. Karşındakini manyetize ettiğinde istediğin kişiye istediğin elbiseyi giydirdin mi, artık o olur. Bu düşünürlerin söylediklerinin çoğu krallığa karşı fikirlerdir, ama biz onları dinlerken duygularımızla onu haklı çıkarırız.
Bir oyunda kahraman vardır. Filmi veya romanı takip ederken sen hep onun tarafı olursun. Çünkü o artık sendendir. Bir partiye katıldın mı, sen artık hep o partinin lehine düşünmeye başlarsın. Onların yaptığı hep doğru, diğer tarafların yaptıkları hep yanlıştır. Din de böyledir. Ülke de böyledir. Top seyrederken, hiçbir maddî ilişki sözkonusu değilken, sadece ben şu takımı tuttum diyenler, ne kadar büyük bir heyecanla seyrediyor, üzülüyor ve seviniyorlar? İşte insanoğlu böylesine zavallı bir varlıktır.
Bu sakat düşünceleri önce İbrahim Peygamber çeşitli misallerle anlatmaya başlamıştır. Tevrat bunları anlatmaktadır. Sonra Yunanlılardan Sokrat ve Platon, bilhassa Aristo “Mantık” kitabıyla bu tür sakat düşünceleri bertaraf etmek için kurallar koydu. Müslümanlar ise bunun için önce fıkıh yani düşünme ilmini geliştirdiler, tüm dinî ve kazaî hükümleri o mantık içinde çözdüler. Fıkıh Usûlü ise böyle şaşırtmaca düşüncelerden arınma amacıyla tedvin edildi.
Batı dünyası bunu siyasi ve sosyal yapıda uygulayamadı, ama ilim ve teknikte uyguladı ve bugünkü uygarlık ortaya çıktı. Bir şeyi sistemli anlatmak yetmez. O şeyin gerçeklerle uyum içinde olması gerekir. Hobbes burjuvazinin sözcüsüdür. Krallık savunulmaktadır.
-İngiliz iç savaşının sebepleri vardır. İngiltere kralı kara Avrupa’sındaki mutlak monarşiye özenmişti. Lordlar önce burjuvaziler birleşip kralın yetkisini kısıtladılar, sonra burjuvazinin güçlenmeye başladığını görünce kral tarafına geçerek burjuvanın hakimiyetini önlediler. (s.404)
Sermayenin oynadığı oyun budur. Ülkeyi gruplara ayırmak ve aralarında kavga çıkarmak. Hepsini dengeli olarak ayakta tutmak ve böylece arkadan kendi hükümranlığını sürdürmek. Bu oyun bugün de en şedit bir şekilde oynanmaktadır. Sermaye, lâik yönetimi yola getirmek için şimdi dini desteklemeye başlamıştır.
Bu sadece sermayenin oyunu değildir. İlâhî kural budur. Dengeler başka türlü oluşmaz.
Bizim muhalefetimiz, bu sistemde çoklu sistemin olmamasınadır. Tekelde denge sağlanmıştır. Bir de aktörler perde arkasındaki suflörlerle oynuyorlar. Oysa, yeryüzü tiyatro sahnesi değildir. İnsanlar da oyuncu değildirler, seyirci değildirler. İnsanlar bizzat kendileri yetkili ve sorumlu görevlilerdir. Hayatları görevlerini ifa etmelerine bağlıdır. Kur’an, biz oyuncak olarak yaratmadık diyor. Yeryüzünü oyun yeri zannedenler yanıldıklarını yakında anlayacaklardır.
-Hobbes için iktidarın tekliği önemli idi. Savaş öyle biterdi. Kral veya parlamento önemli değildi. Ama kral güçlü olduğu için onu savunuyordu. “Amacı o ya da bu yanı tutmak değildi... Tasası iç savaşların önlenmesi oldu...”(s.404)
Son derece makul olan düşünce yerini almaktadır. Adil olan kuvvet nerede ise iktidar onun olmalıydı. Müslümanların görüşü de bu olmuştu. Kimin yönetici olacağı değil, yönetimin adil olması önemli idi. Kim güçlü ise o ülkeyi o yönetmeliydi. Ama adil yönetmeliydi. Yönetemezse, o zaman hicret gerekliydi.
-“Hobbes’un Yaşamı: Thomas Hobbes (1588-1679) yaşamını anlattığı yapıtımda, kendisinin korku ile birlikte doğduğunu, yaşamına korku duygusunun egemen olduğunu söyler. Annesi onu, yenilmez İspanyol armadası saldırmak üzere İngiltere’ye gelmekte iken korku ve heyecan ile, yedi aylıkken doğurmuş. Babası kavgacı, iyi eğitim görmemiş bir Anglikan mahalle papazı imiş. İşinden atılmış, eşini ve çocuklarını bırakıp gitmiş. Hobbe’u amcası alıp, okutup büyütmüş.”(s.404)
Hayatları normal geçen insanlarda yeniliklerin olması ve onların yenilikler yapması şansı azdır. Ya sefalet içinde maddî sıkıntı çekmelidir. Yahut sefahat içinde meşgalesi olmadığı için rûhî sıkıntı çekmelidir. Buda ve İbrahim Ethem bunlardandır.
-Oxford’da felsefe okudu. “14 yaşında klasikleri öğrenir, 15 yaşında Oxford Üniversitesi’ne girer. Burada 5 yıl skolastik, mantık ve Aristo öğrenir. Ancak kendisine öğretilen şeylerden hoşlanmamaktadır...”(s.405)
Klasik eğitim görenler, değişen dünya ile karşılaşıp okunanlarla yaşananların farklı olduğunu görünce, beyinlerinde yeni düşünceler doğar. Yenilik böyle gelir. Uygarlık bir felsefe üzerinde kurulur ve gelişir. Sonra çökmeye başlar. Okunanlarla yaşananlar birbirine uymaz. O zaman insanlar yeni yol ararlar. Yeni uygarlık doğar.
Roma 500’lü yıllarda Hıristiyanlığı kabul etmiş ve başarılı 1000 yılını yaşamıştı. Bu yılların ardından artık çökmüş bulunuyordu. Roma Medeniyeti’nden geriye kalan öğretiler yeni dünyada yetersiz olmuştur. Buna karşılık İslâm Uygarlığı kuruluştan sonra 1000 yılını tamamlamış bulunuyor ve o çağda en parlak dönemini yaşıyordu. Gerek Endülüs ve Sicilya’dan gelen eski etkiler, gerekse Haçlı Orduları’nın getirdikleri ile fikren İslâm’ın iyice etki alanına giren Avrupa, bütün bunların üstüne üstlük bir de yenilmektedir.
İşte bu dalga İngiltere’ye kadar gitmiştir. Çatışmalar vardır. Çareler aranıyor.
Burjuvazinin çıkarına krallık uygun görünüyor, onun için o görüş seçiliyor.
-1628’de İngiltere’de “Haklar Yasası” çıkar: Hobbes tehlikeyi göstermek için Yunanistan’dan “Thukydides Tarihi”ni çevirir. Demokrasinin yol açabileceği kötülükleri ve sonuçlarını anlatır. “Thukydides bu kitapta, devleti ve savaşı yönetmekten anlamayan halkın, aristokratların yerini alıp Atina’yı demokrasi ile yönetmeye kalkınca, Atina’yı nasıl batırdıklarını anlatmaktadır.”(s.405)
Organize olmamış halkın yönetimi olmaz. Yönetim boşluğu doğar ve yağmacılar yararlanır. Organize olmamış halk ile oluşturulmuş olan demokrasi sayesinde sermaye yeryüzüne hakim olmuştur. “İnsanlık Anayasası” halkı organize ederek demokrasiyi getiriyor.
“İnsanlık Anayasası” yeryüzünü kıtalara ayırıyor, merkezî yönetim kuruyor. Ülkelere topraklarını temlik ediyor, yerinden yönetimi getiriyor. Ülkeleri bölgelere ayırıyor, yerinden yönetimi getiriyor. Toprakları illere temlik ediyor, yerinden yönetimi veriyor. İlleri ilçelere ayırıyor, merkezî yönetimi uyguluyor. Bucaklar temlik ediyor, yerinden yönetimi orada tesis ediyor. Semtlere ayırıyor, merkezî yönetimi getiriyor. Ocaklar temlik ediyor, yerinden yönetimi getiriyor. Ailelere ayırıyor, şer’î yönetimi getiriyor. Kişilere mülk veriyor, mülkünde hür kılıyor.
Kişiler bucak, il, ülke ve insanlıkta ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıklarını kuruyorlar. Sorumluları şûralar oluşturuyorlar. Ayrıca bakanlıklara bağlı kıta, bölge, ilçe ve semtlerde “Genel Hizmet” müesseselerini oluşturuyor. Yani, insanlık kademeli hücrelerden oluşan bir canlı oluyor. İşte bundan sonradır ki bunların her biri artık bir bitki gibi başsız da yaşayabilirler. Kaldı ki, biz başsız değil de, hayvandaki ruh hücresi ile yaşayan bir varlık olarak düşünebiliriz.
-İtalya’da Galileo ile, Fransa’da Francis Bacon ile çalışır, Descartes ile tanışır. “1628 yılında koruyucusu olan kont ölünce, Hobbes bir süre için Fransa ve İtalya’da yaşar... 1640’da İngiliz devrimi (iç savaş) patlak verip, kralın daha önce dağıttığı parlamento toplanınca, hobbes kendisine bir şey yapılmasından korkarak Fransa’ya kaçar.”(s.405)
Hobbes’un tanıştığı kimselerin hepsi İslâmî kültürü almış Batı ilim adamlarıdır.
Galileo astronomdur, Descartes usulcüdür. Bacon ise düşünürdür. Böylece Avrupa Doğu’daki düşüncelerin artık tam içindedir. Hobbes de yaşadığı çağda tanıştığı bu düşünce ve ilim adamları aracılığıyla Doğu düşüncelerinden nasibini almıştır.
-1641’de De Cive (Kent Üstüne) kitabını yazar. 1651’de Fransa’da Leviathan (Dev) kitabını yayınlar. “Bu yapıtı, ne kendisi gibi iç savaştan dolayı Fransa’ya kaçan İngiliz kralcı göçmenlerinin, ne de Fransız hükümetinin hoşuna gider... Katolik kilisesine saldırıları ise, Fransız hükümetini gücendirmiştir.”(s.405)
Sermaye savaşları kızıştırmıştır. İki gücü de haklı gösterecek bir mantık ortaya konuyor. Yenilenler başka ülkelere sığınıyor. Hattâ sonra siyasilerin de sığınacağı bir ülke olan İsviçre’yi dokunulmaz yapıyor. Bugün de aynı amaçla idam cezalarını kaldırtıyor. Böylece paralı katilleri kolay bulma imkânını sağlıyor. Kendisi istediğini öldürecek veya öldürtecek, ama başka hiç kimse öldürme hakkına sahip olmayacaktır. Merkezî yönetimin ortamı hazırlanıyor. Adaletin değil, sömürünün ortamı hazırlanıyor.
-Hobbes İngiltere’ye kaçar. Cromwell’e sığınır. Cumhuriyet yıkılınca kraldan maaş bağlanır. Areist düşünceleri sebebiyle sesi kesilir. Homeros’u tercüme eder. 91 yaşında ölür. “Dine ve Tanrı’ya karşı kuşkucu tutum, kendisinin yeniden gözden düşmesine yol açar... Tartışmalı konularda yazamaz olur...”(s.405, 406)
Sermayenin özelliği çok yüzlülüktür. Yahudiler arasında dindar kalmayı teşvik eder. Kara Avrupa’sında ise dinsizliği yayar. Buna karşılık İngiltere’de dini elinde tutar. Din aleyhindeki düşüncelere imkân vermez. Çünkü dünyayı deniz yoluyla fethedecektir. Oraya yerleşebilmesi için dine ihtiyacı vardır. Yahudiliği yayamayacağına göre, Hıristiyanlığı yayacaktır. Böylece İslâmiyet’e de alternatif çıkaracaktır. Hıristiyanlığı ilk bozan, Yahudi dönmesi Paulus olmuştur. O sayede Bizans Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Yine ateist dünyada Hıristiyanlığı yayan da yine Yahudi sermayesidir. Bugün iki milyar Hıristiyan bu sayede oluşmuştur. Avrupa’da ateist olan Hıristiyanlar, dünyada teslisçi teisttirler.
Bütün bu çalışmalar sayesinde “İnsanlık Anayasası”na ortam hazırlanmıştır. Artık Hıristiyanların ve Müslümanların Allah’a sığınma zamanıdır.
-Hobbes kitaplar yazmış ve Yunancadan çeviriler yapmıştır. “Hobbes dolu bir yaşam sürmüş, bu yaşamın ürünleri de o ölçüde bol olmuştur. Ürünleri, Eski Yunanca’dan yaptığı çevirilerden, gününün en güncel sorunları üzerindeki görüşlerini yansıtan yapıtlarına dek uzanmaktadır...”(s.406)
17. yüzyılın sonlarına gelinmektedir. Batı artık İslâm dünyasına yetişmiştir. Artık Arapçadan çok, ateist Yunancadan çeviriler yapma eğilimine girmiştir. Bu da ona kendisine özgü uygarlık oluşturmuştur.
Türkiye bugün hem İslâm hem de Batı eserlerinin tercümeleri ile dolmaktadır. Yapacağımız işlerden biri de bunları okuyup senteze gitmektir. Bu ilimleri aktarmaktır. Bunun için Matematiği ve Kur’an Arapçasının gramerini ve lugatlarını bilmemiz yeterlidir.
-“Hobbes’un Yapıtları: Thukydides Tarihi çevirisi, İnsanın Doğası, Siyasal Düzen, Kent, Dev, Beden, İnsan, Homeros çevirisi, (İngiliz iç savaşlarının nedenlerinin tarihi hakkında) adlı kitaplarını yayınlatmıştır...”(s.406)
Hobbes, müsbet ilimlerden haberdar ola birinden ziyade, habeti olmayan İbni Haldun benzeri bir düşünüre benzemektedir. Tabii ki, eserleri ilmî değil, daha çok fikrî ve siyasîdir.
Hobbes’un Genel Felsefesi
-“Din ve Dünya Devletinin Dokusu, Biçimi, Erki” ya da kısa adıyla “Dev” kitabında, materyalist felsefeyi açıkça savunur. “Hobbes, kısa adıyla Leviathan (Dev) adlı yapıtında, üzerinde siyasal kuramını kuracağı genel felsefenin tam bir materyalist felsefe olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.”(s.406)
İnsan baştan bir varsayım yaptıktan sonra aklını yürütmeye başlar da bazı yerleri atlarsa, her düşüncesi mantıkî görünür. Birisi çıkıp da insan deriden ibarettir derse, bütün izahları doğru yapabilir. Bütün vücudu deri gibi düşünebilir. Çünkü sinir hücresi deri hücresi ile kardeştir. Ama önce deri vardır. Diğer bütün hücreler deriye hizmet ederler. Öyleyse her hücre deri için vardır der. İnsan ruh ve bedenden oluşur. Biri çıksa ve beden diye bir şey yoktur, ruhumuz filimde olduğu gibi olmayanı olmuş gibi görmektedir dese! Yahut, diğer biri çıksa ve ruh diye bir şey yoktur, bedenimizin özelliğidir dese! Der, kim ne diyebilir ki?
Ama bunlar elbette bunlara inanarak söylemez, öyle gerektiği için söylerler. Mesela, sermaye öyle istediği için söylerler. Ama bazan şaşırır ve söylenmeyecek yerde bazı şeyler söyler ve tokat yerler. Nitekim Hobbes de, Kara Avrupa’sında konuşulması gerekenleri İngiltere’de söylemiştir. Bu olmamıştır. Zaten eserlerinin bir kısmı Fransa’da basılmıştır.
-Yalnız madde vardır, maddesel varlığı olmayan hiçbir şeyin olmayacağını söyler. “Ontolojik tutumu yani felsefenin gerçekte var olan nedir, madde midir yoksa maddesel varlığı olmayan varlıklar mıdır; maddeden bağımsız varlıklar (idealar) var mıdır? Sorusuna yanıt arayan “varlıkbilim” dalındaki tutumu, materyalisttir. Yalnızca maddenin var olduğunu, maddesel varlığı olmayan hiçbir varlığın var olamayacağını söyler.”(s.407)
Her varlığın biri maddî diğeri manevî yanı vardır veya manevî yanı olanın maddî varlığı da vardır demenin bir tutarsızlığı yoktur. Bedensiz insan olmaz. Tek başına beden insan olamayacağı gibi, tek başına ruh da insan olmaz sözü doğru bir sözdür. Hâlık olmadan mahluk olmayacağı gibi; mahluk olmadan da hâlık olmaz. Bu sözlerde yanlışlığı iddia etme hatalıdır.
Gerçi üç boyutlu uzayımız sonradan varedilmiştir, ama dört boyutlu uzay olan kürsi, beş boyutlu uzay olan arşın sonradan varedildiğini söylemek mümkün değildir. Çünkü zaman dışında sonra yoktur. Esasen maddî ve manevî ayırımları biz yapıyoruz, hâlık ve mahluk ayırımlarını da biz yapıyoruz. Oysa, gerçekte tek varlık vardır. Bu varlığa “Allah” diyen İslâm dünyasında da pek çok tarikat ehli çıkmıştır. Bize ikili görünen teke ister maddedir diyelim, ister manâdır diyelim, ne fark eder? Kumaşın iki yüzü vardır, görünüşü farklıdır, ama kumaş iki değil birdir. Kumaş içtir, kumaş dıştır diyenler, farklı şeyler söylemiş olmaz. Eksik söyler.
Demek ki, mutasavvıfların vahdeti vücudunu Hobbes materyalizme çevirmiş.
-Tanrı felsefenin dışındadır, yahut O’nun da maddesi olabilir der. “ “Cismi olmayan söz saçmadır” der. “Cismi olmayan Tanrı da mı saçmadır?” sorusuna “evet saçmadır” dememek için dudaklarını ısırdığı anlaşılıyor... 1. Tanrı felsefe nesnesi değildir, 2. Pek çok düşünür Tanrı’yı da cismi olan bir varlık olarak düşünmüştür der. Bununla, Tanrı gibi bir varlık varsa, onun bile cisimsel bir varlık olacağını söylemek ister.”(s.407)
Görülüyor ki, Hobbes bizim kadar, hattâ bizden daha az materyalisttir.
Biz Allah’ın kendisini idrak edemeyiz. Ancak Allah’ı bize benzeterek O’nun yaptıklarını anlarız. Bizim nasıl bedenimiz varsa, Allah’ın da ruhu ve bedeni vardır. O’nun bedeni beş boyutlu uzaydır. Bizim bedenimiz Kâinat’ın cüz’üdür, ona muhtaçtır. Oysa O’nun bedeni bir şeyin cüz’ü değildir ve O hiçbir şeye de muhtaç değildir, kendi kendine yeterlidir. Bedenimiz Kâinat’ın bir parçası olduğu gibi, ruhumuz da Allah’ın bedenimizdeki görüntüsüdür, aksidir. Hattâ bu sebeple diyoruz ki, bedenlerin topluluğu Kâinat’ı temsil eder, ruhların birliği ise Tanrı’yı temsil eder. Bütün bunlar Allah’ın bize görünen yanıdır. Allah’ın zâtı ise bu düşündüklerimizin hiçbirisi değildir. Bu Kur’an’ın öğretisidir. Allah bize muhatap olurken bizim gibidir. Kendisi ise sübhandır, âlîdir, azîmdir.
-Hobbes, bilgilerimizin de sonradan deneyden çıktığını söyler. “Hobbes, felsefenin “bilgilerimizi nasıl ediniriz, neyi bilemeyiz, gerçeği ne ölçüde bilebiliriz?” sorularına yanıt arayan “bilgi kuramı” dalında, bu materyalist görüşünü sürdürerek, ampirik (görgül) bir tutum takınır. Platon’un dediği gibi bilgilerimizin doğuştan gelmediğini, akıldan çıkmadığını, fakat sonradan, dış dünyadan duyumlar yoluyla edinildiğini söyler.”(s.407)
Bilgi, insan beynine yüklenmiş programdır. Diğer hayvanlarda doğuştan yüklüdür. Hayvanların geçici hafızaları vardır. İnsan ise bilgilerin bir kısmını sonradan edinir ve kalıcı hafızası vardır. Platon, insan beyninin kesin bilgileri doğuştan bildiğini söyler. İslâmiyet ise kişinin tek başına kesin bilgiye sahip olamayacağını, kesin bilginin ancak icma ile sabit olacağını kabul etmiştir. Tümevarım metodu ile bilgilerin elde edileceğini esas almış, bunun için “Fıkıh” ve “Usul” diye iki büyük ilmi geliştirmiştir.
Hobbes, Fransa’da bulunduğu yıllarda Endülüs yani İspanya’daki Kurtuba Ekolü’nün etkisi altında yetişmiş olan Francis Bacon’ın sekreterliğini de yapmıştır.
-Hıristiyanlık ve Musevilik dinlerinin dışındaki dinler korkudan doğmuş dinlerdir. İslâmiyet’i bunlara katamıyor. “Hobbes’a göre çoktanrıcı dinler “korku”nun ürünüdür... Hıristiyanlık ve Musevilik dışındaki (tek tanrılı) dinler ise, düşlerin gerçeklikle karıştırılmasının sonucu olarak, insanın düşgücünün ürünüdürler. Hobbes’un burada da kaçamak yaptığını görüyoruz. Müslümanlık ile Hıristiyanlık arasında hiçbir nitelik farkı yoktur; ikisi de tektanrıcıdır. Ancak üzerine Hıristiyanların yıldırımlarını çekmemek için, ...”(s.407)
Batı’da Müslümanlık ateizm olarak gösterilmiş ve irtidat kabul edilmiştir. Bunu Hıristiyanlar veya halk yapmamıştır. Bunu yapan sömürü sermayesi idi. Müslümanlarla Hıristiyanlar savaştırılacak ve bundan yararlanılarak zaman kazanacak, böylece kendi sermaye imparatorluğunu kuracaktır. Bu sebepledir ki, Müslümanlar arasında Hıristiyanlığı teslis ile müşrik, Hıristiyanlar arasında da Müslümanları ateist göstermektedir.
Yine Hobbes’in yanıldığı diyelim diğer kısım ise İslâmiyet (yani tüm hak dinler, bunlar içinde Yahudilik, Hıristiyanlık, hattâ Budizm de vardır, Hinduizm de vardır) dışındaki dinler insanlar tarafından icat edilmemiş, bu dinler tek dinden yani İslâmiyet’ten bozularak ayrılmışlardır. Güneş’e veya ineğe tapanlar aslında Güneş’e veya ineğe değil, Güneş’in ve ineğin var edicisine yani Allah’a tapıyorlar.
Hıristiyanlar haça mı tapıyorlar? Biz Kâbe’ye mi tapıyoruz? Her topluluk Tanrı’yı kendilerinin Tanrı’sı kabul etmiştir. Oysa, Allah herkesin Tanrı’sıdır. Şirk buradadır.
Hobbes sermayeyi memnun etmek zorundadır. İslâmiyet’ten bahsedemez.
-Kepler ve Galileo’nin Kâinat’ı mekanik açıklamalarına uyarak insanı da o şekilde açıkladı. “Çağının bilginleri Kepler ve Galileo, doğanın mekanik bir yorumunu yapıp olayları hareket ile açıklamışlardı. Hobbes da bu “mekanik materyalist” görüşü benimsedi... İnsanı, toplumu ve toplumsal olayları da madde dünyası için ortaya atılan mekanist materyalist yasalarla açıklamaya girişti.”(s.407)
Ne Kur’an’da ne de Tevrat’ta yer merkezli bir Kâinat sözkonusu değildir.
Müslümanlar ise Newton’dan 500 sene önce Güneş merkezli Kâinat’ı benimsediler. Ama din adamları halka kendi anlayışlarına göre anlatmaya başlayınca, zamanla yanlışları ortaya çıkar. Halk onun kitaba dayanmadığını bilmez ve karşı çıkar.
Kepler ve Galileo, tamamen Müslümanların Güneş merkezli düzenini Batı’ya aktarmışlardır. Müslümanlardan öğrendikleri teleskopu geliştirmişlerdir. Bunların mekanik açıklamalarının din ve Tanrı ile hiçbir çelişkisi yoktur. Bunlar Sünnetullah yani Allah’ın kanunlarıdır. İnsanlar anlasınlar diye böyle yapmaktadır. Yoksa düzen olmazdı.
İnsanlar için de böyle açıklama son derece doğrudur. Hukuk düzeni bu demektir. Göklerin düzenlenmiş olması Tanrı’yı yok etmeyeceği, tam tersine Tanrı’ya gerek bırakacağı gibi, insanın da sosyal kanunlara tâbi olması insanı yok etmez. Ama her şey istendiği gibi değerlendirilir. Avrupa Uygarlığı böyle çarpık değerlendirmelerden ibarettir.
-“Her olay nesnelerin en yalın hareketleriyle başlar ve hareket olduğu ilk bakışta anlaşılamayacak kadar karmaşık durumlara geçer.”(s.408)
İnsanın bedeni var, ruhu var. İnsan bilgi alır ve iş yapar. İnsan ruhu bütün bunları hep bedeni üzerinde gerçekleştirir. Düşünceleri de beyindeki bilgisayar programı üzerinde yapar. Hattâ, bir insan diğer insanla görüşürken bu iki kişi bedenleri aracılığı ile görüşürler. Doğrudan görüşmek mümkün değildir. Tanrı da bir iş yaparken maddî araçlarla yapar. Bize ilham ettiği zaman, beynimizdeki elektronik devrelerde hareket oluşturur. Kur’an seslerden ibaret değil midir? Bu açıklamada da dine aykırı bir şey yoktur. Bu materyalist felsefe değildir, ilmîdir.
-İster sanayi ister sosyal düzenlemeler olsun, nesnel hareketlerdir. “Nesnelerde hareket daha yalındır... İnsan fizyolojisi ve psikolojisi, nesnenin daha karmaşık hareketlerinden başka bir şey değildir. Nesnenin en karmaşık hareketi ise, toplum ve devlet denen, yapma, insan yapısı cisimde görünür. Kısaca, insan da toplum da aslında nesnedir ve nesnenin hareket yasaları, daha karmaşık hareketten başka bir şey olmayan insan ve toplum olayları için geçerlidir demek istiyor...”(s.408)
İnsan iradesini sonunda görünen madde üzerinde kullanır. Kişiler arası ilişkiler de onunla kurulur. Ben yazacağım ki size düşüncelerimi ileteyim. Allah bana telsiz vermiş, bu beynimdir. Karşımdakine de vermiş, o da onun beynidir. Biz görüşüyoruz. Aramızda iletişim var. Önce beyinden elektrikî akım olarak dile geliyor. Dilde seslere dönüşüyor, yahut parmaklarla gelişiyor ve harflere dönüşüyor, sizin kulağınıza veya gözünüze geliyor, elektrikî devrelerle beyne gidiyor. Sonra siz onu algılıyorsunuz.
Bu çok önemli mekanizma Kur’an’da Mürselât Sûresi’nde anlatılıyor.
Bu devreleri kullanmadan size ulaşmam mümkün değildir. Bununla beraber, elektromanyetik dalgalarla belki beyinler arası irtibat vardır. Bu hususta şu şekilde deneyler yapılıyor. İki kişi yan yana oturtuluyor. Birer kelime düşünün ve bir dakika beyninizde tutun. Gözlerle birbirinize bakın. Sonra yazın. Böylece diyelim ki yüz kelime yazdıralım. Acaba yüzde kaç olarak aynı kelimeleri yazarlar? Buradan istatistikî sonuçlar alınabilir.
Hobbes’un İnsan Felsefesi
-İnsanın davranışlarını da nedensellikle açıklar. “Hobbes, önce, insanı harekete getiren, insanın hareketlerini yöneten şeyin Aristo felsefesindeki gibi “erek” değil, “neden” olduğunu söyleyerek, insanın erekçi yorumlarına karşı çıkıp, nedensellikçi bir tutumu benimser...”(s.408)
Fıkıhta her oluşun ve olayın bir nedeni var, bir de niçini var. Nedenlere “illetler” diyoruz, niçinlere de “hikmetler” diyoruz. Kâinat’ta hiçbir şey gayesiz değildir, boşu boşuna değildir. Ama hiçbir şey de sadece gerekiyor diye varolmaz, onu varedene ihtiyaç vardır.
Fıkıhçılar niçinlerle değil de, nedenlerle uğraşırlar. Fıkıh ilminde “niçin” delil oluşturmaz. İnsan abdest alırken onun niçini temizliktir, ama nedeni kirlenmiş olmasıdır. Nedenler olaydan öncedir. Niçinler olaydan sonradır. İşte burada ilmî düşünce ortaya çıkıyor. İlim, nedenleri araştıran bir kurumdur.
Hobbes Fıkhın usûlünü benimsemiştir. Kaş nasıl teşekkül eder araştırması başka, kaşa ne gerek vardır araştırması başkadır. Birine “fıkıh”, diğerine “hikmet” denir. Demek ki, Hobbes Müslümanların beş-altı asır önce çözdükleri sorunları şimdi Avrupalılara öğretiyor. Hikmeti inkâr ederek öğretiyor! Oysa, “hikmetler” de var, “illetler” de var.
-Duyu organlarının algıları beyindeki olaylara neden olur. Duygular bunlardan doğar. “Hobbes’a göre, nesnelerin hareketi, duyu organları kanalıyla merkez sinir sistemine ulaştırılınca, burada duyumlar belirir. Duyumları, duyguları ve düşünceyi kapsayan insan davranışları, nesnenin hareketinin karmaşık bir biçiminden başka bir şey değildir.”(s.408)
Hobbes’un açıklaması son derece doğrudur. Kulağa gelen bir ses beyne gelir ve orada değişik devreleri harekete geçirir. İnsanın ruhu da onu algılar. Hoşlanır veya hoşlanmaz. Acı duyar veya duymaz. Bunun anlamı, acı duyan yoktur demek değildir. Burada eksik olan bir husus daha vardır. Kulağa gelen sesler bir başkasının dilinden çıkmışsa, oradaki neden sadece dışta kendiliğinden oluşmuş olaylar değildir, karşı tarafın ürettiği bir olaydır. Yani şardddir. İşte onun nedeni varsa da, tabiî olaylar gibi tek değil, tercihlidir. Cüz’i irade odur. Başka bir olay da, insanın kalıcı hafızası vardır, oluşturduğu bilgileri hafızaya atar, sonra onları tekrar çağırıp geri getirir ve onlarla da etkilenir.
-Bize yararlı olan şeylerden haz, bize zararlı olan şeylerden nefret duyarız. Böylece hayatımızı sağlarız. Son isteğimiz hareketlerimize etki yapar. “Duyumlar bizi bir şeye itiyorlarsa “istek” sözkonusudur; bir şeyden uzaklaşmaya itiyorlarsa “nefret” duygusu. Duygular insanı zararlı olan şeylerden kaçırırlar; yararlı olan şeye yöneltirler. Yararlı olan şeyi elde etmek insana “haz”, zararlı olan nefret konusu şeye uğramak “elem” verir... İrade, kafada vıt etkiler arasında oluşan bir hesaplaşma sonunda elde kalan “son istek”tir.”(s.408)
Hayvanlar için tamamen doğru olan bu husus, bizim için her zaman aynı değildir. Birçok haller vardır ki, o halde haz duyduğumuz şey sonra zararlıdır. Şimdi acı duyduğumuz şey, sonra yararlıdır. Bir hayvan bir ot gördüğü zaman teper, o anda korkusu yoksa ona saldırır. İnsan ise o anda korku olmasa bile, ileride olacakları düşünerek saldırmaz. Kendini tutar. İşte kalıcı hafızanın sakladığı şey budur. Burada elma gördüm, hemen alıp yiyeyim demez. Hemen hafızasındaki ilgili yerleri çağırır; “Bu başkasınındır, ben bunu yersem sonra dayak yerim!” diye düşünür ve elini elmaya uzatmaz. İşte, Hobbes’un “son istek” dediği şey “son karar”dır. Tercihtir. Elini uzatıp dayak mı yesin, yoksa aç mı kalsın? İşte buna sonunda karar verir.
-Karar mekanizması bu yarar ve zarar esasına dayanır. İnsan için en kötü şey ölümdür. “Hobbes, gene duygulardan hareketle, ahlâk yasalarını ortaya çıkarmaya çalışır. Duyguların, isteklerin, yaşamı sürdürmeye yararlı olduğu için, kişiyi onu elde etmeye ittiği şey “iyi”dir. Nefretin, yaşamın sürmesine zararlı olandan uzaklaştırdığı şey ise “kötü”dür. Bu açıdan bakıldığında insan için en kötü şey “ölüm”, en iyi şey de “yaşam”dır.”(s.409)
İşte dinler için bu böyle değildir. İnsan için en kötü şey cehenneme gitmedir. Yani, şeriata uymamaktır. Yoksa, insan savaşarak ölmektedir, yavrusu için canını vermektedir, vatanı için şehit olmaktadır. Zaten îman demek, onun için canını ortaya koymak demektir.
İşte materyalistlerin anlamadıkları nokta burasıdır.
İnsanın canını verebileceği şeyler vardır. Er-geç hepimiz öleceğiz. O halde ölümden korkmamak gerekir. Korkulacak yegâne şey, ebedî saadetten mahrumiyetten korkmaktır. Bu duyguyu îman sahibi olmayanlar zor anlarlar; belki de hiç anlayamazlar. Savaşta insanlarda böyle bir duygu korkudan oluşur. Artık o kadar öldürme huysna girer ki, ölüm aklına gelmez olur. Kavga eden herkes için bu böyledir.
-Hobbes, insan davranışlarının karmaşık olduğunu söylemiştir, ama bu karmaşıklığı açıklamış değildir. “Hobbes, zamanının tıp biliminin geriliğinden dolayı yaşamsal hareketlerimizi yöneten merkezin beyin değil, kalp olduğunu sanmaktadır. Bu nedenlerden dolayı kurduğu neden-sonuç ilişkileri gerçek, bilimsel neden-sonuç ilişkileri değildir; kurgusal düşüncenin ürünü olan keyfi neden-sonuç ilişkileridir. Hareket yasalarının insan fizyolojisinde aldığı biçimin yalnızca karmaşık olduğunu söylemiştir, ama bu hareketleri açıklayabilmiş değildir.”(s.409)
İnsanlar acıyı beyinlerinde değil yüreklerinde duyarlar. Parmağıma iğne battığı zaman acıyı parmağımda duyarım. Oysa acı merkezdedir. Orada da değildir de, ruhtadır. Matematikte sıfır vardır, sonsuz vardır, ama tabiatta yoktur. Doğrunun yarıçapı sonsuz dairedir. Yahut, dairenin iç yarıçapı vardır, dış yarıçapı vardır. Doğru, iç yarıçapın dış yarıçapa eşit olduğu çemberdir. Tanımlar güzel ama kavramak çok zor. İlim her şeyi açıklayamaz.
19. Asrın sonunda her şeyi keşfettik sanıyorlardı. Oysa, Yunan filozofunun; “Bir şey biliyorum, o da hiçbir şey bilmediğimdir.” noktasındadırlar. 20. yüzyıl buna dönmüştür.
Kur’an’da; “Size ilimden az şey verildi.” diyor. İlmin bu acziyetinin yanında; yine de ilim insanın en üst köşede oturttuğu bir kuruluştur ve etkisi gittikçe artacaktır.
Hobbes’un Toplum Felsefesi
-Psikolojik yasalar gibi sosyal yasalar da vardır der, açıklamasını yapmaz. “Hobbes, olayların nedeni olan nesnenin hareket yasalarının, insan davranışları alanında olduğu kadar, toplumsal olaylar alanında da geçerli olduğuna inanır. Aralarındaki fark, yalnızca toplumun en karmaşık nesne; toplumsal olayların nesnelerin en karmaşık hareketi olmasıdır. Burada da nesnenin hareket yasalarının toplum için de geçerli olduğunu söyler, bunun açıklamasını yapmaz.”(s.409)
Allah insanı yaratmayı murad edince, onun varlığı için Kâinat’ı da yaratmıştır. Ancak, İnsan ile Kâinat arasında irtibatın kurulması için önce “tabiî kanunlar”ı koymuştur. Böyle olmazsa insan nasıl bilgi alacak ve nasıl davranacaktır? Sonra da ona bu yasaları kullanma yeteneğini vermiştir ki, buna “irade” diyoruz. İnsan taşı ve tuğlayı kullanır, ev yapar, ama bunu yapabilmesi için taşın ve tuğlanın huyunu-suyunu bilmesi gerekir. Öyleyse tabiî, rûhî ve içtimaî kanunlar vardır. İnsan bu kanunları kullanarak bedenî, rûhî ve içtimaî hayatını düzenler.
Burada bilinmesi gereken bazı hususlar vardır. Bir molekül balon içinde serbestçe hareket eder. Moleküller diğer moleküllerle sık sık çarpışmaktadırlar. Yön ve hızları değişmektedir. Bir kimse bir molekülün biraz sonra nerede olacağını bilemez. Çünkü, hangi moleküllere nerelerde çarpacağını bilmesi mümkün değildir. İşte bu gaybî olaydır. Ancak bütün moleküllerin ortalama hızları bilinmektedir. Hattâ bunların dağılımı da bilinmektedir. Böylece basınç ve sıcaklıklar hesaplanmakta, bunlara dair kanunlar bilinmektedir.
Bir topluluğun içinde bir kişinin o anda ne yapacağını bilmek mümkün değildir. Ama topluluğun ortak davranışları bilinmektedir. Bir kimsenin şimdi hangi cümle söyleyeceğini bilemeyiz, ama bir şeyi söylemek istediği zaman sesler çıkaracağını, hangi dille konuşacağını biliriz. Yani, gerek insan için, gerek Allah için bir taraftan irade vardır, diğer taraftan da değişmez tabiî ve sosyal kanunlar vardır. Bu varsayımları kabul etmezsek olayları açıklamamız mümkün olmaz.
-Hobbes sosyal olayları insanın niçinleri ile açıklar, nedenleri ile değil. (s.409)
Evet, insanın yaşama içgüdüsü vardır. Hem de öldükten sonra da yaşama arzusu vardır. Davranışlarını sosyal ve tabiî kanunlara dayandırarak bu hedefe doğru gider.
Hobbes materyalist değildir, Cebriyeci de değildir. Müsbet ilmin verileri içinde hareket etmektedir. Yani, felsefe değil, ilim yapmaktadır. Bunların hepsi İslâmî öğretilerdir.
-Kişi güvenliğini sağlaması için siyasi birlik oluşturmaktadır. Toplum bencil, bireyci ve çıkarcı bireylerin oluşturduğu birliktir. “Bu durumda asıl olan bireylerin çıkarlarıdır. Toplum onların çıkarlarını gerçekleştirme aracıdır. Hobbes, toplum felsefesinin temellerine “bencillik”, “bireycilik” ve “faydacılık” ilkelerini yerleştirmiş olur... Bir insanın öteki insanlarla ilgilenmesinin nedeni, kendi güvenliği ile ilgili tasalardır...”(s.410)
Kur’an’ın öğretilerinde ve “İnsanlık Anayasası”nda bireyler ayrı ayrı varlıklardır. Topluluktan ve o topluluktaki bireylerin toplamından ayrı başka bir varlıktır. Topluluk kendi bencil ve çıkarcı davranışlarına sahiptir. Bireyler de kendi bencil ve çıkarcı davranışlarına sahiptir. Ne var ki, bunların çıkarları arasında çıkar paralelliği vardır. Dolayısıyla, bencilliklerini ortak çıkarları arasında sürdürmektedirler. İşte Kur’an’ın öğretisi budur. Kimseden kendi aleyhinde bir iş yapması istenemez. Bunun için özel ücret karşılığı öğretmenlik yoktur, avukatlık yoktur, doktorluk yoktur, tamir ve bakımcılık yoktur. Çünkü bütün bu meslek sahipleri doğru iş yaparlarsa, mesleklerini gerektiği gibi icra ederlerse aç kalırlar. Bunlardan özveri istenmez. Bunun yerine kamudan maaşlı “Genel Hizmet” vardır.
Hobbes’un Siyaset Felsefesi
-İnsan önce yığındır, sonra örgütlenir. “Hobbes, “güvenlik gereksinimi” içinde olan ve bu nedenle öteki insanlar üzerinde iktidar kurma isteği ile dolu insanlardan oluşan bir insanlar kalabalığı düşünür...”(s.410)
Allah insanı diğer hayvanlardan farklı olarak ilkel yaratmıştır. Sosyal evrim yapma gücüne sahiptir. Gerek eşya üzerindeki gereksinimlerini, gerekse diğer insanlar üzerindeki gereksinimlerini zamanla sonradan edinmiştir. Peygamberler burada öğretmenlik yapmışlardır.
-İnsanlar başlangıçta kabaca birbirine eşittiler. “İnsanlar bir de kabaca, aşağı yukarı birbirlerine eşittiler:”(s.410)
İnsanlar, sosyal evrim yapacak şekilde yaratıldığı zaman, henüz hiçbir sosyal gelişme yokken aynı genetiğe sahiptiler. Bu genetik yapı bugün de aynıdır. Bu bugünkü ilimle kesin olarak sabittir. Çünkü bütün insan soyu çiftleşebiliyor ve sağlam nesil üreten yavru getirebiliyor. O halde, bedenî ve rûhî yapıları ile eşit olan insanlar, zamanla zihnî iktisaplarla farklılaştılar. Daha doğrusu kendileri farklılaşmadı, yaptıkları farklılaştı, toplulukları farklılaştı. Kur’an; “Sizi bir tek kişilik içinde yarattık.” demek suretiyle bu gerçeğe işaret eder. Hattâ, erkek ve kadınlar arasında da kişilik bakımından ayırım yapmaz.
-““Doğa, insanları beden ve zihin yeteneklerinde öyle eşit yaratmıştır ki, bazen bedence daha güçlü ya da bir başkasından daha keskin zekalı biri bulunsa bile, her şey hesaba katılınca, iki insan arasındaki fark bir kimsenin kendinden başkalarında bulunmayan bir üstünlükte olduğu savını öne sürebilmesine elverecek kadar büyük değildir...”(Dev, XIII. 1)”(s.410)
İnsanın zeki veya güçlü olması genetik yapısından değil, yetiştiği şartlarla ilgilidir. İnsanlar bu farklılıkları da dayanışma içinde yok ederler. Yani, insan dayanışma içinde haklıyı kuvvetli kılabilir. Bu da devleti oluşturur. Demek ki, devletin kaynağı dayanışmadır. Yani, Kur’an’daki “velâyet”, Fıkıhtaki “âkile”dir. “İnsanlık Anayasası” da buna dayanmaktadır.
-“Hobbes, insanların kafa yeteneklerinin birbirlerine fizik yeteneklerinden de yakın olduğunu söyler.”(s.410)
Burada yine bir kanundan bahsedelim. İnsanların görmeleri körlenince işitmeleri gelişir. Hafızaları zayıfsa, muhakemeleri kuvvetlidir. Yani, insanlar birbirine yetenekler bakımından eşit değildirler, ama insan olarak eşittirler. Sosyal olarak bunu böyle kabul etmek durumundayız.
-Eşitlik aynı zamanda güvensizliktir. “Doğa durumunda insanlar arasındaki işte bu herhangi bir kimsenin bir başkasını yok edebileceği derecedeki eşitliktir ki, güvensizlik yaratır... Kısacası, eşitlikten güvensizlik doğar.”(s.410)
Bu ifade fazla doğru değildir. Eşitlikten güvensizlik doğmaz. Eğer insanlar tam eşit olsalardı, o zaman kimse kimseye saldıramazdı. Ama eşitsizlik sözkonusu olduğu için güvensizlik vardır. Kendini güçlü gören diğerine saldıracak, diğeri de kedini güçlü görürse öbürüne saldıracak ve savaş çıkacak, sonunda biri mağlup olacaktır. Kur’an savaşın dayanağını buna bağlar. Ancak tabiî eşitsizlik, sözleşmeli eşitsizlikle dengelenebilir. Yani, ben isteyerek birine itaat edersem, istemediğim biri bana saldıramaz. O halde savaşacağıma, barış içinde istediğime itaat ederim. Bu da teşkilâtı oluşturur.
-Güvenlik için hakimiyet kurmak gerekir. Herkes herkesle savaş içindedir. “Güvensizlikten kurulmak için başkaları üzerinde egemenlik kurmaktan başka yol yoktur. Bu da savaşı doğurur. Hobbes’a göre uygar yönetimin bulunmadığı durumda “insan insanın kurdudur”. “Herkesin herkesle savaşı” vardır.”(s.411)
İslâmiyet işte bu düşünüşe karşıdır. Kur’an’a göre insanlar ikiye ayrılmıştır. Savaşı tercih eden insanlar vardır, bunlar “kâfir”dir. Barışı seçen insanlar vardır, bunlar “müslim”dir, yani barışçıdır. Arapça’daki “İslâm” kelimesinin manâsı “barışa girme” demektir. Barışı seçenlerin içinden bir kısmının, barışa karşı olanlarla gerektiğinde savaşmaları gerekir ki, bunlar da “mü’minler”dir; yani “güven altına alanlar” demektir.
“İnsanlık Anayasası” barışçıların, barışa girenlerin, güven altına alanların yasalarını içerir. Elbette, barışa karşı olanlara nasıl davranılacağını ve neler yapılacağını da ihtiva eder. Kur’an’a göre barışçılar daima galiptirler. Zaman zaman savaşçılar da hakimiyeti ellerine geçirirler ama insanlık barışçılar üzerinde yükselir.
-Bu durumda insanlar üretim yapıp birikim yapamamaktadır. “Sürekli savaş durumunda ise, insanlar çalışmalarının ürünlerinin başkaları tarafından ellerinden alınamayacağından emin değildirler. Bu durumda tarım, zanaatlar, kültür, yani uygarlık yoktur. İnsanın yaşamı “ölüm korkusu içinde, yalnız, yoksul, kötü, kısa ve vahşidir.””(s.411)
İlk insanların üretimde biriktirme yapamamalarının sebebi güvensizlik değildir. Her dönemde topluluk kendi güvenliğini sağlamıştır. Topluluklar her zaman savaşmıştır ama aynı zamanda üretim de yapmıştır. Savaş da onlar için üretim olmuştur. İnsanların birikim yapamamaları, göçebe olmalarından ileri gelmiştir. Gelir kaynakları sebebiyle devamlı yer değiştiren halk, ürettiği malları taşıma imkânına sahip değildir. Nasıl biriktirecektir? Bundan daha önemlisi ise bilgisiz ve araçsız olmasıdır. Geleceğin dünyasında helikopterle yaşayan denizci göçmenler olacaktır. Bunlar biriktirebilirler, çünkü taşıma güçleri vardır.
-“Hobbes’un burada aklı başına gelir. “Tarihte herkesin herkesle sürekli bir savaş durumu geçmiş midir?” diye sorar. “Dünyanın her yerinde durumun böyle olduğu bir dönemin olduğunu sanmıyorum ama” der, “şimdi bile dünyanın böyle yaşanılan birçok yerleri vardır” diye ekler.”(s.411)
İnsanların bedenî ve rûhî yapıları her zaman aynıdır. Savaş her zamana vardır; buna karşılık savunma da vardır, güvenlik de vardır. İnsanın elde ettiği bilgi ve araçlara göre, inanç ve örflere göre bunların işleyişi farklıdır. Uygarlığı incelerken; insanın önceleri bir gözü vardı, sonra iki gözü oldu, burnu vardı ama kulakları sonra oldu gibi bir mantıkla değil de; insanın gözleri vardı, gözlük taktı, dürbünü buldu, teleskop yaptı, resim çekti, filim yaptı, televizyonu icat etti gibi gözün gücünü araçlarla nasıl artırdığını anlatmalıyız. Bugünkü insanda ne varsa, ilk insanda ve topluluklarda da onların hepsi vardı. Her zaman karı ve koca vardı, her zaman yöneten ve yönetilen vardı. Bundan sonra da hep olacaktır.
-Hobbes, devlet öncesi durumu tarihle değil de, değişik düşüncelerle açıklamaya çalışır. “Böyle bir doğa durumu: 1. Geçmişte olmuş olabilir, 2. Zamanımızdaki ilkel topluluklarda vardır, 3. İç savaşlarda böyle bir durum doğabilir... Bu açıklamalarıyla, doğa durumu ile ilgili görüşlerine tarihsel araştırmadan değil, “devletten önce insanlar ne durumda olabilirlerdi?” gibi bir soruya kafasından bir yanıt arayarak vardığını ortaya koymuş olur.”(s.411)
İnsanlar bilinenlerden bilinmeyenlere giderler.
Bugün devlet var mıdır? Öncelikle onu görmeliyiz. İnsanların bu konuda bugün ne yaptıklarını bilmeliyiz. Sonra, devlet aşamasından önce topluluklar var mıydı? Vardı, çünkü hâlâ varlar. (Şimdi yok ama o zaman var idiler) öyleyse devlet olmasa neler olabilir, diye düşünebiliriz. Polis ne iş görüyor? Şunu şunu yapıyor. Polis yoksa ne olur? O iş açıkta kalır. O halde o zaman denge şöyle kurulmuş olmalıdır, deriz. Bu da tamamen ilmîdir.
İlimde bunlara “varsayım” diyoruz. Varsayımlar olayları açıklamalıdır. En çok olayları açıklayan en az sayıdaki varsayımlar ilmin dayanağı olur. Varsayımsız ilim olmaz. Bu varsayımlar tarihlerin bildirdiklerine uymalıdır.
İbni Haldun bu varsayımları tarihi kritik etmek için kullanmıştır. Bu varsayımlar, alzılatral uyum içinde olmalıdır. Sermaye, varsayımlarını kendisi koysun diye, ilim adamlarına varsayım koymak ilmî değildir der, böylece meydan boş kalınca o kendi saçma varsayımlarını insanlığa asırlarca yutturur. Oysa, her âlim önce kendi varsayımları ile işe başlar. “Mutlak müçtehit” bu demektir. Kur’an buna “râsih” diyor. Başkasının koyduğu varsayımlarla içtihat yapanlara “fakih” diyor, içtihatları alıp uygulatanlara da “ehl-i zikr” diyor.
-Doğa durumunda hukuk yoktur, dolayısıyla adalet de yoktur, mülkiyet de yoktur. “Doğa durumunda bir egemen ve haklının haksızın ölçüsü olan yasalar bulunmayacağından, hiçbir şeyin haklı ya da haksız, adaletli ya da adaletsiz olduğu söylenemez. Doğa durumunda adalet olmadığı gibi mülkiyet diye bir şey de yoktur...”(s.411)
Hobbes işte bu varsayımda yanılıyor.
Hak anlayışı insanın yaratılışında vardır. İnsan doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, yararlıyı zararlıdan ve adaleti zulümden ayırma melekelerine sahiptir. Hem de yaratıldığı ilk andan itibaren sahiptir. Dolayısıyla, insanın yaptığı kanunlardan önce tabiî kanunlar vardır ve insan iyiliği ve kötülüğü kanundan önce de bilir. Yine insanlarda her zaman mülkiyet vardır. En küçük çocuk bile oyuncağına sahiptir. Başkasının oyuncağını ister ama aynı zamanda başkasının olduğunu bilir. Bu duygular sayesinde insanlar devlet öncesinde onbinlerce yıl yaşadılar.
-İnsanlar akıl yoluyla doğa yasalarını bulup birleştiler. “Hobbes’da Doğal Hukuk – Doğa Yasaları Kavramı: Bu yolda “akıl” da insanların üzerinde uzlaşabilecekleri barış koşullarının neler olduğunu onlara gösterdi. Aklın gösterdiği bu koşullar aslında insanların doğa yasası üzerinde birleşmelerinden başka bir şey değildi. Doğa yasası: “Akılda bulunan ve insanın kendi yaşamı için zararlı olanı yasaklayan genel kuraldır.”(Dev, XIV)”(s.412)
Önce, Allah her yarattığı varlığa kendi yaşamını sürdürmesi için ne gerekiyorsa onu vermektedir. Vermeseydi hayat olmazdı. Maymunlara her türlü ihtiyaçlarını giderecekleri şeyleri veren Allah, elbette insanı başıboş bırakıp da bir kenara itmedi. Dolayısıyla, ilk günden itibaren sorunları vardı ve bu sorunları çözecek bilgileri de vardı. Bu bilgileri daha çok peygamberlerden alıyorlardı. İlk insan Hz. Adem’in aynı zamanda peygamber olmasının sebebi ve hikmeti de budur. İnsanlar zamanla olgunlaştılar ve Kur’an’dan sonra arada aracı olarak peygamberler olmadan yeni bilgileri kendi akılları ile bulmaya başladılar.
Bugün de Kur’an’ı ve bütün müsbet ilimleri değerlendirerek bugünkü sorunlarımızı aklımızla çözeceğiz. “İnsanlık Anayasası” işte budur. İnsanların sorunlarını kendi kendilerine çözemedikleri açıkça görülmektedir. Marks’ın öğretileri sonuç vermedi. Keynes’in dedikleri sonuç vermedi. O anda sorunları çözdü ama şimdi bizi daha büyük sorunlarla karşı karşıya bıraktı. Karşılıksız para doğdu. Kur’an’ın öğretilerinde böyle bir sakatlık görülmez. İnsanlar isteyerek veya istemeyerek de olsa, bir gün mutlaka “İnsanlık Anayasası”na geleceklerdir.
-Devlet, çıkmazlardan kurtulmadır. Bu da toplumsal sözleşmelerle olmuştur. “Hobbes’un Toplum Sözleşmesi Kuramı: İnsanlar arasında doğa durumuna, herkesin herkesle savaşına son verilmesi, akla uygun biçimde karşılıklı güvenin sağlanması, insanların bir araya gelip yaptıkları bir sözleşme ile, “toplum sözleşmesi” ile olmuştur...
Kur’an topluluğun kaynağının dört aşamada gerçekleştiğini anlatmaktadır:
- Hz. Adem devrinde topluluk, bir yöneticinin emrinde toplanıp ona itaat etmekle birlikte olmaya başlamıştır.
- Hz. Nuh devrinde topluluk, bir yöneticinin kurallarına uyarak davranan insanlardan oluşan ve daha geniş halkı bir araya getirmiştir.
- Hz. Musa, herkesin bir kitaba uyması ile ortaya çıkan bir sistem olarak topluluğu oluşturmuştur. Bu kitap daha öncekilerin hazırladığı kitap olabilir. Bu kitabı o kimseler Allah’tan vahiy ile almış olabilir. Buradaki özellik, yaşayanların onu değiştirme haklarının olmamasıdır.
- Kur’an insana dört dayanak getirtmiştir:
- Kişi kendisi içtihat edecek, kendi hayat kurallarını kendisi koyacak, sonra ona uyacak. Değiştirebilecek, ama değiştirmedikçe uyacak.
- Kişiler sözleme yapacaklar, sonra direnecekler ama sözleşmelere uyacaklar.
- Belli konularda birliği sağlamak için yetkileri oluşturacaklar, tevkil edecekler, vekâletten azledinceye kadar vekillerinin kararlarına uyacaklar.
- Çıkan nizalarda kendileri hakem seçecekler ama hakemlerin verdikleri kararlarda o konuda uyacaklar.
Demek ki sözleşme dört dayanaktan biridir.
-Hobbes’e göre, devlet hak ve hürriyetlerin bir yöneticiye devredilmesi ile oluşur, hürriyet kalkar, barış gelir. “Öneminden dolayı bunu Hobbes’un kendisinden dinleyelim: “İnsanları yabancıların baskılarından ve birbirlerinin zararlarından koruyabilecek, çalışmalarının ve yeryüzünün ürünleri ile kendilerinin beslemelerinin ve doyumlu yaşamalarını güven altına alabilecek ortaklaşa bir erk kurmanın tek yolu, herkesi güç ve erkini bir kişiye, ya da –hepsinin iradesini, seslerin çokluğu ile bir tek iradeye çevirecek- bir kurula vermesidir. (Herkesin herkese) “senin de hakkını ona bırakman ve onu bütün eylemlerinde benim yaptığım gibi yetkili kılman koşulu ile kendimi yönetmek hakkımı bu kimseye, ya da bu kurula bırakıyorum ve onu yetkili kılıyorum.” demesiyle sözleşme ve devlet ortaya çıkmıştır.”(s.412, 413)
İnsanın zehir yememesi gerektiği mantığı ile hiçbir şey yememesi gerekir mantığı doğmaz. İnsanlar bazı hak ve hürriyetlerinden vazgeçerek daha geniş hak ve hürriyetler elde ederler. Savaş içindeki hürriyetlerinden vazgeçerek barış içindeki hürriyetlere kavuşurlar. Bu hürriyetlerini elde etmek için hürriyetlerini kurallar içinde kullanırlar.
Bu içtihattır. Sözleşmelerle bunun sınırlarını çizerler. Bunlar kanunlardır. Aralarında bir yönetici seçerler. Hakemlerle sorunlarını çözerler. Bunun için her şeylerini bir başkana devretmeleri gerekir. Bu husus ancak ilk toplulukta vardı. Bunlar da aşiret seviyesinde idi.
Burada küçük bir eksiklik vardır. Bu devir rıza ile mi olacak, yoksa silahla mı?
Eğer silahla olacaksa, bu sözleşme değil, kuvvet ilkesidir. Makuldür. Şöyle ki; ben ve sen kavga edelim. Ben seni yenersem seni ister öldürür, ister yaşatırım. Seni şu şartla yaşatırım; bana bütün haklarını teslim edersin. Seni istediğim zaman öldürebilirim. Böyle yaparsam başkalarını da kolay yenerim der. Böylece korkutulanlar gittikçe çoğalır ve böylece bir tek başın emrinde yenilenler ve korkanlardan oluşan bir düzen oluştururlar. Bu mantık doğrudur. Ama herkesin kendi isteği ile birinin emrine girmesi mantığı doğru değildir.
Peygamberler bu işe önce “İslâm” yani barışa girme ile başlarlar. Biz birbirimizle savaşmayalım deyip sözleşme yaptırırlar. İsteyenler katılır. Bunların içinden “savunma amacıyla” birlik kurarlar ki bu da “îman”dır ve bu birlik hizmetlerine katılanlara “mü’min” denir. Sonra barış isteyenler bunlara kendiliklerinden katılırlar. İşte “devlet” böyle oluşur. Bu da ancak “yerinden yönetim”de geçerli olur. Bucaklar hâlinde teşkilâtlandıktan sonra iller seviyesinde birlik kurarlar, sonra da devletler oluştururlar. Yani, Hak uygarlıklarında devlet, serbest sözleşmelerle alttan birleşerek oluşur; kuvvet uygarlıklarında ise baştan baskı ile oluşur. Daha doğrusu, peygamberlerin kurduğu uygarlık sonra kuvvet uygarlığına dönüşür.
-Ölümsüz Tanrı’dan ölümlü tanrı doğmuştur. ““Böylece bir kimsede birleşmiş olan topluluğa devlet denir... O Leviathan’ın (Dev’in), daha saygılı konuşmak gerekirse, ölümsüz Tanrı’dan sonra barış ve savunmamızı kendisine borçlu olduğumuz o ölümlü tanrının türemesi budur.”(Dev, XIII, 2)”(s.413)
Kuvvet uygarlıklarının temelinde kralların tanrılaştırılması vardır.
Öyle anlatılır, böyle anlatılır; sonunda hükümdarlar tanrıdır! Tabiî ki bu şirktir.
Hak medeniyetlerinde ise hükümdarlar hükümdar değildirler, elçidirler. Önce, bunların kanun yapma yetkileri yoktur. Sonra, bunların yargılama yetkileri yoktur. Kanunu içtihatlar ve sözleşmeler oluşturur. Yargı da şahitlerin şehadetine ve hakemlerin hükümlerine bağlanır. Bunlar sözleşme hükümlerinin uygulanmasına nezaret ederler, hakemlerin verdiği kararların icrasını gerçekleştirirler. Bunun dışında “yerinden yönetim” esastır. Merkezî bucaklar sadece güvenlikle ilgili işlerle meşgul olurlar.
-“Sözleşmenin özellikleri: a) Toplum sözleşmesi insanların içe ve dışa karşı can ve mal güvenliklerini sağlamak için yapılır. b) Sözleşme, insanlar arasında kendilerini yönetme haklarını hep birden bir egemene devretmeleriyle yapılmış olup, egemen sözleşmede taraf değildir. c) İnsanların kendilerini yönetme haklarını devrettikleri bu egemenin tek bir kişi olması zorunluluğu yoktur. Egemen tek bir kişi ya da bir “kurul”dur. d) Böylece ortaya çıkan devlet bir dev, sanki “ölümlü bir tanrı”dır.”(s.413)
Kuvvete dayalı topluluklarda krallar bile taraf değildir.
Oysa, Kur’an’da toplulukların ve peygamberlerin Allah’la sözleşme yaptıklarından bahsedilir Bizzat Tanrı da insanların yanında taraftır. Karşılıklı borç ve alacaklar doğar. Allah insanlarla hesaplaşır. Allah böylece hak ve görevlere sahip olur, misaklarda. Allah bunu kendisi topluluğa devreder; dikkat edilirse başkana değil topluluğa. Topluluk Tanrı’nın haklarına sahip olur. Ona halef olur. Yöneticiler de topluluğun elçisi olurlar. Ganimetler Allah ile resulü arasında ve yoksullar arasında bölüşülür. Zekât için, “Allah’ın hakkını veriniz” der. Başkana da, Allah’ın haklarını toplayıp yerlerine dağıtma görevini verir. İslâmiyet’te din adamları yoktur. Resmî yorumcular yoktur. Hükümdarlar da yoktur. Görevliler vardır. Hükümdar Allah’tır. Yetkilerini kullanmaya halkı görevlendirmiştir.
-Sözleşme kuralını demokratik düşünürler kullanmıştır. “Hobbes’un Toplumsal Sözleşmesinden Çıkarılan Sonuçlar: Siyasal düşünceler tarihinde toplumun, devletin ortaya çıkışını bir sözleşme ile açıklamaya girişenler, genellikle demokratik eğilimli düşünürlerdir...”(s.413)
Evet, sözleşme hukuk düzeni için geçerlidir. Şeriat da, Allah’ın insanlara tek taraflı sunduğu ama kabul edenleri bağlayan bir sözleşmedir. Bu sebepledir ki, İslâm hukukunda Müslüman olmayanlara fıkhın hükümleri uygulanmaz. Hattâ, Müslüman olsalar bile, kişiler arasında çıkan nizalarda hükümler tarafların hukukuna göre uygulanır. İspat etme külfeti kime ait değilse, onun hükümleri uygulanır. Kadı kendi içtihatlarına veya hükümdarın içtihatlarına göre hükmedemez.
-Hobbes, aldığı burjuva kültürü ile toplumsal sözleşmeyi demokrasinin aksine monarşi için yorumlar. “Kısaca, toplum sözleşmesi genellikle demokratik çıkarsamalar yapmaya elverişli bir kuram olduğu halde, Hobbes, özel bir toplum sözleşmesi kuramı düzenleyerek, toplum sözleşmesini monarşik çıkarsamalar yapmak için kullanabilmiştir...”(s.414)
Bütün sermaye düşünürlerinin yorumları böyledir. Genel olarak değişen bir şey yoktur. Sözleşme olmadığı halde, korkutmayı sözleşme olarak alır, ondan sonra ne isterse onu söyler.
Sosyalistler de demokrasiyi öyle anlamadılar mı? Zorla oy topladılar ve “Seçildik!” dediler. Demek ki, halk bize itaat ediyor, onları korkutabiliyoruz, o halde meşruyuz diyorlar.
Kapitalistler de öyle yapmıyorlar mı? İnsanları açlıkla korkutuyorlar. Sonra da, sizi silahla korkutuyoruz diyorlar. Başkasının kötülüğü onları da ibra ediyor.
Oysa şeriatta, kötülük örnek alınmaz kuralı vardır.
-Can güvenliğinin korunması hâlinde krala boyun eğilir. “a) Toplum sözleşmesinin varlık nedeni can ve mal güvenliğinin sağlanmasıdır. Can güvenliği sağlandığı sürece uyruklar egemene boyun eğerler.”(s.414)
Demek ki, kral uyrukların canını koruyacak kudrette olmalıdır. Kuvvetten düştüğü zaman artık ona itaat edilmez. İslâmiyet’te ise başkan kudretli değildir, itaat onu kuvvetli kılar. Her mü’mine hicret edinceye kadar itaat şarttır. Başkana itaat etmeyecekse hicret eder.
-Can güvenliğinin korunmadığı yerde sözleşme biter. “ “Uyrukların egemene bağlı kalmaları, egemenin onları korumasını mümkün kılan erkinin süresi boyunca devam eder. Çünkü insanların doğadan gelen kendilerini koruma hakları, başka biri onları koruyamayınca hiçbir sözleşme ile ortadan kaldırılamaz. Uymanın amacı korunmadır.”(Dev, XX)”(s.414)
Kapitalizm düzeninde kral sermaye tarafından finanse edilmekte, kral da ordu beslemektedir. Kral halkın güvenliğini sağlamakta, sermaye de ticaretini yapmaktadır. Yani, devlet halka değil, sermayeye muhatap olur. Halkın güvenliği sağlanır, halk tüccara vergi ödemiş olur. İslâm düzeninde ise halk doğrudan vergi vermektedir. Tüccar da halk arasında vergi ödemektedir. Halk doğrudan başkanını seçmektedir. Oysa kapitalizm düzeninde başkanı seçen sermayedir. Sosyalizmde ise başkanı seçen ordudur.
-Kral haklı olarak öldürmeye kalkışsa bile, kişinin karşı koyma hakkı vardır. Orada doğa kanunu işler. Yenilen ölür. “Ancak egemen yasal olarak bile, yani yasalara uygun olarak uyruğu cezalandırmak için bile, bir uyruğu öldürmeye, yaralamaya kalktığında, uyruğun egemene boyun eğmeme özgürlüğü vardır. Bu durumda egemenle uyruk arasında doğa durumuna, savaş durumuna dönülmüş olur...”(s.414)
Tamamen kuvvet teorisi hâkimdir. Biri bir yolunu bulup kralı öldürse, krallık hakkı ona geçmiş olur. İslâmiyet’te ise cezayı başkan değil, şeriata göre hakemler verir. Kişi kendi rızası ile cezanın infazını ister. Bu takdirde tüm hukuku korunur, malları müsadere edilmez. Kaçarsa, hakem kararlarına boyun eğmezse, işte o zaman tabiî hukuk kuralları işler, hakem kararlarından sonra herkesin onu öldürme hakkı doğar. Yalnız başkanın değil, herkesin hakkıdır. Eğer bu karşı gelenler silahlı topluluksa, o zaman da cephe savaşları olur.
-Vatandaş savaşa gitmek zorundadır. Gitmezse, doğa kanunları işler. Ama yerine birini gönderebilir. “Egemenin uyrukları askere almada, savaşa çağırmada, uyruğun rızasını alması gerebilir... Gitmeye razı olmaz ise, bu nedenle egemen onu ölümle cezalandırabilir... Kendi yerine birini gönderirse sorun kalmaz.”(s.414)
Yeni vatandaş olan veya 15 yaşına gelen herkes, isterse “bedelli” olur ve devlete her yıl bedel öder; isterse “nöbetli” olur, askere gider, savaş olursa savaşa katılır. Ne bedel vermek ne de nöbetli olmak istemeyenler o ülkede yaşayamazlar. Bütün bedelliler her zaman nöbetli olabilir, ama nöbetli bedelli olamaz, ancak ülkeyi terk ederse yeni devlette bedelli olabilir. Bedellilerin yönetime katılma hakları yoktur. Bedelliler askerlik bedelini nakden öderler. Paralı asker meşru değildir.
-İktidara karşı mülkiyet hakkı yoktur, ancak birbirine karşı korunur. “Can güvenliği konusundaki bu tutumunu mal güvenliği konusunda sürdürmez. Nedeni, doğa durumunda zaten mülkiyetin olmamasıdır... Ama egemen, uyruklarının birbirlerine karşı mülkiyet haklarının koruyucusudur.”(s.414)
Bu da Kur’an öğretisine tamamen aykırıdır. Emek herkesin kendinindir. Mülkiyet emekle elde edilir. Vergi dışında kimsenin mülkü elinden alınmaz. Âfetlerde devlet zorunlu istikraz kuralları ile malları alıp kullanır, normal zamanlarda iade eder. Yahut, ülke düşman tarafından istilâ ediliyorsa zorunlu şirket kurulur. Herkes mallarıyla ve canlarıyla savaşa girer, sonunda elde kalanı paylaşırlar. Canlarıyla savaşanlar eşit hak alırlar. Mülk sahipleri ise mülkleri nisbetinde bölüşürler. Demek ki, İslâmiyet tüm sorunları eksiksiz çözmüştür. Hükümdarın kimsenin malına dokunma hakkı yoktur. Sadece işletilmeyen yerlerin işletme mülkiyeti hakkı alınıp başkasına devredilir. Devlet işletemez.
-Sözleşmede kral taraf olmadığı için halka hiçbir sorumluluğu yoktur. Halk ise mutlak itaat etmekle yükümlüdür. “b) Sözleşme uyruklar arasında yapılmış olup, egemen uyruklara karşı hiçbir yükümlülük altına girmemiştir. Uyruklar ise, egemenin buyruklarına mutlak bir boyun eğme yükümlülüğü altına girmişlerdir.”(s.415)
İslâmiyet’te haklar görevlerle birlikte doğarlar. Hükümdar dahil herkes görevlidir. Görevlerin karşısında doğan haklara da yine insanlar sahiptir. O kadar ki, kamu hakları vardır, ama savcı yoktur. Her mağdur olan hakkını arama durumundadır. Zina suçunu herkes iddia edebilir. Ama ispat etmekle yükümlüdür. İspat edemezse kendisi cezalanır. Başkan da suç işlerse ona da ceza verilir. Yargı karşısında herkes eşittir.
-Halk yöneticisi ile anlaşmayı bozamaz, halk yönetimi değiştiremez. İsyana hakkı yoktur. “Hobbes, sözleşmeden, uyrukların başkaldırma, direnme, devrim hakları çıkaramayacaklarını belirtmektedir. Yönetim biçimini değiştirme hakları da yoktur...”(s.415)
İslâmiyet’te halk sadece bucağının başkanına itaat etmekle yükümlüdür. Merkez bucaklarının başkanlarına itaatle yükümlü değildir. Halk bucakta kaldığı müddetçe başkanına itaatle yükümlüdür. Bucağı terk ettiği takdirde bu yükümlük kalkar. Başkan kimsenin bucak dışına çıkmasına mani olamaz. Kimseyi tutuklayamaz. Başkan bucakta olanlara emredebilir. Kaçanın hakları kalmışsa onu yargı çözer. Hakem kararlarına uymayanlar ise ildeki güvenlik kuvvetlerince tenkil edilir.
-Egemen kuvvet yasama, yürütme ve yargı gücünü elinde bulundurur. Düşünce özgürlüğünü kısıtlayabilir. (s.415)
Bucak başkanı yetkilidir. Her türlü işlemi yapabilir. Hatta öldürebilir. Ama sonra yargının huzurunda hesap verir. Başkana kısas uygulanmasa da, ağır diyet uygulanır.
-Hareketler fikirlerden doğar, o halde fikirler de sansüre tâbidir. ““Hangi görüş ve düşüncelerin barışa aykırı ve hangilerinin uygun olduğuna; dolayısıyla, kimlerin halk toplulukları karşısında, hangi durumlarda ve ne dereceye kadar konuşmalarına izin verilebileceğine ve bütün kitaplardaki düşünceleri yayımlanmalarından önce kimin inceleyeceğine karar vermek de egemenin görevleri arasındadır. Çünkü insanların eylemleri görüşleri arasından çıkar.”(Dev, XIII, 6)”(s.415)
İslâmiyet’te fail varken, sebebiyet verene ceza verilmez. Fikir sebeptir. Fiil yoksa suç yoktur. Fiil varsa suçlu faildir, sebebiyet veren değildir. Sebebiyet veren, ancak fail yoksa cezalandırılabilir. Suçları cezalandırmak ise yönetimin değil, yargının işidir. Başkan sadece geçici kararlar alır, o kararlara herkes uyar, mağdur olan hakemlere gidip mağduriyeti giderir.
-Egemen güç haksız olarak da öldürebilir, sorumlu değildir. Tanrı’ya karşı sorumludur. “Egemen erkin buyruğu ile bir uyruk öldürülebilir... Suçsuz bir uyruğu öldüren egemen bile uyruğa haksızlık yapmış sayılmaz... Egemen Tanrı’ya karşı sorumludur...”(s.415)
İslâmiyet’te başkanın öldürme yetkisi yoktur. Kısas dışında ölüm cezası yoktur. Savaş halleri bunun dışındadır. Firar edenlerin öldürülmesi hakkında yine yargı karar verir. Ancak başkanların muhakeme etme ve cezalandırma yetkileri de yoktur. Başkanların sürme yetkileri vardır. Yani, kişinin bucağını değiştirme yetkisi olduğu gibi, başkanın da sürme yetkisi vardır. Kişiye sürülecekse, taşınabileceği kadar süre verilir. Ondan sonra o bucakta görülürse öldürülebilir. Bucağın dışında sürme yetkisi yoktur. Devlet başkanı da ancak kendi merkez bucağından sürebilir. Bununla beraber, devlet başkanı taşra bucağında birini öldürtürse, öldüreni o bucağa teslim etmez, diyetini öder.
-Egemen gücün büyük zararı bile anarşiden daha iyidir. ““Herhangi bir yönetim biçiminde, halkın uğraması mümkün olan en büyük zarar, bir iç savaşın getirdiği yoksulluk ve korkunç kötülüğün ya da yasalara ve zorlayıcı bir erke boyun eğmeyen başıboş insanların o çözülmüş durumunun yanında küçük kalır.”(Dev, XIII)”(s.416)
Söylenen söz doğrudur. Ama bu durum ancak başka çare kalmadığı için geçerlidir. Bu sebepledir ki “İnsanlık Anayasası”nda da sıkıyönetim müessesesi getirilmiştir. Eğer bir yerde hukuk düzeni ile güvenlik sağlanamıyorsa, bucak başkanı yönetimden çekilir, askerî gücü çağırır, o güç askerlik kuralları içinde güveni sağlar. Hobbes’un savunduğu doğrudur, ama savaşta doğrudur. Askerî düzende doğrudur. Hukuk düzeninde ise hukuk kuralları geçerlidir. Devlet askerî düzenle kurulur ve korunur, hukuk düzeni ile yaşar ve gelişir.
-Halk sözleşmeyi feshe yetkili değildir. Ancak krallıktan feragat, yahut esaret olursa durum değişir. “Uyruklar toplum sözleşmesi ile kendilerini yönetme hakkını bir kez devrettiler mi, bir daha onu hiçbir zaman geri alamazlar. Katolik nikâhı gibi bir şeydir Hobbes’un sözleşmesi...”(s.416)
Kişiler bucak başkanlarını değiştirerek her zaman sözleşmeleri sona erdirebilirler. Bunun için ülkelerini değiştirmek gerekmez. Ancak merkez bucağın halkı başka ile gitmek zorunda olabilir. İnsanlık merkez bucağı başkanının yetkileri sadece kendi bucağı için sözkonusudur. Bununla beraber, nöbetli olanlar bedelli olamazlar.
-Egemenlik bir elde toplanmak şartı ile kral yerine kurul da olabilir. “Egemenlik mutlak olarak ve bölünmeksizin bir monarka verilebildiği gibi, bir kurula (parlamentoya) da verilebiliyorsa, Hobbes’un buna bir diyeceği yoktur...”(s.416)
Krallığın savunulmuş olması, federe düzeni ortadan kaldırmak, aristokrasi sınıfını sindirmek içindir. Yoksa gaye kralı korumak değildir. Dünya henüz sanayileşmiş değildir. Dünya henüz “İnsanlık Anayasası” ile yönetilecek seviyeye gelmemiştir. İslâmiyet’teki halifelik de ancak 30 yıl sürmüştür. Ama bütün gelişmeler hep Kur’an düzenine doğrudur. Hobbes’un söylediklerinde sadece bir halka ters bağlıdır. Ama zincir gittikçe mükemmelleşiyor.
-““İngiltere’de önce geniş ölçüde bu yetkilerin Kral, Lordlar ve Avam Kamarası arasında bölünmüş olduğu yolunda bir görüş yayılmış olmasaydı, hiçbir zaman ilkin siyasette anlaşamayanlar, sonra da din özgürlüğü konusunda ayrılanlar arasında bölünmüş ve iç savaşa düşülmüş olmazdı. Bölünme ve iç savaş insanlara bu egemenlik hakkı konusunda öylesine ders vermiştir ki, bu sırada İngiltere’de bu hakların bölünmezliğini görmeyen pek az kimse kalmıştır.”(Dev, XIII, 2)”(s.417)
Avam Kamarası’nı ortaya çıkaran sermayedir. Dinde reform hareketini ortaya çıkaran sermayedir. Şimdi bunları kralın yetkilerinde birleştirmek istemektedir. Daha doğrusu Kara Avrupa’sına öyle gösteriyor. İngiliz Krallığı ile tüm dünyaya egemen olunacaktır.
-İngiltere’de iç savaşları cumhuriyetçiler kazandılar. “Hobbes, siyaset kuramında, mutlak egemenin bir kişi olabileceği gibi, bir kurul olabileceğini de söyleyerek, öteki yönetimlere hep açık bir kapı bırakmıştı.”(s.417)
Sermayenin hedefi ulus devlet oluşturmaktı. Böylece bir taraftan ülkeler içinde teker teker beylerle uğraşmamak, diğer taraftan da iç savaşlar çıkararak dengeyi kurmak. Hobbes de bu istikamette yol almaktadır. İngiltere’de iç savaşları cumhuriyetçiler kazanmış, ama bu durum sermayenin hoşuna gitmemiştir. Çünkü cumhuriyet yönetimi emperyalizm için zor olur. Nitekim sonra tekrar krallık gelecektir.
-Hobbes, meclisleri bölünme tehlikesi, bir zümre hakimiyeti tehlikesi nedeniyle tercih etmez. O tarihteki meclisler halk meclisleri değildi. Avam Kamarası zenginlerin, Lordlar Kamarası aristokratların meclisi idi. (s.417)
Meclisler uzlaşarak yasa çıkarırlar. Bu yasalar uzlaşma sonucu çıktığı için yararlıdır. Yine de yargı denetimi şarttır. Çünkü kanunlar arası çelişkiler olabilir. Uygulama ise meclislere verilemez. Görevli tek olmalıdır. Ancak ayrı işlere ayrı görevli atamada mahzur olmadığı gibi, bunların meclis denetiminde de olması gerekir. Yoksa yöneticiler kendi çıkarlarını öne alırlar. Yönetim sık sık değişmelidir. Bunun için başkanlar ancak emeklilik yaşlarında başkanlığı bırakırlar, fahrî başkan olurlar. Denetleme yetkileri devam eder.
-“Hobbes, Dev’de monarkların bu kitabını okuduklarında mutlak monarklara dönüşeceklerini umduğunu açıkça söyler ve krallara “kolay okur ve güçlük çekmeden anlarsınız” diye kitabını salık vermekten de geri kalmaz.”(s.417)
Batılılara göre hak verilmez, alınır.
Bu sebeple monarklar o kitabı okuyacak ve krallıklarını kesinleştirecektirler.
-“Hobbes, devleti devleştirip, egemeni mutlaklaştırdığına göre, birey toplum sorununu, özgürlük sorununu nasıl çözebildi ki? diye bir soru uyanabilir kafalarda. “Dev bir devletin, mutlak bir egemenin bulunduğu bir düzende özgürlüğe yer kalmış mıdır?” Bakalım kalmış mıdır?”(s.417)
Özgürlüğün tanımı değişik şekilde yapılabilir. Batı hukukunda özgürlük kanunların tanıdığı haklardır. Kişi o hakları istediği gibi kullanabilir. Bu sebepledir ki, serbest sözleşme sözkonusu değildir. Oysa, İslâmiyet’e göre insan sonsuz olarak hürdür. Ancak, hürriyetin sınırını başkalarının hürriyeti çizer. Bunu da belirleyecek olan kurum, tarafların seçtiği hakemlerden oluşan tarafsız ve bağımsız yargıdır. Bu hürriyet tüm insanlar için geçerlidir. Haklar ise yakınlıktan, komşuluktan, emekten ve sözleşmelerden doğar. Yöneticiler sözleşmelerden ve komşuluktan doğar. Aynı yerde yaşayanlar, oranın sözleşmesine ve onların seçtiği yöneticilerin yetkili kararlarına uyarlar. Bu sebepledir ki, İslâmiyet’te serbest sözleşme vardır. Devlet serbest sözleşme ile doğan hakları korur. Batı, hukuk inkılâbı ile serbest sözleşmeyi kabul etmiştir. Ama her şeyi çarpıtan Batı, sözleşmeyi de dayatma sanmıştır. Bununla beraber, evlilikte ve yönetimde irade yeterlidir, mâlî hükümlerde ise rıza şartı vardır.
-Doğadaki yasalar sosyal yapıda da geçerlidir. O da kuvvettir. “Hobbes’da Özgürlük Sorunu: Hobbes nesneler için geçerli gördüğü zorunlu neden-sonuç ilişkilerini, nedenselliği, kesin ve sıkı bir determinizmi, insan davranışlarının ve toplumsal olayların da uyduğu genel bir doğa yasası olarak görür...”(s.418)
Halk kendi hukukunu en iyi koruyan kuvvete itaat eder. Bu doğa yasasıdır. Ancak, diğer bir doğa yasası da, halk kime itaat ederse o kuvvetli olur.
Bununla beraber yöneticinin kuvvetli olması için şartlar vardır.
- Yönetici ölümü göze alacak kadar cesur olmalıdır. Korkak bir iktidar ne kadar güçlü olursa olsun galip gelemez. Ölümü göze alan insandan daha korkunç silah yoktur.
- Yönetici adil olmalıdır. Zulmeden yönetici biraz sonra çöker.
- Yönetici bilgili olmalıdır. İmkânları var ama bilgisi yoksa savaşı kaybeder.
- Yönetici halkın çıkarlarını kendi çıkarlarından daha önde tutmalıdır.
Halk da;
- Yöneticiye itaat etmelidir.
- Yargının kararlarına teslim olmalıdır.
- Yöneticiye doğru bilgiler vermelidir.
- Halk da kendisinden önce başkanını korumalıdır.
-Özgürlük, doğa yasalarına uymaktır. Su akmakta özgürdür. (s.418)
Özgürlük, doğa yasalarını kullanmaktır, doğa yasalarını değiştirmek değildir. Allah bile iradesini yasalar içinde kullanır. Doğa yasları gibi aynı şekilde sosyal yasalar vardır. Toplulukta hürriyet, sosyal yasalardan yararlanmadır.
-““İnsanların iradeli hareketleri de böyledir. İnsan iradesinin her işi, her dilek ve eğilimi, ilk halkası bütün nedenlerin birincisi olan Tanrı’nın elinde bulunan sürekli bir zincir meydana getirmek üzere bir nedenden ya da başka bir nedenden meydana geldiği için, aynı zamanda “zorunluluk”tan da kaynak alır.”(Dev, XXI. 4)”(s.418)
Cebriyecilerin görüşlerini anlatan bu düşünüşün pratik yararı yoktur. Allah irade sahibi olduğu gibi insan da irade sahibidir. Allah’ın iradesi Kâinat’tır, onun yasalarıdır. İnsanın iradesi ise o yasaları kullanmaktır. Sosyal yasalarda da hem ilâhî yasalar var, hem de beşerin onu kullanmak için geliştirdiği kurallar vardır. Bunlar sosyal yasalardır. Bunlara vaz’î yasalar denir. Dilin kuralları vaz’îdir. Hukukun kuralları da vaz’îdir. Ama bu vaz’îlik cüz’îdir.
-İnsanlar, yönetimin serbest bıraktığı yerde özgürdürler. “Uyruklar, egemenin buyruklarına uyarken hem zorunlu hem de özgür olacaklardır. Egemenin böylece yasalarla düzenlediği alanın dışındaki alan ise, uyrukların bireysel özgürlük alanıdır. Bu özgürlük anlayışı, Hobbes’un mutlakçılığı ile tutarlıdır ve mutlakçılığı ile pek de güzel uyuşmaktadır.”(s.418)
Roma Hukuku’na dayanan Batı hukuk anlayışı budur.
Oysa, İslâmiyet’te şeriatın yasaklamadığı yerlerde herkes özgürdür. Yasakladığı yerde de yönetime nerede müdahale etme görevi verilmişse orada müdahale hakkı vardır. Diğer hususlarda dünyada ilâhî kanunlar, âhirette de Allah’ın mahkemesi cezasını verir. İnsan hürdür. Ancak sözleşmesiyle hürriyetini kısıtlamıştır. Bu yolda oluşturduğu düzen içinde hürdür.
-Hobbes maddesiz varlık kabul etmez. “Hobbes’da Devlet ve Kilise İlişkisi: Onun dine karşı tutumunu, materyalizmi savunup idealizme saldırırken görmüştük. Hobbes’un Aristo’nun maddesiz varlık (form) kavramının din adamlarının çıkarları için yayılmış bir yanlış olduğu görüşü de, idealist felsefenin sınıfsal, ideolojik niteliğini kavramış olduğunu göstermektedir.”(s.419)
Hobbes Tanrı’ya inanmaktadır. Tanrı’nın vasıfları üzerinde değişik görüşü olabilir. Din adamlarına da karşı olabilir. Ama ateist değildir. Bunun iki sebebi vardır. Birincisi, o tarihlerde halkı kışkırtabilmek için doğrudan ateistlik yapılamazdı. İkincisi de, İngiltere sermayenin dünyaya açılan kapısı idi. Sermaye devleti oluşturmak için baştan dinden yararlanmak gerekebilir. Buna uygun olan din Hıristiyanlıktır. Yahudilik, kendilerinden başkasının dini olamazdı. İslâmiyet ise böylesine araç olarak kullanılabilecek bir din değildi. Düzenle ilgisi bulunmayan Hıristiyanlık onlar için en uygun bir dindi. İnsanlar haç çıkarıp dursunlar, bunun kendilerine ne zararı olabilir? Hele satın alınmış rahipleri içlerine doldurursanız sorun biter.
-Dinî kuruluşlar da mutlak yöneticiye bağlanmalıdır. Kral aynı zamanda baş rahip olmalı, aforoz yapabilmelidir. “Kilisenin mutlak egemenliğin sınırları dışında kalamayacağını, bu nedenle devlete bağımlı olmasının gerektiğini söyler... Kral kilisenin de başı olmalıdır ve aforoz cezası bile egemenin yetkisi içinde olmalıdır...”(s.419)
Kuvvete dayalı yönetimlerde devlete bağlı din ilkesi geçerlidir.
İslâmiyet’te devlet başkanı dinî lider değildir. Ruhbaniyet yoktur.
Bununla beraber, Abbasiler siyasi güçlerini kaybedince Türkler onu Bağdat’ta oturttular ve ona dinî liderlik vasfını tanımaya başladılar. Sonunda Osmanlılar yönetimi devralıp Bizans benzeri devleti kurdular. Türkiye hâlâ böyle yönetilmektedir.
Hobbes’un formülü genel olarak yöneticilere tatlı gelmiştir.
“İnsanlık Anayasası”nda başkanın dinî liderlikle hiçbir ilgisi yoktur. Sadece değişik din ve mezheplerin dinî dayanışma sorumlularından oluşan ve halk tarafından seçilmiş şûraya başkanlık eder. Kararları başkan almaz, kararlar ma’şerî karar usulleri ile alınır. Başkan sadece meclis başkanı durumundadır.