III. BÖLÜM
UYGAR TOPLUMDA
EKONOMİK, TOPLUMSAL, İDEOLOJİK
YAPILARIN ETKİLEŞİMİ
“Tanrının ağzından çıkan her söz, doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak bu sözleri kutsal bulan toplumun gelişmesine ve biyolojik ve ekonomik refahını artırmaya yaramazsa, o toplum eninde sonunda Tanrısıyla birlikte yok olur.”(Tarihte Neler Oldu, s.30)
Gordon Childe
1. Uygar Toplumun Gelişmesi
-“İlkel topluluktan uygar topluma geçiş aşamasının incelendiği “İkinci Bölüm”de, “geçiş toplumu” mezolitikten uygar toplumun başına dek getirilirken, uygar toplumun ekonomik, toplumsal ve düşünsel yapılarının temellerinin atılışı incelendi. Hatta uygar toplumun başında bu yapıların “fetüs” derecesindeki oluşumları anlatıldı. Dolayısıyla bu bölümde yalnızca uygar toplumun kurumlarının çeşitlenmeleriyle ve klasik biçimlerini almalarıyla ilgili olaylara ve kuramlara değinilecek. Bu değinişin amacı daha çok geçiş toplumunda biçimlenen yapıların uygar toplumda nerelere dek uzandığını göstermektedir. Ayrıca uygar toplumun yapısına bir göz atmak, onu ilkel toplumla karşılaştırarak bu iki ana toplum biçimi arasındaki farkı yaratan geçiş toplumu olaylarını gereğince değerlendirebilmeye yardımcı olarak, sonuç bölümüne bir hazırlık yapmak amacına da hizmet edecektir. Dolayısıyla bu bölümde uygar toplumun ekonomik, toplumsal, ideolojik yapılarının ve aralarındaki etkileşimin tüketici, hatta, kapsamlı bir incelemesi yapılmayacak, yalnızca bu alandaki bazı temel eğilimlere değinilecektir.” (s230)
Uygar toplumun bazı temel eğilimlerine değinilecektir.
Bundan sonraki açıklamaları sağlıklı bir şekilde takip edebilmemiz için bir özet verelim.
- Kâinat yaratılmış ve evrimleşerek bugünkü yeryüzü oluşmuştur.
- Yeryüzü evrimleşerek canlının yaşayacağı hâle gelmiştir.
- Canlı evrimleşerek omurgalı hayvanlar ortaya çıkmıştır.
- Omurgalılar evrimleşerek memeliler ortaya çıkmıştır.
- Memeliler evrimleşerek insan var edilmiştir.
- İnsanın evrim çalışmaları devam etmektedir.
İnsandan sonra biyolojik evrim tüm canlılarda durdu. İnsanda da durdu. İlk insan gerek bedenî gerek rûhî ne özellikleri taşıyor idiyse, bugünkü insan da aynı özellikleri taşıyor. İnsan çevrede evrim yapıyor, kendi sosyal yapısında evrim yapıyor. İnsanın hayvandan farkı, biyolojik evrim yapmadan sosyolojik evrim yapabilmesi ve çevresini değiştirebilmesidir.
İnsandan önce bugün nesilleri tükenen insan öncesi iki maymun türü vardır.
- Yerde yaşayan toplayıcı maymun.
- Yerde yaşayan avcı maymun. Bu maymun ateş yakıyor ve eti pişiriyordu.
İNSANIN EVRELERİ:
- Göçebe Toplayıcılık,
- Göçebe Avcılık,
- Göçebe Çobanlık,
- Yerleşik Çiftçilik,
- Yerleşik Kentçilik,
- Yerleşik Şehircilik,
- Yerleşik Sanayicilik,
- Uygar Örgütlenme.
Böylece insan “ilkel göçebelik”ten sonra “geçici yerleşik dönem”i yaşadı. Şimdi “hareketli uygarlık dönemi”ne geçecektir. Uygarlık dönemini biraz tanıtmaya çalışalım.
İlk hücreler bağımsızdırlar. Birbirleriyle ilişkileri yoktur. İlk insanlar da dağınıktırlar. Göç durumundadırlar. Aralarında bir ilişkileri yoktur. Gelişmiş canlılar birlikte yaşarlar. Mekanik bağlantıları vardır. Hücreler canlı içinde hareketli değildirler. Bitkilerde elektrikî devreler yoktur. Oysa hayvanlar sinir sistemi ile elektrikî devrelere sahiptir. İnsanların da geçiş dönemlerinde elektrikî devreleri yoktur. Ancak 3000’li yıllarda sinirsel bağlantılarla her hücre birbirine bağlıdır. Gelecekte herkesin cebinde televizyonlu bir telefonu olacak ve bedava bütün diğer insanlarla haberleşebilecektir. İşte bu toplum “uygar toplum” olacaktır. Bu toplum hayvanların da üstünde bir elektrikî haberleşmeyi gösterecektir.
Hayvanlardan iki üstünlüğü olacaktır. Biri, hayvan hücreleri hareketli (hareketsiz mi?) olduğu halde, topluluğun hücreleri olan kişiler hareketli olup istediği yere gidip gelebileceklerdir. Ama ilk topluluklardan farklı olarak bir vücut olma özelliğini koruyacaklardır.
Hayvanlardan ikinci üstün farkı ise, bütün insanlar diğer bütün insanlarla uzaktan haberleşebileceklerdir. Yani, istedikleri zaman birbirleriyle buluşacak, buluşmadan da her zaman haberleşebileceklerdir. Bunlar bedelsiz gerçekleşecektir. İşte “uygar topluluk” odur. Tabii ki, bu uygar toplumun canlılara benzetilerek analojik tanımıdır.
Uygar topluluk “İnsanlık Anayasası”nda tanımlanmıştır.
a. Uygar Toplumun Hücresi Olarak Kent Devleti
-Çobanların sulama çiftçilerini yenerek çöreklenmeleri sonucu Fırat ile Dicle arasında 15 kadar köy kente dönüştü. “Bu çöreklenme sonucunda siyasal farklılaşmanın gelişip devletin oluşmasıyla kent devletleri biçiminde uygar toplumun ilk hücrelerini oluşturduklarını görüyoruz. Köylerin kentlere dönüşecek biçimde büyümesine yol açan çoban-çiftçi birleşmesi, yalnız nicel gelişmeye değil, daha çok nitel bir değişmeye neden olmuştur...”(s.231)
Küçük sulama yapan Mezopotamya köylülerine, savaşla veya barışla buraya gelen çobanlar, bunlara avcılıktan kalan birlikte hareket etme teknolojisini öğrettiler. Büyük sulamaya geçildi. Artı değer ortaya çıktı. Civardan göç geldi. Köyler kentlere dönüştü. Kentler kendi aralarında birlik kurarak devlete doğru yükseldiler.
Toplayıcılıkta bucak, avcılıkta ocak, çobanlıkta il seviyesinde oluşma olmuştur. Tarımcılıkta devlet seviyesine ulaşıldı. Ama bu devlet daha küçük devlettir. Sitelerden oluşan bir devlettir. Gevşek devlettir. Mısır’da ise büyük merkezî devlet oluştu.
-Sümerler, çoban topluluk olarak buraya gelip yerlilerle birleştiler. Kent devletleri oluşturdular. Kent devletini ele almak gerekir. “Sümer’de neolitik köylerden kentlere, uygarlığa varan gelişmeler, İkinci Bölüm’de “İlkel Topluluktan Uygar Topluma Geçiş” başlığı altında ele alınmıştı. Burada aynı gelişmelerin uygar toplumun hücresi kentin oluşması açısından yeniden ele alınmasında yarar var.”(s.231)
Aslında bu gelişmelerden daha önce “köy birlikleri” veya “klan birlikleri” oluşmuştu. Ne var ki, bunlar bir arada ve bir yerde yaşamıyorlardı. Şimdi kentler kalabalık halk olarak bir arada yaşamaya başladılar. Diğer taraftan bu kentler yalnız kendi topluluklarını oluşturmuyor, aynı zamanda civar köylerin de gelip buluştukları yer oluyordu. Yani, tarım döneminden daha ileri bir safhaya geçiliyordu. O da pazar safhası idi. Halk ürettiklerini getirip burada satıyor, buradan da buğday alıp gidiyordu.
Büyük sulama teknolojisi büyük artı değer getirmiştir. Ayrıca bakır ve gümüş gibi madenler de bulunmuştur. Halk kendi ürettikleri ile geçineceği yerde bir çeşit mahsul üretiyor. Sonunda işbölümü doğmuştur. Önemli olan husus, bu dönemde “kişi yönetimi”nden “şeriat yönetimi”ne geçilmiştir. Asıl olan sosyal yapı değişikliği olmuştur.
Uygarlık böyle başlamıştır. Çünkü insanlar artık güdülmüyor. Kendi iradeleri ile hareket eder olmuşlardır. Topluluk oluşmuş ama bağımsızlık da kazanılmıştır. İleride herkesin cebinde bir telefon olunca bilgiyi internetten alacak, istediği ile teke tek görüşecektir. Sıkı işbirliği olacak ama artık bir yönetici olmayacaktır. Sadece “Genel Hizmet” yetkilileri olacaktır. Marx’ın “komünizm” dediği ama ne olduğunu bir türlü söyleyemediği olay olacaktır.
İçtihatlar, Sözleşmeler, Genel Hizmetler ve Hakemler olacaktır.
-Eridu Pers Körfezinde İÖ 5000 yıllarında kurulmuş köydür. İÖ 3500’de kente dönüşmüştür. İÖ 280 yılındaki Babilonya rahibi, tapınaktaki belgelere dayanarak yazdığı “Babilonya Tarihi” günümüze ulaşmıştır. Denizden çıkan keçi kuyruklu, balık gövdeli, insan başlıklı bir tanrı Eridu’ya uygarlığı getirmiştir. (s.231-232)
Eridu, Türkçedeki “yer” yahut “yurt” kelimesinin atasıdır. Türkçeye önce “yurt”, sonra “yer” olarak; Arapçaya “ard”; Grekçeye “geo” olarak geçmiştir.
Keçi kuyruklu, balık gövdeli, insan başlı varlık, çobanların ve balık avcılarının Rabb’ini temsil eder. Âlemlerin Rabb’i yani hem çobanların hem de avcıların Rabb’i olan Allah’ın insan olarak gönderdiği peygamberi temsil eder.
Denizden çıkanın mânâsı, peygamberin yerli halktan olduğu anlaşılıyor.
-Eridu’nun tanrısı Enki olmuştur. Sümer kral listesine göre krallık gökten ilk kez Eridu’ya inmiştir. (s.232-233)
Enki; enğri, tenğri kelimesinin değişmiş şeklidir. Sonra bu kelime “enlkil” olacaktır. Daha sonra da “Allah” olacaktır. Tenğri, “tana ait” yahut “tanın sahibi” demektir. Yani, göklerin ve yerin nûrudur. Çünkü tan, gök ile yer arasında oluşan ışıktır. Tan sonra tağ, dağ olmuştur. Sonra “di” şekline dönüşmüş, Batı dilinde “diyo” olmuştur. “Krallar listesi” “peygamberler listesi”dir. Çünkü başlangıçta krallarla peygamberler aynı kimselerdi.
-Uygarlığın “toplumsal çıkar ile sınıfsal çıkarın gelişmesi ile” oluştuğu söylenebilir. “Sonuçta devlete varacak olan fetih, çöreklenme, sınıflaşma olgusunun, baskıya ve iknaya başvurulan yöntemler yanı sıra, “toplumsal çıkar ile sınıfsal çıkarın iç içe” olduğu bir düzenek içinde geliştiği söylenebilir.”(s.233)
İnsanın vücudunda değişik organlar vardır. Bu organların hepsi insan içindir. Biri diğeri için değildir. Hiçbirinin bir imtiyazı da yoktur. Gelişmiş insan topluluklarında böyle sınıflara ayrılacaklardır. Sosyal gruplar oluşacaktır. Biri diğerine hâkim değil, hâdim olacaktır. Dine dayalı topluluklar böyledir.
Mezopotamya’da medeniyet böyle dine dayalı olarak oluştu. Amerika’da da medeniyet yine dine dayalı olarak oluştu. Dinde de sınıflar vardır ama üstünlük yoktur. Oysa kuvvet medeniyetlerinde sınıflar vardır ve sınıflardan kimi diğerlerine üstündür. İşte “hak medeniyetleri” ile “kuvvet medeniyetleri” arasındaki fark budur.
-İÖ 5000 arası ile İÖ 3000 arası Ur ve Uruk da Sümer kentleridir ve daha duru bilgiler vermektedir. (s.233)
Medeniyetler bir yerde başlar, sonra yerlerini değiştirerek gelişirler. Ur ve Uruk gibi kentlerin 500 yıl gecikme ile oluşmaya başladıkları anlaşılıyor.
-Sümerler Ubeyde kültürü döneminde değil Uruk kültürü döneminde gelmişlerdir, diyenler var. Uruk kültürü tufandan sonradır. (s.233-234)
Göç dalgası tufandan önce de tufandan sonra da gelmiş olabilir. Tufanla boşalan topraklar yeniden dolmuştur.
-Gök tanrısı Anu ile aşk tanrısı İanna mabedi çevresinde gelişmiştir. Son zamanlarda şekil yazısı bulunmuştur.(s.234)
“Gök tanrısı” değil, “Göğün Tanrı’sı”; “aşk tanrısı” değil, “Yerin Tanrı’sı” yani Kur’an’da geçen “Semâvât ve arzın Tanrısı” anlamını taşır. Bunlar ayrı ayrı Tanrı değil, aynı Tanrı’nın iki sıfatıdır. Bunlar arasındaki fark, “tanrı” ile “ilâh” arasındaki fark gibidir.
-Din adamları hakları bölüştürmek için yazıyı bulmuşlardır. “Din adamları büyük sulama tarımı işlerini örgütleyip yönetmekte, bu yolla kazanılan ve ekilen, tapınağa (ya da tanrıya) ait sayılan topraklardan sağlanan ürünler tapınakta toplanmaktadır... Rahipler tanrı tapınaklarının ve tapınağın hesabını tutmak ve birbirlerine hesap vermek sorununu yazıyı bularak çözmüşlerdir...(s.234)
Dindar insan ile dinsiz insan arasındaki farkı şöyle tarif edebiliriz. Dinsiz olan insan; benim hakkımı kimse yemesin, ben hakkımı alayım diye düşünür, kendisine başkasının hakkının geçtiğini görürse onu kazanç sayar. Dindar insan ise bunun tam tersine; başkasının hakkı bana geçmesin, sonra hesabını veremem, der. Eğer kendisinin hakkı birisinde kalırsa; olsun, âhirete azık olur, der. Dinsiz yöneticiler korkutarak yönetirler. Dindar yöneticiler ikna ederek yönetirler.
Hakları adilane bölüştürmek, kimsenin hakları kendilerine kalmasın diye yazıyı oluşturmuşlardır. Kent büyüyünce hafıza yeterli olmamış, bundan dolayı yazı doğmuştur. Yazının doğuşu ve hesabın tutuluşu birçok insanın birlikte çalışmasını sağlamıştır.
Bugün ülkemiz hâlâ yazıya dayanmayan bir ekonomi içindedir. Çünkü mevzuat yazıyı yazanı cezalandırıyor. “İnsanlık Anayasası”nda; “Bir kimsenin kayıtları kendi aleyhine delil olarak kullanılamaz.” diye madde konmuştur.
-Uruk’ta 10*20 metrekare üzerinde 15 metre yükselmiş kerpiçten yapı görünüyor. Bu mabettir. “Bu tapınak, toplumsal tabakalaşmanın mimarlığa yansımış görünümü sayabileceğimiz ziguratlara giden yolda atılmış ilk adımdır. Aynı zamanda din adamları sınıfının bir yönetici sınıf olarak toplumun üzerine çıkışlarını simgelemektedir.”(s.235)
Medeniyet mabetlerde doğmuştur. Mısır, Yunan ve Avrupa medeniyetleri mabet dışı medeniyetlerdir. Şatafatlı görünmelerine karşılık bunlara medeniyet bile denmez. Çünkü medeniyet “insanlar arası birlik”tir, taşlar arası birlik değildir. Medeniyet hukuktur. Vahşetin karşılığıdır. Kuvvet medeniyetleri hak-hukuk alanında gelişme kaydedememiştir.
-Baskı mühürlerinin yerini silindirik mühür almıştır. Mülkiyet için kullanılmıştır. Sapan ve çömlek çarkının bulunması, çift sürmeyi de çömlekçiliği de kadından alıp erkeğe vermiştir. (s.235)
Sabanı erkek sürmüşse de, öküzlerin önünde ortaklığı kadın yapmıştır. Çömleği erkek yapmışsa da, çamuru kadın yoğurmuştur. Kadını eve sürme yerine, birlikte takım çalışması yapma şekline dönüşmüştür.
-Uruk’un dördüncü tabakasında maden işletmeciliği de başlamıştır. Artık başka iş yapmayan din adamlarının yanında zanaat adamları da çıkmıştır. Artık uygarlık başlamıştır, deniyor. “Childe, çömlekçiler yanı sıra, Uruk döneminin sonlarına doğru maden işleyicilerin ve profesyonel yazmanların da görüldüğünü söyler... Tüm bunlara bakarak olacak, Glyn Daniel, Uruk’un IV. Tabakasında dünyanın ilk uygarlığının doğduğunun söylenebileceğini yazmaktadır...”(s.235)
Batılılar hâlâ uygarlaşamadıkları için uygarlığı çömlekle ve tasla tarif ediyorlar. Uygarlık “hukuk düzeni”dir. Yani, kişilerin topluluk içinde kendi iradeleri ile hareket etmeleri, hukuka karşı sorumlu olmalarıdır. Bu da din adamlarının öğretileri ile ortaya çıkan şeriata göre halkın hareket etmesi demektir. Bu anlamda uygarlaşma Tufandan sonra başlamıştır, ama daha tamamlanmamıştır.
Uygar toplum ferdi ne yapacaktır? Akşam evine döndüğü zaman internetini açacak ve internette yarın ne yapacağına kendisi karar verecek, düğmeye basacak ve ertesi gün o işi kimseye sormadan yapacaktır. Düğmeye bastığı anda ertesi günkü kazancını belirleyecektir. Yine bir şeye ihtiyacı olduğunda internete girecek, en uygun fiyatta olanı bulacak ve düğmeye basacak, sipariş verilmiş olacaktır. O şey kendi ocağının ambarına gelmiş olacaktır. Yani, her şey programlanmış olacak, ama insan da tam hür olacaktır.
“İşsizim!” diye bir korkusu olmayacak... “Açım!” diye bir korkusu olmayacak... Çalıştığı gün kredisini kullanacak, çalışmadığı gün ise sosyal haklardan yararlanacaktır... İşte “uygar toplum” budur. Böyle bu topluma ancak üç bininci yıllarda geçilebilecektir.
-İÖ 2650’de Ur kralının mezarına kral ile beraber krallık işaretleri, atları, arabası, arabacıları, koruma askerleri, karıları, hizmetçileri; toplam 58 kişi ile gömülmüştür. Bu uygulama Mısır, Abydos, İskit ve Moğollarda da görülür. Bir daha Sümerlerde görülmez. (s.236)
Bu olay iktidar değişikliği sonucu olabilir. İşgal sonucu olabilir.
Bir daha görülmemesi böyle bir inancın olmadığının belirtisidir.
-Din adamlarının unvanı olan En, Ensi, Patesi yerine Lugal (büyük adam) ünvanının konmasından askerlerin de yönetime ortak oldukları anlaşılmaktadır. “Daha önce kent yöneticilerinin adlarının önüne dinsel anlamlar taşıyan en, ensi, patesi titrleri konurken, Ur kral mezarlarında bulunan mühürlerde kralların adı önüne lugal (büyük adam) titrinin konuşu da, siyasal erkin din adamlarından askerlere, layik yöneticilere geçtiğini gösterir.”(s.237)
Başlangıçta rahip ile komutan birdi. Kentleşmeden sonra din adamları iç işlerini tedvire, askerler ise kenti korumaya başladılar. Dışarıdan elde edilen ganimetler vardır. İçteki gelirler vardır. Ortaklaşa paylaşmışlardır. Bir kamu kuruluşu dört güce dayanır:
1- İlmî güç yasamayı ve projelendirmeyi oluşturur.
2- Dinî güç eğitimi ve denetimi sağlar.
3- Siyasî güç ??? günlüğü sağlar.
4- Meslekî güç üretim yapar.
Başlangıçta bu kamu kuruluşlarının hepsi bir yerde toplanmıştı. Gelişme oldukça güçler bölündü ve dengeli sistem oluştu. İslâmiyet’te medrese, tekke, kışla, çarşı bunların esasıdır. “İnsanlık Anayasası” bu bölünmelerin son durağını oluşturmaktadır. “Onlu sistem”e göre ve “on milyar insan”a göre düzenlenmiştir.
-Siyasi güç ile dini güç uzlaşarak birlikte yönetmişlerdir. “krallar tanrı vekilliği ile yetinmiş, başrahipliği üstlenmiş ve din adamlarıyla uzlaşmışlardır. Dinin ikna edici gücünü kavramış olmalılar...”(s.237-238)
İktidar tecezzi etmez. Başkan aynı zamanda baş rahip olmuştur. Bizans’ta ve Osmanlılarda baş rahip hükümdardır. Roma’da ise baş rahip kralları atamaktadır.
“İnsanlık Anayasamız”da başkan askerdir, ama meclise hâkim değildir. Seçilmiş ilmî şûra başkanı seçer. Komutanları başkan atar. Halk biat eder. Komutanın komutanlığı kesinleşir. İş adamları ile din adamlarına, yani eğitim ile üretime devlet karışmaz. Yani, eğitimi din adamları yapar, üretimleri iş adamları yapar, uyarıları ilim adamları yapar, siyaset adamları ise korurlar. Başkan bunlar arasında denge unsurdur.
-Zanaatçılar ve tacirler yönetimde yer almışlardır. “Gerçekten Ur, rahiplerin bu toprakların kiralarını ürün olarak alıp, bunların artık çivi yazısına evrinmiş yazıyla hesaplarını tuttuklarını görüyoruz... Bakırcı, doğramacı, gümüşçü, heykelci, deri işleyicisi, dokumacı, biracı, ekmekçi vb. zanaatçılar tapınaktan ücret almaktadır... Zanaatçılar ve tacirler tapınağa ve saraya bağlı kimseler olarak çalışmaktadır.”(s.238)
Kur’an başkanın bilgili ve güçlü olması gerektiğini ifade eder. Çünkü bunlar halktan çok hizmetten sorumludurlar. Oysa iş adamları üretme, din adamları da tüketme işleri ile sorumludurlar. İlim adamları ile siyaset adamları hizmet ederler. Demek ki, asker başkanın başkanlığında oluşacak dört dayanışma ortaklığı yönetimi sağlayacaktır. Bunun temelleri Ur’da atılmış oluyor. Ur, İbrahim Peygamberin şehridir.
-Ur gibi 100 000 nüfuslu kentler oluşmuştur. Kentler arası kavga kentler birliği ile devlet oluncaya kadar sürmüştür. “Geniş ve verimli topraklardan elde edilen toplumsal artının tapınağın ve sarayın ambarlarında birikmesi; bunun önemli bir bölümünün kanal ve baraj yapımı, bakımı, etkin araçlar yapan zanaatçıların beslenmesi gibi yeniden üretici işlerde kullanılması üretici güçlerde çok büyük gelişmelere yol açmış ve bunun sonucunda Ur gibi nüfusu yüzbinleri aşan kentler doğmuştur. Dönem, kent devletleri dönemidir... Sonuç güçlü bir komutanın birkaç kenti yönetiminde birleştirmesine dek süren kent devletleri arası egemenlik savaşıdır. Bu olgu, mitolojide, ilk kez gökten Eridu’ya inen; sonra tanrılarca bir kentten alınıp ötekine verilen ve tufandan sonra gökten ikinci kez inen krallığın, Ur’a verilmesine, ondan da Agade Kralı I. Sargon’un eline geçmesine dek kentten kente dolaşması biçiminde dile getirilir.”(s.238-239)
Yönetim “kişi yönetimi”nden çıkıp da “şeriat yönetimi”ne dönünce büyümenin sınırı olmamıştır. Bugüne kadar hep büyüme devam etmiştir. Bugün New York ve İstanbul şehirleri doğmuştur. Ne var ki, sorunlar çözülmemiştir. Sorunları “İnsanlık Anayasası” çözecektir.
Teşkilâtlanma onlu sisteme göre ve yer bütünlüğü içinde olacaktır. Kişi, aile, ocak, semt(köy), bucak, ilçe, il, bölge, ülke ve insanlık olmak üzere örgütlenecektir. Kişi, ocak, bucak, il , ülke ve insanlık “sosyal birlik” olacak ve tüzel kişiliği olacaktır. Yerinden yönetilecektir. Aile, semt, ilçe, bölge ve kıta merkezleri ekonomik kuruluşlar olacaktır ve merkezden yönetilecektir. Tüzel kişiliği olmayacaktır. Nüfus aile nüfusunun onar katları olacaktır. Aile nüfusu 3 ile 10 arasında kabul edilecektir. Demek ki, artık yeryüzünde köy-kent ayırımı kalmayacaktır. Ayrıca bucak, il, ülke ve insanlık kademelerinde seçilmiş âlimlerden oluşan meclisler olacaktır. Bunlar “ilmî dayanışma ortaklıkları”nı oluşturacaklardır. “İlmî şûra” başkanları seçecektir. Başkanlar ekonomik kuruluşların merkezlerine yöneticiler atayacaktır. Halk kendi ekonomik kuruluşu dışındakilerden birini kendisine komutan yapacaktır. Ayrıca sosyal kuruluşta bir başbakan ve 24 bakan atanacaktır.
Bölgelerde hizmet vakıfları kurulacaktır. Bu 25 vakıf şunlardır:
- Nüfus, Tapu, Zimmet Muhasebesi ve Envanter bakanlıkları.
- İlmî, Dinî, Meslekî ve Askerî Eğitim bakanlıkları.
- Uyarı, Araştırma, Maliye ve Hazine bakanlıkları.
- Basın, Yayın, Ulaştırma ve Haberleşme (dış işleri) bakanlıkları.
- Plânlama, Bakım, Güvenlik ve Sağlık bakanlıkları.
- Tescil, Tesbit, Tahkik ve Tahkim bakanlıkları.
Bu kuruluşlar “Genel Hizmet” yapacaklardır. Bu kuruluşlarda bürokrasi olmayacak, serbest hizmet erbabı olacaktır. Bu hizmet görevlilerinin ücretleri kamu bütçelerinden karşılanacak, halk ise kendi hizmetlisini kendisi seçecektir.
b. Kent Devletinden Ulusal Devlete
-İÖ 2415’te Urugakina adında biri Lagaş’ta “lugal” titrini kullanmıştır. “Urugakina yasaları olarak bilinen metin hem din adamları ile layik yöneticiler arasındaki bu sürtüşmeyi, hem kente getirilen yeni bir düzeni, hem de layik yöneticilerin din adamlarına karşı olmalarına karşın yasallıklarını dine dayandırma gereksinimi duymalarını yansıtan önemli bir metindir.”(s.239)
Kentler çoğaldı. Topluluk ve kent tek başına kendi kendisini savunamadı. Lagaş’ın başı kentleri birleştirdi ve kral oldu. Demek ki dinler ancak kent seviyesinde yönetici olmuşlardır. Bu kentler nüfusları 50 ile 100 bin arasında olan yerleşim yerleridir.
“İnsanlık Anayasamız”da bu büyüklük bir ilçeye tekabül eder.
Demek ki, on ilçeyi birleştirerek krallığını ilân etmiş oluyor, demektir.
-Umma’da İÖ 2750’de Lugalzaggisi kral oldu. Lagaş’ı ele geçirdi. Uruk’un başrahibi titrini de almıştır. “Rahip yöneticilerin başaramadıkları işi asker yönetici başararak Sümerce konuşan kent devletlerini birleştirmiştir...”(s.239-240)
Kral ünvanı almakla beraber baş rahip de oluyordu. Devlet yeni idi. Farkı, din adamları askerî güç kullanmıyorlardı, krallar kullanmışlardır. Hz. Musa ile Hz. Harun veya Hz. İsa ile Hz. Muhammed gibi bir krallık.
-Nippur dini merkezdi, kralları bunlar onaylıyordu. “Yönetim olasılıkla rahipler elinde kaldığı Nippur Sümer’in “özerk” dinsel merkezi oldu. Sümer’in egemeni olduğunu ileri süren kentin yöneticisinin, bu kentteki din adamlarını o ya da bu biçimde ikna ederek, Enlil tarafından kral olarak seçildiğini söylemelerini sağlaması gerekiyordu.”(s.240)
Tarih tekerrür eder.
Roma’da da papa kralların krallıklarını onaylıyordu. İran’daki dinî rehber hâlâ bu görevi yapıyor. “İnsanlık Anayasası”nda kamu hizmetleri yapacak kimseler, mensup oldukları mezheplerin sorumlularından tezkiye almış olmalıdırlar. Bu tezkiye sözlü tezkiye değildir. Görevi ihmal sebebiyle bir zarar verirse, dayanışma ortaklığı bu zararı ödeyecektir.
Topluluk içinde bir kimseyi topluluğa bağlamak için mekanizmaya ihtiyaç vardır. İkna etme, inandırma, çıkar sağlama ve korkudan esin kılma yani başkalarından onu koruma. Bu “hak düzeni”nin yönetim şeklidir. Burada kişi kendi isteği ile topluluğa katılmaktadır, çünkü çıkarı vardır. Gerekirse bu topluluk için ölmektedir.
Kuvvet teorisinde ikna yok, îman yok, çıkar yok; sadece korku ve dayak vardır. Korku ile devlet yaşayacaktır. Bugün yeryüzünde gerçek “hakka dayalı devlet” olmadığı için yaşıyor, ama yarın biri çıkar ve “adil bir devlet” kurarsa bunları silip süpürür. Zaten onları yok etmek için kendi halkları kendilerine yeter. Hak gelince bâtıl yok olur.
-Sami ırkından Akadlar’dan olan I. Sargon İÖ 2330’da Lugalzaggis’i yenerek kral olup devlet kurdu. Rahipler onaylamaktan başka bir şey yapmadılar. “Ulusal devletin asıl kurucusu Sümerler değil, Sami halklar içinden çıkan yöneticiler olacaktır. Agade (Akad) kentinin kralı I. Sargon Sümer’in yönetimini ele geçirmiştir...”(s.240)
Zamanla din adamları bozulur ve teşkilâtları çıkar şebekesi hâline dönüşür. O zaman krallar gelir ve onları hakimiyetleri altına alır. Sonra krallar bozulur, bu sefer de din adamları hakim olur. Nitekim, Avrupa’da kilise bozulunca krallar hakim oldu. Türkiye’de tarikatlar bozlunca cumhuriyet hakim oldu. Ama çağımızda kilise yeniden düzelmektedir. Düzelmesi oranında etkinliği artacaktır. Tarikatlar da yavaş yavaş güçlerini göstermektedir.
-Akadlar ve onlardan sonra İÖ 2160 dolaylarında Gutiler de Sümerlerin bütün müesseselerini benimsediler. “Sümer yönetimini ele geçiren Samiler’in, Sümer Uygarlığı’nın tüm kurumlarını benimsediklerini görüyoruz. Sargon hanedanına son veren “barbar” Gutiler’in de ilk yağmalardan sonra, Sümer Uygarlığı’nın tüm maddi ve tinsel yönlerini benimseyip; kanallar açmaya, tapınaklar yapmaya başladıklarını görüyoruz.”(s.240)
Sümer Medeniyeti peygamberlerin medeniyetidir. Onların öğretileri başlamış ve gelişmiştir. Kur’an’da; Nuh kavminden, Hûd’un kavmi Âd’dan, Sâlih’in kavmi Semud’dan, İbrahim ve Lût’un kavminden, Şuayb’ın ülkesi Medain’den bahsederek bu medeniyetlerin gelişmesini anlatır. Bu sebepledir ki, Mezopotamya Medeniyeti tüm dünyaya etkin olmuştur.
c. Ulusal Devletten İmparatorluğa
-Alışveriş için, iş bulmak için Mezopotamya’ya gelen halklar Mezopotamya’yı doldurdular. Sami ırkından olan Amurrular Bâbil kentine hâkim oldular. İÖ 1750’de Hammurabi Mezopotamya’yı birleştirdi. İmparatorluğa geçti. “Uygarlık, uygarlaşmamış halkları mıknatıs gibi üzerine çeken bir çekim odağı oluşturmuştu. Mezopotamya çevresindeki göçebe çoban topluluklar, bazen barışçı, bazen savaşçı yollarla bu ilk uygarlık merkezine akın ediyorlardı. Sami halkı olan Amurrular da Mezopotamya’ya sızıp, çoğunluğu oluşturdukları kentlerde yaşamaya başlamışlardı. Babil bu kentlerden biriydi. Babil’in yöneticisi Hammurabi, hem Akad hem Sümer kentlerini ele geçirerek “dört iklimin egemeni” adını aldı.”(s.241)
Aslında bu “kentler” bizim anayasamızdaki “bucaklar”a tekabül ediyordu. “Devletler” ise bizim “il” dediğimiz siyasi kuruluşa karşılık idi. Devlet aşamasında ise “imparatorluk” denen zamanda ulaştı. Daha imparatorluk oluşmamıştır. İmparatorluklar çok sonraları ortaya çıkacaktır. Kentlerde birbirini tanıyan halk bir aradadır. İllerde halk birbirlerini tanımaz ama kentler birbirini tanır. Yani, halk kentleri çok iyi bilir. İllerde ortak güvenlik vardır. Yani, eşkıyalara karşı birleşme olmuştur. Oysa devlette artık kentler de bilinmez olur. Ancak iller bilinir olur. Devlette iç güvenlikten ziyade dış savunma esas alınır.
Demek ki, Mezopotamya’da devlet aşamasına Hamurabi zamanında ulaşılabilmiştir.
Dillere gelince, ocaklar “konuşma dili”ni kullanırlar. Bucaklar “yazı dili”ni kullanırlar. İllerde “sanat dili” vardır. Devletler ise “hukuk dili”ni, “askerî dil”i kullanırlar. İnsanlık ise “ilmî dil”e sahiptir. Sümer dili hep “ilim dili” olmuştur. Sonra Grekçe ve Lâtince ilim dili oldu. Sonra da Arapça ilim dili oldu. Şimdi iki dil ilim dilidir; Arapça ve Lâtince. Türkler Sümerceyi dirilterek üçüncü bir ilim dilini ortaya çıkarabilirler. Ama bunun için Çin ile birlikte hareket etmek gerekecektir.
-Hammurabi de Urukagina gibi Sümer hukukunu esas aldı. Ancak Urukagina dine dayanmıştır. Hammurabi site kanunlarını birleştirdi. “Urukagina gibi o da bir yasa oluşturdu; ünlü Hammurabi Kodu’nu derledi. Eski Sümer hukukuna dayanmıştı. Hammurabi Kodu, kent devletlerinin yerel yasaları yerine tüm ülkelerde yasa birliğini sağlamak amacını güdüyordu. Yönetimin kent devletlerinden, ulusal devletten imparatorluğa geçişini simgeliyordu.”(s.241)
“Sümer hukuku”nun kaynağı peygamberlerdir, dindir. Sitelerde farklı uygulamalar olmuştur. Hammurabi merkezî sitenin hukukunu birleştirerek yaptı. Aslında bugün de Batı’nın yaptığı bundan başka bir şey değildir. Dine dayalı Roma hukuku Hıristiyanlıkla tekleşti, İslâmiyet ile lâikleşti. Yani, hukuku papa değil de halk yapmaya başladı. İslâmiyet’te zaten baştan beri hukuk içtihada dayalıdır ve farklıdır. Lâiktir. İnsanlık sosyal yapısında din dışı hiçbir adım atmış değildir. Bundan sonra da atmayacaktır. Ortaya koyduğumuz “İnsanlık Anayasası” Kur’an’ın bize öğrettikleridir. Belki bin yıl insanlar bu anayasa etrafında dönüp dolaşacaklardır. Sonra tamamen yeniden içtihatlara ve icmalara başlayacaklardır.
-İmparatorluk aşamasına geçişin sebebi, savunmanın yanında dağlardaki ham madde kaynaklarından yararlanmak için güç elde etmektir. “Mezopotamya toplumlarını ulusal devletten imparatorluğa geçiren iti, dış saldırılara karşı güçlü bir ortak savunma gereksinimi gibi savunmacı amaçlar yanı sıra; uygar toplumun, dağlık bölgelerin hammaddelerine duyduğu amansız bir gereksiniminin körüklediği saldırganlık ve yayılmacılık isteklerinden kaynaklanmıştır.”(s.241)
Teşkilâtlanma ve büyüme bir taraftan ekonomik verimi artırmakta, diğer taraftan savunma gücünü kazandırmaktadır. Geçiş dönemi bu iki amaçla savaşlarla doludur. 20. asrın savaşları da böyle ekonomik zorunluluklardan doğmuştur. Bu tür savaşlara insanlık uygar topluma geçince son verecektir. Bu da “İnsanlık Anayasası”nın uygulanması ile olacaktır.
Önce yeryüzü ocak, bucak, il ve insanlık olarak teşkilâtlanacaktır. Huzurun oluşması için insanların, malların, sermayenin ve bilginin akışı tamamen serbest olacaktır. Devletler üretimden vergi paylarını alacaklardır. Ondan sonraki hareketlere asla karışmayacaklardır. Gümrükler kalkacaktır. Pasaportlar ve vizeler kalkacaktır. Herkesin kendi ilçesinden aldığı nüfus cüzdanı olacaktır. Bu cüzdanda parmak izi kod edilecektir. Bununla kendisini her yerde ispat edecektir. Başka bir şey aranmayacaktır. Bu dünya düzeni gerçekleştiğinde, işte o zaman ekonomik savaşlar kalkar. Toprak paylaşımı da, boş olan bucak, il veya ülke ya nüfus kabul edecek veya yerden bir kısmını komşularına verecektir.
“İnsanlık Anayasası”nda bunların mekanizmaları anlatılmıştır.
-Bundan sonra imparatorluklar yıkılacak, imparatorluklar kurulacaktır. Babil’den sonra Asur, Yeni Babil, Pers ve sonra Selevkos imparatorlukları izleyecektir. “Bundan sonra ilk uygarlığın yazgısı, arada uygarlaşmamış halkların akınlarıyla kesintiye uğrasa da, çoğu kez gene onu yıkanların elinde bir imparatorluktan ötekine koşmak olacaktı...”(s.241)
Milattan önce 330’da İskender’in fethine kadar Hz. Nûh’un kurduğu medeniyet devam edecektir. İskender’in buraları fethi ile bu ülkeler kendilerinden yararlanarak oluşmuş Helen Medeniyeti ile karşılaşacaklardır. Bunların birleşmesi ile Helenistik çağ başlar, Hıristiyanlıkla ve Müslümanlıkla gelişerek bugünkü düzeye ulaşılır. Yapıları hep Sümer hukukuna dayanır.
-Saldırgan geçim işi Asurlularda başlamıştır. İÖ 722-605 yıllarında II. Sargon ve Asur kralı Asurnaşirpal çevreyi haraca bağladılar. “Saldırgan niteliğini Asur İmparatorluğu zamanında göstermiş; klasik biçimine ise Pers İmparatorluğu zamanında kavuşmuştur. II.Sargon, askerleriyle Toroslar’dan Pers Körfezi’ne dek tüm ülkeleri haraca bağlamıştı...”(s.241-242)
Peygamberlerin kurduğu medeniyet sonraları vahşete dönüşmüş ve yeni peygamberler gelerek insanlığı hizaya getirmiştir. İnsanlar önce “hukuk düzeni”ne dayanarak gelişiyorlar. Güçlenince de hukuk düzenini çökertiyorlar ve sonra da kendileri çöküyorlar. Bu deveran insanlar arasında böyle devridaim yapıp gidiyor.
-Asurbanipal’ın Nineveh kitaplığında 25 000 derlenmiş tablet bulunmuştur. “Asur kralları fetihle birlikte uygarlığın tekniklerini, kurumlarını, yöntemlerini yayıyor, uygarlığın kültür kalıtını saray ve tapınak arşivlerinde biriktiriyorlardı... Dünyanın ilk uygarlığının yazıya dökülmüş kültürü hakkındaki bilgilerimizin çoğunu bunlara borçluyuz.”(s.242)
Güçlü devletler sermaye birikimine ulaşıyor, kendi çıkarları için de olsa insanlığa hizmet ediyorlar. ABD dünyayı sömürüyor, ama insanlığı da uzaya taşıyor. Bilgisayarlı bir dünyayı oluşturuyor. Karşı gelenleri bombalamazsa bu hizmeti yapamaz. İşte “sünnetullah” budur.
Bir taraftan “hak medeniyeti”, diğer taraftan “kuvvet medeniyeti”... Bunların yarışı insanlığı evrime doğru götürecektir. “Kâmil adalet” ise bu dünyada değil, âhirette denkleştirilecektir. Batı Medeniyeti insanlığı çağımızdaki bu seviyeye çıkarmasaydı biz bugün “İnsanlık Anayasası” projesini sunamazdık.
-Asurlular İÖ 722’de bölünen İsrail krallığını, Yeni Babilliler İÖ 587’de Yuda krallığı ileri gelenlerini isyanları sebebiyle sürdüler. Onlar sürgünde medeniyet dersini aldılar. “Asur kralları ayaklanmaları önlemek için başkaldıran yerlerin halkını başka halkın içine sürerdi. Bu yazgı, İbrani devletinin bölünmesi üzerine kurulan İsrail krallığının ve Yuda krallığının başına geldi; Yahudilerin önde gelen aileleri Babil’e sürgün olarak götürüldüler. Onların sürgüne değil uygarlık okuluna götürüldükleri sonra anlaşılacaktır.”(s.242)
Allah İsrail oğullarını insanlığa medeniyet ulaştırmak için seçmiştir.
İbrahim Ur şehrinde doğmuştu. Babası Azeri idi. Oradan göç etti. Oğlunun birini (İsmail) Mekke’de bıraktı, diğer oğlu (İshak) Filistin’de yerleşti. Yusuf Mısır’a satıldı. Orada Mısır Medeniyeti’nin eğitimini aldı. Orada Hz. Musa doğdu, Firavun sarayında büyüdü. İşte Tevrat ondan sonra indi. Böylece bugünkü Yahudilik ve Hıristiyanlık doğdu. İslâmiyet de Mekke’de Hz. İbrahim’in torunlarından doğdu.
Yahudiler her zaman sürülmüşlerdir. Böylece dünyaya yayılmışlardır. Bugün dünyanın her yerinde vardırlar. Avrupa’daki ticari faaliyetleri bu sayede organize ettiler. Çünkü dünyanın her yerinde tabii örgütleri vardı. Bugün de bunun için hâkimdirler.
Kur’an diyor ki; “Hayır zannettiğiniz birçok şey şer olur. Şer zannettiğiniz şey hayır olur.” [Bakara(2);216 - Âli İmrân(3);180] Bugün Ortadoğu’da kurulan İsrail Devleti hayırlı bir devlet değildir. Ama Yahudiler şimdi orada başka bir eğitim görmektedirler. Biraz sonra devletleri yıkılacak, yine eski yurtlarına ve yerlerine dağılacaklardır. Ortadoğu’dan aldıkları kültürü dünyaya yayacaklardır. Yahudiler yenilecek ama bu sefer de bilgileri ile insanlığa hizmet edeceklerdir. Yani, Kâinat tesadüflerle yönetilmiyor. Her şey plânlanmıştır, ona göre yürüyor.
-Pers kralı Kyros (İÖ 516) onları serbest bıraktı. Azı geri döndü. Ama imparatorluğa tek Tanrı’lı dini hediye ettiler. Aldıkları uygarlığın borcunu ödediler. “Yahudiler’in “Babil tutsaklığı”na Pers imparatoru Kyros son verdi. Aslında pek azı ülkelerine döndü, ama dönenler uygarlık okulundan mezun olmuş olarak döndüler ve ileride görüleceği gibi, okulun ücretini imparatorluğa tek tanrılı dini armağan ederek ödediler.”(s.243)
Tek tanrılı din ne İbranilerin ne de Mezopotamyalıların dinidir. Tek tanrılı din Hz. Adem ile başlar. Kabilelerin oluşmasıyla mezhep farkları oluşur. Değişik adlar alır. Hz. Nuh ve Mezopotamya peygamberleri hep tek tanrıyı telkin ederler. Hz. İbrahim Peygamber tek tanrı mücadelesini Mezopotamya’da verir. Ne var ki, Yahudiler aynı zamanda büyük kültüre erişmişlerdir. Hz. İbrahim ilmi, Hz. Musa şeriatı, Hz. Davut ekonomiyi öğretmiştir. Yahudiler Mezopotamya’dan çıktılar, Mısır’da yaşadılar, tekrar Mezopotamya’da staj yaptılar ve Romalılar da Hıristiyanlığı insanlığa hediye ettiler.
Bugün iki milyar insan Romalı değil, Hıristiyan’dır. İstanbul’da Konstantin’in değil, Hz. İsa’nın çanları çalıyordu. Lidya’daki medeniyetleri ile de Yunanlılara hocalık yaptılar. İyonya onlar sayesinde oluştu. Mezopotamya Medeniyeti’nde Sümerler ne ise, ondan sonraki medeniyette de İbraniler odur.
-Asurlular’ın doğusunda Persler silah zorundan ziyade imar ile güçlendiler. “İmparatorluk yöntemlerini geliştiren Persler, hoşgörü politikası ve Pers “Kral Yolu”nda simgelenen iç barış ve ekonomik bütünlenme ile sağlamaya çalıştılar. Bunda da oldukça başarılı oldular. Bağlı ülkelerden haraç ve vergi zenginlik olarak aktı.”(s.243)
Bir taraftan Mezopotamya’da medeniyet gelişirken, doğusunda yakın komşu olan İran’da da medeniyet yakından izleniyordu. Elamlılar orada büyük medeniyet kurdular. Onların vârisi olan Persler de Asurluların çağdaşı olarak güçlenmişlerdir.
Medeniyet bir kentte doğmuş, diğer kentlere sıçramış... Sonra o kentler birleşmiş ve il aşamasına gelmiş... Sonra bir il yerine başka iller oluşmaya başlamış... Birleşmişler ve devlet aşamasına gelmişler... İşte bundan sonra devletler oluşmaya başlamıştır.
Mısır arkasını izlemiş, Hint arkasını izlemiş, Çin arkasını izlemiştir...
Ama bunlar uzak ülkelerdir. Medeniyetin merkezinde olanları etkilemez ama İran ve Türkiye’de gelişen devletler birbirleri ile birleşmek veya çatışmak zorunda kalmışlardır. Böylece gerçekten imparatorluklara doğru yol alınmıştır.
-I. Darius’un Nakşi Rüstem yazıtında: “Ahuramazda (tanrı) yeryüzü düzeninin bozulduğunu görünce onu bana verdi, ben de yeryüzüne düzen verdim.” diyor. “Zoroaster tanrıları, biri iyilik güçlerinin yüce tanrısı, ötekisi onunla evrensel bir kavgaya girişmiş kötülük tanrısı olarak ikiye kadar indirmiştir...”(s.2439
Zoroaster mezhebinde; Kâinat tek Tanrı’nın eseridir. Kötülük gücü onunla savaşmaktadır. Diğer dinlere müsamahalar olmuştur. Mısır ve Mezopotamya’da gelişen tek Tanrı’cılık Yahudilerle ve Hıristiyanlıkla şekillendi. Roma onu benimsedi.
Mısır ve Mezopotamya’da tek tanrıcılık gelişmiştir, yaşatılmıştır. İyilik ve kötülük tanrısı yok, İyilik Tanrısı var. O’nun karşısında yine O’nun yarattığı şeytan var. Şeytanın görevi insana kötü yolu göstermektir. Peygamberlerin görevi de iyi yolu göstermektir. İnsan dilediğini seçmekte serbesttir; isterse kötü yolu seçer ve cehenneme gider, isterse iyi yolu seçer ve cennete gider. Şeytan kötü yolu seçmede insana yardımcıdır, zorlayıcı değildir.
Bütün dinlerin aslı birdir. Çünkü insanın aslı birdir. Bütün dinler bozulur, zamanla yenilenmesi gerekir. Nitekim bugün Müslümanlık da bozulmuştur. Diğer dinlerden tek üstünlüğü, elinde Kur’an’ı vardır; lafzıyla ve diliyle kesin olarak ilk hâliyle elimizdedir. Ona dayanarak yenilenmemiz mümkündür. Diğer dinlerin elinde orijinal metinleri yoktur. Dilleri de unutulmuştur. İslâmiyet gibi öyle yeniden dirilme gücüne sahip değildirler.
Hıristiyanlığı Bizanslılar seçmedi, Allah seçtirdi. Çünkü Amerika fethedilecek ve Avrupa Medeniyeti kurulacaktı. Her şey ilerisine hazırlık için olmuştur.
4. Uygarlığın Yayılması
a. Uygarlığın Alışveriş ve Düşünsel Etkileme Yoluyla Öteki Irmak Boylarına Yayılması
-Mezopotamya’da uygarlığa geçiş İÖ 5000’de başlanmış, 3000’de dünyanın diğer bölgelerine ulaşılmıştır. “Uygarlığın yayılmasının biçimi, uygarlık kurumlarının klasik biçimlerini almalarında ve çeşitlenmelerinde etkili oldu. İlk uygar toplumun hammadde gereksinimi nedeniyle çevresiyle kurduğu ilişkiler sonucunda uygarlık ilk önce benzeri çevre içinde olan Nil ve İndüs havzalarında kök salıp gelişmeye başladı... Mezopotamya Uygarlığı’nın her iki bölgenin uygarlığının oluşmasında kesin rolü olduğu konusunda bilim adamları hemen görüş birliği içindedir... Mezopotamya2nın uygarlık birikiminden yararlanan Mısır toplumunun yarım yüzyıl gibi kısa bir süre içinde İ.Ö. 3000 dolaylarında uygarlık geliştirdiğini görüyoruz.”(s.244)
Mezopotamya Medeniyeti’ne Mısır’da ise 500 yıl sonra İÖ 3000 yıllarında geçildi.
İndüs’te ise 1000 yıl sonra İÖ 2500’de geçildi. Ticaretle geçildi.
Çin’de ise 2000 yıl sonra İÖ 1500’de at arabaları ile geçmiştir.
Tarihlendirmeleri biraz geriye bırakırsak;
- İlk insan yaz-kış meyvenin bulunduğu yer olan Mezopotamya’da yaratıldı. İnsanlar bu ilk dönemde toplayıcılıkla geçindi.
- Soğuklar başlayınca Fırat ve Dicle’nin yukarı taraflarında meyveler kurudu. Halkı aç kaldı ve avcılığa başladı. Güney halkı ise toplayıcılıkta devam etti.
- Avcılık bütün yeryüzüne yayıldı. İnsanlar kalabalıklaştı. Amerika’ya da bu ilk defa bu tarihlerde geçildi.
- Avlanılan hayvanlar bitti. Bu arada havalar da ısındı. Kuzeyde, Orta Asya veya Avrupa’da çobanlık keşfedildi. Süratle avcılığın yerini aldı.
- Güneye indi ve toplayıcılıkla geçinenlere çobanlığı öğretti. Bunlar avcılık dönemini görmeden çobanlığa başladılar.
- Güneyde küçük sulama tarımı doğdu. Köyler oluştu.
- Kuzeydekilere tarımı öğrettiler ve orman tarımı doğdu. Çoban çiftçiliği başladı.
- Kuzeydekiler güneye indiler ve büyük sulama tarımını öğrettiler. Kentler doğdu.
- Kentler birleşti ve beylik oluştu.
- Beylikler birleşti ve devlet oluştu.
- Devletler birleşti ve imparatorluk doğdu.
Uygarlığın tohumu İÖ 9000’lerde çobanlığın Mezopotamya’ya girmesi ile başladı.
Mezopotamya’da küçük sulama tarımına MÖ 5000 yıllarında başlandı.
Mezopotamya’da büyük su tarımına MÖ 3500’de başlandı.
Mısır’a MÖ 3000’de geçti.
İndüs’e MÖ 2500’de geçti.
Çin’de MÖ 1500’de görüldü.
Medeniyetin merkezi Mezopotamya oldu ve Milada kadar üstünlüğünü sürdürdü.
-Silindir mühür ve geriye yaslanmış yapı tekniğiyle Mısır Mezopotamya’dan etkiledi. Nil ulaşıma elverişlidir. Taşma zamanları bellidir. Devlet aşamasına hemen geldiler. “Mezopotamya kaynaklı silindir mühürlerden, geriye doğru yaslanan yapı biçimlerinden ve diğer göstergelerden anlaşıldığına göre, Mısır uygarlığının etkilendiği kesin... Nil, ulaşıma olağanüstü elverişli durumu ve son derece düzenli taşkınlarıyla toplumsal artının tek bir siyasal merkezde toplanmasına...”(s.245)
Medeniyetleri hukuka dayalı olarak peygamberler oluştururlar. Belli kültüre varınca komşuları onu alır ve kuvvet medeniyetine çevirirler, merkezî medeniyet kurarlar. Mezopotamya’yı -Mısır, İbranileri -Gereko-Romen, Hıristiyanları -Bizans, Müslümanları -Avrupalılar aldılar, merkezî yönetime çevirdiler ve kısa zamanda uygarlıklarını kurdular. Bu kuvvet medeniyetlerinin köklerine indiğiniz zaman koskocaman bir boşluk bulursunuz. Kralı tanrı yapma primitif düşüncedir. Böyle bir adi düşünceyi Mezopotamyalılardan elbette kimse bekleyemez. Çünkü orası peygamberler diyarı idi. Orada tek Tanrı inancı ile birlikte putperestlik mücadelesi vardır. Hz. Nuh ve Hz. İbrahim gibi kendilerine “ulu’l-azm” denilen büyük peygamberlerin hayatı bu mücadelelerle geçmiştir.
-Hindistan’da İÖ 2000 yılında sel baskını oldu. Etkilerinin derecesini bilemiyoruz. Ama Mezopotamya’da Hint yapısı mühür var. Buradan ilişkili olduğu biliniyor. (s.245)
Mezopotamya Medeniyeti’nin 500 sene sonra İran’a, oradan 500 sene sonra da Hindistan’a, komşuluk ilişkilerinin sonucunda sıçramış olduğunu kabul etmemiz gerekir.
-Çin uygarlığı da İÖ 1500 dolaylarında başlamıştır. Tunç savaş arabalı akınlarla ulaşmıştır. “Mısır ve İndüs uygarlıklarını İ.Ö. 1500 dolaylarında gene bir ırmak vadisinde, Sarı Irmak vadisindeki Çin uygarlığı izler...”(s.245-246)
Mezopotamya Medeniyeti İran’a 500 yıl sonra, oradan Hindistan’a 1000 yıl sonra, oradan Orta Asya’ya 1500 yıl sonra ve Çine de 2000 yıl sonra ulaşmıştır. Ancak Çin Medeniyeti’ni buraya çobanlar getirmişlerdir. Oysa Mısır ve Hindistan’a tüccarlar getirmişlerdir. Bu bakımdan Çin Medeniyeti daha orijinal medeniyet olmalıdır.
b. Uygarlığın Üretim ve Savaş Teknolojisindeki Gelişmelerle
Kuru Tarım Bölgelerine Yayılması
-İÖ 3000 yıllarında sabanın bulunmasıyla kuru tarıma geçilmiştir. “Uygar toplum biçimi Anadolu, Kuzey Afrika, Filistin, İran gibi sulama tarımı olmayan ülkelerde de yayılmıştır. Bu yayılmanın ortaya çıkması, sabanın bulunup öküzün sabana koşularak kuru toprakların sürülmesinin gerçekleşmesine dek beklemek gerekmiştir...”(s.246)
Yağmurlu ormanlık bölgeler ile sulama yapılan yerlerde tarım çok önceleri başlamıştır. İç Anadolu gibi mevsimlik yağmur yağan yerlerde ancak buğday tarımı yapılabilmektedir. Bunu elle yapmak verimli olmamaktadır. Ama sabanın bulunması ile buralara da tarım gelmeye başlamış ve medeniyetler kurulmuştur.
-İÖ 1700’lerde tunç savaş arabaları bulunmuş, yeni teknoloji yeni hareketi getirmiştir. Bu hareketler geri toplulukların ileri halka hakim olması anlamındadır. Mısır’da Hiksoslar, Mezopotamya’da Kassitler, Anadolu’da Hititler, Yunanistan’da Akhalar yerli köylü topluluklara çöreklendiler. (s.246)
Herhangi bir yenilik uygarlıktır. Onu kabul eden topluluk diğerlerine hâkim olur. Bu yenilik yönetimde olabilir, bu yenilik teknolojide olabilir. Bu durum hep sürüp gidecektir. Yenilik yapabilenler varolacak, yapamayanlar kişiler olarak kalsalar bile; topluluk olarak, devlet olarak, medeniyet olarak kalamayacaklardır.
-İÖ 1200–1000’lerde demir bulunmuştur. Bu Anadolu’da Frigyalılar’ı, Yunanistan’da Dorlar’ı, Filistin’de İbranileri uygar topluma hâkim kılmıştır. Daha sonraki süvari savaş tekniği Aryanlar’ı İndüs’e, Cermenleri Roma’ya, Dorlar’ı Yunanistan’a hâkim kılacaktır. “Savaş teknolojisine demir silahların girişi yeni bir uygarlaşma akını başlatacak...”(s.247)
Kur’an, Davud’a demir sanayiini öğrettik diyor. Tarihle ne derece uygunluk içinde ifadeler vardır. Görülüyor ki, tarih insanlığın yarışarak evrimleşmesidir. Belli hedefi vardır ve o hedefe gitmek zorundadır. Kur’an’da; “Biz demiri insanların menfaatine ve be’sa olmak üzere indirdik.”[Hadîd(57);25] deniyor. Bugünkü teknoloji medeniyeti de demire dayanmaktadır.
c. Uygarlığın Etkisiyle Göçebe Topluluklarda Toplumsal, Siyasal Farklılaşma Eğilimleri
-Göçebe topluluklar da birleşerek devlet olma yolunu tutmuşlardır. Ancak ülke, vatandaşlık, egemenlik öğelerine sahip değillerse devlet olamazlar. “Gerçekten klasik kurama göre devletin (ülke, vatandaşlık, egemenlik olarak) üç kurucu öğesinden biri, sınırları belli ülke öğesi ve siyasal erkin yönetim örgütünü gerçekleşmeden devlet olamaz.”(s.247-248)
“İnsanlık Anayasası”nda bir kamu yönetimi, bir toprak üzerindeki halkın bölüşerek üzerinde kurduğu egemenliktir. Egemenliği de örgütlenme ile açıklıyoruz. Toprak var, ama bunun kamuya dönüşmesi için bölüşülmesi ve mülkiyete konu olması gerekir. Bir topluluk var. Bunun kamuya konu olması için örgütlenmesi yani aralarında işbölümünün olması ve bu yolla birleşmeleri gerekir. Yani, bir olan toprak parçalanacak, ayrı olan kişiler birleşecek ve toprakla insan eşleşecek ki kamu oluşmuş olsun. Bununla beraber İskitler gibi göçebe topluluklar da devlet olmuşlardır. İnsanlar kâmil ve uygar devlete ancak ve ancak“İnsanlık Anayasası”nın gerçekleşmesi sonucunda ulaşacaklardır.
3. Uygar Toplumun İdeolojik Yapısının Oluşması
-Yerleşik çiftçilerde doğa canlıdır. Ölür, yeniden dirilir. Doğa gücü hayvan değil, insandır. Ataların ruhları yeni bebeklere gelebilmektedir. Atalar tanrılaştırılmamışlardır. “Uygar toplumun “tarıma dayalı eşitsizlikçi uygar toplum” döneminde düşünsel yapı ideolojik bir biçim alır. Uygar toplum doğarken düşünsel yapısını, tarıma dayalı bir yaşam biçimine sahip olan geçiş toplumlarının dünya görüşü üzerine dayandırmıştır...”(s.248)
Bir dönemde değişik dünya görüşüne sahip kimseler olabilir. İnanmadıkları halde inanmış görünebilirler. Ancak bir döneme has özel bir düşünce yoktur. Her zaman insanlar Allah’a inandılar ve öldükten sonraya inandılar. Bunu değişik şekillerde izah ettiler. Elbette çobanların izahı ile çiftçilerin izahı farklı olur. Ama hepsi aynı şeyi açıklamışlardır.
Her şeyi yapan Allah’tır. Ama Allah bunları sebep-sonuç olarak yapar. Cansızları kullanır, bitkileri kullanır, hayvanları kullanır ve nihayet insanları kullanır da istediğini yapar. Bunlara insanlar tâ ilk günden itibaren ruhları, melekleri ve cinleri de katmışlardır. Bugün de bundan başka bir şey düşünemiyoruz.
a. Dinsel Dünya Görüşünün Gelişmesi: Sihirsel Düşünüşten Dinsel Düşünüşe Geçiş
-Din adamları tanrılar üzerinde düşünmeye başlarlar. Cansıları, bitkileri, hayvanları ve insanları tanrılaştırırlar. Tanrıyı insana benzetirler. Tanrı için insanların örgütüne benzer örgütler yaparlar. İnsanlarla çatıştırırlar. Onlara göre, Tanrı yoktan var edici değil, var olanı düzenleyicidir. “Uygar toplumun ideologları olan din adamları düşünüşü sistemleştirme çabasına girerler... Doğada etkin öğe insan olduğu için her türlü tanrılara insan biçimi verme (antropomorfizm) eğilimi görülür. Sonra tanrıları toplumsal örgütlenişe koşut bir biçimde örgütlendirme girişimi başlar... Tanrılar doğayı yoktan var etmeyen, yalnızca kaos içinde buldukları dünyaya düzen veren varlıklardır.”(s.248-249)
İnsanların neye inandıklarını ve ne gibi hatalara düştüklerini iyi kavrayabilmek için Kur’an’ın Kâinat görüşünü iyi bilmek gerekir. Kur’an’a göre; var edilmemiş, kendiliğinden var olan bir Allah vardır. Bu Allah tektir. O kendisine muhatap olsunlar diye şuurlu varlıklar yaratır. Bu varlıklar dörttür: 1. Melek, 2. Ruh, 3. Cin ve, 4. İnsan. İnsan en son olarak yaratılmıştır. Bundan dolayı en üstündür. Allah yeri ve gökleri adı zikredilen bu şuurlu varlıklar için yaratmıştır. Bilhassa bunların en ekremi olan insan için yaratmıştır.
İnsanın ekrem olması, kendi kendine işler yapabilme gücünde olmasıdır. İradesinin olması ve öyle veya böyle yapabilmesidir. Allah Kâinat’ı insan ve diğer şuur sahibi varlıkların var olması ve orada yaşayabilmesi, iş yapabilmesi için yarattığı içindir ki, Kâinat’a düzenli birtakım kurallar vermiştir. Yani, biz elimizi ateşe soktuğumuzda onun yakıcı olmasından biliriz ki elimiz yanacaktır. O halde Allah Kâinat’ı insan ve diğer şuurlu varlıklar kullansınlar diye var etmiştir. Öyleyse O’nun yaptığı her şey insanların yaptıklarına paralel olacaktır. Hesap defteri vardır, borç ve alacaklar yazılmaktadır. Muhasibi vardır, yazmaktadır. Allah işte bunları insanlara bildirmiştir. Bunları yücelten insanlar olmuştur. Ama hiçbirisini Tanrı yapmamıştır. İnsan Tanrı’ya eş koşmuştur. Allah insana kötü yolu da öğreten şeytanı yaratmıştır. Böylece insanı kötülük de yapabilen varlık yapmıştır. Ancak, insan böyle yapmaz yani şeytana uymazsa makbul insan olacaktır.
Araştırmalardaki hatalar, isim farklılıklarının müsemma farklılığı olarak algılanması, izafet terkiplerinin sıfat terkipleri şeklinde görülmesi, meleklerin Tanrı olarak algılanması ve nihayet bazı bâtıl sapmaların esas olarak anlaşılmasıdır. Sapmalar her zaman olmuştur. Bugün de bu sapmaların çok daha gülünçleri vardır. Zaten insanın özelliği, günah işleyebilen ve hata eden bir varlık olmasıdır.
-Sonraları Tanrı yalnız düzenleyen değil, insanı da var eden varlık olur. “Doğayı böylece açıklayan dinsel dünya görüşünde, toplumsal farklılaşmanın gittikçe arttığı bir dönemde, sıra insanın doğadaki yerini, toplumu, bireyin toplumdaki yerini açıklamaya gelince, tanrılar dünyaya düzen veren varlıklar olmaktan, doğayı yaratan varlıklar olmaya yükseltilir...”(s.250)
Tarihin hiçbir döneminde ve zamanında hastalanan, yiyip içen, sokaklarda gezen insanı kimse Tanrı saymamıştır, ancak Tanrı’ya yakın varlık saymıştır. İnsan sebep-sonuç ilişkisini kurmadığı bir düşünceye hiçbir zaman sahip olmamıştır. Her zaman Kâinat’a ve kendisine bir Tanrı tanımıştır. Ayrıca her zaman öldükten sonra dirileceğine inanmıştır.
Tenasühe inanan bir Hintli rahibe sormuştum.
- “Peki, evrimleri geçirdikten sonra ????? gider.”
- “Allah’a gider, cennete gider.” demiştir.
Bununla birlikte insanlar romanlarda ve masallarda olduğu gibi daima masallar uydurmuş ve masalları yalan olduğunu bile bile dinlemişlerdir. Bin sene sonra bizim bugünkü kurgu filmlerimizi seyrettikleri zaman bizim için, “Onlar böyle inanıyorlardı!” mı diyecekler? Bugün dahi gerçek hayattan çok, hayalî, ütopik, imkânsız filmler çevrilmiyor mu?
Eski dinlerin mensubu olan insanların nelere inandığını bilebilmemiz için her şeyden önce Kur’an’a bakmamız gerekir. Kur’an’ın bir Kâinat görüşü vardır. Ondan daha üstün bir görüş ortaya atabilen kimse var mı? Yok! Öyleyse daha iyi açıklayan gelesiye kadar onu kabul etmek zorundayız. Tevrat ve Kur’an Kâinat’ın yoktan var edildiğini söylüyordu. Oysa Yunan filozofları kıdemi iddia ediyorlardı. Bugün Kâinat’ın dört cihetten yaşı hesaplanmıştır. Dördü de birbirine yakın çıkmıştır. O halde ilimlerin yapacağı iş, Kur’an’ın ne dediğini tesbit etmektir. Hangi toplulukların bunlardan ne kadar saptıklarının araştırılması gerekir. İncil ne diyor? İncil nasıl tahrip edilmiş? Baba, oğul ve rûh’ul-kudus sözlerine nasıl farklı anlam verilmiş?
Bu durum böyle iken, şekil yazısı ile gelen kitabelerdeki resimleri istediğimiz gibi yorumlayarak anlamalar vermek o derece hatalı bir görüştür. Kabul edeceğimiz ilke şudur. İnsanlar genel olarak doğru düşünürler, ama hataları vardır. İnsanlar başlangıçta yanlış düşünüyorlardı, sonra doğru düşünmeye başladılar savı son derece yanlıştır. Evrimde ilk yaratıklar eksiktir de sonraki tamdır şeklinde değil de; -ki ilk yaratıklar hücre olarak tam idiler- gittikçe farklılaştılar, hücre olarak dejenere oldular, ama canlı olarak evrimleştiler, şeklinde olmalıdır. Burada ilk hücre eksikti anlamında değil; ilk hücre ilk hücre olarak tamdı, şeklinde olmalıdır. Sonrakiler de tamdır. İlkelliği bozuk olarak anlamak yani varlıkları hasta varlık kabul etmek ne kadar saçmadır. İşte bu tür iddialar da o kadar saçmadır. Önce doğru var edilmiştir. Yanlışlar sonra ortaya çıkmıştır. Önce sağlam var edilmiştir, sonra hastalık olmuştur. İnsanlar önce doğruya inandılar, sonra hatalı inanışlar girdi.
-Babil’den kalma “Enuma Eliş” yaradılış mitosuna insanları tanrılara hizmet etsin diye yarattılar denmektedir. “Gerçekten elimizdeki tabletlere, İ.Ö. 2. bin yıldan ve Babil tapınaklarından gelmekle birlikte geçmişi Sümer’e dek dayanan Enuma Eliş, yaradılış mitosuna ve benzeri öteki mitoslara göre, tanrılar insanları her türlü maddi gereksinimlerini zahmete girmeksizin giderebilmeleri yolunda kendilerine yardım etmeleri için “hizmetçileri” olarak yaratmışlardır. Bir ölü dilden yapılan çeviride esneklik amacıyla “hizmetçi” olarak çevrilen sözcük “kul”, “köle” anlamında bir sözcük olabilir...”(s.250-251)
Kur’an “Allah”tan bahsederken “Biz” diye bahseder. “Ben” der, “Allah” der, “Biz” der, “O” der ve başka isimleri de sayar. Şimdi bunlara kelime anlamlarını verip de Kur’an’ı yorumlayacak olursak; “Allah” başka, “Ben” diyen Tanrı başka, “Biz” diyen Tanrı başka, “Rahmân” başka, “Rab” başka tanrılar olur. Metinlerde “hizmetçi” ve “köle” olarak yorumlanabiliyorsa, “Gök Tanrı” “Göğün Tanrı’sı” olarak çok kolay yorumlanabilir. Kur’an’da; “İnsanları bana ibadet etsinler diye yarattım.”[Zâriyât(51);56] deniyor.
Arapçadaki “ABD” kökü, çalılardan yapılmış çardakların giriş kapısında bekletilen adam anlamındadır. AMD kelimesi, kapı direkleridir. ABD de, orada duran kişilerdir. AML kelimesi bunlardan gelmektedir. ABD ile AMİL arasındaki hukuk farkı şudur. “Amel eden” çalışır ve sahibinden ücret alır. “Abid” de ibadet eder ve sahibinden ücret alır. “İbadet eden” başkasına ibadet edemez. O işleri başkasına yapamaz. Oysa “amel eden” o işleri başka zaman istediğine yapar. İnsanları insanlara köle yapmaktan kurtarmak için Allah insanları kendisinden başkasına ibadet etmekten yasaklamıştır. Köle de artık sahibine ibadet etmez.
“Hamd yalnız Allah’ındır.”[Fâtiha(1);2] “Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden istiane ederiz.” Yani, “Yalnız sana çalışır ve yalnız senden karşılık isteriz.”[Fâtiha(1);5]
Bugünkü ilimler tesbit etmiştir ki, Kâinat’ta gereksiz bir şey yoktur. Fazla bir şey yoktur. İsraf diye bir şey yoktur. Her şey idealdir. Arılar mumdan petek yapar ve onun içine bal doldururlar. Peteğin en az mum kullanarak en çok bal yapması için kapların kaç derece olmasını matematikçiye bir biyolog sormuş, 33 derece civarında bulmuş. Arılarınkini ölçmüş. Arılar bir derece hata yapmış. Tabii ki büyük yaklaşım. Sonra görülmüş ki; hata arıda değil, matematikçide imiş. Bir ağacın gövdesi ideal ölçülerle oluşur. Bir dalda bile mânâsız bir şey yok iken, Allah insanı böyle gelişigüzel mi yaratacaktır? Elbette ki onun da bir işi ve fonksiyonu olacaktır. Canlılar dengesinde gereksiz bir canlı yok da; bir zavallı insan mı fazla?!.
İşte Kur’an ve Tevrat bunu söylüyor. Mitoslar da bunu bildiriyor. İnsanın görevi vardır. Her görevli sorumluluk taşıdığı için elbette insan da sorumluluk taşımaktadır. Fırat ve Dicle olmasaydı belki de şimdiki medeniyet olmayacaktı. Her şey yerli yerinde yaratılmıştır.
-İlkel toplumda sihirsel düşünüş vardı. Geçiş toplumunda sihirsel ve dinsel düşünüş tamama erdi. Uygar toplumda sihirsel düşünüş yasaklandı. “Geçiş toplumuyla başlayan sihirsel düşünüşten dinsel düşünüşe geçiş hareketinin kul kavramının doğuşu ile tamamlandığı söylenebilir... Uygarlığa varan gelişmelerle dinsel düşünüş ağırlığını artırmaya başlamış ve uygar toplumda dinsel düşünüş egemen düşünüş biçimi olmuş, bilimsel düşünüşün tohumları atılmış, sihirsel düşünüş yasaklanmıştır. Gerçekten Mezopotamya yasalarından kutsal kitaplara, Yeni Ahit’e Kur’an’a dek uygar toplumun resmi belgelerinde sihirciler (büyücüler) için çoğu durumlarda ölüm cezalarının konduğunu görüyoruz.”(s.252)
İnsan yaratıldığı günden beri doğru ve yanlışı bilmektedir, iyi ile kötüyü bilmektedir. Sebep-sonuç ilişkilerini bilmektedir. Diğer insanların da kendisi gibi insan olduğunu bilmektedir. Bunun yanında bazı insanların bazı konularda daha kabiliyetli olduklarını da bilmektedir. İnsanoğlu her zaman kendisini var edene inanmıştır. Öldükten sonra yaşayacağını, iyiliğin mükâfatını göreceğini, kötülüğün cezasını çekeceğini bilmektedir.
Bununla beraber her zaman kısa yoldan sonuçlar elde etme peşinde koşmuştur ve her zaman bazı kimselerin gizli güçleri olduğu zehabına kapılmıştır. Buna kandırılmıştır, o da kanmıştır. Bu sihirdir ve hastalıktır. Hastalıktır, çünkü gerçek değildir. Yalandır. Kâinat’ta ise yalan yoktur. Öyleyse bu yalana inanmak her zaman dinde günah sayılmıştır. Bu sebepledir ki, dinler her zaman bütün yalanlarla mücadele ettikleri gibi, sihirle de mücadele etmişlerdir. Bunun yasaklanması ise ancak kanun döneminde, şeriat döneminde olmuştur.
Ablamın ziraat mühendisi ve kimya mühendisi iki torunu vardır. Bir evlilik sorununda kardeşler arasında görüş ayrılığı oluştu. Büyü yapıldığına inandılar ve ğabeyi götürüp para vererek büyü çözdürmeye çalıştılar. Tabii ki çözülmedi. Ama şimdi sorsanız hâlâ büyüye inanıyorlar. Bunlar namaz da kılarlar. Ama yine de oralara gidiyorlar! Neden? Denize düşen yılana sarılır! Nasreddin Hoca hikâyesi; ya tutarsa! Bir bakıyorsunuz; “Ben münevverim!” diyor, Allah’a inanmıyor, ama büyücüye gidiyor! En çok büyücü Sovyetlerde türemiştir. Dini büyücülüğün evrimi olarak görme, ateizm ideolojisidir. Hastalıktır.
-Sihrin şiddetle yasaklanmasında din adamlarının çıkarları sözkonusu olduğu gibi, daha çok Tanrı anlayışının ve onun işlerine müdahale anlayışının da etkisi vardır. “Sihirciliğin böyle şiddetle cezalandırılmasının altında kuşkusuz insanlarla doğaüstü güçlerin ilişkilerinde aracılığı tekeline almış örgütlü din adamlarının çıkarları da yatmaktadır... Gerçekten yazgının tanrının tekeline geçtiği, ... bireylerin olayları sihirle etkilemelerine ne olanak ne de izin verilmediği gibi, tanrının saptadığı değişmez yazgının sihirsel girişimlerle değiştirilebilmesine düşünsel bir olanak da yoktur.”(s.252-253)
Çobanlık döneminde “kişi yönetimi” esastır. Mısır’da da kişi yönetimi esastı. Böyle topluluklarda kişilerin üstün güce sahip olması inancı zararlı değil yararlı idi. Ama “şeriat yönetimi”nde kişi yönetimi ortadan kalkmış, yerine şeriat yönetimi gelmiştir. Sebep-sonuç ilişkileri hayatı düzenlemeye başlamıştır. Zaten şeriatın görevi de sosyal olayları sebep-sonuç ilişkisi şeklinde düzenlemekti. Ama insanları alışkanlıklarından vazgeçirmek mümkün değildir. Nitekim, şeriat düzenine geçilemediği için tufan olmuştur.
Dinler kişilere gizemli güçler yüklemeyi şirk kabul eder ve o anlayışla şiddetle mücadele eder. Peygamberler dahi mucizelerini her zaman gösteremezler. Sadece ispat sadedinde ve Allah’ın izin vermesi hâlinde kullanırlar. Hz. Peygamber Kur’an’ı istediği zaman teelkki etmiyordu. Allah istediği zaman ona gönderiyordu. Bazan sıkıntılar içinde günler geçiyor, olaya çözüm bulamıyordu. Nihayet âyet gelip sorunlar çözülüyordu.
Nitekim günümüzde de, bir taraftan kişilere olağanüstü güç yüklenerek kutsallaştırılıyor, diğer taraftan üfürükçülük yasaklanmıyor. Niçin? İnsanlar doktora gitsinler diye, ilaç sömürgecileri sömürülerine rahat devam etsinler diye.
Kur’an’da sihirlere verilen hiçbir ceza yoktur. Sahirlerden yani büyücülerden korunmak için dua öğretilmektedir. Hz. Peygamber’in bu sözünü fıkıhçılar da kabul etmişlerdir. Sahir katledilir diye fıkıhta bir hüküm yoktur. Sihir sadece haramdır.
-Dini örgütle tanrıların örgütlenmesi paraleldir. Her şey doğru izah edilir, yalnız din adamı yerine Tanrı düşünülür. “Dünya görüşü dinsel değerlere ve düşünüşe göre örgütlendirilirken, aslında bu görüşün içinde yaşanan toplumsal düzenin bir yansıması biçiminde oluştuğunu görürüz... insanlarla tanrıların ilişkileri de tümüyle köylülerin din adamlarıyla, tapınakla ilişkilerini anımsatır. İnsanlar tanrıların “hizmetçileri” olarak yaratılmışlardır... Senaryo gerçeğe uygundur. Yalnızca din adamlarının yerine başrolü tanrı oynamaktadır... İşin kritik noktası da buradadır...”(s.253-254)
Yine burada Kur’an imdada koşmaktadır. Allah insanı yeryüzünde kendisine halife olarak yarattı. Bu ne demektir? Kişiler vardır. Topluluk vardır. Kişilerin ruhları olduğu, dolayısıyla kişilikleri olduğu gibi; toplulukların da kişilikleri vardır. “Topluluğun ruhu” ise “Allah”tır. Yani, Allah topluluğu kendisine halife yapmıştır. “Allah’ın hakları”, “topluluğun hakları” demektir. Topluluğun verdiği şeyler de Allah’ın verdikleridir.
Kur’an mabetlere “Allah’ın evleri” demektedir. Vakıflara “Allah’ın yolları” demektedir. Vergiye “Allah’ın hakkı” demektedir. Savaşı “Allah’a yardım” diye tavsif etmektedir.
Kur’an başka bir kural daha koymuştur. Yeryüzündeki Allah’ın tezahürü olan devleti kim temsil edecektir? Kur’an bunun için şu kuralı getirmektedir. Her insan kişi olarak kamu görevlisidir. Yani, Allah’ın halifesidir. Kim bir kimseye bir şey verirse önce Allah’a verir. Sonra Allah’ın halifesi olarak karşı tarafa verir. Kim karşı taraftan bir şey alırsa ondan değil, Allah’tan almış olur. Yani, insanlar muamelelerini birbirleriyle değil devletle yapmış olur, devlete borçlanır ve devletten alacaklı olur. Birisine söz verdi mi ona değil Allah’a söz vermiş olur, yani devlete söz vermiş olur. Bu sebepledir ki, devlet akitleri, borç ve alacakları teminat altına almış olmaktadır. Onun içindir ki, âhirette kul hakkı en çok sorulacak sorulardan olacaktır.
İşte dinler düzeni böylesine son derece makul bir şekilde açıklamışlardır. Bir taraftan bütün insanları eşit hâle getirmişler, diğer taraftan Tanrı’nın halifesi olarak onu yüceltmişlerdir. Kamunun sahibi olarak da Allah’ı kabul ederek kamu mallarını ve haklarını korumuşlardır.
-İnanışlara göre, insanlar tanrıların kurallarına uyarlarsa saadet bulur, uymazlarsa cezalandırılırlar. Burada da söylenenler doğrudur. Sadece tanrıya izafe edilmesi ilme uygun değildir. “İnsanların bu hizmetlerine karşılık tanrılar insanlara öfkelenmeyeceklerdir, onları başlıcaları tufan, açlık ve savaş yenilgisi olmak üzere çeşitli yıkımlardan koruyacaklardır. Senaryonun bu bölümü de gerçeğe uygundur... Cezalandırmanın da gerçeğe uymayan hiçbir yönü yoktur. Yalnızca senaryoda gerçekten yapılanlar, “yapılmalı” biçiminde yazılmıştır. Bilim adamı bunu “geçim ve yaşam ilişkileri olduğu gibi bu biçimde sürmeli” şeklinde okumalıdır.”(s.254)
Kâinat öyle yaratılmıştır ki, kurallara uyulursa saadete erişilir. Kurallara uyulmazsa helâk olunur. Bu sözler bugünkü ilimle sabit olmuştur. Bir soru kalıyor. Kâinatı kim yarattı?
Eski Yunanlılar; “Kâinat yaratılmadı, hep böyle idi.” diyorlardı, ama yine de Tanrı’yı inkâr etmiyorlardı. Son iki yüzyıldır Yunanlıların bu yaratılmadı, hep böyledir varsayımına bir varsayım daha eklediler; “Tanrı yoktur!” Ne var ki, ilim Yunanlıların birinci varsayımını yok etti. Kâinat sonradan varedildi. Canlı sonradan varedildi. İnsan sonradan varedildi. O halde, Kâinat nasıl var edildi? Kendiliğinden dersek, sebep-sonuç ilişkilerini inkâr etmiş oluruz. Öyleyse, ilmen kesin olarak biliyoruz ki; Tanrı vardır ve Tanrı insanı var edecek kadar güçlüdür.
Yine yazar hep “tanrılar” diye bahsediyor. Oysa “melekler” dese, yahut “putlar” dese daha doğru ifade etmiş olur. Bütün dinlerde en yüce bir Tanrı vardır ve diğerleri hep O’nun yardımcılarıdır. Çoğu zaman insanlar onun araçlarını ona kadar çıkarmış ve bâtıla inanmış olabilirler. İnanmazlar da cümleyi ona göre söylerler. Mesela, Kur’an’da Allah’ın “Samed” olduğunu yani “hiçbir şeye muhtaç olmadığını” söyler, ama diğer taraftan da Allah’ın yardımcılarından bahseder. Çünkü Kur’an’dan anlıyoruz ki “Allah” kelimesinin iki mânâsı vardır. Biri, her şeyi yoktan var eden Allah, bir de yeryüzünde O’nun halifesi olan topluluk. Var eden Allah hiçbir şeye muhtaç değildir. Ama topluluk yardıma muhtaçtır. Burada bu manâda kullanılmıştır. Dilde buna “müşterek kelimeler” denir. Mesela, “yüz” hem sayıdır, hem de organdır. Müslümanlar Kur’an’ı Usûl-ü Fıkıh kuralları ile doğru anlamışlardır. Doğru anlamayanlar da vardır. Geçmişteki insanların düşünüşlerini ele alırken de, peygamberleri doğru anlayanlar var, doğru anlamayanlar vardır.
“Önceleri insanlar yanlış düşünüyordu, sonra doğru düşünmeye başladılar.” sözü yanlıştır. İnsanlar hep doğru düşünecek şekilde yaratıldılar. Ama onlara yanlış düşünebilme gücü de verildi. Bu doğru-yanlış çatışması kıyamete kadar sürüp gidecektir. Hiçbir zaman, bundan sonra herkes doğru düşünecek diye bir kural olmayacaktır.
Bu paragrafın bazı bölümleri önemli olduğu için teker teker ele alınacaktır.
“Tanrılar yöneticilerin uzantısıdır.” “İnsan-doğa ilişkileri, insan-insan ilişkileri gibi yöneten-yönetilen ilişkileri de rahiplerin teolojik sisteminde dile getirilmiştir. İlkin tanrılar yöneticinin (projeksiyonudur) uzantısıdır.” Dipnot: “Bunu ilkin Aristo, Politika, I, s. 2’de “İnsanlar başlangıçta, kendileri kralların yönetimi altında yaşadıkları için tanrıların da bir kralları olduğunu söylerlerdi” sözleriyle dile getirmişti.”(s.254)
Önce, tanrılar yöneticilerin değil, yöneticiler tanrıların uzantısıdır. Tanrıların değil, Tanrı’nın uzantısıdır. Olay şudur. Tek Tanrı’nın değişik sıfatları vardır. Bu sıfatlar yeryüzünde birbirine zıt olarak ortaya çıkar. Allah merhamet sahibidir, ama kötüleri de cezalandırır. Allah’ın melekleri vardır. Her birine başka görev vermiştir. Kimi rahmet ile, kimi de tecziye ile görevlidir. Şeytanı da insana kötü yolları öğretmekle görevlendirmiştir. Böylece insana kötülük yapabilme imkânını vermiştir. İnsanlar da melekler gibi yeryüzünde görevlidirler. İnsanlar da farklı görevler yüklenirler. Peygamberler insanlara herhangi bir üstün güç izafe etmez ve kimseyi Allah’ın vekili veya temsilcisi yapmazlar. Peygamberler Allah’ın temsilcisi değil elçileridir. Haber getirirler, o kadar. Asla güç sahibi değildirler. Zor kullanamazlar. Görevleri tebliğdir. Sözleşme ile başkan olmaları hâlinde kamu görevlerini yaparlar. Hz. Peygamber “Medine Sözleşmesi” ile başkan oldu. Hakemlerin verdiği kararları infaz etti. Peygamberin herhangi özel silahlı birliği yoktu. Bütün halk onun silahlı gücü idi. Peygamber hâkim değil, hâdim idi. Oysa kralların özel askeri güçleri vardır ve kendi halklarına hâdim değil, hâkimdirler. İşte kuvvet medeniyeti ile hak medeniyeti arasındaki fark budur.
“İbadet, yönetici ile yönetilen arası ilişkilere benzetilmiştir.” “Sonra insan-tanrı ilişkileri yalvarması, yakarması, ayağa kapanması, sadakatin ödüllendirilmesi, başkaldırmanın cezalandırılması ile, yönetici ile yönetilen ilişkisine benzetilmiştir.”(s.255)
Peygamberlerin hiçbir yetkileri yoktur. Af yetkileri de yoktur. Bütün güç Allah’tadır. İbadet de Allah içindir. Yalvarmak, insanın yaptığı kötülüklere pişman olması demektir. Yalvarmak demek, çıkış yolu aramak demektir. Allah’tan kurtuluş için hem kendisine hem de karşı tarafa ilham etmesini istemek demektir. Dinler insanlara yalvarmayı şirk kabul ederler. İnsanları insanlara taptırmaktan kurtarmak için Allah’a taptırırlar, yoksa Allah’ın tapılmaya ihtiyacı yoktur. İslâmiyet’te suçluyu affetme yetkisi başkanlara verilmemiştir. Mağdur affeder ama başkan suç sabit olunca ceza vermekle yükümlüdür. Hakem kararlarını uygulamamak yetkisine sahip değildir.
Namaz kılmak, insanı belli eğitime götürmek demektir. Kıyam, kamu görevlerine hazır olmak demektir. Kıraat, kamu görevlerini öğrenmek demektir. Rüku, kamu yetkililerine yetkili oldukları sahalarda itaat etmek demektir. Secde, şeriatın bütün kurallarına kayıtsız şartsız uyacağını bildirmek demektir. Bütün bunları hareketlerle ispat etmek demektir. Ayrıca, rüku ve secde bedeni eğitimin en aslî bir davranışıdır. Rükuda baş kalp hizasına gelir, secdede baş kalbin altına iner . Böylece beynin kanla sulanmasını sağlar. Zikir sinirlerde ve kılcal damarlarda titreşim yapar. İnsanı sağlığa kavuşturur. Namaz kılanlarda bu canlılık hep görülür.
İslâmiyet’te yetkililerin huzurunda durmak meşrudur. Yetkililere rüku yapmak haramdır, secde etmek küfürdür. İlk bakışta din ile sihir arasında ilişki var sanılır. Oysa, dinler sihirle cihat yani mücadele etmektedirler. Allah’a ibadet de, insanlara ibadet edilmesin diye konmuştur. Zaten diktatörler kendilerinin tanrılaşabilmeleri için Allah’a ibadete karşı olmaktadırlar.
“Yönetici sadece tanrının buyruklarını aktarmakta ve yerine getirmektedir.” “Yöneten-yönetilen ilişkisinde yönetici de tanrının bir hizmetçisi, ama vekili olan bir hizmetçisi olarak, tanrının gerisine saklanmıştır. Verdiği buyruklar tanrının buyruklarıdır. Dolayısıyla yöneticinin buyruklarına karşı gelmek tanrıya karşı gelmek demektir.” Dipnot: “Mısır’dan çıkarıp yeniden göçebelik yaşamına soktuktan sonra, İsrailoğulları’nın bütün topluluğunun çölde “Musa’ya karşı ve Harun’a karşı” söylenip, “Keşke Mısır’da kalsaydık da doysaydık. Bizi açlıktan öldürmek için çöle çıkardınız.” dediklerinde, (bak. Kitabı Mukaddes “Çıkış” 16.8) “Kendisine karşı söylenmelerinizi Rab işitiyor; ve biz neyiz? Söylenmeleriniz bize karşı değil fakat Rabb’e karşıdır.” demişti.”(s.255)
Evet, yöneticiler Tanrı’nın buyruklarını aktarmaktadırlar. Ama krallar kendi isteklerini Tanrı istekleri olarak kabul edip şeriat dışı davranmaktadırlar. Oysa peygamberler Tanrı’nın isteklerini şeriat olarak ifade etmektedirler. Bu kuralları kendilerine de uygulamaktadırlar. Zaten şeriat yönetimi ile kişi yönetimi arasındaki fark budur.
Tarihte toplulukları ya peygamberler, ya da krallar yönetmiştir. Peygamberlerin kuralları kendilerinin koymuş olduğunu varsaysak bile, kendi koydukları kurallara uymuşlardır. Krallar ise kendilerine imtiyaz tanımış, halktan ayrı bir hayat yaşamışlardır. Tarihin bu iki hâlini aynı kabul etmek ve din adamlarını da krallarla bir tutmak yanlış bir aktarmadır.
“İnsanlık Anayasası”nda bu sorun “merkez ocak ve bucaklar”ı ile çözülmüştür. Halk bucaklarda yönetilir. Taşarlara hizmet edilir, yönetilmez. Ocaklarda başkanlar istişare eder ve ittifakla yetki verilmiş yerlerde karar alırlar. Karar uygulanır. Şûra üyeleri hakemlere giderek kararları iptal ettirebildiği gibi, uygulanan hatalı kararlardan mağdur olanlar da hakemlere giderek mağduriyetliklerini gidermiş olurlar. Yöneten ve yönetilen sınıf yoktur. İşbölümü yapmış halk vardır. Kamu hizmetlerinde ehliyeti olan herkes her zaman hizmet alabilmektedir. Görevli sınıfı yoktur. Askerliğin kuralları farklıdır.
“Halk toprakta halkın kiracısıdır.” “Üretim araçlarının tapınağın denetiminde olması ideolojiye toprakların tanrının tarlası olduğu biçiminde yansıyınca, buna uygun olarak tanrı ile yönetici ilişkilerinde yönetici ya tanrının “kiracısı”dır, ya vekilidir, ya da çobanıdır.”(s.255)
Mülk Allah’ındır, yani insanlığındır. Yönetimini zimmet ve mülkiyet ile bölüşmüşlerdir. Şeriat kuralları ile mülkteki yöneticilik değişir. Satış, miras gibi muamelelerle el değiştirir. Herkes mülkünde şeriat içinde tasarrufa sahiptir. Yani mülk insanlığın olduğu için onu tahrip edemez ve şeriat dışı kullanamaz. Ama yöneticiler de bu mülke müdahale edemez. Meclis vergi koyamaz. Değişmez maddeler olarak anayasada yerlerini almıştır. Bu Kur’an’da böyledir. Demek ki o zaman da öyle idi.
“Halk sürü, yönetici çobandır.” “Bunlardan ilk uygarlıklarda en yaygın görüleni “çoban kral” kavramıdır... Topluluk tanrının sürüsü, yönetici tanrının çobanıdır. Çoban sürüye iyi davranmalıdır ve sürüyü iyi yönetmekte tanrıya karşı sorumludur.” Dipnot: “Bu anlayışın Yeni Ahit, “Yuhanna” 10.11’de, “Ben iyi çobanım, iyi çoban koyunları uğruna can verir” diyen İsa’nın sözlerinde, Muhammed’in “Toplumun başında bulunan çobandır, buyruğu altındakilerden sorumludur” hadisinde sürdüğünü görüyoruz.”(s.255)
Kralların yönetiminde halk sürüdür, kendileri de çobandır. Bu göçebelik döneminden kalma bir anlayıştır. Oysa şeriat zamanında halk mükellef, başkanlar ise gözetleyicidirler. Herkes kendi içtihadıyla hareket eder, başkan gözetir, aksaklık olursa düzeltir.
Kur’an’da; “Bizi güt demeyin, bize nezaret et deyin.”[Bakara(2);104] diye emir vardır.
Tabii ki, bu incelikler bilinmeden kralların felsefesi peygamberlerin felsefesi kabul edilir. Şeriat düzeninde kişiler şeriata uyar ve hesabını da hakemler huzurunda verirler. Başkanlar yetkili oldukları yerlerde kararlarını alırlar. Bununla beraber insanlık “kişi yönetimi”nden “şeriat yönetimi”ne ancak “İnsanlık Anayasası” ile geçecektir. Bu geçiş de barış zamanında gerçekleşecektir. Savaş zamanında yine kişi yönetimi devam edecektir.
“Yöneticiler de kısmen denetlenmektedir. Kurdukları bu senaryoya kendileri de inanmaktadırlar.” “Bu model içinde bu ideolojiyi türeten din adamlarına bir dereceye dek yöneticiyi yönlendirme, etkileme olanağı da bırakılmıştır. Yönetici olsun, din adamları olsun, büyük bir olasılıkla kurdukları bu senaryoya kendileri de inanmaktadırlar.”(s.256)
Her şeyden önce, senaryoyu kendileri kurmadılar. Allah’ın gönderdiği peygamberler bu senaryoyu öğrettiler. Varsayalım ki, insanlar bunları kendileri düşündüler ve icat ettiler. Varsayalım ki, Tanrı yoktur. Ama tabiat bu insanlara bu senaryoyu kurdurdu. Tesadüfler kurdurdu ve başarılı oldu. Yani, seleksiyon kanunları ile elenmediler. Demek ki gerçek bu imiş.
Doğanın oluşması nasıl tesadüfen ise, bu fikirlerin oluşması da tesadüfen olabilir, ama onların gerçek olmaması anlamını taşımaz. Kur’an’a göre, bâtıl nereden gelirse gelsin bâtıldır. Hangi varsayımla hareket edersek edelim bâtıl bâtıldır. Sömürünün ateizm felsefesi er-geç bitecektir. Ateizm felsefesinin bitişi ile birlikte sömürü de bitecektir.
“Değişik dünya görüşleri ideolojik hal alır.” “Bu noktada dünya görüşü bilinçli bilinçsiz ideolojik bir biçim almaya başlar. Topluluğun öteki üyelerinden farklı bir noktadan farklı bir bakış açısı ile bakışın ürünü olan düşünsel yapı, hele bu bakış açısına göre örgütlendirilmiş bütüncü bir dünya görüşü oluşturulmak üzere sistemleştirilirse, ideolojik bir biçim alır...”(s.256)
Canlılar bir tek hücre olarak varedildi. Suları doldurdu. Çevre kirliliği doğdu. Sonra ikiye ayrıldı; bitkiler üretmekle, hayvanlar temizlemekle meşgul oldular. Bitkiler ile hayvanlar arası savaş başladı. Bitkiler kendilerini korumaları içim ısırgan otunda veya ceviz içinde (mi????) olduğu gibi zehirli maddeler koydular veya güllerde olduğu gibi dikenler ürettiler, meyvelerini sert kabuk içinde korudular. Ama hayvanlar da zürafalarda olduğu gibi boyunlarını uzatıp yaprakları koparmaya çalıştılar. Oysa bunlar baştan aynı hücreden çıkmışlardır.
Farklılaşan topluluklar birbirleri ile savaşmaya başlarlar. Savaşları yönlendirmek için de bir felsefe uydururlar ki bu da ideolojidir. Dinler ideolojik savaşmayı şiddetle reddederler. İslâmiyet; “Dinde zorlama yoktur.”[Bakara(2);256] der. Hıristiyanlık; “Biri sana tokat atarsa sen diğer yanağını çevir.” der. Bu gerçeklere rağmen dinler amansız ideoloji kaynağı olmuşlardır. İslâmiyet bunu; bir din uğruna savaş yerine, “din hürriyeti uğruna, demokrasi uğruna savaş”a çevirmiştir. Ama insanlar her şeyi istismar etmektedirler. Dinlere de bunun için ihtiyaç vardır.
Artık peygamberler gelmiyor. Peygamberlerin yerlerini ilim almıştır. Biz de ilme dayanarak “İnsanlık Anayasası”nı hazırladık. Kur’an’ın öğretileri içinde hazırlanan bu anayasayı kabul edenler “sosyal gemi”ye binmiş olacaklardır. Kabul etmeyenler “sosyal tufan” içinde yok olup gideceklerdir. “Bizim yazdıklarımız hatalı değildir!” demiyoruz; “Eksik değildir!” demiyoruz. “Buyurun, siz daha iyisini yapın, yapın; ama, bu arada bizim önerilerimizi ve maddelerimizi de tartışın. Hatalarımız varsa düzeltelim.”diyoruz.
“Tanrıya egemen sınıfın nitelikleri yüklenmiştir.” “İdeolojik yapının böylece örgütlendirilmesi tamamlandıktan sonra bu kez düşünceler nesnel koşulların yansımasıyla oluşmaktan çok bu sistemden türetilmeye başlanır. Bu aklın tümdengelimci işlemiyle yapılır. Böyle bir çıkarsama yapmaya olanak verecek biçimde daha önce tanrıya bazı nitelikler, özellikle egemen sınıfın, egemenin nitelikleri yüklenmiştir...”(s.256)
Peygamberlerin öğretisi ile insanlar doğru yola girerler. İşler düzelir ve zenginleşirler. Sonra O’nu bırakıp kendi çıkarlarına yönelirler... Sıkıntılar başlar... Peygamberler gelir ve yanlış inanışları düzeltmeye başlarlar... İnsanlar dinlemezler ve helâk olurlar... Yeniden aynı deveran döner ve yeniden düzen kurulur... Yani, peygamberler dinsizlerle değil, başkalarının dinleri ile değil; kendi halkının dinleri ile cihat yaparlar.
Hazreti İsa, Yahudiler tarafından öldürülmek sitendi; Romalılar tarafından değil. Hazreti Muhammed, Mekke müşrikleri ile savaştı; Perslerle değil.
Bu anlatılanlar gösteriyor ki; Tevrat ve Kur’an’da anlatılanlar uydurulmuş hikâyeler değildir. Mekke’de Arapçadan başka dil bilmeyen, okuma-yazması olmayan, olsa bile, kitabın bulunmadığı bir dilde nasıl oluyor da bu kadar net ve sağlıklı bilgileri bize aktarıyor? Sonra bu bilgilere dayanarak gelecekte olacakları haber veriyor. O haberler de aynen gerçekleşiyor.
-Uygarlık geliştikçe dini ideolojiler ortaya çıkar. Tanrılar savaşır, tanrılar uzlaşır. Yöneticilerin tanrısı baş tanrı olur. “Uygar toplumda düşünsel yapı bu nedenlerle ideolojik bir biçim almıştır... İdeolojik dinsel düşünüş toplumsal farklılaşmanın yansıması olan insan-tanrı farklılaşması ile başlar... Ekonomik ve toplumsal bütünleşme tanrıların bütünleşmesinde kendini gösterir. Ondan sonra da toplumun çapı genişledikçe, o toplumsal bütünleşmeye katılan toplulukların tanrıları da kendi aralarında bütünleşirler Ayrıca içlerinden birisi baştanrıcılık savında bulunur...”(s.256-257)
Şeriat yönetiminin olmadığı yerde din adamı ile kral tek olur. Toplayıcılık, avcılık ve çobanlık döneminde böyle idi. Kent döneminde din adamaları ve yöneticiler birbirlerinden ayrıldı. Ya din adamları krala hâkim oldu, ya da kral din adamlarına hâkim oldu. Her iki halde de toplulukta daima tek din hâkimiyetini sürdürdü.
Kur’an gelinceye kadar bu durum böyle devam etti. Kur’an yeryüzüne yeni bir düzenleme getirdi. Aslında bu düzenlemenin kurallarını Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Davut ve Hz. İsa peygamberler koymuştu. Bir bütün olarak bir yönetime İslâmiyet ile geldi. Artık devletler ideolojik devlet olmayacaklardır. Bir devletin içinde her çeşit inanç sahibi kimseler olacaktır. Devlet, güvenliği sağlayan ve insanların hukukunu koruyan bir kuruluştur. Kanun yoktur, sözleşmeler vardır. Kral yoktur, ocakların ve bucakların başkanları vardır. Hâkim yoktur, mahkemeler vardır.
Bu sistem ilk dört halifeden başlayarak bugüne kadar hep bozuldu. İnsanlar dini kendilerine benzettiler. Avrupa’da imparatorluk parçalandı. Önce Katolik ve Ortodoks mezhepleri doğdu. Sonra imparatorluk parçalandı ve Protestanlık doğdu, Anglikan kilisesi doğdu. Yani, devlet kadar mezhep doğdu. İslâmiyet’te de Şiilik böyle bir siyasi bölünmedir.
“İnsanlık Anayasası”nda buna net çözüm getirilmiştir. Ocaklar ve bucaklar bir dini kabul edebilir ve o din veya mezhepten olmayanları oraya almayabilirler. İller bucaklara karışamadığı gibi, bucaklar da ocaklara karışamaz. Merkez bucaklar ise bir dini resmi din olarak kabul edemezler. Değişik din ve mezhepler dayanışma ortaklıkları kurarlar. Devlet yönetiminde güçlerine göre söz sahibi olurlar. Böylece dini baskı kalkar ama din de topluluktan dışlanmaz olur. Din veya mezheplerde çeşitlilik devam eder.
-İsrail oğullarında izlendiği gibi insanlar önce tanrıları kademelendirdiler, sonra tanrıları azalttılar ve baş tanrıcılığa geçtiler, sonunda tek tanrıya ulaştılar. Bu İsrail oğullarında izlenir, ama diğerlerinde de aynı şey olmalıdır. “Bu yolda ilkin baştanrıcılığın güçlendirilip, sonra tektanrıcılığa giden yolda tanrıların sayısının azaltılması eğilimi gelişir... Bu gelişmelerde de uygar toplumlarla geçiş toplumlarının düşünsel etkileşimi önemli bir rol oynar. Tektanrıcılığa varan bu gelişmeler, belki en iyi biçimde İbranilerin göçleri, yerleşmeleri ve sürgün edilmeleri izlenerek gözlemlenebilir...”(s.257-258)
İnsanlar daima tek Tanrı’ya inandılar. Kendilerini doğru yolda ve başkalarını yanlış yolda gördüler. Dolayısıyla Tanrı’nın yalnız kendilerinin yanında olduğunu sandılar ve onları cennete götüreceklerine inandılar. Hıristiyanlar, Yahudiler ve Müslümanlar bile hâlâ böyle inanıyorlar. Oysa Kur’an bunu temelinden reddeder.
İnsanların dilleri farklılaşınca Allah’ın adları değişmiştir. Değişik adları başka tanrı olarak algıladılar ve diğer insanları kâfir saydılar. Bu adlandırmada kullanılan kelimelerin yanında sıfatları da isim olarak görmeleri şeklinde ortaya çıktı. Terkib sıfat gibi algılandı. Mesela, “Ananın Tanrı’sı”, “ana tanrı” oldu. Sonra ortak hâkimiyet başlayınca birbirinin tanrılarına saygı göstermeye başladılar. Ortak mabet yapıp aslında bir Tanrı’yı temsil eden değişik isimleri topladılar. Böylece putperestlik gelişti. Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Muhammed peygamberler bu anlayışı temelinden yok etti. İsrail oğullarının serüveni ise başkadır.
İsrail oğulları Mısır’da Hz. İbrahim’in öğrettiği tek Tanrı’ya tapıyorlardı. Mısır’dan ayrılınca Samiri adında biri bir put yaptı ve diğer putperest kavimlere özendirdi. Hz. Musa bunu görünce gazaplandı. Sonra hep tek Tanrı’ya taptılar. Hâlen de öyle tapmaktadırlar. Hz. İsa da tek Tanrı’yı buyurdu. Sonra yine doğudaki geleneklere bakarak üçleştirdiler. İbranilerin serüveni tek Tanrı’nın üzerinde kurulmuştur. Eğer diğerleri de buna benziyorsa, önce baş tanrı, sonra tek tanrı hikâyesi tamamen temelsiz bir iddiadır. Mesela, İbraniler önce çok tanrıya inanıyorlardı. Hz. İsa bunu üçe indirdi. İran’da bu ikiye indi. Hz. Muhammed de bunu bire indirdi gibi bir mantık yürütebilir miyiz? Bu böyle olsaydı, Tevrat’ın çok tanrılı dinin kitabı olması gerekirdi. Bu böyle olsaydı, İsrail oğullarının Mısır’da çok tanrısının olması gerekirdi.
Oysa, böyle değildir. Tam tersine, insanlar tek Tanrı’ya inandılar. Sonra şeytanı da tanrılaştırdılar; iki yaptılar. Sonra peygamberi ve annesini de tanrılaştırdılar; üç yaptılar. Yani, tarih tek Tanrı’dan çok tanrıya doğru bozulmaya gitmiş, ama peygamberler gelmiş ve insanları tekrar tek Tanrı’ya getirmişlerdir. Bunun açık örneği Arabistan’dır. Kâbe’de birkaç yüz put vardır. Her kabile kendi putuna tapardı. Ama Arapçada “Allah” kelimesi vardı ve Allah bunların üstünde bir Tanrı idi. Bunlar yani putlar O’nun yanında şefaatçi idiler. Buraya “Allah” kelimesini Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail peygamber getirmişti. Enlülün değişik telaffuzudur. Kâbe’yi inşa etmiştir. “O’nun Mabedi” yapmıştır. Sonra Araplar zamanla yardımcı tanrılar eklediler. Kur’an geldi ve İkra’ Sûresi ile insanları Tek tanrıya çağırdı. Kur’an, daha ikinci olarak nâzil olan sûrede “Lâ ilâhe illâ hüve” demiştir.
Hz. Adem zamanında vahiy bilinmiyordu. Elbette dinde evrim olmuştur, ama şifahi tebliğden Kur’an’a kadar gelinmiştir. Yani, lâfzıyla ve diliyle değişmeyecek bir kitap olmuştur. İçtihada kaynak olan bir kitap olmuştur. Yoksa Allah, âhiret, peygamber, sevap, günah anlayışlarında asla değişiklik olmamıştır. Din amelde evrim gösterir, ama dinde göstermez. Bizim elimizde Tevrat ve Kur’an olarak en eski dönemlerden kalan delillerimiz vardır. Kazılar da bunları anlatıyor. Bize muhalif olanların küfürden başka delilleri yoktur. Kuru aklın varsayımları vardır. Ama bunlar hayatı açıklayamıyor.