ADİL DÜZEN İNSANLIK ANAYASASI
Süleyman Karagülle
1842 Okunma
10GEREKÇE-10-

V

YENİÇAĞDA

TOPLUM VE SİYASAL DÜŞÜNÜŞ

 

-Dinsel düşünüşten kurtulup siyasal düşünüşe geçiş dönemidir. “Yeniçağ siyasal düşünüşü, ortaçağın dinsel siyasal düşünüş biçiminden kurtulup, çağımızın bilimsel siyasal düşünüşüne ulaşmak yolunda atılmış adımlardan oluşur. Bu anlamda dinsel siyasal düşünüşten bilimsel siyasal düşünüşe geçiş döneminin düşünüşüdür. Bu nedenle de onda dinsel öğelerle bilimsel öğelerin yan yana bulunduğunu görürüz.”(s.351)

İnsanlık tarihte sosyal evrim geçirmiştir. Bu evrimler peygamberlerin öğretileri ile oluşmuştur. Bu evrimleri kısaca tekrar görelim. Uygarlıkları şu şekilde öğrenmemiz gerekir.

I- A) Adem Uygarlığı. Dört safha geçirmiştir. Yazısız Kişi Yönetimidir.

  1. Toplayıcılık Dönemi
  2. Avcılık Dönemi (İdris Peygamber)
  3. Çobanlık Dönemini
  4. Tarım Dönemi

B) Adem Uygarlığı’nın kuvvet uygarlığına dönüşmesi; Sihir Uygarlığı

II- A) Nuh Uygarlığı. Şekil Yazısı ile Kişilerin Kurallı Yönetimi.  

  1. Nuh Devri Sümerler
  2. Hud Devri Akadlar
  3. Salih Devri Semud (II. Sümerler)
  4. Lut Devri   Babiller
  5. Şuayb Devri Asurlular

B) Nuh Uygarlığı’nın kuvvet uygarlığına dönüşmesi; Mısır Uygarlığı

III- A) Tevrat Uygarlığı. Harf Yazısı ile Şeriat Yönetimi.

B) Tevrat Uygarlığı’nın kuvvet uygarlığına dönüşmesi; Greko-Romen Uygarlığı

IV- A) İncil Uygarlığı. Beşerî Uygarlık.    

B) İncil Uygarlığı’nın kuvvet uygarlığına dönüşmesi; Kilise Uygarlığı

V- A) Kur’an Uygarlığı. İçtihat Uygarlığı.

B) Kuran Uygarlığı’nın kuvvet uygarlığına dönüşmesi; Avrupa Uygarlığı      

VI- A) II. Kur’an Uygarlığı. Bilgisayarlı İnsanlık Anayasası.

Uygarlıklarda ortak özellikler vardır. Peygamberlerin öğretileri ile yeni sosyal hak düzeni kurulur, 500 yılda kendi evrimini tamamlayıp en yüksek duruma geçtikten sonra genellikle kendi dışında o uygarlığın uzantısı olarak yeni kuvvete dayalı ekonomik uygarlık doğar. İşte Yeniçağ Uygarlığı, İslâm Uygarlığı’nın zirvede olduğu 1500’lerde Batı dünyasında, İslâm Uygarlığı’nın kuvvet uygarlığına dönüşmüş biçimiyle bir uygarlık olarak doğmuştur. Bu uygarlık Batı Uygarlığı, yahut Avrupa Uygarlığı’dır.

Avrupa Uygarlığı’nı anlamak için insanlığın geçirdiği dinî aşamaları görelim.

  1. İlk insan peygamberlerde gördüğü mucizelerle Allah’a inanmıştır. Bütün hayatını dine göre düzenlemiştir. Sonra kuvvet uygarlığına dönüşünce bunlar sihir olmuştur.
  2. Sonra İbrahim Peygamber’in öğretileri ile Allah’a tümdengelim yoluyla inanmıştır. Böylece ilim dinden ayrılmıştır. Bu uygarlık Yunanistan’da kuvvet medeniyetine dönüşmüş ve felsefe gelişmiştir. Felsefe, aklî varsayımlarla tümdengelim yoluyla Kâinat’ın izahı olmuştur.
  3. Sonra Kur’an’ın öğretisi ile tümevarım yolu bulunmuş, içtihat müessesesi ortaya çıkmıştır. İşte bu metot sayesinde Batıda ilim ve sanayide büyük adımlar atılmıştır. Bu uygarlık Batı Uygarlığı’dır. Müslümanlar ilmî düşüncelerini hukukta, dilde ve ilimde geliştirdiler. Batı bunu teknolojiye çevirdi. Teknoloji yardımı ile de ilimde büyük gelişme oldu.

Yeniçağda Batı dünyası İslâm’ın ilmî verilerini teknolojiye çevirdi, teknolojide elde ettiği imkânlarla ilimde yeni buluşlar yaptı ve yakın çağda modern ilmi ortaya koydu. Şimdi bilgisayar çağına geçildi. Daha ileri bir teknoloji ve onun yardımı ile gelişmekte olan ilim.

İşte Avrupa Uygarlığı maddeten böyle büyük gelişmeler kaydederken, sömürücü sermayenin çıkmazı ile sosyal yapısını çökertmekte ve uçuruma doğru gitmektedir. Çevre kirliliği, neslin dejenerasyonu, kitle imha silahları ve mafya, insanlığı uçuruma doğru götürmektedir. “İnsanlık Anayasası” tam bu dönemde imdada yetişmektedir.

 

-İlmî düşünüşe geçiş yanız siyasal sahada olmamıştır. Her sahada olmuştur. Bu ilmî düşünüşe geçiş, 16. ve18. asırlarda Avrupa’da ekonomik ve toplumsal sebeplerden oluşmuştur. “Düşünüş alanındaki dinsel düşünüşten bilimsel düşünüşe geçiş biçiminde görülen bu gelişme, insan aklının yalnızca kendiliğinden gelişmesinin ürünü değildir... Öyleyse neden 16.-18. Yüzyıllar arasında düşünce alanında gerçekleştirilen bu devrimle yeni bir düşünüş dönemi başlamıştır? Ve neden bu yeni düşünüş, ilkin orada ya da burada değil de, Avrupa’da çatlatmıştır tomurcuğunu? Bu soruların yanıtı araştırılınca, düşünüş alanındaki bu devrimin temelinde ekonomik ve toplumsal alanlarda gerçekleştirilen bir başka devrimin yattığı görülür.”(s.351)

Batı dünyasının çarpık anlayışını düzeltmemiz gerekir.

Önce, Yeniçağda dinî anlayıştan ilmî anlayışa geçilmemiştir; felsefî anlayıştan ilmî anlayışa geçilmiştir. Yani, tümdengelim metodundan tümevarım metoduna gidilmiştir. Sonra dinî düzenden lâik düzene geçilmiştir. Ne var ki, Avrupa dinî anlayışı mistisizm olarak görmüş, lâikliği de ateizm olarak görmüştür. Oysa, İslâmiyet dinî anlayışı ilme dayandırmıştır. Tarikatları bile ilmî anlayıştan uzak tutmamıştır. İmam-ı Gazali ve Erzurumlu İbrahim Hakkı bunların canlı şahitleridir. Lâikliği de ateizm olarak anlamamış, dinde zorlamayı kaldırıp düzeni bir dinin dogmaları içinde yönetmeyi reddetmiştir. Demek ki, kutsal kitaplar tek tanrı öğretisini getirmiş, Batı bunu tanrısız bir uygarlığa dönüştürmeye çalışmıştır. Ama Batı demek ki tümdengelim metodu olan felsefî metottan, Kur’an Uygarlığı’nın getirdiği ilmin tümevarım metodunu benimsemiş ve yine kilisenin teokratik düzeninde Kur’an’ın öğrettiği lâik düzene geçmiştir. Lâik düzeni ateizm şeklinde algılamıştır. Ama günümüzde Kur’an’ın görüşüne dönmüştür.

 

Geçim Biçimleri ve Düşünüş Biçimleri

-Avrupa 13.-17. asırlarda yeni ekonomik sisteme geçmiştir. Bunun sonucu 17.-18. yüzyıllarda siyasal ve düşünsel devrimler olmuştur. “13.-17. Yüzyıllar arasında görülen bu ekonomik ve toplumsal gelişimi, 17.-18. Yüzyıllarda görülen siyasal ve düşünsel devrimler izlemektedir...”(s.351)

Tarihte olaylar hep böyle cereyan etmiştir. Sosyal gelişme olur, bu gelişme ekonomik değişmeyi sağlar. Ekonomik gelişme sonunda yeni topluluk oluşur, eski sosyal düzen yetmez olur, peygamberler gelir ve yeni hukuk düzeni ile sosyal düzeni getirirler. Döngü yeniden başlar ve bu arada hem sosyal hem de ekonomik evrimler olur.

Nitekim çağımızda da ekonomik gelişmeler olmuş, ancak eski hukuk düzeni yetmiyor. Artık insanlığın geçmiş dönemlerinde olduğu gibi yeni peygamber de gelmeyecek. Kur’an’ın öğretileri ile hazırlanan “İnsanlık Anayasası” bu devrimi gerçekleştirecektir.

 

-Ekonomik düzen yeni sosyal düşünce üretir. “Yalnız yeniçağda değil, tüm insanlık tarihinde genel düşünüş biçimlerinin ne zaman değiştiklerini araştırınca gördük ki, her düşünsel, kültürel değişikliğin temelinde bir ekonomik, toplumsal değişiklik yatmaktadır. Ve gene gördük ki her bir ekonomik ve toplumsal düzenin kendine özgü bir kültürü, kendine özgü bir düşünüşü vardır...”(s.352)

Gerçek olan şudur ki, ekonomik düzen sosyal düşünüşü değiştirir, soyal düşünüş ve düzen de ekonomik düzeni değiştirir.Yumurta tavuktan, tavuk yumurtadan çıkar misâli, bu böyle devam eder. Evrim olmasaydı, bu izahları yeterli görür ve burada kalırdık. Ama evrim var, gelişme var. Evrimi yapan unsur nedir? Hangi evrim önce gerçekleşir? Tarihte gerçekleşen sıra açıktır.

  1. Sosyal evrimleri tarihte hep peygamberler yaptılar. Kendiliğinden oluşmadı. Hz. Adem ve Hz. Nuh’un etkileri tarihçe henüz teyit edilmemiş ise de; Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed tarihî vakıa olarak ortadadır.
  2. Ekonomik gelişmeler ise sosyal evrimden sonra kendiliğinden zamanla gerçekleşmektedir. O halde ekonomik evrim sosyal evrimden sonra olmaktadır. Şimdi de Batı dünyası ekonomik evrimi gerçekleştirmiş ama sosyal yönüyle çıkmazdadır. Kur’an insanlığa “İnsanlık Anayasası”nı sunuyor. Onunla sosyal evrim olacaktır.

 

-İnsanlık toplayıcılıkta ve çobanlıkta sihirsel, tarımsal döneminde dinsel, sanayi döneminde ilimsel düşünüşe geçmiştir. “İnsanlık tarihinin en genel gelişme aşamalarına baktığımız zaman, üç temel geçim biçimi ve üç temel düşünüş biçimi ile karşılaşırız: 1. Toplayıcılık ve avcılık ekonomisi ve bu dönemin sihirsel düşünüşü. 2. Tarımsal üretim ekonomisi ve bu dönemin dinsel düşünüşü. 3. Sanayi üretimi ekonomisi ve bu dönemin bilimsel düşünüşü.”(s.352)

Hz. Adem’in kişi yönetimi sisteminden kuvvet uygarlığına sihirsel düşünüşle geçmiştir.

Nuh’un kurallı kişisel yönetiminden kuvvet uygarlığına çok tanrı düşünüşü ile geçmiştir.

Tevrat’ın şeriat yönetiminden kuvvet uygarlığına felsefî düşünüşle geçmiştir.

İncil’in lâik yönetim sisteminden kuvvet yönetimine teokrasi ile geçmiştir.

Kur’an’ın içtihat yönetiminden kuvvet yönetimine ateizmle geçmiştir.

İlmî düşünüşü dinsel düşünüşe karşı koymak yanlıştır. Çükü ilmî düşünüşü insanlığa ilk getiren Nuh Peygamber’dir. Sonra İbrahim Peygamber tümdengelim metodunu öğretmiştir. Yunanistan’daki felsefe bundan sonra doğmuştur. Tümevarım metodunu ise Kur’an getirmiştir. Avrupa’daki ilmî düşünce tamamen Müslümanların öğretileridir. Tarihte dinler hiçbir zaman ilme karşı olmamışlardır. Din başlangıçta bütün müesseselere hâkimdi. Çünkü insanlık diğer müesseselere sahip değildir. Zamanla peygamberler diğer müesseseleri dinden ayırdılar. Ondan ayrılma demek, ona zıt olma, karşı olma değil, bağımsız müessese olma demektir.

  1. İbrahim Peygamber ilmi dinden ayırdı.
  2. Musa Peygamber siyaseti dinden ayırdı.
  3. Davut Peygamber ekonomiyi dinden ayırdı.
  4. İsa Peygamber dini bağımsız bir müessese yaptı.
  5. Son Peygamber bunları birleştirdi ve hepsini birden içeren uyumlu lâik düzeni kurdu ve peygamberliğin son bulduğunu bildirdi. Ondan sonra da peygamber gelmedi. Daha da gelmeyecektir. Kur’an her devirde insanlara ihtiyaçlarını karşılayan şeyleri öğretecektir.

 

  1. YENİÇAĞ BATI TOPLUMLARINDA

EKONOMİK, TOPLUMSAL VE SİYASAL GELİŞMELER

-Ortaçağ düzenini hatırlayalım. “Ortaçağ toplumunun nasıl bir değişmeye, nasıl bir gelişmeye uğrayarak yeniçağ toplumuna dönüştüğünü izleyebilmek için, önce ortaçağın düzenini hatırlamak, sonra da onun iç ve dış dinamiklerine, iç ve dış çelişkilerine bakmak gerekir.”(s.352)

İnsanlar toplayıcılık dönemlerinde ocaklar, avcılık dönemlerinde bucaklar şeklinde örgütlendiler. Ocaklarda birbirini çok yakından bilen ve aralarında psikolojik bağlarla ve ikili olarak bağlı kimselerden oluşan bir birliktir. Topluluğun birer molekülüdür, yahut kromozomudur. Oysa, bucaklar birbirini tanıyan ve aralarında sosyal ilişkiler olan topluluktur. Bunlar bin hane civarında insandan oluşur. Daha küçük topluluklar da birbirini çok yakından bilecekleri için sosyal yapıdan çok psikal bağlar doğar ve topluluk oluşmaz. Buna karşılık daha büyük topluluklarda ise birbirlerini tanıyamayacaklarından, yine sosyal yapı doğmaz.

İdeal topluluk 3000 ile 10 000 kişi arasındaki topluluklardır. İşte bu sebepledir ki, bu tür topluluklar her zaman varlıklarını korurlar. Bunlar sonunda hâkim olurlar.

Ortaçağ Avrupa’sı kilise uygarlığıdır. Merkezî yönetimdir. Halk bir taraftan din adamlarına, diğer taraftan yöneticilere bağlıdır. Halk kiliselere doğrudan gider ve vergilerini kiliselerine öderlerdi. Yöneticilere ise sadece vergi verirdi. Bunun yanında halkı maddeten destekleyen patronlar vardı. Demek ki, Ortaçağ Avrupa’sının özelliği;

  1. Din adamları,
  2. Yöneticiler,
  3. İş adamları hâkimdi.

Zaman zaman bunlar birleşirdi. Aynı kişi hem yönetici hem de patron olurdu. Ne var ki, feodal dediğimiz ünite öyle veya böyle varlığını hep korumuştur.

Ortaçağın en önemli özelliği, özel ilim adamları yoktu. İlim dinin tekelinde idi. Sonraları İspanya ve Sicilya’daki medrese benzeri üniversiteler siyasilerin desteği ile kurulmaya başlandı. İşte bu arada İslâmiyet’in etkisiyle Avrupa’da yeni bir düzen doğdu.

 

A. Feodal Düzenden Kapitalist Düzene Geçiş

-Çiftlikler artan malları kasabaya satıyor ve kasabadan üretemedikleri malları alıyordu. “Ortaçağda üretim feodal beylerin malikânelerinde yapılıyordu... Malikâneler hemen hemen kendine yeterli ekonomik birimlerdi. Pek az bir ürün fazlası kasabaya satılıyor, kasabadan bunun karşılığında çok sınırlı bazı sanayi (zanaat) malları alınıyordu.”(s.353)

İnsanlar tarım dönemine geçtiklerinde kendi ürettiklerini tükettiler. Göçebe dönemlerinden farklı olarak merkezlerinde pazar yerleri kurdular ve alışverişi oralarda yaptılar. Ayrıca buralarda kasabalar oluştu. Halkın ihtiyacı olan mallar buralarda üretiliyor ve köylüye satılıyordu. Köylü buna karşılık fazla ürettiği malları veriyordu. Ekonomik sistem bu boyutlardaydı. Ne olursa olsun, ekonomik sistem buydu. Kasabalar köylerle bir bütünlük içinde idiler. Esas ekonomi kendi üretip kendi tüketme idi. Fazla üretilenler kasabalılarla mübadele ediliyordu. Bu sistem 1950’lere kadar Türkiye’de de devam etti.

 

-Süvari birlikleri ve kaleler siyasi bağımsızlıkları da getirmiştir. “Bu ekonomik yeterlilik, her feodal beyin siyasal bakımdan da başına buyruk olmasına yol açmış, daha büyük ve daha sıkı siyasal bütünleşmelere gidilmesini engellemişti. Bu yolda ortaçağın savaş teknolojisi, ağır süvari savaş taktikleri, ekonomik ve siyasal kendine yeterliliği pekiştiren bir öğe olmuştu. Bunu pekiştiren bir başka öğe, feodal beylerin kaleleriydi. Kalesine çekilen bir feodal beyi yenmek kolay olmamakta, güçlü feodal beylerin ötekilerini yenip siyasal egemenlik alanlarını genişletmeleri olanağı  yoktu...”(s.353)

Bucak dediğimiz feodal kuruluşların çobanlık döneminden beri gelen bir özelliğidir bu bağımsızlık. Bunun biraz daha büyük ünitesi, “il seviyesi”ndeki ünitedir. Bunlar çobanlık döneminde doğmuştu ve hayvan sürüleri sebebiyle kurulurdu. İnsanlar kaleler yapar ve oralara çekilirlerdi. At üzerinde saldıranları kovalarlardı. Bunların üzerinde tüm ülkeyi içine alan “devletler aşaması” gelmiştir. Ama bunları tamamen hiçbir zaman ortadan kaldırmamıştır. Devletler dış güvenliği, iller iç güvenliği sağlarlardı. Kasabalar ise ekonomik ünite oluştururdu.

İnsan fıtratına dayanan ve onluk sistem içinde yer alan bu teşkilâtlanma “İnsanlık Anayasası”nda korunmuştur. Plânsız, projesiz, gelişigüzel oluşan bu düzen, “İnsanlık Anayasası”nda plânlı, projeli ve yasalara dayalı olarak oluşturmayı hedeflemektedir.

Tarihte bir şey olmuşsa, bir sosyal sorunu cevaplamıştır. Onun değerlendirilmesi gerekir. Meselâ, hanedanlar siyasi eğitim merkezleri olmuştur. Biz bunu askerî eğitimle karşılıyoruz. O sebepledir ki, devlet başkanları asker olmalıdır diyoruz.

 

a. Feodal Düzenin İç Çelişkisi

-Feodal düzen içe kapanık idi. Haçlı Seferleri ile bu engeli aştı. “Feodal üretim düzeni, üretim birimlerinin kendilerine yeterliliklerinden dolayı, kendini yineleyen bir kısır döngü içine düşmüştü... Feodal toplumun kabuğunun kırılmasının, biri iç, öteki dış neden olarak iki ana nedeni vardır. İç neden feodal toplumun iç çelişkileri, dış neden bu iç çelişkinin yol açtığı Haçlı Seferleri’dir.”(s.353)

Tarım ekonomisinin en büyük sıkıntısı, toprağın sınırlı olmasıdır. Tarım ekonomisinde küçük tarla mülkiyeti zorunludur. Tarım yapabilmek için çok çocuk sahibi olma zorunluğu vardır. Oysa, toprak sınırlı olduğu için sıkıntılar başlar. Bu durum aslında bütün ekonomilerde vardır. Tarihte, şu ekonomik safhalar hep ekonomik yetersizlikten doğmuştur.

Toplayıcılık, avcılık, çobanlık, çiftçilik, pazarcılık, tüccarlık hep bu sebeple doğmuş ve gelişmiştir. Doğu, “tüccar mübadelesi dönemi”ne geçmiş ve gelişmiş, henüz dar boğaza girmemişti. Oysa, Avrupa tüccar mübadelesi dönemine geçememiş, hâlâ “pazar mübadelesi dönemi”ni yaşıyordu. Bu onun patlamasına sebep olan bir etken olmuştur. Haçlı Seferleri’ne katılma ve devam ettirme de bu sebeple mümkün olmuştur.

 

-Serflerle derebeyler arasındaki bağ zamanla bozulmuştur. Serf ayaklanmaları başgöstermeye başlamıştır. “Üretimin artırılamayışı, bir yandan zamanla besleyemediği, dolayısıyla düzeni yıkıcı öğeler durumuna gelen bir “tarımsal kökenli proletarya” oluşturmuş; öte yandan, ekonomik durumlarında yüzyıllarca önemli bir gelişme olmayan serflerde, düzene karşı bir düşmanlığın oluşmasına neden olmuştur. Bu ikisinin birleşmesi, feodal düzeni kökünden sarsacak bir tehlike olarak görünmüştür.”(s.354)

Köylünün nüfusu artar, çiftlik sahipleri yeni üretim kaynaklarını geliştiremezlerse, halk fakirleşir ve toprak sahipleri ile sorun başlar. İşte ömrünü dolduran serflik sisteminde de bu tür sorunlar başlamıştır. Aç kalan halk Haçlı ordularına katılmak zorunda kalmıştır. Sorunu çözemeyen iktidarlar yıkılmaya mahkûmdur. Halk kendisine bir yol bulur.

Türkiye’deki bugünkü yönetimin durumu da budur. Çözüm bulamazsa yönetim yıkılır, Türkiye’de bambaşka, hem de beklenmedik şeyler olur.

İnsanlık Anayasası” bu çözümü önermektedir.

 

-İki kanattan biri olan din adamları çareyi buldular. Haçlı Seferleri düzenlediler. “Feodal toplumun egemen zümresinin iki kanadından birini oluşturan ileriyi gören din adamları, bu tehlikeyi de görmüş olmalılar. Çünkü Haçlı Seferleri’ni örgütleyerek, eşitsizlikçi feodal ve durağan düzenin yaratıp tehlikeli olabilecek kadar artırdığı tarımsal kökenli proletaryayı bir safra gibi dışarıya atmanın yolunu bulduklarını görüyoruz...”(s.354)

Avrupa iki yönden İslâm’ın baskısında idi. Bir güney-batıdan gelen baskı idi. Bu baskı siyasî bakımdan durmuştu. Ama kilise fikrî bakımdan devamlı olarak etkisi altında idi. Önemli bir baskı da doğudan geliyordu. 1071 yılında Malazgirt Savaşı’nı kaybeden Ortodokslar, durmadan mağlup oluyorlardı. Ortodoks kilisesi buna fazla tepki göstermedi. Çünkü kilise imparatorun emrinde idi. Savunma ona düşüyordu. Papalık da bundan fazla rahatsız olmamıştı. Çünkü Bizans yıkılırsa tüm Hıristiyanlığın hâkimi kendisi olacaktı. İlerlemeler devam edince kilise kendini savunma durumuna geçti.

 

b) Haçlı Seferleri’nin Yeniçağın Tohumlarını Atışı

-Papa II. Urban Haçlı Seferleri’ni düzenlemiştir. “Birazcık dikkatli bir bakış, Haçlı Seferleri’nin dinsel örtüsü altında bu ekonomik ve toplumsal amacın sırıttığını görmekte gecikmeyecektir. Papa II. Urban, 1095 yılında, Hıristiyan hacıların yollarda çektikleri sıkıntıları anlatarak Kudüs’ün İslâm’ların elinden alınması için, Avrupa’yı haç için bir kutsal savaşa, haçlı savaşına çağırmıştı...”(s.354)

Roma İmparatorluğu ikiye ayrılmış, Roma’nın merkezi İstanbul’a taşınmıştır. 500 tarihlerinde Batı Roma yıkılmıştır. Bu yıkılışın sebepleri arasında, Batı’nın Doğu’nun emrine girmek istememesi ve kuzeyden gelen Cermen akınlarına dayanamamış olmasıdır. Doğu ise buna dayanmıştı. Aslında Doğu daha fazla baskılar altında idi. Doğu’dan Müslümanlar, Avrupa’dan Cermen saldırıları arasında bulunuyordu. Batı Cermenlere yenilmiş ama Cermenler Hıristiyan olmuşlardı. Batı’dakiler Müslümanlarla daha yakın ilişkiler içine girmişlerdi.

Selçuklular ilerlemişler ve İznik’e kadar gelmişlerdi. Bizans İmparatoru Papa’dan yardım talep etti. Papa, dini birlik içinde Avrupa’da teokratik düzen kurmak üzere harekete geçti. Bu yolla Ortodoks kilisesini hâkimiyeti altına almayı düşündü. Şartlar müsaitti. Çünkü Avrupa’da siyasi otorite çökmüştü. Halk uyanmaya başlamış, nüfus da çoğalmıştı. Savaşçı Cermenler Hıristiyan olmuşlardı. Bir güç oluşunca onu bir düşünce organize eder.

 

-Böylece kendi halklarını bu yolla azaltmak, Ortodoks ve Müslümanlar ölsün düşünceleri olsa gerekir. “Haçlı Seferleri’ni örgütleyenlerin asıl düşünceleri, herhalde,”yağmalayacaklarsa bizim mallarımızı değil, Bizans’ın, İslâmların mallarını yağmalasınlar. Öldürmeleri gerekirse de, biz elimizi kana bulamayalım, İslâmlar öldürsün onları. Bu ara birşeyler kazanabilirlerse de onlar bizim kazancımız sayılır.” Olsa gerek.”(s.354)

Dinler dinleri yaymayı en büyük ibadet sayarlar. Allah Tevrat’ta İsraillilerden başkasını dinlerine çağırmayı emretmemiş, hatta engel bile olmuştu. Bunun sebebi, kuracakları devletlerde lâiklik ilkesi gelişsin istenmiştir. Hazreti İsa da havarilerini Yahudilere karşı diğer dinere karşı dâvette bulunmak üzere dağıtmıştır. Havarilerin her biri birer peygamber görevi ile orada yeniden Hıristiyan cemaatleri kurdular. Papa da bu görevini yapıyordu. Ortodoks kilisesi onun için bir engel teşkil ediyordu. Kaldı ki, Kudüs Müslümanların elinde idi. Siyasi bakımdan da Müslümanlar Hıristiyan ülkelerini almakta idiler. Yardım talebi gelmişti. Artık herkesin yapacağı Papa II. Urban’ın yaptığı olacaktı.

 

-Savaşlar 200 yıl sürmüştür. Hedefe görünürde ulaşılmıştır. Yol boyunca Haçlı krallıklar sıralanmış ve Kudüs fethedilmişti. Galip güçler kültüre yenilmişlerdi. “Bu seferlerin, düzeni tehdit eden öğeleri tümüyle Avrupa’nın sınırları dışına atılmasına kadar, iki yüzyıl sürdüğünü belirtmiştik. Haçlı Seferleri, kısa dönemde papanın umduklarını vermiş, safra dışarı atılmış, Kudüs alınmış, Suriye’de ve Anadolu’da, haç yolu boyunca sıralanan Haçlı Devletleri olarak bilinen devletler kurulmuş, bu sonuçlar seferleri düzenleyen kilisenin saygınlığını artırmıştır. Ama Haçlı Seferleri, uzun dönemde, kilisenin saygınlığını sarsacak, feodal toplumun egemen sınıflarının egemenliklerine son verecek olan gelişmelerin tohumlarını da atmıştır; feodal düzenin kabuğunu kıracak olan olayların, üretim teknolojisinde yeni gelişmelerin de başlangıcı olmuştur.”(s.355)

Müslümanlar Hıristiyanlarla Suriye’de tanıştılar, Kudüs’te Hıristiyanlara ve Yahudilere ziyaret hakkı tanıdılar. Dinî baskı uygulamayan İslâm yönetimi birlikte yaşamışlardır. Benzer yaşama Endülüs’te de sürmüştür. Hıristiyanlar Müslümanları tanıdıkça, onların da Hz. İsa’yı peygamber olarak tanıdıklarını ve kendilerine düşmanlık beslemediklerini görmüşlerdir. Bu durum, Haçlı Seferleri düzenleyenlerin söylediklerinin gerçeklere uymadığını göstermiştir.

Asıl önemli olan, Avrupa’da bu vesile ile ekonomik harekâtın başlamasıdır. Herhangi iki ülke ayrı ayrı ekonomilere sahip iken, eğer sınır kalkar ve ekonomiler birleşirse bu büyük bir artı değer getirir ve halk zenginleşmeye başlar. Halk eski yoksulluk hayatını sürdürürken gelirleri artar ve halk tasarruf eder. Bununla yatırımlara girişir ve harcayacağı yer arar. Bu durum da yeni uygarlığı doğurur.  

Müslüman ülkelere ise bu saldırıların fazla bir yararı olmamıştır. Çünkü kendi ülkelerinde savaş veriyorlardı. Gelirleri çok ise de, artık refah bir hayat biçimine alıştıkları için giderleri de büyüdü. Demek ki, Haçlı Seferleri Müslümanlarda bir duraklama, Batı Hıristiyan dünyasında ise gelişme yolunu açmıştır.

 

Yeniçağda Üretim Teknolojisindeki Gelişmeler

-Deniz yolları daha güvenli bulunduğu için önce Haçlıları, sonra hacıları taşımıştır. İtalyan limanları zenginleşmiştir. “Kara yollarını pek güvenli görmeyen Avrupa, sonraki Haçlı Seferleri’nin çoğunu, İtalya’dan deniz yolu ile göndermiştir. Bu yolla önce Haçlıları, sonra hacıları taşımaya başlayan İtalyan liman kentleri zenginleşmişlerdir.”(s.355)

Ticaret bir malın değerini on misli artırır. Çünkü fazla mal sıfır değerdedir. Oysa, kıt mal da altın pahasındadır. Ticaret buradaki farkı ortadan kaldırır. Böylece ticaret sayesinde ekonomi bütünleşir, işbölümü doğar, üretimde ve tüketimde on misli artış sağlar. Ticaretin de olabilmesi için bir ticarî merkezin oluşması ve devamlı gidip gelen araçların olması gerekir. İşte Haçlı Seferleri bu yolu açmıştır. Bu yol İtalya’dan açılmıştır. Hem papalık oradadır, hem de Avrupa’yı Kudüs’e götürecek en kısa güvenli yoldur. Haçlıları ve hacıları taşıyan gemiler ticaret mallarını da taşımaya başladı. Böylece Avrupa ile Asya ekonomileri tekleşti. Aradaki fark da Avrupa’da ekonomik hareketi getirdi. 1950’deki birlik aynı ekonomik hareketi Türkiye’ye getirdi. Yirmi milyondan biraz fazla olan Türkiye, yetmiş milyon nüfusa ulaştı. Tüm darbeler ve müdahaleler onun ekonomik hızını kesmedi.

 

-Haçlı Seferleri ticari seferlere dönüştü ve İtalyan kentleri zenginleşti. “Haçlı Seferleri aslında bir yağma seferi idi ve tarihte görülen, deniz yoluyla yapılan öteki yağma seferleri gibi, yerini zamanla düzenli ticarete bırakarak, ülkeler arası ve denizaşırı ticareti başlatmış oldu. Bu ticareti yürüten, daha çok Cenova, Napoli, Venedik gibi İtalyan kentleriydi.”(s.355)

Siyasi hareket sonunda düzeni getirir ve bu da büyük zenginlikler sağlar. Topluluk oluşturduğunuz zaman topluluğun artı değeri vardır. Bu artı değerden dolayı da topluluk büyümeye başlar. Zaman geçince zenginleşen halkta rehavet başlar. Gelirler azalmaya, giderler artmaya başlar. Sonunda o topluluk çöker. Bu canlılık kanunudur. Bu düzeni kimse önleyemez. Böyle bir düzenin oluşmasın hiç kimse engel olamaz.

 

-Doğu’dan Batı’ya baharat, koku ve ipek gidiyor; oradan Doğu’ya yünlü dokuma satılıyordu. Böylece Kuzey Avrupa’da tekstil sanayii başladı. “Haçlı Seferleri Doğu’nun ipek, baharat, kokular vb. mallarını Batı’ya tanıtırken, Doğu’nun sultanları da Batı’nın bazı yapılmış mallarından, özellikle yünlü kumaşlarından pek hoşlanmışlardı... Haçlı Seferleri, İtalya’da kıtalar arası ticaretin, Kuzey Avrupa’da sanayi devriminin başlamasına neden olmuştu.”(s.355)

Doğu’dan daha çok yükte hafif kıymetli yiyecek ve giyecek gidiyor, Batı’dan halkın ihtiyacı olan mallar dokunuyordu. İslâm ülkeleri ise ticaretle geçinmiş oluyorlardı. Bir mal piyasa bulunca halk onu üretmeye yönelir ve onun teknolojisini geliştirir. Yeni emek bulamayınca makineleşmeye gider. İşte Avrupa makine sanayiinin tohumu böyle atılmıştır. Bu teknolojinin çoğunu Doğu’da gördüklerinden esinlenerek yaptılar. Çünkü buralardan da Haçlı orduları katılmıştır, insanlar hacca gitmişlerdir. Bütün bunlar ekonomik ve sanayi hareketliliği sağlamış, ticareti geliştirmiştir.

 

-Hac yolu ile krallıklar zengin oldular. Hac yolu ile ticaret yolu tarihte hep birleşmiştir. “Tarih boyunca hac ile ticaret hep birlikte görülmüştür. Bu bakımdan “hem ziyaret hem ticaret” deyişi bir tarihsel gerçekliği yansıtmaktadır.”(s.356)

Unutmamak gerekir ki, tüm insanlığın bir yerde dinî hacılık müessesesini koyan Kur’an’dır. Daha önce de hac ziyaretleri vardı ama, ülke içinde kendi merkezlerinde yapılıyordu. Bütün dünyaya yayılan ve ortak bir merkeze doğru birleşen hac yolları ve seferleri, dünyayı tek bir vücut hâline getirmiştir. Hıristiyanlar Müslümanların bu ibadetini taklit yoluyla benimsemiş, Haçlı Seferleri’nden sonra müesseseleştirmişlerdir. Avrupa ticareti de Kur’an öğretisiyle başlamıştır.

 

-Avrupa’da toprak, asker, rahip aristokrasisi yanında tüccar ve sanayici sınıfı oluşmaya başladı. “Haçlı Seferleri’nin başlattığı büyük ticaret ile, topraktan elde edilen servet yanında ticaretten elde edilen servet, aristokratların yanında ticaret ile zengin olmuş tacirler yaratılmış oldu. Giderek imalat, yani sanayi yoluyla zenginleşen sanayiciler belirecekti.”(s.356)

Yine sosyal yapının kaderidir. Önce dinî ve siyasî bir birlik kurulur. Güvenli düzen ortaya çıkar. Sonra o sayede yeni ekonomik canlılık olur, eski yoksullar zenginleşir. Sınıflı toplumda eski soylularla yeni varlıklar arasında çatışma başlar. Bu da o düzeni çökertir ve yeni sosyal düzene gidilir. Avrupa’da işte bu yeni varlıklı sınıf eski soylu sınıfını altetti. Krallıkları, derebeylikleri ortadan kaldırdı, şövalyecilik tarihe karıştı. Kilise kabuğuna çekildi.

Bugün de o kemâlin zevâli geliyor...

 

-Ticaretin sahası toprak gibi sınırlı değildir. Kent halkı aristokratlardan daha varlıklı hâle geldi, sayıları da arttı. Böylece kent yönetimi yeni oluşmuş tüccar ve sanayi aristokratlarının kurduğu meclislere geçti. “... Böylece, Haçlı Seferleri’nin ektiği tohumlar, şimdilik, bazı İtalyan kentlerinde, tarım dışında bir ekonomi ve bu ekonomi ile edinilen bir servet, ticaret sermayesi, bu sermayeye sahip yeni bir sınıf, ticaret burjuvazisi yaratmış ve bu sınıf, siyasal egemenliği aristokrasinin elinden almıştı.”(s.356,357)

Tarih boyunca hep bu kapitalist ve sosyalist çatışması olmaktadır. Topluluk geri ve küçük iken askerlere ihtiyaç vardır, onların kıymeti olmaktadır. Devletler gelişip güçlenince dış tehlikeler ortadan kalkar ve yönetim zenginlerin eline geçer. Eskiden dinlerin eline geçerdi. Bu da devleti gittikçe koflaştırır ve bir bakarsınız ki birden çöküverir.

Haçlı Seferleri belki istenilen bir zafer olmamıştı, ama Avrupa’daki yankıları ise tam muvaffakiyet şeklinde olmuştur. Eskiden hac yapmanın Müslümanlar tarafından yasaklandığı iddiası vardır. Oysa durum bu iddianın tam tersidir. Müslümanlar sadece hac yollarını kurmuş, yalnız dinî seyahatleri sağlamış değildirler. Aynı zamanda tüm seyahatleri serbest bırakmış ve din, ırk gibi ayırımları asla yapmamışlardır. Böylece, zaten mevcut olan hac seyahat serbestisi Haçlı Seferleri ile öğrenilmiş oldu.-

 

-Zamanla ticaret sermayesi sanayi sermayesine dönüşmüştür. “Feodal toplumun kabuğunu çatlatan şey de bu “ticaret sermayesi” oldu. Ticaret sermayesi “sanayi sermayesi”ne dönüştü ya da sanayi sermayesini yarattı... Bu durum bazı zanaatçıların işlerini ve dükkânlarını genişletip çok sayıda kalfa ve çırak çalıştırarak tacirin istediği çoklukta “standart” mal üretmeye başlamalarına yol açacaktır... İşte ticaret sermayesinin sanayi sermayesini yaratması, ya da sanayi sermayesine dönüşmesi olayı budur.”(s.357)

Avrupa’da oluşan ticaret sermayesinin bazı yenilikleri vardır.

  1. Avrupa’da oluşan yeni ticaret sınıfı daha çok Yahudilerden oluşmuştu. Bunun da sebepleri vardı.
  1. Yahudiler oradan oraya sürülüp durmuşlar, gittikleri yerde toprakları olmadığı için ziraatla uğraşmıyorlardı. Sanayi üretimine de elleri pek yatkın değildi. Davut ve Süleyman peygamber de Kur’an’ın “cinler” dediği Fenikelileri çalıştırıyordu. Ellerinden gelen iki meslekleri vardı. Biri ilim, diğeri ticaret idi. Ticarette boş vakitleri vardı ve bir de herkesle temas ediyorlardı. Bu sebeple hem bilgili hem de tüccar idiler. Ne var ki, tarım ekonomisinde ticaret en aşağı bir meslektir ve bunlar hem dinen hem de meslek olarak aşağı görülmüştür. Ticaret bu sebeple bunların elinde idi.
  2. Uluslararası ticareti yapabilmek için bir örgüte ihtiyaç vardı. Bu da kendiliğinden oluşmuştu. Sürüldükleri için dünyanın her tarafına dağılan Yahudiler oralarda kendilerine birer mabet yapmış ve yerleşmişlerdi. Dolayısıyla, Yahudi herhangi bir kente gittiği zaman havraya gider ve orada sorununu çözerdi. Böylece havralar aynı zamanda ticarî merkezler olmuştu.
  3. Ticareti yapabilmek için mallar hakkında bilgi sahibi olmak, onları tanımak, onları kontrol etmek, onları fiyatlandırmak bir sanattır ve zor bir sanattır. Yahudiler işte bu hususta usta olmuşlardı. Yoksulluk ve gezgincilik hayatı onlara bunu öğretmiştir.
  4. Diğer taraftan Yahudiler ezilmiş bir topluluk olduğu için herkesle görüşüp konuşabiliyor, insanlarla diyalog kuruyor, çift dili de bunlar biliyordu. Yani, birbirleriyle savaş hâlinde olan ve dinleri sebebiyle birbirinden tevahhuş edenler bunlar sayesinde buluşuyorlardı.
  1. İslâm âleminde son derece gelişmiş el sanatları vardı. Bu teknoloji tâ Sümerlerden geliyordu. Tüm kültürlerin karışımı olarak oluşan İslâm kültürü sayesinde kendilerine yetecek kadar bir el sanayiini geliştirmişlerdi. Bu konuda mâhir olmuşlardı ve ihtiyaçlarını karşılamaya da yetiyordu. Oysa, Avrupa daha kentleşmeye başlamamış ve el sanatları da gelişmemişti. El becerisi yoktu. Doğu’dan el becerisini almak zordu, uzun zaman alırdı. Ama makine bilgisini almak kolaydı. Doğu’da keşfedilmiş olmasına rağmen, saraylarda sadece lüks işlerde kullanılan sanayi, Batı’da üretime yöneltildi ve el sanayinin yerine makine sanayii oluştu. Böylece Avrupalılar üretiyor, Yahudiler ise pazarlıyorlardı. Avrupa el sanayii yerine makine sanayiine doğru ilerliyordu. Yahudiler burada öğretmenlik de yapıyorlardı.
  2. Başlangıçta Avrupa kendi ham maddesini üretip dışarıya satıyıor, sonra kendi ihtiyacı olan mamul maddeyi alıyordu. Dünyada tüm ekonomik hareketlerde böyle olmuştur. Oysa, Avrupa’da sonraları dışarıdan ham madde alıp, Avrupa’da mamul hâle getirip, sonra dünyaya satmak mekanizması gelişti. Böylece artık sanayi kendi sermayesini oluşturmaya başladı. Avrupa artık sonsuz imkâna sahip olmuştu. Ham maddem veya yerim yok demiyor, yeter ki emeği olsun, yaşama şansını bulmuştu. Bu da nüfusunu artırmaya yöneltti.
  3. Dünya ticaretini yürütmek için Yahudilerin sayısı yetmedi. Yahudiler dinlerine de yabancı alamayacakları için kendilerine yabancılardan dostlar edinme durumunda oldular. Bu husustaki eksikliği Hz. Davut ve Hz. Süleyman zamanında Fenikelileri çalıştırarak gidermişlerdi. Bu çalışanlar daha çok duvarcı idiler. Bunlar kendi ülkelerinin izni olmadan çalışıyorlardı. Bu İbrani işçileri gizli cemiyet kurmuşlardı. İşte bu teşkilâtı zamanla genişlettiler ve Masonluk teşkilâtını kurdular. Masonlar demek, Yahudi olmadıkları halde Yahudilerle işbirliği içine giren kimseler demektir. Yahudilerle birlikte dünya ticaretini ellerinde tutan kimseler demektir.

Avrupa’nın yeni krallığı ortaya çıktı; sermaye krallığı, fiilen dünyaya hâkim olacak olan bir krallık. Bugünkü dünya bu krallığın zirvede olduğu ve çökmeye başladığı bir dünyadır.

 

-Yapımevlerinde iş bölümü doğmuş ve işçilik düşürülmüştü. “Yapımevi üretimi, sanayi alanında işbölümü, buna bağlı olarak “zanaatçıların işçileşmesi” sürecini başlatmıştır. Çok kişinin çalıştığı bir yapımevinde, bir işçinin, işin tümünü değil de bir bölümünü yapınca daha çok iş çıkardığı görülmüş, yapımevi içinde işbölümüne gidilerek, her işçiye işin küçük bir bölümü verilmeye başlanmıştır. Bu yolla yapım harcamaları (maliyetler) düşürülmüştür.”(s.357)

O zamana kadar insanlar kendileri üretiyor ve kendileri tüketiyorlardı. Yahut pazara götürüp satıyorlardı. Sonra tüccarlara satmaya başladılar. Yani, mal mübadelesi sözkonusu idi. Oysa, makine sanayiinde işçilik sözkonusu olmaya başladı. Halk işyerlerinde çalıştı, ücretini aldı, malları gidip çarşıdan almaya başladı. Yani, mal mübadelesinin yerini emek mübadelesi almaya başladı. Böylece insanlık bir basamak daha evrimleşti. Mal mübadelesi tüm canlı hücrelerinde vardır. Hatta canlılar arasında da vardır. Mesela, arılar çiçeklerle bal ve çiçek tozu alışverişi yaparlar. Ama emek mübadelesi yalnız insanlara has bir olaydır.

 

-Zanaatçılar işçileşmişlerdir. “Bu durum karşısında, kendi dükkânında kendi araçları ile üretimde bulunan zanaatçılar, yapımevlerinin ucuz mallarıyla yarışamayarak iflas etmiş, üretim araçlarını yitirmiş, gelip yapımevlerinde ücret karşılığı çalışmaya başlamışlardır ki, bu “zanaatçıların işçileşmesi” olayıdır.”(s.357)

Böylece Sümerlerden itibaren başlayarak oluşmuş olan el zanaatları dönemi sona ermiş, “işçilik dönemi” başlamıştır. Başka bir ifade ile söylersek, köylerde çalışan insanlar da kente gelerek işçi olmaya başlamıştır. Bu gelişme de nüfusun köylerdeki baskısını ortadan kaldırmıştır. İşte birkaç asır önce Avrupa’da meydana gelen sanayi inkılâbı, Asya ülkelerinde ancak 1950’den sonra başlamış ve henüz tamamlanmamıştır. Türkiye’de bu değişim ve gelişme 1950’de başlamıştır. Hâlen onun sıkıntılarını yaşamaktadır.

 

-Avrupa’da önce dokuma sanayii doğdu, buğdaydan çok yün kıymet kazandı. Tarımdan çobanlığa kayıldı. “Doğu-Batı ticareti, ilkin Doğu’nun yünlü kumaş isteklerinden dolayı dokumacılığı kışkırtmıştı. Dokumacılık Avrupa’nın en hızlı gelişen sanayi dalı oldu... Dokumaya olan talebin artışı yün talebini artırdı. Toprağı ekmektense orada sürü beslemek daha kârlı duruma geldi. Bazı büyük toprak sahipleri, topraklarında tahıl yetiştirmek yerine sürü beslemeye başladılar...”(s.358)

İnsanlar dokumacılığı toplayıcılık zamanında öğrendiler. Çıplak vücutlarını örtmek için ağaç yapraklarının koparıldığı zaman uzayan lifleri bellerine bağladılar. Sonra ağaç kabuklarından oluşturdukları şeritlerle sepet tekniği ile dokumaya başladılar, ipi keşfettiler, dokumayı ve örgüyü keşfettiler. Avcılık döneminde derileri dikmeye başladılar, çobanlık döneminde ise yün ve kılları değerlendirdiler. Teknoloji değişmedi, o günden bugüne hep aynı teknolojileri kullanıyoruz. İnsanlar tarih boyunca ilk geliştirdikleri makineler dokuma makineleri olmuştur. Meselâ, çömlekçilik çok sonra gelişmiştir. Tezgâhlar yapılmış ve dünyaya yayılmıştı. Avrupa’da yün vardı, tezgâh teknolojisi vardı, kumaşa müşteri vardı. Böylece ilk sanayi de onun üzerinde doğdu.

 

-Tarımdan çobanlığa dönüşünce serfler de işçi oldu. “Büyük toprak sahipleri, tarlalarını çayıra dönüştürünce, birkaç çobanla işi yürütüp, geri kalan serfleri, üstelik özgürlüklerini de bağışlayarak topraklarından çıkarmaya başladılar. Fabrikalar işsiz kalan bu serfleri işçi olarak çalıştırmak üzere beklemekteydiler. Bu “serflerin işçileşmesi” olayıdır.”(s.358)

Görülüyor ki, önce kasaba ve kentlerdeki zanaatçılar, sonra da köylerdeki serfler işçi oldular. Aslında ikisi birden oluştu. Avrupa’da köyler çiftlik sahiplerinin idi. Çiftlik sahipleri kendilerine gereken malları daha ucuz bir şekilde toptancılardan ithal malı olarak aldılar. Kasabadaki zanaatçılar işlerin kesat gitmesi sebebiyle fabrikalara işçi oldular. Çiftlikler hayvancılığa dönüşünce onlara da iş kalmadı ve onlar da kentlerde işçi oldular.

Oysa, İslâm ülkelerinde köylüler kendi topraklarına sahip oldukları için halk yine zanaatçıları destekledi. Topraklar da kendilerinin olduğu için köyü terk edip karın tokluğuna kente gitmedi. Dolayısıyla Doğu’da sermaye ucuz işçi bulamadı, çalıştıramadı. Buna bağlı olarak da makine sanayii doğmadı. Demek ki, varlık yokluğa, yokluk da varlığa götürür.

 

-Malikâneler kendilerine yeterli olmaktan çıkmış, kentteki patronlar hâkim olmaya başlamıştır. “Artık malikâne kendine yeterli bir ekonomik birim olmaktan çıkmıştır; kır-kent alışverişi hızlanmıştır. Böylece feodal üretim düzeninin kabuğu kırılmıştır. Buna uygun olarak, feodal toplum düzenin, feodal beylerin egemen yönetici sınıf oldukları feodal siyasal düzenin de temelleri sarsılmaya başlar...”(s.358)

İnsanlık evrim içindedir. Devamlı surette doğma, gelişme, yaşlanma ve çökme vardır. Ancak bu çökme hiçbir zaman sıfıra inmez. İnsanlığa daha iyi bir şeyin oluşmasında da böyledir. Mesela, bir kayalık üzerinde yosunlar tutunur. Bunlar kayayı aşındırıp üstünü yumuşatırlar. Sonra bu tozların üzerinde tek hücreli bakteriler ürer ve burada daha üstün canlıların yaşayabilecekleri toprak ve mekânı oluşturmaya başlarlar. Sonunda bu gelişme bizim bugün gördüğümüz ormanlarımıza kadar ulaşır. Evrim budur.

İnsanlar eğer yeniliğe uyarlarsa varlıklarını sürdürürler, uymazlarsa helâk olup giderler.

 

-Feodal düzen kapitalizm düzene gidiyordu. Ama askeri güç ve kaleler feodal aristokratın idi. “Bu ekonomik gelişmelerle, ortaçağ feodal tarımsal üretim düzeninin önemini yitirip, kapitalist üretim biçiminin yavaş yavaş “egemen üretimin biçimi” olması ile, aristokrasi ekonomik gücünü yitirmeye başlamışsa da, tahtını kolay teslim etmek düşüncesinde değildir... Çünkü elinde bazı kozlar, askeri gücü ve kolay teslim alınamayacak “kaleleri” vardır.”(s.358)

Kentteki tüccar sermayesi, yavaş yavaş tüm altın ve gümüşü elinde toplamıştı. Ancak sanayiciler ürettikleri mallarını halka satamıyordu. Bunun çare ve çözümü, halkın elindeki işyerlerini satın alarak halka parasını iade etmek oldu. Böylece yavaş yavaş taşradaki topraklar da kenttekilerin eline geçti. “Feodal kapitalizm” “tüccar kapitalizm”ine, tüccar kapitalizmi de “sanayi kapitalizmi”ne dönüşmüştü. Kilise, toprak ağaları, şövalyeler, krallar bir olup sermayeyi ortadan kaldırmak istediler. Dinî inanç ve kaleleri sebebiyle de bunlar direnebiliyorlardı.

İşte bunun karşısında yeni çıkar yollar aranmalı idi.

 

d. Savaş Teknolojisinde Ateşli Silahların Toplumsal Etkileri

-Süvari birlikleri ve kaleler ateşli silahlarla yok edilmiştir. “Ne var ki, savaş teknolojisindeki gelişmeler de ağır süvari savaş taktikleri ve kalelere sığınma yöntemleri dönemini sona erdirecek yönde ilerlemektedir. Savaş teknolojisindeki bu devrimi “ateşli silahlar” başlatmıştır.”(s.358)

Yahudi sermayesinin ordusu yoktu. Ancak, sermayesi dünyaya yayıldığı için onu yönetecek bir askeri güç de yoktu. Bu sermayeyi küstüren taraf ekonomik kan alamıyor, dolayısıyla fakirleşiyordu. Bu sebeple ona itaat etmek zorunluğu vardı. Yeryüzünde “ekonomik imparatorluk” kurulmuştu. Bu arada Doğu’da teknoloji gelişmiş ve barut bulunmuştu. Buna dayanarak tüfek ve top yapılmıştı. Ancak, bunlar devletlerin kendi iç üretimi şeklinde oluşuyordu. Tekel sermaye silah üretimini kendisi yaptı. Devletlere sattı, onları savaştırdı ve kendi hakimiyetini sürdürdü. Bu sistem hâlâ devam etmektedir.

 

-Moğollar Çinlilerden barutu öğrendiler, topa uyguladılar, kaleleri yıkıp Avrupa’ya kadar uzandılar. “Barutu Çin’den öğrenen Moğollar, onu toplara uygulayarak, 13. yüzyılda Avrupa sınırlarına kadar dayanırlar. Avrupalılar bu yolla ateşli silahları öğrenmiş olurlar... Tüfekler ağır süvarilerin pabuçlarını dama atacak, toplar, feodal beylerin son sığınakları olan kalelerini 1350-1550 arasında başlarına yıkmaya başlamışlardır.”(s.358, 359)

Barut Çinlilerden öğrenilmiştir. Ne var ki, Çinlilerle kültür teması kuran Moğollar değil, Türklerdir. Moğollar kendileri Müslüman olmamış Türktürler. Cengiz Han Türklere esir olur. Orada İslâmî yönetim sistemini öğrenir, kaçar, memleketinde teşkilâtı kurar, buna karşı gelenlere zulmü ve katliamı da kullanır. Müslümanlar ise savaşı kazansalar bile Cengiz’in yaptığı gibi bir zulüm ve katliam uygulayamıyordu. Cengiz Han, İslâm dünyasındaki genel gevşemeden yararlanarak çok büyük bir imparatorluk kurar. Hayatında dört oğluna fethetmiş olduğu geniş toprakları bölüştürür. Bunlardan üçü İslâmiyet’i kabul ederek Türkleşir. Kubilay Han da Budizmi kabul ederek Çinlileşir. Moğollar Avrupa’ya İslâmlaşarak gitmişlerdir. Moğolların hakimiyeti Türk-İslâm sentezinden ibarettir.

 

-Feodal beylerde ateşli silahları değerlendirme gücü yoktu. İmparatorlar da o kadar silah üretecek güce sahip değildi. “Ateşli silahlar ve savaş teknolojisi, ne feodal prensliklerin ne de imparatorluğun altından kalkabileceği bir teknoloji idi... İmparator, bu pahalı silahlarla birçok Avrupa ülkesini kendine bağlı tutabilecek kadar büyük orduyu donatabilecek olanaklara sahip değildi.”(s.359)

Her üretimin bir üretim seyri vardır. Az üretim pahalı olur. Üretim miktarı arttıkça maliyetler düşer. Ancak belli miktara erişince maliyetler yükselmeye başlar. Misal olarak ele alırsak, tüfek yapacaksanız demir gerekiyor. Bir tüfek için nakliye masrafları ile 100 tüfek için olan nakliye masrafları aynıdır. Demek ki, ne kadar çok tüfek üretirseniz o kadar ucuza mâl edersiniz. Ama bu durum sonuna kadar böyle devam etmez. Belli seviyeden sonra birim maliyet yükselmeye başlar. Piyasada demir bulamaz ve pahalı almak zorunda kalırsınız. İşte bu özel dönüm noktası her mal için ayrıdır. Top için bu dönüm noktası devlet aşamasındadır. Aşağı olduğu zaman da pahalıdır, yukarı olduğunda da pahalıdır. Bu sebeple bu işten ve gelişmeden ulusal devletler yararlandı.

 

-Burjuvazi sınıfı ile anlaşan krallar ateşli top ve tüfeklerle donatılmış ordular kurabildiler. “Ateşli silahlar, barutuyla, mermisiyle, maden işlemeciliği ile, dökümevleri ile “sanayi üretimi”ne bağımlı olan, dolayısıyla, sanayi ile uğraşan kentlerin, burjuva sınıfının altından kalkabileceği bir savaş teknolojisi yarattılar... Kentlerin ve kralların ateşli silahlar kullanan büyük piyade orduları ve topçuları söz sahibi olmaya başladılar.”(s.359)

Eski aristokratlar burjuva sınıfına cephe alınca, burjuva sınıfı da kendisini savundu. Burjuvanın parası olduğu için gelişmiş olan yeni savaş teknolojisinden yararlanarak kendisine gerekli olan her türlü silahları ürettirdi ve büyük orduları oluşturan beyleri ve kralları destekledi. Kendilerine karşı olan diğer derebeylerini ortadan kaldırarak hakimiyetini sürdürdü. Savaş teknolojisi gelişip, üretim ve ticaret de uluslararası olunca, bu işler kolay başarıldı.

 

-Deniz savaşlarında toplar kullanarak devletler denizlere hâkim olmaya başladılar. Müstemlekeciliğin yolu açıldı. “Ateşli silahlar ve savaş teknolojisi gemilere uygulanarak, deniz savaşlarında toslama ve bordoya yanaşma taktiklerinin tarihe karışmasına, buna bağlı olarak ateşli silahlar kullanan gemileriyle Avrupa ülkelerinin deniz egemenliklerine, uluslar arası ticareti tekellerine almalarına, giderek sömürgeciliğe yardımcı olacaktır.”(s.359)

Avrupa’nın sömürü sermayesi, Haçlı Seferleri ile başlayan ve hac yollarının açılması ile devam eden gelişmeler sayesinde zenginleşti. İhtiyacı olan teknolojik bilgiyi de Doğu’dan aldı ve büyük askerî güç oluşturdu. Başlangıçta bu güç Avrupa’nın iç düzenini değiştirdi. Bu değişime paralel olarak Avrupalılar ulusal devletler kurdular. Sonra bu yeni devletler dünyayı kendi aralarında paylaştılar ve diğer bütün insanları ülkeleriyle birlikte müstemleke hâline getirdiler. İnsanlık bir bütün olarak yeni bir dönem yaşamaya başladı.

 

-Aristokratik sınıfın yerini burjuva sınıfının almasının sebepleri. “Üretim ve savaş teknolojileri alanlarında, feodal toplumun kabuğunu kırıp, feodal üretim biçimi yerine, kapitalist sanayi üretimi düzeninin egemen üretim düzeni olmasına, aristokratların yerine burjuvazinin egemen sınıf olmasına olanak hazırlayan gelişmeler, ana çizgileriyle bunlardır.”(s.359)

Burada önemli olan tek doğru tesbit vardır. O da, Haçlı Seferleri’nin Avrupa’yı uyandırdığıdır. Ama mekanizması açıklanmamıştır. Şimdi biz bu mekanizmayı açıklayalım.

  1. Bu çağda Bizans ömrünü doldurmuştur ve çökmektedir. Müslümanlar Bizans’ın topraklarını almaktadır. Doğu’da Müslümanlarla Hıristiyanlar birlikte barış içinde yaşamaktadırlar. Ancak, Müslümanların Batı’ya doğru ilerleyişi kiliseyi korkutmaktadır. İspanya ve Sicilya’dan gelen İslâmî düşünceler de Hıristiyanları uyandırmaya başlamıştır. Bu gelişmeler sonucunda Cermenler Roma’nın siyasî hâkimiyetine son vermiş, ama Hıristiyanlaşarak dinî hâkimiyeti tesis etmiştir. Papa Avrupa içindeki hâkimiyetini kesinleştirmek ve Doğu’dan gelen silahlı, güneyden gelen kültürel tehlikeleri önlemek için “Haçlı Seferleri” düzenlemiştir. Avrupa’daki geçim sıkıntısı ve yeni Hıristiyan olanların dinî gayreti, haçlı ordularının teşkilinde kolaylık sağlamıştır. Haçlı ordusu Kudüs’e ulaşmıştır. Zaten çökmekte olan Bizans’ın çökmesini daha da hızlandırmıştır. Ama bütün bu gelişmeler Ortodoks kilisesini ortadan kaldıramadığı gibi, Müslümanların Batı’ya doğru ilerlemelerini de durduramamıştır.
  1. Haçlı Seferlerinde Hıristiyanlar önce lâikliği öğrendiler. Yani, bir devletin içinde çeşitli din mensupları yaşayabilir, bir dinin mensupları da ayrı devletler olabilir. Devlet dine değil, dile dayanır. Bu bilgi Batı sermayesinin çok işine gelmiştir. Çünkü sermayenin hükümranlığını sürdürmesi için önce Yahudilerin de hayat hakkı olmalıdır. Sonra, böylece insanları dinsizleştirmek de mümkün olur, çünkü dinler üzerindeki sosyal baskı kalkar. O halde lâik düzeni hem de biraz da çarpıtarak “ateizm” şeklinde yorumlayarak sahip çıktılar. Sermaye böylece dinsizleştirdiği Avrupa halkını istediği gibi organize etti. Ulusal devletleri oluşturdu, çoklu düzen kurdu. Dünyayı onlara parselledi. Aralarındaki savaşı durdurdu. Germenleri yerlerinde oturtmak için Almanlara müstemleke yeri ayırmadı. Ekonomi düzeni kurulmuştu. Her ülkedeki Yahudi tüccarları ve onlarla bir olan Masonlar, kendilerine ayrılmış bulunan ülkelerden ham maddeler alıyor, Avrupa’da mamul hâle getiriyor ve yine onların kanalıyla kendilerine ayrılmış olan ülkelere satıyorlardı. Kazanan Yahudi tüccarlar, jandarmalığını yapan ise Avrupa ülkelerinin Hıristiyan halkı idi. Sömürülen de tüm dünya ülkeleri olmuştu.
  2. Sonra astronomiyi öğrendiler. Avrupalılar, büyük sanayi inkılâbını Newton’un çekim kanununa borçlu sayarlar. Newton bu kanunu kendisinden önce gelen Galile ile Kopernik’e dayandırır. Bunların mesnetleri ise Güneş merkezli Kâinat idi. Güneş merkezli Kâinat, Mezopotamyalılarda düşünülmüş, Yunanlılarda ele alınmış, ama sonra terk edilmiştir. Müslümanlar matematik ve cebir ilmini öğrendikten sonra bu iki sistemi hesapla karşılaştırmış ve daha kolay sonuçlar vermiş olması nedeniyle Newton’dan 500 yıl önce benimsemişlerdi. Astronomi kitaplarında her iki sistem okutuluyor, karşılaştırma yapılıyor, Güneş merkezli sistem tercih ediliyordu. Müslümanlar kıble, namaz vakitleri, gökteki ay hesaplarını yapmak için astronomi ile ilgilenmişler; daha kolay hesaplama imkânı verdiği için de Güneş merkezli sistemi kabul etmişlerdir. Bu hesaplamaları tahkik etmek için de pek çok gözlemler yapılmış ve rakamlar bulunmuştur. Gezegenlerin hareketleri ile çizdikleri yörüngeler gözlemlerle çok iyi tesbit edilmiştir. Kopernik’in yaptığı, bu görüşü Avrupa’ya aktarmasından ibarettir. Galile ise dürbünüyle değerleri gözetlemesi idi. Avrupa artık bunları gözetlemekle meşguldü. Newton bu cetvellere dayanarak çekim kuvvetini ortaya attı ve çekim kuvvetini atalet kanunu ile izah etti. Avrupa hareketi doğmuştu.  
  3. Coğrafyayı öğrendiler. İslâm coğrafyacıları eski dünyanın her yerine ulaşmışlardı. Doğu’da sabahın erken olduğunu öğrenmişlerdi. Önce günün saatlerini ölçüyorlardı. Kolaylıkla enlemi ölçüyorlardı. Bunlar eskiden beri bilinenlerdi. Ama boylamların ölçülmesi tam çözülmüş değildir. Bunu Ay tutulması ile ölçtüler. Tutulma doğuda daha geç , batıda daha erken saatlerde başlar. Saat farkından ülkenin boylamını ölçtüler. Böylece bildikleri ülkelerin enlem ve boylamlarıyla haritalarını yaptılar. Küresel çizimler ortaya koydular. Batı dünyasının askerleri ve ilim adamları bunları tamamen almışlardı.
  4. Pusulayı öğrenmişlerdi. Pusulanın önemi şudur ki, pusula sayesinde denizin neresinde olduklarını bilebiliyorlardı. Bu sayede denizaşırı ülkelerde bile gezme imkânın buldular. Çünkü bu arada gemiciliği de çok ileri safhada öğrenmişlerdi.
  5. Barutu öğrenmişlerdi. Barutun yararı, denizlerde korkusuzca dolaşabilme demekti. Artık gemileri korsanlar gelişigüzel soyamıyorlardı. Topu olan büyük gemi, topu taşıyamayacak olan küçük gemileri hemen batırabilirdi.
  6. Kâğıdı öğrenmişlerdi. Böylece artık herkes ilimle meşgul oluyordu. Herkes okur-yazar olmuştu. Matbaa bile icat edilmişti. Burada en önemli husus, tekel sermaye artık bilimi destekliyordu. Bilim kralların himayesi dışına çıkmıştı. Bilim bir halk harekâtı hâline gelmişti. Sermaye bilimi destekliyordu ama bazı şartları vardı. Bilim ateist olmalıydı. Buna muhtaçtı. Bu sayede çok güçlü olan kiliseyi çökertebilirdi.
  7. Bu arada bütün bu gelişmeler Doğu’dan geliyordu, halk Müslüman olabilirdi. Bu da Yahudi sermayesinin asla işine gelmezdi. Çünkü kendisi devreden çıkma durumunda olurdu. Diğer taraftan Avrupa’nın ve Asya’nın Yahudileşmesi sözkonusu olmadığına göre, Avrupa’ya Müslümanların görüş ve fikirlerini nasıl kabul ettirecekti? Bu yüzden bunların Müslümanlara ait değil de, Yunanlılara ait olduğunu söyleyecektir. Onların politeizmini ateizme çevirerek, hem Avrupa’ya yeni görüşleri götürecek, hem de Avrupa’yı dinsizleştirecek ve böylece sermaye hakimiyetini rahatlıkla sürdürecektir. Faiz yasağı gibi engellerle karşılaşmayacaktır.

Bir taraftan bu kültürel ilişkiler devam ederken, önemli siyasi gelişmeler olmuştu.

  1. Kuzey Afrika tamamen Müslümanların eline geçmişti. Doğudan da İstanbul fethedilmişti. Böylece Avrupalıların artık eski Haçlı Seferleri gibi hayalleri bitmişti. Bunun başka bir sebebi daha vardı. Avrupa hacıları Müslüman ülkelerde çok daha güvenli, hem de bedava olarak seyahat edebiliyordu. Müslümanlarla dost olmuşlardı. Bundan dolayı Müslümanlar aleyhinde Avrupa’da dinî faaliyetler göstermek artık çok zordu.  
  2. Müslümanlardan öğrendikleri bilgi ve teknoloji ile Müslümanlardan ümitlerini kesen Avrupa, alternatif olarak Amerika’yı keşfetti ve oraya muhaceret başladı. Avrupa’daki uyanışı destekleyen Haçlı Seferleri’nin başlamasıdır, ama Avrupa Uygarlığı’nı uygarlık hâline getiren ise Amerika’nın keşfidir. İstanbul’un fethinden yarım asır geçmeden kısa bir zaman sonra, Avrupa’nın kaderini Amerika’nın fethi değiştirmiştir.

Bu fetihten sonra neler oldu?

  1. Avrupa son derece bâkir topraklar buldu. Oraya giden Avrupalılar anavatanlarını mâlen desteklediler, vergiler verdiler.
  2. Avrupalılar orada para olarak kullanılmayan altın stokları buldular. Sermaye sahibi oldular. Tabii ki, bu sermayenin sahibi Yahudiler olmuştu.
  3. Avrupa daha önce kenarda bir yerde iken, bu gelişmelerden sonra Avrupa merkez oldu. Dolayısıyla ekonomik artılar Avrupa’da toplanmaya başladı.
  4. En önemlisi, Avrupa halkı ve sermayesi, Müslümanlardan örendikleri ama Yunan’dan geldiğini iddia ettikleri müsbet ilme inandılar. İslâm Uygarlığı bir kara uygarlığı, yani iç uygarlıktı. Dolayısıyla açık denizler boştu. Avrupa, Amerika’yı keşfetmekle yalnız Amerika’yı değil, tüm dünyayı ilme ve teknolojiye inandırdı. Sermaye, ateist olmak şartıyla bu gelişmeyi destekledi. Bu halk eğitimi sistemi İslâmiyet ile başlamıştı. Ancak ilim teknolojide kullanılmadığı için daha çok amatörce yapılıyordu. Oysa, Avrupa bunu profesyonelce yapmıştır, hâlen yapmaktadır da.
  5. İstanbul’dan göç eden Bizans âlimleri Avrupa’ya yeni kültürü şarj ettiler. Çünkü onlar Yunan geleneğini sürdürüyorlardı.
  6. İstanbul’un fethi ile İslâm-Kilise savaşı başlamıştı. Yahudi sermayesi bu düşmanlığı ve savaşları desteklemiştir. Sermayesiyle bu savaşları finanse etmiştir. Savaştırır, masaya gelir ve barışı sağlardı. Bu politikası sayesinde kendi varlığını emniyete almıştır. Müslümanların lâik görüşlerinden yararlanarak onların arasında yaşamayı tercih ederdi. Savaştan sonra masada Müslümanları gözetirdi. Yani, maddeten onları desteklerdi, masada ise dengeyi gözetirdi.

İslâm’ın uzantısı olan Avrupa Kuvvet Uygarlığı, günümüz uygarlığına böyle ulaştı.

 

B. Yeniçağda Siyasal Gelişmeler

-Tarihte ekonomik bütünlük, sosyal bütünlüğü doğurmuştur. “Tarihte siyasal birimlerin, o dönemin üretim biçiminin yarattığı “ekonomik bütünlenme”nin yol açtığı “siyasal bütünlenme”ler olarak ortaya çıktıkları görülür. Ne demektir ekonomik ve siyasal bütünlenmeler?”(s.359)

İnsanın his, fikir, irade ve ünsiyet melekelerinden oluşmuş, ilmî, dinî iktisadî ve siyasî müesseseleri vardır. Bunlar birbirini etkilemektedir. Acaba hangi sıraları takip ederler? Hangisi hangisinden sonra doğar. Mantıkî sıralanış şöyledir:

  1. İnsanlar önce bir şeye inanırlar ve bu maksatla bir araya gelirler. İnsanları bu inanışa sorunları götürür. Yani, acıkan insan nasıl yemek ararsa, sosyal sorunlarla karşılaşan insan bu sorunlara çare arar. Bunun için bir kişi ortaya bir görüş atar, insanlar da o söz etrafında toplanırlar. Söz bir inanışın sembolüdür. O söz topluluğu oluşturur. Onu attınız mı o topluluk dağılır. Mesela, bugünkü “Türkiye Cumhuriyeti” devletimizin temelidir. Buna krallık desek, tüm varlığımız elden gider. Yahut, bunu Kürt devleti yapsak, yine tüm varlığımız elden gider. Çünkü bugünkü insanlar isteyerek ve istemeyerek bu iki kelime etrafında toplanmıştır. İsteyenler severek onu istemektedir. Onu bıraktığımız zaman bize hasım kesilir ve bizi bırakırlar. Korkularından benimseyenler de kelimenin değişmesiyle insanların değişmeyeceğini bildikleri için fırsat bilip topluluğumuzu dağıtırlar.
  2. Böylece oluşan topluluk kendi hayat felsefesini oluşturur, hareket projesini yapar, hazırlığını yapar. Burada kişiler kendilerini eğitmiş olurlar. Bu onlar arasında inanç birliğinin yanında bilgi birliğini, proje birliğini sağlar.
  3. Sonra topluluk bilgilerine göre uygulamalar yapmaya başlar ve üretim ortaya çıkar. Bu suretle toplulukta refah başlar.
  4. Nihayet, yeni ekonomik düzenin sorunlarını çözmek için siyasi gelişmeler olur.

 

Bu sistem her zaman böyle değildir. Bazan ters oluşlar olur.

  1. Dışarıdan gelen bir baskı ile inanmadıkları halde, insanları yeni eğitime tâbi tutar, inançları değiştirebilir. Türkiye’de Tanzimat’tan beri böyle yapılmaktadır.
  2. Bir siyasi güç yeni bir ekonomik düzen kurar ve o sayede halkın inançları ve bilgileri ona göre ayarlanır.

Avrupa’da olan gelişme şöyledir; dış karşılaşma halkın ekonomisini değiştirmiş, sonra siyasi değişme olmuştur. İslâmiyet’te ise önce inanç, sonra ilim, sonra siyasi değişme, en sonunda ekonomik gelişmeler sağlanmıştır. Tüm insanlık için izlenen evrim ise;-

  1. Peygamberler gelir ve insanların inançlarını değiştirirler.
  2. Tedris yoluyla ilim ve öğrenimde yenilik yaparlar.
  3. Siyasi düzeni kurarlar, hukuki düzeni kurarlar.
  4. Arkasından ekonomik düzen doğar.

Yeni ekonomik düzene eski düzen cevap veremez, çöker. Yeniden yeni bir peygamber ve yeni bir uygarlık gelir. Kur’an’dan sonra peygamberlerin görevini “ilim adamları” yapacaklardır.

 

a. Ulusal Ekonomik ve Siyasal Bütünlenmeler

-Ekonomi tek yanlı sömürmeye müsaitse, rejim de baskıcı olur. “Siyasal bütünlenme, ekonomik bütünlenme sisteminin olabildiğince sürekli olmasını, sisteme baş kaldırılmamasını, kaldırsa da, tinsel ve maddî bütün yollara başvurularak bastırılmasını sağlamaya çalışır. Ekonomik bütünlenme ne kadar tek yanlı ve sömürmeye dayanan bir bütünlenme ise, karşılıklılığa dayanmayan ekonomik bütünlenmeyi sürdürmek için o kadar kaba güce ve baskıya başvurulur.”(s.360)

Burada da hatalı ifade vardır. Ekonomi hukukla düzenlenir. Eğer düzenlenme iyi ise, serbest ekonomi sistemi varsa, yargı adil çalışıyorsa, o ülkede tam demokrasi vardır, hürriyet vardır. Eğer hukuk düzeni ekonomiyi götüremiyorsa, insanların aç kalmaması için yönetim o nisbette müdahale eder; bu müdahalede ekonomiyi düzelteceğim derken bozmaya başlar ve devletçi bir ekonomi oluşur. Marks bunu şöyle açıklıyor. Serbest ekonomi sistemi faaliyette iken, zamanla tekeller oluşur ve sektör monopolleri ortaya çıkar. Bu “kapitalizm”dir. Sonra sektör monopolleri de anlaşır ve devlet monopolü ortaya çıkar. Bu “sosyalizm”dir. Sonunda bu da yıkılır ve “komünizm” doğar. Marks bu teşhislerinde tamamen haklı çıkmıştır. Sadece devlet monopolü yerine banka monopolü ortaya çıkmıştır. Sosyalizm yıkılmış ama komünizm gelmemiştir. Yerine şeriat düzeni, hukuk düzeni, demokrasi düzeni yani adil düzen gelecektir. Biz buna “halk ekonomisi” diyoruz. İlk ekonomi olan liberalizmden farkı, bu ekonominin genel hizmetlerle örgütlenmiş olmasıdır.

 

-İtalya’daki ticaret merkezleri kent devletleri olarak kaldılar. “İtalyan ticaret kentlerinde feodal düzenin yerini burjuva demokratik cumhuriyetlerinin aldığını söylemiştik. Çünkü bu kentlerde, 13.-14. Yüzyıllarda ekonomik bütünlenme kent çapındaydı: ... kent devletleri olarak kaldılar.”(s.360)

Deniz ticaretine açık kıyılardaki kentlerin dışarı ile sıkı ilişkileri vardır. Genellikle her kentin bir ülke ile ilişkileri sözkonusudur. Bu yakınlıktan ileri gelebileceği gibi, o kente gelip yerleşen halk da o iki ülkenin karışımı olabilir. Bunlar genellikle merkezden uzak olduğu için ülkenin yönetimine hâkim olup büyüyemezler. Buna hevesleri de yoktur. Çünkü ekonomik çıkarları sözkonusu değildir.

 

-Daha büyük ekonomik gelişme, daha büyük siyasal bütünleşmeyi gerektiriyordu. “... Kısacası, daha geniş çaplı bir ekonomik bütünlenme, daha geniş çaplı bir siyasal bütünlenmeyi gerektiriyordu.”(s.361)

Kâinat’ta evrim kanunları hâkimdir. Evrim kanunu, işbölümü içinde evrimleşip büyümeyi, parçalanıp daha ileri bir birlik içinde büyümeyi gerektirir. Sosyal evrim budur.

Avrupa Hıristiyanlaşmakla büyüme yolunda adım atmıştı. Papa yönetiminde büyümüştü ama bu arada parçalanma da oluşmuştu. Yeniden ekonomik büyüme ile krallıklar oluşuyordu. Sermaye buradaki gelişmeyi bilinçli şekilde destekledi.

 

-1000-1400 arasında kara Avrupa’sında da kentleşme başlamıştır. “Cermen ve Frank şövalye örgütlerince yaratılan Baltık ve Akdeniz ticaret imparatorlukları, 1000-1400 tarihleri arasında Avrupa kasabalarının gelişmelerini desteklemişlerdi... Pazar ekonomisi Avrupa’nın iç dokularına işlemeye başlamıştı.”(s.361)

Bir mala pazar bulunursa, o mal her yerde üretilmeye başlar. Bu üretme kasabaların bu üretimi sağlayacak şekilde örgütlenmelerini gerektirir. Emek ve ham madde sebebiyle yerinde üretim yapan Avrupa, büyük şehirlerin yerine kent örgütlenmelerine yönelmiştir. Bunun başlıca sebebi, halkın hâlâ özgürlüğünü sevmiş olmalarıdır. Altyapı imkânlarının kent ile köyler arasında henüz fazla açık olmaması nedeniyledir.

 

-16. ve 17. Yüzyıllarda burjuvazi bazı krallıkları destekledi. Filozoflar mutlak monarşiyi savundular. Burjuvazi böylece derebeyleri ortadan kaldırabilirdi. “Bazı prensler, burjuvazinin yardımlarıyla ulusal devletleri ve mutlak monarşileri kurarlarken, aslında, bilerek ya da bilmeyerek burjuvazinin davasına hizmet ediyorlardı... İtalya’da Machiavelli, İngiltere’de Hobbes, Fransa’da Bodin tarafından temsil edilen mutlak monarşi kuramları çağın düşünüşüne damgalarını bastılar.”(s.362)

Üstünlüğü ellerine geçiren Yahudi sermayesi, yeniş bir dünya düzeni kurma hareketine girişti. Önce Avrupa’yı parçalayacak, parçaların her birinde ulusal devletler kuracak ve bu ulusal devletleri birbirleriyle çatıştırarak dengeyi oluşturacak, ondan sonra da tüm dünyaya bunlarla ekonomisini yayabilecekti. Kendisine pazar bulabilecekti. Bu arada topraklara sahip olabilmek için feodal sisteme son verilmeliydi. Çünkü toprak sahipleri topraklarını para ile satmazlar. Topraklarını satmak onlara vatan satmak gibi gelir. Türkiye’de boş duran araziler var. Kimse satmıyor. Sovyetlerde de aynı durum vardır.

Sermaye, feodal beylerden birini destekledi ve diğer beylikleri ortadan kaldırdı. Krala yönetimi verdi ve kendisi topraklara sahip oldu.

Avrupa’daki bütün fikir hareketleri sermayenin satılmış kalemleridir. Avrupa Uygarlığı budur. Fikirlerin ve felsefenin samimiyetle bir alâkası yoktur. Onun için hepsi ateist felsefeyi savunmuştur. Türkiye’deki kitaplarda da onun için saçma saçma şeyleri savunurlar.

Bunu yenmenin yolu “halk ekonomisi”ni oluşturmaktır, “mal senedi ekonomisi”ni oluşturmaktır, “mala-mal marketleri”ni kurmaktır, “ahşap ev siteleri”ni oluşturmaktır.

 

-Genel olarak ulusal sınırlar ırk üzerinde değil, dil üzerinde kuruldu. “Bölgeler arası sürekli karşılıklı ekonomik ilişkiler, yüzlerce bölgesel dilden ve lehçeden ve Latince’den uzaklaşılarak, bölgesel dillerle Latince’nin karışımları olarak ortaya çıkan ulusal dilleri yarattı. Siyasal bütünlenmeler de daha çok ulusal dillerin sınırlarıyla çakışma yönünde gelişti. Ulusal devletlerin sınırları, ırk sınırları değil, dil sınırları üzerine çizildi...”(s.362)

Ulus, sosyal bir yapıdır. Arapların devleti yoktu ama dilleri vardı ve bir ulus idiler. Türklerin devleti yoktu ama büyük bir ulus idiler. Kur’an devletinin yapısı ulusçuluğa dayanır, ulusçuluk da dile dayanır. Kur’an’a göre, Allah insanları birbirine düşman yapmak istedi. Onlar savaşacaklar, evrim kanunları böyle çalışacaktı. Yeryüzü nüfusu böyle dengelenecekti. Farklı dil konuşanlar arasında savaş kolay olur. Topluluklar aşağıdaki şekilde oluşur.

  1. Ocak dili somut bir dildir. Onlar “dere” deyince belli dereyi anlarlar, “dağ” deyince karşılarındaki dağı anlarlar. İki dağ varsa, yanına sıfat koyup ayırırlar.
  2. Bucak dili yazı dilidir ve adlar daha çok cins isimlerle ifade edilir. “Dağ” deyince, herhangi bir dağı anlarsınız. “Dere” deyince herhangi bir dereyi anlarsınız. Marife olarak kullanınca belli bir dereyi anlatırsa da, bu geçici manâsıdır.
  3. İl dili sanat dilidir. Sanat dili fikirlerden sonra duyguları anlatır. Halk dağlarını, derelerini, topraklarını ve halkını severek orada yaşar. İlinden ayrılan kimse gurbettedir. Kendisi diğer illerin insanlarıyla fikirleriyle anlaşırsa da, duygularıyla anlaşamaz.
  4. Ülkeler hukuk dilini, yahut mantık dilini konuşurlar. Mantık dilinde kavramlar hukuken tanımlanmıştır. Sayıları içermez.
  5. İnsanlık dili ilim dilidir. Bu matematik dildir.

Bir devlet bir beden gibidir. Birçok müesseseleri vardır. Belli sayıyı almadan devlet oluşamaz. 30 milyon ile 100 milyon arasındaki nüfus bugünkü devleti yaşatabilir. Ondan küçük devletler yeterli işbölümü yapamazlar. Büyük olanlar arasında koordine sağlanamaz. Doğu’da imparatorluklar oluşmuştur ama devleti hep bir dili konuşan halk kurmuştur. Bu eski çağlarda da böyle olmuştur.

 

-Ekonomik bütünlükle önce dil, sonra ulus ortaya çıkmıştır. “... Ancak bu dil birliklerinin altında da çok çeşitli ve karmaşık tarihsel etmenler yanı sıra ekonomik bütünlenmelerin yattığı unutulmamalıdır.”(s.362)

Dil insanların birbirleriyle anlaşma aracıdır. Bir ülke üzerinde siyasi veya başka sebeple kapalı bir topluluk oluşmuşsa zamanla ortak dilleri oluşur. Mesela, Sovyetlerde herkes Rusça bilmektedir. Türklerden evvel Müslüman olan bütün halk sonunda Arapça konuşmaktadır. Ekonomik birliktelik aynı dili oluşturur. Bu zorunlu ilişkilerden doğar. Bugün Türkiye bir ulus olmuştur. Bir asır daha devam ederse, tam karışmış ve kaynaşmış ulus olur.

 

b. Mutlak Monarşilerin Ortadan Kaldırılması

-Görevlerini bitiren monarşileri de tasfiye etmek istedi. “Mutlak monarşiler, burjuvazinin kendilerine verdikleri feodal siyasal birimleri temizleme tarihsel görevlerini yerine getirdikten sonra, burjuvazi mutlak monarşileri eskimiş bir süpürge gibi atmak istedi. Çünkü tarihsel görevlerini tamamlamışlardı...”(s.362)

Yahudi sermayesi  önce ulusları oluşturup birbirlerine düşürebilmek için kabiliyetli beyleri destekledi. Ne var ki, bunlar beylik zamanlarında krallık eğitimini almışlardı. Uluslarına hâkim olmuşlardı. Bu durumda büyük sermayeyi desteklemiyor, yine asilzadelerle, kiliseyle işbirliği içine girmişlerdi. Hattâ teslim olan derebeyler yine varlıklarını sürdürüyordu. Şimdi de ortadan kaldırılmaları gerekli idi.

 

-18. yüzyılda burjuvazi krallara cephe alınca, bu sefer krallar aristokratik sınıfla bir oldu. Yani toprak beyleri, şövalyeler ve rahiplerle birleşti. “Ne var ki burjuvazi, karşısında kendi yetiştirmesi olan mutlak monarşileri buldu... Monarklar, feodal aristokratik güçlerle işbirliği yaptılar... 18. Yüzyılda roller değişti...”(s.362)

Siyasette esas olan kuvvettir. Gerekli anlaşmalar ona göre yapılmıştır. Sermaye bundan önce dine karşı iken, şimdi dinleri yanına alarak eski sömürüyü sürdürmek istiyor. Türkiye’deki din adamları ortak pazara karşı iken, şimdi mutlak savunucusu olmuşlardır. Çünkü hükümetler baskı yaptırıyor, diğer taraftan da hakkını savunur görünüyor. Bu birlik başarıya ulaşacak mı? Hayır, çünkü evrim kanunlarına aykırı bir bakış.

 

-Düşünürler bu sefer mutlak monarşiyi bırakıp serbest ekonomiyi ve cumhuriyetçiliği savundular. “... Bu yoldaki düşünsel gelişmeler, klasik ekonomi kuramında olgunluğuna ulaştı.”(s.363)

Batı Uygarlığı sahte bir uygarlıktır. Doğu’dan aldığı bütün değerleri, çoğu Yahudi olan düşünürlere mâl ederek kendi buluşları imiş gibi adlar takmışlardır. İnandıkları hiçbir şey yoktur. Patronları ne derse onu savunurlar. Sahte sahte varsayımlar icat etmişlerdir. Analizci bir bilim sahibidir, sentezci değildir. Genel dünya görüşünü tekel sermaye kendisine saklamaktadır. Materyalist bir uygarlıktır. Çıkarı için her türlü ahlâksızlığı kutsallaştırmaktadır.

 

-Kralların egemenliğini Tanrı’ya değil, başka kurallara dayandırdılar. “Ancak prenslerin ve kralların yönetme hakkını Tanrı’dan aldıklarını söyleyerek savlarını dinsel temellere dayandıran ortaçağın aristokratik siyasal kuramlarından farklı olarak, kralların egemenliklerini layik kuramlarla temellendirmeye çalıştılar.”(s.363)

Düşünürler ateizmi savunmak zorunda idiler. Kralların mutlak hâkimiyetine bir dayanak bulmaları gerekli idi. Bu da kuvvet teorisi idi. Kim kuvvetli ise o haklı idi. Hangisini sermaye destekliyorsa o kuvvetli olduğu için yönetme hakkı da onundu. Krallar sonra kendileri kuvvetli olunca, kuvvete dayalı ahlâk anlayışı da düşmüştü. Başka hak anlayışı arandı. İşte Batı dünyasının savunduğu felsefe parti propagandası seviyesinin üstünde değildi. Kötü tarafı, hep gizli güç olan sermayenin çıkarlarını sahtekârlıkla savunuyordu. Yani, asıl amacını gizliyordu.

 

-Aristokratik sınıfları devirecek kılıflar hazırladılar. “Monarşiyi sınırlamak istedikleri çağda, 18. yüzyılda burjuva ideologları, siyasal erkin kaynağının “halk” olduğunu... öne süren kuramlar geliştirdiler. Böylece burjuvazi, monarkların çevresinde örgütlenmiş aristokratik yönetimler kendisini iktidara ortak etmediği ya da iktidarı kendisine teslim etmediği durumlarda girişeceği devrimleri kışkırtıcı ve bu devrimlere kılıf hizmeti görecek ideolojik silahlar hazırlıyordu.”(s.363)

Kuvveti iktidar kaynağı yapınca kuvvetlenen iktidarlar sermayeyi dinlemedi. Onu bertaraf etmek için demokrasiyi icat etti. Ama bütün felsefesinde sahte olan Batı, bunda da sahtedir. Halk hakimiyeti dediği, sermaye hakimiyeti demekti. Partiler oluşturacak, sermaye kimi desteklerse o iktidarda olacaktır. İstemediği kimseyi iktidardan indirecektir. Bunun için izah ettiği bir yöntem vardı. Eşit güçte iki parti olacaktır. Bazan bunların yedekleri olan iki parti de mevcut olacaktır. Bunlar birbirleri ile boğuşurken, kimi desteklerse o iktidarda olacaktır. Seçim, sadece kimin sermaye dostu olduğunu kanıtlamak için halkın kullanılması oyunu idi. Merkezî yönetimi benimsedi ki, bu demokrasinin katli idi. İki partili sistemi benimsedi ki, bu da demokrasiye vurulan kelepçe idi. Ekseriyet sistemini almıştı ki, bu da kimin kuvvetli olduğunu gösteren yarış meydanı hâline getirmiştir, seçimi. Üstelik seçimi gizli yapıyordu ki, yöneticiler baskı yapıp kendilerine karşı silahlı olmasınlar.

Bu sözlerimle sakın Avrupalıları, yahut Yahudi dinine mensup olanları itham ediyorum sanılmasın. Batı Medeniyeti’ni oluşturan sermaye örgütünü anlatıyorum. Kilise, havra, halk, çalışanlar bunların mağdurudurlar. Bununla beraber, Batı Uygarlığı ancak böyle doğabilirdi. Hak uygarlığı içinde böyle bir başarıya ulaşma imkânı yoktu.

Mü’minler ister Yahudi, ister Hıristiyan, ister Müslüman olsun, bu çirkefin içinde elbette hiçbir zaman olamazlar. Mü’minler şükretmeliler ki, 500 yıllık bu oyun içinde din hiçbir zaman bu zalim sermayenin dostu olmamıştır. Böyle bir ayıbı sırtına almamıştır.

İnsanlık Anayasası” ile kurmakta olduğumuz uygarlık, yalana, hileye, zora dayanmayacaktır. Hak uygarlığı olacaktır. Bizimle ehl-i hâl değil, ehl-i zulüm savaşacaktır. Biz değil, Allah onları perişan edecektir. Kur’an, zalimler için bütün bunları haber veriyor.

 

c. Parlamentonun Doğuşu

-Krallar ve prensler, savaş ve diğer harcamalar için aristokratlardan para istemek için toplantılara çağırdılar. Sonunda bunlar yasama meclisleri oldu. “Prensler ve krallar, savaşlarda ve öteki bazı olağanüstü harcamaları gerektiren işlerde kendilerinden para istemek için aristokratları toplantıya çağırıyorlar, onları geleneksel feodal meclislerde topluyorlardı... Bu meclisler zamanla kralın vergi vb. parasal önerilerini kabul ederek yasallaştıran yasama meclisleri durumunu aldılar.”(s.363, 364)

Feodal beylerin askerî gücü kendi halkını zorla yönetecek gücü olmaz. Halkıyla anlaşarak yaşamak zorundadır. Bu sebepledir ki, site devletlerinde daima meclisler vardır ve demokrasi bunlardan doğar. Devletlerde ve imparatorluklarda ise özel ordular bulundurulur ve iç isyanlar onunla bastırılır. Ancak Avrupa krallığı sermayenin oluşturduğu sitelerden dönüşme bir yönetim olduğu için merkezî özel orduları yoktu. Siteler gibi halka dayanmak zorunda idiler. İşte bu da millî meclisleri oluşturmaya başladı. Başlangıçta aristokratik sınıftan oluşuyordu. Kralların bunları ikna etmeleri gerekiyordu.

İnsanlık Anayasası”nda hukuk düzeni bucaklarda kuruluyor, demokrasi böylece korunuyor. İl ve ülke merkez bucakları taşra temsilcilerinden oluşturuluyor ve buralarda yine bucak sistemi ile yönetiliyor. Yerinden yönetim olduğu için taşra bucaklarına karışma hakları olmuyor. Gelir kişilerin gönül rızası ile verdiği veya ekseriyetin kararı ile konan vergilerle değil, “İnsanlık Anayasası”nın koyduğu kurallarla işletmelerden genel hizmet ve kredi karşılığı alınan paylardan oluşmaktadır. Meclisler servet sahibi olanlardan veya askerlerden değil, âlimlerden seçilen halkın ilmî danışmanlarından oluşmaktadır. Meclis para kaynağı değil, yasa kaynağı olmaktadır. Bu anayasada yeni vergi icat etme diye bir yetki yoktur. Merkez bucaklar merkezlerdeki işletmelerden vergi alırlar, taşradaki işletmelerden vergi almazlar. Taşra asker verir, bir de bedel verir.

 

-Krallar aristokratlardan ayrı burjuvaları da toplayarak pazarlıkla para toplamaya başladılar. Fransa’da ortak meclis oluşturuldu, böylece millî meclis doğdu. Zenginler de aristokrat oldular. “... Böylece Fransız devrimi öncesinde Meclis kurulmuş oldu. Bu mecliste burjuvalar da, istedikleri biçimde yönettikçe krala istediği parayı vermekte duraksamadılar. Burjuvalar da aristokratların siyasal ayrıcalıklarına sahip olmuş, meclise girmiş oluyorlardı.”(s.364)

Krallıkları sermaye oluşturmuştu, kralları aristokrasiye muhtaç etmişti. Sonra zenginleri de ayrı güç olarak oluşturuldu. Ortak meclisle bunlar eşit seviyeye getirildi. İsrail oğullarının ilmî çabaları Batı dünyasını işte böyle şekillendirmeye başladı. Bilen, bilgi sahibi olan yönetir. İlk bakışta sermaye yönetiyor gibi görünse de, sermaye de aslında sadece araçtır. Yöneten ilimdir. Hâlâ, Yahudiler dışındaki diğer halklar ilimle değil, sporla meşguller; ibadetle değil, seksle meşguller... Bunun sonucunda da sömürülmektedirler, ezilmektedirler. Ne var ki, Allah böyle bir düzeni gerektiği kadar yaşatır, ondan sonra mü’minleri çıkarır ve zulüm düzenini ansızın balon gibi söndürüp gider. “İnsanlık Anayasası” bu mü’minleri beklemektedir.

 

-Bundan sonra halk meclisleri kralların gücünü kırdılar. Kıramadıkları yerlerde de devrimler yaptılar. “Siyasal iktidarı ele geçirme yönünde burjuvalar bazı ülkelerde, zamanla parlamento durumuna gelen bu meclislerin yetkilerini, kralın yetkileri zararına artırarak genişletme yoluyla... demokratik yollarla mücadele ettiler. Bu yolun tıkandığı ülkelerde de, devrimlerle iktidarı ele geçirmeye çalıştılar.”(s.364)

Şimdi filmi baştan alalım. Tarım döneminde horlanan Yahudi tüccarları, Müslümanların öğretisi ile Amerika keşfedilince zengin oldular. Sermayeleri ile ilmi desteklediler. İlimde yaptıkları hamlelerle ilmi de istismar ederek eski aristokratik yapıyla savaşa girip yeni yapı getirdiler. Yeni yapının özelliği, sermayenin yalnız ekonomiyi değil; ilmi, dini ve siyaseti hakimiyeti altına almasıdır.

İngiliz kralları sermayeye teslim olunca günümüzde de hâlâ yaşıyorlar. Teslim olmayan krallar bir bir ortadan kalktılar. Kilise teslim olmadığı için perişan edilmiştir. Hilafet kaldırılmıştır. Üniversiteler ilkokullar seviyesine indirilmiştir. Bugünkü düzen işte böyle oluştu.

Bunun böyle olması gerekiyordu. Böyle olmasaydı sermaye terakümü olmazdı. Sermaye terakümü olmayınca da sanayi devrimi olmazdı, bilgisayar çağı gelmezdi. Avrupa Kuvvet Uygarlığı’nın 2000 yılına kadar gelişmesi böyle oldu. Bu uygarlık varlığını 500 yıl daha sürdürecektir. Ama onun karşısında yeni bir dünya düzeni doğuyor, III. bin yılın Hak uygarlığı doğuyor. İlmi benimseyecek olan dinler harekete geçecek ve dünyayı bugünkü sömürüden kurtaracaktır. 500 yıl gelişecek, sonra çökmeye başlayacaktır. O zaman yeni bir kuvvet uygarlığı daha doğacaktır. Belki de bu uygarlık deniz uygarlığı olacaktır.

 

d. İtalya’daki Siyasal Gelişmeler

-İtalya’da erken dönemde site meclisleri oluştu. Feodal beyliklere bölünmüşlük devam etti. Papa orada idi. Çevrede ise krallıklar oluşmuştu. Onların saldırısına uğradı. Machiavelli milli birlik oluşturmaya çalıştı. (s.364, 365)

Gelişmiş bir yapıları olmayan diğer Avrupa ülkelerinde krallık kolay oluştu. Ancak İtalya köklü bir yapıya sahip olduğu için beylerin desteği ile İtalya’da krallık kurulamadı. Sermaye buraya komşu krallarını saldırttı. Böylece orada da krallığını oluşturma yoluna girdi.

Görülüyor ki, sermaye elinde olan merkezî ilmî metotlarla artık her şeyi yaptırma gücüne erişmiştir. Bugün de aynı şeyleri yapmaktadır.

 

e. Fransa’daki Siyasal Gelişmeler

-Fransa’da mezhep kavgaları ortaya çıkmıştı, herkes krala boyun eğmelidir ilkesi kabul edildi. Ayaklanma kralın “Devlet benim” sözü ile noktalandı. Bodin teorisini yaptı. Kralı devirme teorisi Rousseau’ya düştü. “Fransa ise, mutlak monarşinin klasik örneğini oluşturacak bir yönde gelişti... Burjuvazi, 18. Yüzyılda özgürlük bayrağı ile siyasal düşünüş alanında burjuvaziye yarayan görüşleri Rousseau formülleştirdi.”(s.365)

Sermaye, Fransa’da önce mezhepler arası kavgayı kışkırttı. Sonra krala itaatle barışın geleceğini söyledi. Krallık oluşunca mezhep kavgaları durdu. Fransa’da bu görüşü formülleştirme görevi Jean Bodin’e verildi. Aristokratların en son ayrıcalıklarını bırakmama mücadelesi olan Fronde Ayaklanması (1648-1653), Fransa Kralı XIV. Louis’in “L’etat c’est moi” (“devlet benim”) sözü ile noktalandı.

Sermaye, bugün de aynı şeyi Türkiye’de yapıyor, PKK’yı kışkırtıyor. Hükümet sermayeyi dinleyip istediklerini yaparsa PKK uyutuluyor; dinlemezse, isyan devam ediyor.

İşte bunlar sosyoloji ilminin tarih açısından değerlendirilmesidir.

Eğer aristokratların veya kilisenin de ilmi olsaydı, bunlara karşı ilmî usullerle karşı çıkar ve onları yenerlerdi. Çünkü onlar halka dayanacaklardı, Hakka dayanacaklardı. Onlar ne yaptılar? İlme karşı cephe aldılar, çöküp gittiler ama kökleri kurumadı, filizlenmeyi bekliyor.

 

f. Almanya’daki Siyasal Gelişmeler

-Almanya’daki gelişmeler, İtalya, İspanya, İngiltere, Hollanda ve Fransa’daki ilerlemelerin gerisinde idi. Almanya’da kuvvetli beylikler vardı. Yedi seçici prens ile din adamlarının seçtiği imparator vardı. İmparatorun meclisi (Diet) vardı. Uyum içinde çalışma yoktu. (s.365)

Uygarlıkların doğmasıyla kuzeyde ilk defa İskitler göçebe devletler kurdular. Sonra, tarihî gelişmelerin akışı içinde bunlar imparatorluklara dönüştü. Moğollar, Türkler, Slavlar ve Cermenler, yerinden yönetimli ama güçlü merkezî devletler oluşturmuşlardır. İç işlerine karışmıyor, ama devlet işlerinde de müsamahasız bir yönetimdir. Cermenlerin Hıristiyanlaşmasından sonra da bu yapı yaklaşık olarak korunmuştur. Ancak, Hıristiyanlık bu yapıyı genel hatlarıyla gevşetmiştir. Sermayenin hakimiyeti buralara en geç gelmeye başlamıştır.

 

-Sermaye Katolikliğe karşı Martin Luther’i çıkardı. Protestan mezhebini oluşturdu. Siyasi birlik kurulamadı. Büyük Frederick, 1640-1688 arasında, Alman birliğini oluşturdu. “Almanya’daki ulusal birlik ve mutlak monarşi eğilimlerini Martin Luther dinsel söylem içinde dile getirdi... Prusya militarizmi merkezi otorite gereksinimini karşılamaya aday oldu. Büyük Frederick, dağınık siyasal birimleri askeri gücü ile sıkı bir merkezi yönetim altında birleştirdi...”(s.366)

Sermaye yine oyununu oynuyordu. Önce Martin Luther’i çıkarıyor, kiliseyi parçalıyor, sonra kiliseye karşı olan düşmanlığından dolayı siyasi birlik oluşturuyor. Prusya kralını militarizm ile hâkim kılıyor. Sermaye bunu İslâm’ın öğretileri ile yapıyordu. Yani, kiliseye karşı İslâm’ın lâiklik ilkesini dini harekete geçirerek sağlıyordu. Burada sermaye bu hareketleri ile kendi imparatorluğunu kurmaya çalışıyordu. Ama bu arada ne oluyordu? Bu sayede bütün dünya uygarlaşıyordu, gerçekleri öğreniyordu.  

İnsanlık bugün artık “İnsanlık Anayasası”nı uygulayacak hâle gelmiştir. Bütün bunlar Avrupa’daki bu hareketlerin sonucunda olmuştur. Bugün sermaye başka bir oyun oynuyor. Avrupa milliyetçiliğini çökertip kendi sömürüsünü sürdürme plânlaması içindedir. “Avrupa Topluluğu” ne kadar doğru ise, “Avrupa Birliği” de o kadar saçmadır.

Kur’an insanları kavimlere göre bölmüştür. Tarihteki hiçbir hareket kavmiyetçiliği ortadan kaldırmamıştır.Roma İmparatorluğu’nu Akdenizliler değil, Romalılar değil, İtalyanlar kurdular, Lâtince kurdu. İtalyanlar hâlâ varlar. İleride de olacaklardır.

AB, sermayenin saçmalıklarından biridir. Kendisine de yaramayacaktır.

 

g. İngiltere’deki Siyasal Gelişmeler

-İngiltere deniz ülkesi olarak gelişme sağladığından, merkezî yönetimin yerini asilzadelerden oluşan Lordlar Kamarası ile seçilmiş burjuvazilerden oluşan Avam Kamarası içinde oluşan siyasal düzenle gelişmeye başladı. “Ne var ki, Stuart Hanedanı, parlamentonun krallığın egemenliğini gittikçe daha fazla sınırlama eğilimine karşı çıkınca, iç savaş patlak verdi.”(s.366)

Amerika’nın keşfi ile Avrupa merkez hâline gelmiş, İngiltere de Amerika’ya açılan kapı olmuştur. Artık dünya denizlerine açılınmıştı. Akdeniz uygarlığının yerini dünya uygarlığı alacaktı. Bu uygarlıkta eski dünyanın batısında İngiltere, doğusunda Japonya yer alacaktır. Yeni dünya yavaş yavaş devreye girecek ve Akdeniz uygarlığı dünya uygarlığına dönüşecektir. Eski dünyanın karalarını İslâmiyet, dünyanın denizlerini de Avrupa yani Hıristiyanlık birleştirecekti. “İnsanlık Anayasası”nın zemini hazırlanacaktı. İşte İngiltere de, bu gelişmelere bağımlı olarak sermayeye başka türlü boyun eğecekti.

 

-Hobbes, mutlak monarşiyi savundu. 1680’de burjuvazi ile krallık arasında çıkan kavgada sermaye kazandı. Kral sembolik olarak bırakıldı. Yetkiler Lordlar Kamarası’ndan Avam Kamarası’na kaydırıldı. “Hobbes, iç savaşın yol açtığı siyasal kargaşadan kurtuluş yolu olarak mutlak monarşiyi öğütleyen bir siyasal kuram geliştirdi... İç savaşı kazanan burjuvazi oldu., 1680 Görkemli Devrim’inden sonra, krallığın yetkileri simgesel bir makam olma noktasına dek daraltılıp yönetim parlamentonun eline geçerken, parlamentoda da iktidar, Lordlar Kamarası’ndan Avam Kamarası’na doğru kayma eğilimi gösterdi.”(s.366)

Yani, İngiltere’de krallık kaldırılmadı. Lordlar Kamarası da kaldırılmadı. Onlar sembolik olarak kaldılar. Ama yönetim halkın eline verildi. Yalnız kralın denetimi sürdürüldü. İngiltere’de meclis var; bu halk meclisidir. İki parti var; İşçi Partisi ile Muhafazakâr Parti. Kral bunlar arasında denge rolünü oynar. Sermaye emrinde olan krallık ve Lordlar Kamarası ile meclis denetim altında tutulmaktadır.

İlmin bir özelliği de alternatif çözümler üretmesidir. Yani, her ülkede farklı yönetim şekillerini koyarsanız, kendileri aralarında birleşip de birlikte size karşı yönetim geliştiremezler.

Bu durumda şimdi ne olacaktır?

İnsanlık Anayasası” bu birliği kendiliğinden sağlayacaktır. Çünkü doğru tek olduğu için, insanlık doğru üzerinde kendiliğinden birleşecektir. Sermayenin direnmesi ona bir yarar sağlamayacaktır. Sermaye direnirse, sadece kendisine zarar verecektir. Çünkü Allah’ın takdiri gelmiştir. Sünnetullah budur. Yıl 2000; Hz. İsa’nın doğumunun yılbaşı. Bize göre Ortaçağ başlıyor, size göre karanlık çağ başlıyor.

 

-Locke, egemenliği Rousseau gibi halka dayandırmıştır. Dünyaya demokrasinin temelini atmıştır. “Locke, burjuva parlamentarizminin ağır bastığı bu dönemde ortaya attığı siyasal kuramında, egemenliği halka dayandırarak, yalnız İngiliz burjuvazisinin değil, tüm Avrupa burjuvazisinin siyasal düşünüşünün temellerini atmış olur.”(s.367)

Sermaye, kendi hakimiyetini sürdürmek için önce lâiklik adı altında dini devre dışı bırakmıştır. Bunun için dinler arasındaki kavgadan yararlanmıştır. Önce kralları kuvvetle oturtmuştur, sonra kralların gücünü kırmak için de demokrasi iddiaları ile ortaya çıkmıştır. Ne var ki, bu demokrasi de sahtedir.

Her şeyden önce, demokrasi halkın kendi kendisini yönetmesidir. Bu yönetim şekli aslında İslâmiyet tarafından getirilmiştir. Lâiklik nasıl İslâm’ın tedvin ettiği bir müessese ise; demokrasi de İslâmiyet’in tedvin ettiği çok ileri bir demokrasidir.  

Batı demokrasisinde yerinden yönetimin yerini merkezî yönetim almıştır. Temsil meclisi getirilmiştir. Ekseriyet sistemini ortaya koymuştur. İki parti oluşturuluyor, sermaye bu ikiliden kimi desteklerse o iktidar, diğeri de muhalefet oluyor. İş bu kadarla bitiyor! Her iki parti de, sermaye beni desteklesin diye onun peşinde koşuyor. Muhalefete de bazı haklar tanıyor, böylece muhalefette kalmak bile ikinci parti için yeterli oluyor. İktidar partisi de böylece sermayenin denetimi altında tutuluyor.  

İlmî çalışma demek, olanı olduğu gibi tanımak, sonra insanlığın gidişine göre nereye gittiğini bilmektir. 1500’lerde ilim adamları insanlığın nereye doğru gittiğini bilmeliydiler. Dinler bu gerçeği görüp sermayeye karşı çıkmalıydılar. Onlar, en azından bugün için hazırlık yapmalıydılar. Şimdi de sermaye nereye gittiğimizi bilmelidir. İlme teslim olmalıdır. “İnsanlık Anayasası”na teslim olmalıdır. Teslim olursa, 500 yıl daha hem kendisi huzur içinde olur, hem de insanlığa huzur verir. İlmin dediğini yapmazsa, hem kendisi huzursuz olur, hem başkalarını da huzursuz eder; ama kaderi asla değişmez.

İnsanlık, “İnsanlık Anayasası”na mutlaka ulaşacaktır. Kavgaların ve çekişmelerin yarını mutlaka barış olacak, işbirliği olacaktır. Hak uygarlıklarının özelliği budur.

 

h. Batı’da Özgürlükleri Geliştiren Tarihsel Etmenler

-Batı’da özgürlükleri geliştiren tarihî sebeplerden biri de, Batı’daki dağınık feodal örgütlerdir. “Yeniçağ Avrupa’sındaki siyasal gelişmelerle ilgili olarak söylenebilecek bir şey de, Doğu’nun merkezi siyasal örgütlerine karşılık, Batı’nın dağınık feodal siyasal yapısının, uzun dönemde vatandaş hak ve özgürlüklerinin geliştirip, kurumsallaştırıp, güvenlik altına alan sonuçlar doğurmasıdır. İktidarın tekçi ve merkezi olmaktan çok çoğulcu dağılımı, özgürlüklerin gelişeceği koşulları yaratmıştır.”(s.367)

  1. Tarihte uygarlık Ortadoğu’da doğmuştur. Mezopotamya, İbrani Hıristiyanlık ve Müslümanlık, batıya ve doğuya doğru yayılmıştır. Ancak, doğuya giden uygarlık daha ileriye Hind ve Çin’e doğru gitmiş, geriye aksetmemiştir. Oysa, batıya giden uygarlık hemen geriye aksetmiştir. Dolayısıyla, alternatif uygarlıklar hep batıda gelişmiştir. Mısır, Gereko-Romen, Bizans ve Avrupa uygarlıkları batıda gelişmiştir.
  2. Avrupa Uygarlığı’nın bir şansı da, Amerika’nın onun batısında olmasıdır. Birbirinden ayrı iki imkân birleşince, toplamından çok daha fazla yeni imkân ortaya çıkarır.
  3. Avrupa Uygarlığı’nı doğuran üçüncü sebep de, Cermenlerin ilkel topluluklar olarak Avrupa Uygarlığı’na katılmalarıdır. Feodal sistemde oluşu da buradan gelmektedir. Daha önce de İslâm Uygarlığı’na aynı özellikleri ile Türkler katılmışlardı.
  4. Avrupa’yı yeni uygarlığa açan başka bir âmil de, deniz kenarına sıkışmış olmasıdır. Arkası düşman, önü denizdi. Denize açıldı ve dünyayı fethetti.

 

-Lâik aristokratlarla dinsel aristokratlar arasındaki kamplaşma halkın özgürlüklerine yol açmıştır. “Önce feodal beyler, 1215 Magna Carta belgesinde görüldüğü gibi, krala karşı bazı haklar ve özgürlükler elde etmişlerdi. Sonra burjuvaları (yakınçağda da işçileri) içerecek biçimde toplumsal savaşımlarla genişletildi. Layik aristokratlar ile dinsel aristokratlar arasındaki çekişmeler de siyasal iktidarın tek merkezde yoğunlaşıp, bireysel hakları ve özgürlükleri baskı altında tutucu bir duruma gelmesini önlemiştir...”(s.367)

Lâik düzen getirmişti, demokratik düzen getirmişi!..

Burjuvazi bunları Avrupa’ya çarpıtarak sunmuştu ama yine de Avrupa’yı ikiye bölmüştü. Bir taraftan tarihî örgütleri ile kilise, diğer taraftan burjuvazinin desteklediği lâik demokrasi, yüzyıllarca dengede kaldı. Bunların savaşında hep halka taviz verme durumu ortaya çıktı. Kandırmaca da olsa, demokrasi çalışmaya başladı. Lâik düşünceler gelişti. Halkın seviyesi yükseldi. Yani, bir taraftan maddî bakımdan çok ileri gelişmeler kaydederken, diğer taraftan da halk demokrasi ve lâikliğe inanmaya başladı. Gerçek seçimlere doğru adımlar atıldı.

Bugün sermaye her tarafta hâkin gibi görünüyorsa da, bu durum İslâm’ın doğuşunun ilk yıllarında varolan Arabistan’daki müşriklerin hâkimiyetinin benzeridir. Bir Bedir Savaşı’na bakar bu iş, birden çöküp giderler. Çünkü, insanlık fikren “İnsanlık Anayasası”na hazırlanmış durumdadır. Bu hazırlığı yapan da, 500 yıllık sermaye-kilise çatışmasıdır.

 

-Batı’da kilise - devlet, papalık - yerel kilise, aristokratik meclis - halk meclisi arasındaki mücadeleler demokrasiyi köklü olarak getirdi. Kopyacı ülkelerde demokrasi köksüzdür. “Feodal beylerle kralların, kilise ile devletin çatışmaları kadar, yerel kiliselerle papalığın, krallarla parlamentoların, aristokratlarla burjuvaların çatışmaları ve birbirlerine karşı kopardıkları haklar, çatışmalar boyunca uzayan bir haklar ve özgürlükler listesi yaratmıştır. Batı demokrasilerindeki hakların ve özgürlüklerin köklülüğüne karşılık, Batı demokrasilerinin yöntemlerini benimseyen azgelişmiş ülkelerdeki hakların ve özgürlüklerin köksüzlüğü altında yatan nedenlerden biri de budur.”(s.367)

Batı dünyasında güçler arasındaki çatışmalar sonucunda, sermaye ilme sahip çıkması ve ilmi kendisi için araç yapması nedeniyle savaşı kazanmıştır. Bu çatışmalar, birbirleriyle savaştırılan Avrupa halklarına birçok yeni imkânlar sağlamıştır.

  1. Avrupa’da sermayenin kontrolünde değişik güçler dengede tutulmaktadır. Bu durum halka özgürlük sağlamaktadır.
  2. Avrupa ilmî çalışmaları ile dünyadaki en yüksek seviyesini hâlâ korumaktadır.
  3. Avrupa karşılıksız para ile dünyayı sorunsuz sömürmektedir.
  4. Avrupa üstün silah gücüne sahip olmaktadır.

Bütün bunları sağlayan, sömürücü Yahudi sermayesidir. Bu sermaye de Amerika’nın keşfi ile sağlanmıştır. Amerika’nın keşfi ise Müslümanlardan öğrenilen bilgilerle ve onların sıkıştırması sonucu elde edilmiştir. Avrupa Uygarlığı neler kazanmıştır?

  1. Lâikliği öğrenmiştir.
  2. Demokrasiyi öğrenmiştir.
  3. İlmî düşünüşü öğrenmiştir.
  4. Sosyal dayanışmayı öğrenmiştir.

İslâm Uygarlığı’nın kurucuları Araplardır, geliştiricileri Türklerdir.  

Avrupa Uygarlığı’nın kurucuları Lâtinlerdir, geliştiricileri Cermenlerdir.  

İslâm Uygarlığı Kur’an’la doğmuştur. Batı Uygarlığı, Kur’an Uygarlığı’nın Hıristiyanlarca sentez edilmesidir. Ebeleri de Yahudi sermayesidir. Avrupa Uygarlığı’nın sonunda insanlık, “İnsanlık Anayasası”nı uygulayacak hâle gelmiştir. Hem maddî imkânları ile hem de fikrî gücüyle buna ulaşmıştır.

 

C. Yeniçağda Düşünsel Gelişmeler

-Ortaçağ düşüncesi köleci, eşitliksiz, eşitlik özlemlerini âhirete ileten, refahta yaşayan halk için refah düşmanı iki yüzlü bir dünya görüşüne sahiptir. “Kilisenin formülleştirdiği biçimleriyle, ortaçağın kültürü ve ideolojisi, “eşitsizlikçi”, “imana dayanan” ve “ikiyüzlü” bir kültür ve ideoloji idi. “Eşitsizlikçi” idi, köleliği de içine alarak, bu dünyadaki eşitsizlikçi düzeni, Tanrı, melekler, insanlar, hayvanlar biçiminde sıralanan evrensel, tanrısal sıradüzenine uygun buluyordu. “Ötedünyacı” idi, çünkü, eşitlikçi özlemler öte dünyaya atılmış, bu dünya hor görülmüş, ... “İkiyüzlü” idi, çünkü, ...”(s.367, 368)

Ortaçağ Hıristiyan dünyası barışçı idi. İnsan ne konumda olursa olsun, her şeyden önce iyi insan olmalıydı. Dinlerin görevi bu idi. Kölelik, dinî düzenin değil, siyasî düzenin bir sonucu idi. Bundan dolayı din ona müdahale edemezdi. Çünkü dinde zorlama yoktu.

Dünyada durumları ne olursa olsun, sabırlı iyi insanlar âhirette yaptıklarının mükâfatını alacaktı; zalim insanlar ise cezalarını çekecekti. Din bunları öğütlüyordu. Bu son derece normaldi. Diğer taraftan siyasetin işi ise düzeni tesis etmekti. Onu şeriat yapardı. Hıristiyanlık sadece din olduğu için elbette ondan siyasî bir düzenleme yapması beklenemezdi.

Bu arada dini istismar eden siyasî ve ekonomik güçler ortaya çıkmıştır. Ancak, Ortaçağ Avrupa’sına hâkim olan ikiyüzlü müstesmirler değil, din hâkim olmuştur. İnsanlık kitleler hâlinde Hıristiyanlaşmıştır. Bugün iki milyar Hıristiyan vardır. Bu duruma Ortaçağ kilisesinin çalışmaları ile ulaşılmıştır. Ortaçağ düzen bakımından insanlığa belki hizmet vermemiştir, ama din bakımından çok büyük hizmet vermiştir. O kadar ki, Yeniçağ bile kendi sömürü düzenini kilise üzerine kurmuştur. Avrupa Uygarlığı’nın gittiği her yere kilise de gitmiştir. Avrupa Birliği, hâlâ  Katolikliğe tutunmayı düşünüyor. Her oluşun yararları ve zararları vardır, hataları ve isabetleri vardır. Toplam olarak Hıristiyanlık insanlığa rahmet olmuştur. Batı Uygarlığı da öyledir. Yoksa Allah oluşmasına izin vermezdi.

 

-Burjuva sınıfının oluşması ile lâik, bilimsel, demokratik dünyacı görüşün oluştuğunu görelim. “Şimdi ortaçağın bu feodal dinsel düşünüşüne ve kültürüne rakip olarak, burjuva ekonomisinin gelişmesiyle birlikte, nasıl layik, bilimsel, demokratik, budünyacı bir düşünüşün ve kültürün geliştiğini görelim.”(s.368)

İslâm düzeni demokratik, lâik, liberal ve sosyal bir hukuk düzenini getirmişti.

İslâmiyet, din olarak âhiretçi, düzen olarak da dünyacı idi. Dayanağı ise ilim, yani müsbet ilimdi. İslâmiyet bütün bunları adalete dayandırıyordu. “Adil Düzen” budur.

Sömürü sermayesi bu değerleri Avrupa’ya aktarırken, bunları sömürü aracı olarak kullandı ve dinsizleştirerek “dünyacı görüş” adını verdi. Dünyacı görüş ne demektir? Kim güçlü ise hak onundur demektir. Batı’nın bu özelliği ve bu görüşü son derece normaldi. Çünkü vârisi bulunduğu Mısır, Greko-Romen ve Bizans uygarlıkları da böyle idiler. Huylu huyundan vazgeçmiyordu. Esasen uygarlıklar başka türlü gelişmezler. Gece olmadan gündüz olmaz, kış olmadan yaz gelmez. Kış olur, her şey silip süpürülür, ortalık temizlenir; sonra ilkbahar olunca yeniden diriliş olur, yazın olgunlaşan nevaleler sonbaharda toplanır, kış onlarla geçirilir.

Hak uygarlıkları yaz uygarlıklarıdır. İlkbaharda yeşerir, ortalığı çiçeklendirir, yazın en olgun seviyesinde geliştirir ve sonbaharda mahsul alırlar.

Kuvvet uygarlıkları ise hazıra konup kış boyunca bunları yiyip bitirirler.

İlkbaharda ekenler -karınca misâli- kışı düşündükleri için âhiret görüşlüdürler; kışın hazır yiyenler –ağustos böceği örneğinde olduğu gibi- dünya görüşlüdürler. Çünkü onlar tüketicidir, hazır yiyicidir. Ambarda hazır olan yiyecekleri sofraya indirmeyi iş sanırlar. Oysa, bugünkü uygarlık Müslümanların uzun ilmî çalışmaları sonucunda devşirilmiştir. Batı dünyasının yaptığı iş, ambardan hazır malı çıkarıp pişirmekten ibarettir. Şimdi ambardaki mallar bitiyor. İlkbahar gelmiştir. Ekime başlayacağız. Daha 500 yıl ambardan yemeye devam edeceğiz. Ama şimdi ekmezsek, tarlaya tohum atmazsak, 500 sene sonra aç kalırız.

İnsanlık Anayasası” işte bu ekinin tohumudur. Toprağı, arazisi, çiftliği olanlar tarlalarını sürsünler ve bizim anayasa tohumumuzu ekin olarak değerlendirsinler.

 

-Yeni üretim biçimi yeni düşünüşle eski üretim biçimini yıkar, yeni üretim biçimini destekler, kendisinden sonra geleni de köstekler. “Her üretim biçimi, kendi düşünüş biçimini, zamanla kendi kültürünü yaratır. Ve her üretim biçiminin kültürü, işe yeni üretici güçlerin gelişmesini engelleyen bir köstek olan eski üretim biçiminin düşünüşünü ve kültürünü eleştirmekle başlar. Onu yıktıktan sonra, dayandığı yeni üretim biçiminin çalışmasını yağlayan ve düzeni onaylayan bir kültür geliştirir. Ve üçüncü aşamada, kendisinden sonra doğup gelişmeye başlayan yeni üretim biçiminin yeni düşünüşüne, değerlerine ve kültürüne saldırıcı bir niteliğe bürünür...”(s.368)

Yeni düşünüş yeni hukuk düzeni kurar. Yeni hukuk düzeninde, kendiliğinden çökmüş olan eski ekonomik düzenin yerine yeni ekonomi gelir. Yeni ekonomik düzen sosyal evrim yapar. Artık eski hukuk düzeni işe yaramaz olur. İşte orada yeni düşünce sistemi ortaya çıkar ve sosyal evrim yapar. Sonra bu periyot yeniden başlar. Ama bu arada hep ilerleme olur. Bu oluşum ve gelişme, genel evrim kanunudur.

Şimdiye kadar yeni düşünüşü getiren hep peygamberler olmuş. Dış etkiyle filozoflar başka yerde yeni düşünüşü değiştirerek aktardılar. Böylece yeryüzünde çift uygarlıklar gelip geçti. Şimdi yeni uygarlığın doğma zamanıdır. Peki, bu yeni düşünceyi kim getirecektir?

Yeni düşünceyi ve düzeni müsbet ilmin yardımıyla Kur’an’ın yorumlanması getirecektir.

Biz bu yorumun yapı taslağını oluşturduk. Bunu anlayıp uygulayacak olanlar gelecektir. Başka yerlerde de daha iyi taslaklar hazırlanmış olabilir. Şayet varsa, o zaman onlar uygulanır. Bizim hazırladığımız da onlara destek olur.

 

-Yeni üretim biçiminin işçilik sistemi döneminde, Hümanizma (tüm insanlığın değerlendirilmesi), Rönesans (Yunan putperestliğine dönüş), Reform (Kilisenin dağıtılması), Aydınlanma (ateizm) olmak üzere dört gelişme olmuştur. “Ticaret ve sanayi üretimi döneminde, kapitalist burjuva ekonomisinin gelişmeye başladığı yerlerde ve yüzyıllarda da, bu genel kurala uygun olarak, yeni bir düşünüşün ve kültürün ortaya çıkarak geliştiğini görürüz. Bu yeni kültürün ve düşünüşün ortaya çıkıp gelişmesi hareketi kendini Hümanizma, Rönesans, Reform ve Aydınlanma hareketleri olarak dört olayda ortaya koymuştur...”(s.368)

Ortaçağda Avrupa din bakımından Hıristiyan idi ve mutlak hak dini Hıristiyanlık idi. Mezhep de Katolik mezhebi idi. Yönetimde Roma yönetimi idi. Bu anlayış Yahudi sermayesinin işine gelmiyordu. Kendi varlığını kabul ettirmesi gerektiği gibi, artık ticaret yalnız Hıristiyanlar arasında değil, tüm dünyada gelişecekti. Bu da insanlık anlayışını gerektirmiştir.

Esasen İslâmiyet’te bu anlayış vardı. Sermaye bu anlayışı Avrupa’ya aktarıyordu. Buna “hümanizm” deniyordu ama, her şey Arapçadan ve Müslümanlardan öğreniliyordu. Bu da Avrupa’da inandırıcı oluyordu. Yeniden doğuş anlamında İslâmiyet’ten alınanların Yunanlılardan alındığı görüşü ortaya atıldı. Arapçadan tercüme edilen Yunan klâsikleri doğrudan Yunancadan çevrilmeye başlanarak İslâm fobisi silinmiş oldu.

Bu durum sermayenin işine geliyordu. Yunan putperest idi. Böylece İslâmiyet’in ve Hıristiyanlığın etkileri de bertaraf ediliyordu. Ancak, İslâmiyet putperestliği o kadar yıkmıştı ki, artık putperestliğin tutunması mümkün olamazdı. Onun yerini “ateizm” almakta idi. Ancak bu konu ileride “aydınlanma” adı altında ele alınacaktı.

Papanın mutlak otoritesini sarsmak için Hıristiyanlığın aslında mevcut olan İslâmiyet’te gerçekleştirilen “dinde zorlama yoktur” ilkesi ele alındı ve kiliseler İslâm inançlarına yaklaştırıldı. Bu tabiî ki İncil inançlarına da yaklaşmaktı. Ama bu sadece kilisenin otoritesini yıkmak amacıyla yapılmıştı. Bununla beraber gerçekler öğretiliyordu.

İşte bu aşamalardan sonra, yani; “hümanizm” deyip Hıristiyan camiasını dağıttıktan, “rönesans” deyip putperest kültürünü kutsallaştırdıktan ve “asla dönüyoruz” diyerek kiliseyi parçaladıktan sonra; sermaye yeni bir hevese kapıldı ve “ateizm felsefesi”ni geliştirmeye başladı. Böylece kendilerinden yani Yahudilerden başka dünyada dindar kalmayacak ve sürü hâline gelen insanlar kolayca yönetilecekti. Çünkü her seçim döneminde yeni putlar ortaya konacak ve onlara taptırılacaktı. Materyalist hâle gelen insanlık paraya taptırılacaktı.

Bu hedeflere varılmış görünmekte ise de; sahte tanrı olan karşılıksız para da ölmek üzeredir. Böylece İnsanlık gerçek mabuduna dönmeye başlamıştır.

İnsanlık Anayasası” bu dönüşün bir adımıdır.

 

-Hümanizma ve Reform hareketlerini İtalya’da kiliseler başlatmıştır. “İtalya’da 14. ve 15. yüzyıllarda, feodal aristokrasinin “dinsel”, “ötedünyacı” düşünüşüne ve kültürüne karşılık, “layik” ve “budünyacı” değerlere dayanan “bilimsel” düşünceler gelişmeye başlamıştır... Gerçekten, Hümanizma hareketinin, feodal kültürün yoğunlaştığı yerler olan katedral üniversitelerinin din adamı olan bilginlerince başlatıldığını; Rönesans hareketinin ise, önce papalar ve bazı feodal beyler tarafından korunarak geliştirildiğini görüyoruz...”(s.369)

Hümanizma hareketi Hıristiyanlık için yabancı hareket değildi. Böylece Hıristiyanlık dünyaya yayılacaktı. Rönesans hareketini doğrudan savunmamıştır. Çünkü putperestlik vardır. Ama İslâmiyet’e karşı olan reaksiyonu papalık ancak böyle kamufle etmiştir.

Görülüyor ki, Avrupa’daki kilise ve sermaye ikilisi bazı hususlarda anlaşmıştır. Bunların başında, İslâm Uygarlığı’nı kabul etmek ve Avrupa’da yaygınlaştırmaktır. Ancak bu uygarlık İslâm adına olmamıştır. Bu uygarlığın kendi Greko-Romen Uygarlığı olduğu varsayımını esas kabul etmekle anlaşmıştır. Antik kültürde olanları oradan almışlardır, Müslümanlardan aldıklarını da kendileri keşfetmişlerdir! Böylece Müslümanlar, cahil ve zavallı birer topluluk olarak günümüze kadar Avrupa’da anlatılagelmiştir. İslâmî eserleri halka kadar indirmemek, ders kitaplarında okutmamak, ana siyasetleri olmuştur.  

Batı bugün de Türkiye’de aynı taktiği uyguluyor. Ana gayesi İslâmiyet’i unutturmaktır. Onun için İslâmiyet atlanmıştır. Atlanmazsa, her şeyin oradan geldiği ortaya çıkacak ve Batı mantığı bozulacaktır. Batı yalnız Kur’an’ı değil, Tevrat’ı da okutmuyor ki, sonunda ateist aydınlanma çağı sönüp gitmesin. Oysa, Güneş balçıkla sıvanmaz. Yeni dünya doğmaktadır.

 

 

 



© 2024 - Akevler