SONUÇ (281-287)
Toplumsal artı, yalnızca toplumsal gelişmenin motoru değil, aynı zamanda ekonomik, toplumsal, düşünsel ve ideolojik yapıların farklılaşmasını sağlayıp aralarındaki etkileşimi yürüten ve bu yapıları birbirine dönüştüren işlevleriyle, toplumsal değişmenin bir transformatörüdür.
“Araştırmamı tamamladıktan sonra, başlangıç varsayımlarımın bir bölümünün onaylandığını, bir bölümünde bazı düzeltmeler yapmak gerektiğini, birkaçının ise geçersiz olduğunu gördüm. Örnek olarak araştırmamın onaylamadığı varsayımlarımdan birinin sözünü etmeliyim. Araştırmaya başlarken ya da araştırmamın başlarında ilkel toplumdaki kadın erkek arasındaki eşitlik durumunun, ilkel topluluktan uygar topluma geçiş aşamasında kadının üretim alanındaki artan rolüne koşut olarak toplumsal saygınlığının erkeğinkini aşmasıyla bozulacağını düşünmüştüm. Buna uygun olarak, kısa bir süre için olsa bile, geçiş toplumlarını kadının yönetmiş olduğunu; bunun düşünce düzeyine anatanrıça kültlerinde ve ana tanrıçanın baş tanrı olarak görülmesinde yansıyıp, uygar toplum ile kadınların ve tanrıçaların ikinci plana düştüğü görüşündeydim. İlkel topluluktan uygar topluma uzanan tarihsel bir perspektiften bakıldığında edinilen görüntünün bu varsayımımı doğrulamadığını gördüm. (Carleton S. Coon da, The History of Man, s.195’te, sık sık ortaya atılan, insanlığın kadının yönetiminde bir erken tarım döneminden geçtiği görüşünü olguların ve mantıksal çıkarsamaların hiçbir biçimde desteklemediğini söylemektedir.) Yanılgımın temelinde, üretimi başlıca belirleyici alırken onun yanında “savunma” sorununa (bir başka deyişle üretim teknolojisi yanında savaş teknolojisinin toplumsal yapı üzerindeki belirleyici etkilerine) yeterince önem vermemenin yattığını anladım. İlk insan topluluklarından bu yana oluşan toplumsal farklılaşma açısından ve toplumun geçimi sorunu yanı sıra savunulması sorunu da göz önüne alınarak değerlendirilince; kadın, geçiş toplumunda da, ekonomik alanda bir ara ön sıraya çıkmış olsa bile, toplumsal ve siyasal alanlarda erkeğin önüne geçebilmiş görünmüyor.
Tümüyle yanlış olmamakla birlikte, düzeltmem gereken başlangıç varsayımlarımdan birisi, toplumsal evrim başladıktan sonra biyolojik evrimin önemini bütün bütün yitirdiği, toplumsal kurumların toplumsal evrimin ürünü oldukları düşüncesiydi. Araştırma sırasında ekonomik, toplumsal, düşünsel yapıların toplumsal evrim süreciyle geliştiklerini görmekle birlikte; bu gelişmelerin kadın-erkek cinsel farklılaşma çizgisi boyunca oluştuğunu gözlemlemek benim için şaşırtıcı oldu... Kısaca anımsatmak gerekirse, daha insan öncesi canlılar (yüksek primatlar) döneminde, erkeklerin sürüyü, dişilerin yavruları koruması biçiminde başlayan, biyolojik evrim döneminden kalıtılan cinsel farklılığa dayanan toplumsal farklılaşma, üzerinde öteki farklılaşmaların gelişeceği temelleri atmıştı: Araç kullanmaktan araç yapılmasına geçilmesiyle, erkekler yaptıkları silahlarla ilkel sürüyü korumuşlardır. Savunma silahlarını geliştirip savunmadan saldırıya geçebilecek düzeye gelince; avcılığa başlamış, geçim biçimini toplayıcılıktan avcılık ve toplayıcılığa geçirmişlerdi. Bu, erkeklerin avcı olmaları, kadınların toplayıcı olarak kalmalarıyla, ekonomik farklılaşmaya (birinci toplumsal işbölümüne) yol açmıştı... Üretici ekonomide kadınların bitki erkeklerin hayvan üretimini benimseyip geliştirmeleri; iklim ve çevre koşullarındaki farklılıkların da etkisiyle, topluluklar arası çiftçi-çoban farklılaşmasına (ikinci toplumsal işbölümüne) yol açmıştı. Çiftçi-çoban yaşam biçimlerinin zıtlığı ise, çobanların çiftçiler üzerine çöreklenmesi üzerine farklılaşmış uygar toplumu doğurmuştu. Böylece çoban toplulukların “erkek kültü”, uygar toplumun egemen sınıfının kültü olarak, onun örgütlenişine ve düşünüşüne damgasını basmıştı. Dolayısıyla dünün erkek yönetimi ideolojisi kadar, bugünün erkek yönetimi olgusunun kökleri biyolojik (cinsel) farklılaşmaya dek dayanmaktadır. Bu olgunun bir kuramsal sonucu da ekonomik ve toplumsal farklılaşmanın kökeninde cinsel farklılaşmanın yattığı önermesidir.
Araştırmamın onaylamadığı ve düzeltilmesi gereğini ortaya koyduğu başlangıç varsayımlarıma birer örnek verdikten sonra, araştırma bulgularının onayladığı varsayımlar ve araştırma sırasında ulaşılan sonuçlar şöyle sıralanabilir:” (s281-283)
-Uygar dönem uygarlığa geçiş dönemi ile oluşmuştur. Bazı şeyler uygar döneme geçişten önce başlamıştır. “Çağdaş uygar toplumun ekonomik, toplumsal ve ideolojik yapılarının geçmişi ilk uygar toplumlara dayanır. Öte yandan bu yapıların gittikçe artan bir farklılaşma ve karmaşıklaşma süreci içinde geliştikleri bilinmektedir...”(s.281)
Tarihte biyolojik evrim olmuştur. İnsan öncesi varlıklar insanın oluşmasını hazırlamışlardır. Bunlar dik yürüyor, ateş yakıyor, araç üretiyor ve kullanıyordu. Avcılık ve çobanlık yapıyordu. Bunlar insan değildir. Çünkü konuşmayı bilmiyordu. Tüylü idiler ve bunlarda sosyal evrim yoktur. İlk insan bugünkü insan olarak yaratıldı. Gerek bedeninde, gerek zihnî yapısında o günden bu güne hiçbir şey değişmedi. Sadece bilgisi arttı, yaptığı araçlar arttı ve daha çok etkin olma imkânını buldu. Bu arada gittikçe sosyalleşti. Yani, daha gelişmiş topluluklar oluşturdu. Toplayıcılık, avcılık ve çobanlık dönemlerini geçirerek tarım dönemine geçti. Ondan sonra şeriat dönemine girdi. Şimdi de içtihat dönemine girmektedir.
-Kadın ekonomik sahada önde olsa bile, toplumsal ve siyasal sahada istisnası olduğunu kabul etsek de hiçbir zaman önde olmamıştır. “Kadın, geçiş toplumunda da, ekonomik alanda bir ara ön sıraya çıkmış olsa bile, toplumsal ve siyasal alanlarda erkeğin önüne geçebilmiş görünmüyor.”(s.282)
Kadın çocuk doğurmak ve büyütmekle yükümlüdür. Erkek ise ailenin geçimini sağlamak ve savunmakla yükümlüdür. Bu her zaman böyle oldu, şimdi de öyledir. Sözde kadın-erkek siyasette de eşittir, ama kadınlar hiçbir yerde askere alınmıyor. Siyaset ise silahtır. Bu tesbit çok önemlidir. Kur’an’ın bununla ilgili hükümleri tenkit ediliyor. Oysa, gerçek olan onun hükümlerinin ideal olmasıdır. Ama uygulanabilirdir.
-Kadın-erkek arasındaki sosyal farklılaşma biyolojik cinsel farklılaşmaya dayanır. “Dolayısıyla dünün erkek yönetimi ideolojisi kadar, bugünün erkek yönetimi olgusunun kökleri biyolojik (cinsel) farklılaşmaya dek dayanmaktadır. Bu olgunun bir kuramsal sonucu da ekonomik ve toplumsal farklılaşmanın kökeninde cinsel farklılaşmanın yattığı önermesidir.”(s.283)
Biyolojik farklılaşma ilk insanın yaratılmasında sona ermiştir. Kadın-erkek arasındaki farklılaşmanın etkileri ekonomik şartlar içinde gerçekleşmiştir.
Canlılarda kromozomlar vardır. Kromozomlar üzerinde genler dizilmiştir. Genler tıpkı bir kitaptaki yazı gibidir. Harflerden ve kelimelerden oluşur. Hayatın bütün safhalarını o kitap yönetir. Bunlar yedeklidir. Çoğalmada anneden başka, babadan başka yedekler gelir. Böylece bireyler farklı oluşur. Bölünme olunca farklı karakterde topluluklar oluşur. Ne var ki, aynı türden olanlar daima çiftleştikleri zaman yavru doğururlar. Cinsel organlar uymasa bile tüp bebek her zaman yapılabilir. Yeni tür tamamen yeni kitaptır. Eski kitaptan alıntılar olsa da tamamen yeni kitaptır. Bir kitabın tashih edilmiş şekli değildir. Bunu kromozomların sayıları ve türleri ile biliyoruz. Maymunla bizim aramızda hiç ortak kromozomumuz yoktur. Böylece kesin olarak söylemekte hiçbir tereddüdünüz olmasın ki, tüm türler birden sıçrama ile varolurlar. Aynı türde gelişme olabilir ama bu eşleşmelerine mâni olmaz. Jeolojik kazılar da buna açıkça şehadet eder, çünkü geçiş canlıları yoktur. Birbirinden farklı türler ortaya çıkar. O halde insanın tek anne-babadan türediği gün kesinleşmiştir. Buna diller arası benzerlikler şehadet ettiği gibi, genetik yapının tamamen uyması da buna şehadet eder. Türler arasında kesin ayrılık vardır.
Biyolojik evrimden sonra yalnız bedenî değil, psikolojik evrim de olmamıştır. Evrim insanın kendisinde değil, çevresinde olmuştur. Çevresini tanımasında ve çevreye etki etmesinde olmuştur. Kendisinde en küçük bir gelişme olmamıştır.
-Araştırma sonuçları şöyle sıralanır: “Araştırmamın onaylamadığı ve düzeltilmesi gereğini ortaya koyduğu başlangıç varsayımlarıma birer örnek verdikten sonra, araştırma bulgularının onayladığı varsayımlar ve araştırma sırasında ulaşılan sonuçlar şöyle sıralanabilir:”(s.283)
Burada bizim eksiğimiz, araştırmaları kitaplar üzerinde yapmış olmamız, bizzat kaynaklara ulaşamayışımızdır. Batılıların araştırmalar sonunda elde ettikleri verileri önce doğru kabul etmek zorundayız. İkincisi de, ilk değerlendirmeleri de benimsemek zorundayız. Mesela, biz Sümerceyi okumadığımız için onlar nasıl okuyorlarsa onu öyle kabul ediyoruz.
Bu iki eksikliğimiz bizi yanıltmış olabilir. İlerideki araştırmalar daha sağlıklı sonuçlara götürebilir. Mesela, ateşin 500 bin yıl önce bulunduğu bizce ispatlanmış değildir. Batılılar böyle söylediği için biz de kabul etmek zorundayız. Mağara resimlerinin 50 000 yıl önce yapıldığı söyleniyor, kabul etmek zorundayız. Burada yazarımız tarafından Batılı yazarların adları veriliyor, ama bu yazarların delilleri ortaya konmuyor. Fıkıhta bu tür beyanlar geçersizdir, ancak daha sahih bir durum olmayınca kabul etmek zorunda kalıyoruz. Bütün söylenenleri doğru kabul ettikten sonra yorumlarımızı yapıyoruz.
Yine de tatmin edici sonuçlara varıyoruz. Biz onların muhalifi değil, mütemmimiyiz. Biz bunu eksiklik saymıyoruz. 500 sene evvel de onlar bizden böyle aldılar. “İlim mü’minin yitiğidir, nerede bulursa oradan alır.” sözü, İslâm âleminde kabullenilmiş bir sözdür.
a. Uygar topluluk farklılaşmış topluluktur. Kökleri ise ilkel topluluğa dayanmaktadır. “a. İlkel topluluk ile uygar toplumu birbirinden ayıran ölçüt ilkel topluluğun türdeş, uygar toplumun farklılaşmış bir toplumsal yapıya sahip olmasıdır. Ekonomik, toplumsal, ideolojik yapılar geçiş toplumunda farklılaşmışlardır. Ancak bu farklılaşmanın kökleri ilkel topluluğa, hatta toplum, insan öncesi biyolojik farklılaşma çağlarına dayanmakta, dalları uygar topluma uzanmaktadır.”(s.283)
Uygarlaşma yeteneği ilk insandan bugünkü insana kadar mevcuttur. Uygarlaşma ise hâlâ devam ediyor. Daha da devam edecektir. Uygarlaşma, birbirine benzeyen ama aralarındaki ilişkileri az olan varlıklardan, birbirine benzemeyen ama aralarındaki ilişkileri fazla olan varlıklara gitmedir. Bu sosyolojik bakımdan yeterli bir tanımdır. Kişisel bakımdan tamamen yeterli bir tanımdır. Uygarlık, düşünüşte hür ama fiiliyatta bağlı kişilikten, düşüncede topluluğun yasalarına sıkı bağlı ama yasaların içinde fiilen hür olan kimseye doğru gitmektir.
İlk insan vize gerekmeden istediği yere gidip gelebiliyordu. Ama yaya gitmek zorunda idi ve fiilen gidemiyordu. Şimdi vize almak zorunda ama bir gün bile geçmeden Amerika’ya gidebiliyor. Şimdiye kadar izin alma, müsaade alma zorunluğu vardır. Bundan sonra bu da kalkacak ve kişi imkânları kendisi seçecektir. Bunu bir misalle açıklayalım.
Şimdi bakkala gidiyor, pazarlık yaparak alışveriş yapıyor. Oysa gelecekte internete girecek ve en ucuz, en uygun nerede ne varsa onu işaretleyecektir. Şifresini girip sipariş verecek, paket eve gelmiş olacaktır. Yani, insan insanla karşılaşıp biri diğerinin mahkûmu olmayacaktır. İşte evrim, insanın böylesine hürleşmesidir. Uygarlaşma da budur.
b. Durağanlık benzeşmeden, uygarlık farklılaşmadan doğar. “b. İlkel topluluğun türdeş yapısı, ekonomik, toplumsal, düşünsel yapıların farklılaşmamış, iç içe olmalarına dayanır. Böylece birbirini pekiştiren yapılar ilkel topluluğu milyonlarca yıl süren bir durağanlığa sürüklemiştir. Uygar toplumun hareketliliğinin altında yatan şey ise ekonomik, toplumsal, ideolojik yapıların farklılaşmasıdır.”(s.283)
Yazarın burada küçük bir hatası vardır.
Uygarlık zaten farklılaşmadır. Birini diğeri ile tanımlamak yanlıştır. Durağanlık insan öncesi varlıklara aittir. İnsanda durağanlık yoktur. İnsanda da bedenî ve ruhî yapıda aynı durağanlık vardır. O halde söylenecek şey şudur. İnsan uygarlaşan varlıktır. Yani, sosyal evrim yapabilen varlıktır. İrade sahibi varlıktır. Fıkıh kitapları insanı böyle tanımlarlar.
c. İlkel topluluk asalak bir yapıya ve sihirsel düşünüşe sahiptir. Eğitimi göreneğe dayanır. Eşitlikçidir ve durağandır. “c. İlkel topluluk asalak ekonomisine uygun olarak, türdeş, eşitlikçi bir toplumsal yapıya ve sihirsel düşünüşe dayanan bir düşünsel yapıya sahiptir. Taklide ve benzetmeye dayalı düşünsel yapı, ilkel topluluğun değişmez geleneklerini yaratmıştır. Asalak ekonominin, eşitlikçi toplumsal yapının, sihirsel, gelenekçi düşünsel yapının oluşturduğu ilkel toplumun kararlı yapısı onu durağan bir toplum biçimine sokmuştur...”(s.283)
Toplayıcılık ve avcılık geçim aracıdır. Bunu asalaklıkla tanımlamak yanlıştır. Bütün canlıların gıdası diğer canlılardır. Yeryüzünün imarını yapmayan topluluk diyebilirsek de bu tam doğru değildir. Sihirsel düşünüş de ilkel topluluğun özelliği olmayan insanının başlangıçtan beri varolan hastalığıdır. Hastalık ilkellikten farklıdır. Eğitim göreneğe dayanıyordu. O zamanlar o yetiyordu. Çünkü fazlaca öğretecekleri şey yoktu. Zaten çocuklar daima büyüklerin yanında idi.
ç. İlkel topluluğun durağanlığı asalak ekonomiye sahip olması ve artı değeri olmamasıdır. “ç. İlkel topluluğun durağanlığının bir nedeni üretici ekonomiye geçememiş oluşu, ondan da önemlisi eşitlikçi yapısının bir toplumsal artı sağlanmasına olanak vermemesidir. Uygar toplumun gelişme hızı ise, ürettiği toplumsal artıya oranlı bir artış gösterir.” (s.284)
İlkel topluluk durağan değildir. Ancak değişme eldeki imkânlarla başarılır. Bugünkü insanı tek başına yaşamak üzere bir adaya atalım. Bu insana bilgiden başka hiçbir şey vermeyelim. Bu insandaki evrimleşme insanlığın yaşadığı evrimleşmeden farklı cereyan etmeyecektir. Ağacın dalını kırmak için elinden başka hiçbir aracı olmayan insan ne ile işe başlayacaktır? Elbette ilk insanların yaptığı ilk araçları yapacaktır.Belki 20-30 yıl sonra da insan bilgisi ile bilgisayarı yapmayı başaracaktır. Ama evrimdeki türev insanlık için geçen sürelere benzeyecektir. Her halde demiri elde edinceye kadar en çok zorluk çekecektir. Ondan sonra süratle makineler yapacaktır. Her halde en büyük zorluğu yarı iletkenleri kristalleştirip bilgisayar çipi yapmada çekecektir. Ondan sonra bilgisayar üretme çocuk oyuncağı olacaktır.
İnsan öncesi çağlardaki durağanlığı insana fatura etme yanılgının kaynağıdır.
d. Asalak ekonomiden üretici ekonomiye geçince sihirsel düşünüş dinsel düşünüşe dönüştü. “d. Asalak ekonomiden üretici ekonomiye geçilmesiyle sihirsel düşünüşün yanında, dünyayı bitkiler dünyası koşullarıyla algılayan, buna uygun olarak yaradanlı, öte dünyalı bir dinsel düşünüş oluşmaya başlar. Dinsel düşünüş gelişerek tarıma dayalı uygar toplumun egemen düşünüş biçimi olacaktır.” (s.284)
İnsanlar baştan beri başkalarının yaptığını yiyorlardı. Kendileri topluyor veya avlıyorlardı. Herkes diğerlerinin yaptığını yapabiliyordu. Zaman ilerleyince beceride ihtisaslaşma başladı. Bazılarının yaptığını diğerleri yapamadı. Böylece olağanüstü özelliklere inanılır olmuş ve büyücülük doğmuştur. Yani, insanları kandırma mekanizması gelişmiştir. Dinî inanışlar sihrî inanışlara dönüşmeye başlamıştır. İnsan inanışında hastalık ârız olmuştur. Daha doğrusu hastalık ağırlaşmıştır. Nitekim bugün de hâlâ dâhiler yok mu? Oysa peygamberler bizim gibi sade insanlardır. Ama insanlara da olağanüstü haller izafe ediyorlar. Sihirden din gelişmemiştir. Dinin bozulması ile sihir doğmuştur.
e. Geçiş toplumundan üretici ekonomiye geçmedir. Çoban-çiftçi farklılaşması yanında çiftçilerin de sulama ve orman çiftçileri farklılaşması vardır. Sihirsel ile dinsel düşünüş birlikte yaşamaktadır. “e. Yabanıl tahıl devşiriciliğinden üretime geçilip ilk kentlerle sınıflı, uygar toplumun doğuşuna dek geçen süre “ilkel topluluktan uygar topluma geçiş aşaması”, bu aşamanın toplumları “geçiş toplumu” olarak adlandırılabilir. Geçiş toplumu, geçim, yaşam, düşün biçimleri bakımından ilkel toplum ile uygar toplum arası bir konumdadır.Geçim biçimi asalak ekonomiden üretici ekonomiye geçiş ekonomisidir. Yaşam biçimi yerleşik çiftçi ve göçebe çoban topluluklarıyla topluluklar arası farklılaşma göstermiştir. Düşün biçimi asalak ekonominin sihirsel düşünüşü ile tarımsal üretici ekonominin dinsel düşünüşünün yan yana görüldüğü sihirsel- dinsel nitelikte geçiş düşünüşüdür.” (s.284)
Geçiş ekonomisi üretim araçları mülkiyetinin başladığı bir ekonomidir. Geçiş ekonomisi “çoban çiftçi” ve “orman çiftçisi” ile “sulama çiftçisi”nin farklılaştığı dönemdir. Dinî düşünüşün yanında sihirsel düşünüşün de daha çok revaçta olmaya başladığı bir dönemdir. Müsbet ilimlerin gelişmesi ile sihirsel düşünüş gerileyecektir.
f. Yenitaş dönemi artı üretim gücüne sahip ise de iç dürtüleri yetersizdir. “f. Asalak ekonomiden üretici ekonomiye geçilmesi toplumsal artının sağlanması için gerekli koşuldur ama yeterli koşul değildir. İlkel toplumun eşitlikçi yapısı, üretim fazlasının toplumsal artı olarak belli kimselerin ellerinde toplanmasına olanak ve izin vermez. Eşitlikçi yapısı, yarım küre içine bırakılan bir bilyanın kararlı denge hareketi gibi, çeşitli nedenlerle bozulan dengeyi uzun dönemde gene eşitlikçilikte kurmaya eğilimlidir. Dolayısıyla “iç gelişme” ile toplumsal artı üretebilen uygar topluma geçilemez. Neolitik düzeydeki geçiş toplumu bir “toplumsal artı üretme gizilgücü”ne sahip olmakla birlikte, kendi başına toplumsal artı üretemez.” (s.284)
Artı ürünün gelişmeye sebep olduğu hatalı bir açıklamadır.
Bir canlı başlangıçta küçüktür. Üreticileri aktiftir. Gelirler giderlerden fazladır. Büyümeye ayrılacak artı değeri vardır. Büyüyünce bireyler zindeliklerini kaybederler. Gelir giderden azdır, çökme meydana gelir. Yaşlanma budur.
İnsanlarda bu durum ekonomik ve sosyal yapı periyotları ile sürer. Sosyal yapının yenilenmesiyle ekonomik canlılık başlar, ekonomik canlılık sosyal yapıyı hantallaştırır. Sonunda ekonomik yapı da çöker. Bu sosyal yapının yenilenmesine neden olur. Yenilenen sosyal yapı yeniden ekonomik canlılık getirir. Bu durum sürüp gider. Bu arada evrim olur. İnsanlarda başka bir özellik daha vardır. Doğup yaşlanmanın yanında, bunları arkadan izleyen komşular vardır. Bunlar sosyal yapılarını komşulardan alırlar. Onun üzerine ekonomik yapıyı kurarlar. Daha güçlü bir şekilde kurarlar. Çünkü sosyal yapı ile ekonomik yapıyı birlikte alırlar. Ne var ki, bu toplulukların sosyal yapıyı üretme özelliği yoktur. Onlar çökerken diğerleri gelişmeye başlar. Bunlar çöktüğünde öbür tarafta yeni medeniyet oluşmuştur, bir daha kopya ederler.
Mezopotamya’yı Mısır kopya etmiş ve daha görkemli medeniyet oluşturmuştur. Yunanlılar İbranileri kopya etmiş ve daha görkemli medeniyet oluşturmuştur. Bizanslılar Hıristiyanları kopya etmiş ve daha görkemli medeniyet oluşturmuştur. Batı İslâmiyet’i kopya etmiş ve daha görkemli medeniyet oluşturmuştur. Ama Batı hiçbir zaman orijinal sosyal yapıyı kuramamıştır. Bu ancak peygamberlerin öğretisi ile doğan medeniyetlere nasip olmuştur. Şimdi de yeni sosyal evrim Kur’an sayesinde Doğu’da olacaktır.
g. Çobanların çiftçilere çöreklenmesi ile artı değer oluşmuştur. “g. Çiftçi-çoban toplulukların farklılaşması, çiftçilerin “yerleşik, kendine yeterli, barışçı, dışa kapalı” yaşam biçimi ile; çobanların “göçebe, kendine yetersiz, savaşçı, dışa açık” yaşam biçimi olarak birbirine zıt yaşam biçimlerine sahip olmaları, çobanların çiftçiler üzerinde “çöreklenmesiyle” toplumsal artı üreten toplumlar doğmuştur. Bu noktada toplumsal artı tarım dışı etkinliklerde çalışan kimselerin beslenmesi olanağını yaratarak, ilkel topluluğun türdeş yapısının çözülmesini sağlar. Ekonomik birikimi ekonomik, toplumsal, siyasal, düşünsel farklılaşmalara dönüştürecek yolları açmış olur.” (s.284)
Daha zor şartlarda yaşayan topluluklar rahat şartları bulunca başlangıçta gelirlerin bir kısmını artırırlar, bu da onlara sermaye oluşturur ve bununla yatırım yaparlar, ülke imar olur. Ama biraz sonra onlar da yerliler gibi israflı hayata başlarlar, gelirleri giderlerinden düşük olur ve topluluk çökmeye başlar. Bu sefer onlara yeni akınlar olur. Böylece sürekli olarak bir gelişme sağlanmış olur. Ancak bu yeni gelenlerin yeni düzeni kurmaları gerekir. Bunu yerlilerden öğrenirler. Yani, yerleşik dönemden sonra doğu-batı medeniyetleri etkileşimi, daha önce kuzey-güney etkileşimi vardır.
h. Çobanların çiftçilere çöreklenmesi yeterli değildir. Büyük sulamaya yeterli çevrenin olması gerekir. Uygarlık ancak böyle doğar. Sonra yayılabilmiştir. Buna savaşların ve düşünsel yapının da etkisi vardır. “h. İnsanlığın ilk uygar toplumlarının ortaya çıkması için, çoban toplulukların çiftçi topluluklar üzerinde çöreklenmesi gereklidir ama yeterli değildir. Bu çöreklenmenin küçük sulamadan büyük sulamaya geçilerek, büyük çaplı bir toplumsal farklılaşmayı destekleyerek bir toplumsal artı üretebilecek ve büyük çaplı toplu çalışmaları zorunlu kılacak coğrafi çevrelerde oluşması da gereklidir. Böylece ilk uygar topluma geçişte tarihsel koşulların (toplumsal gelişmenin üretici ekonomi düzeyine ulaşmış olması), toplumsal koşulların (çobanların çiftçiler üzerine çöreklenmesi) ve özel çevresel koşulların (büyük sulama tarımını zorlayacak taşkın ovalarının) üst üste gelmeleri gerekmiştir. Ancak böylece farklılaşmış ilk uygar toplumlar ortaya çıktıktan sonra yeni uygar toplumların ortaya çıkması için bu koşulların üst üste gelmesi gereği ortadan kalkar. Uygar toplum biçimi, alışveriş, savaş, hatta düşünsel etkileme yollarıyla başka topluluklara da yayılabilir. Burada, uygar topluma geçişte üretim teknolojisi kadar savaş teknolojisinin ve düşünsel yapının da belirleyici bir rol oynayabileceği söylenebilir.”(s.285)
Nihayet, hakikat itiraf edilmektedir.
Mezopotamya Medeniyeti sadece şartlarla doğmamıştır, din adamlarının öğretileri ile doğmuştur. Bu durum dünyanın her yerinde olduğu gibi Amerika’da da bu böyledir. Biyolojik evrimi gerçekleştiren güç sosyal evrimlerde de etkili olmuştur. Allah gönderdiği peygamberlerle insanlığın ihtiyacı olan sıçramaları sağlamıştır.
Hz. Adem ilk insan olmanın yanında, hem ilk peygamber hem de ilk öğretmendir. Konuşmayı öğrenmiş ve çocuklarına öğretmiştir. Göçebe yaşamının kuralları onunla başlamıştır. Hz. Nuh şeriat yönetimini öğretmiştir. Hz. İbrahim ilmî düşünceyi öğretmiştir. Şeriatla devlet yönetimini öğretmiştir. Hz. Davut kamu ekonomisini ve devletçiliği öğretmiştir. Hz. İsa lâikliği öğretmiştir. Hz. Muhammed içtihat ve icmaı öğretmiştir.
Bunlar hep sosyal evrimdir. Ekonomik evrim bunları takip etmektedir. Şimdi de Kur’an insanlara -göstermelik değil- gerçek demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk düzenini öğretecektir. İlk sunduğu şey “İnsanlık Anayasası” taslağı çalışmalarıdır.
ı. Toplayıcılık, avcılık, çobanlık değişmeleri ile uygar topluma geçiş dış etkilerin katalizörlüğüne gerek gösterir. “ı. Toplayıcılıktan devşiriciliğe ve üreticiliğe geçilmesinde olduğu gibi, ilkel topluluktan uygar topluma geçilmesinde de, gerek ekonomik gerek düşünsel yapıdaki nicel birikimler ancak doğal bir dış etkenin (iklim değişikliğinin, özel çevresel koşulların) ya da toplumsal bir dış etkinin (topluluklar arası savaşçı veya barışçı ilişkilerin) katalizörlüğü ile nitel değişikliklere yol açabilmişlerdir. (s.285)
Değişmenin kaynaklarını aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz.
- Nüfusun artmasıyla besin yetersizliği.
- İklimin değişmesiyle kıtlığın başlaması.
- Komşuların saldırısıyla ortaya çıkan yağmacılık.
- Yaşlanma nedeniyle artan israf ve gelir-gider farkı.
Bütün bunlar bir topluluğu ileriye doğru itmektedir. Ama bu hiçbir zaman yeterli değildir. Projeye ihtiyaç vardır. Bunun için de iki yol izlenmektedir.
- “Peygamberler” “yeni projeler” getirmiştir. Bundan sonra da “ilim adamları” “yeni projeler” getirecektir. Onlara “kitaplar” gelmiş; bize ise “Kur’an’dan ilhamlar” gelmektedir. İstinbat yapıyoruz. Bugün insanlık bunu beklemektedir.
- Gelişmiş ve henüz yaşlanmış komşu medeniyet varsa iktibas edilir ve uygulayıcılar tarafından kendi geri ülkelerinde uygulanır. Bu hazır proje de birincisinden daha başarılı olur. Çünkü proje ilk uygulamada revizyon geçirmiştir. Bugünkü Avrupa Medeniyeti böyle doğmuştur.Tarih peş peşe bu olumlu ve uygun şartları öylesine hazırlamıştır ki bugünkü medeniyet doğmuştur.
Canlıları enerji oluşturur. Artı besin geliştirir ama değiştirmez. “i. Canlıları harekete geçiren enerji olduğu gibi, toplumu değiştirip geliştiren de “artı enerjidir”. İlkel toplulukta (üretimin bilinmediği koşullarda) artı enerji “artı besin”den sağlandığı sürece, toplulukta ağır bir gelişme görülür; ancak bu gelişme toplum biçiminin değişmesi yönünde değil, aynı yönde gelişmesi şeklinde olmuştur. Bir başka deyişle, ekonomik, toplumsal düşünsel farklılaşmalara yol açmamıştır. Gelişme yolunda alınan en önemli aşama, sihirsel düşünüşün totemcilik biçiminde örgütlendirilmesi olmuştur. Ama sihirsel düşünüşü örgütleyen sihirci sanatçılar toplumdan farklılaşmış bir sınıf ya da grup olmadıklarından; düşünsel yapı, ekonomik ve toplumsal yapılardan farklılaşmış bir yapı olmamıştır. Bu nedenle ekonomik ve toplumsal yapılar üzerindeki etkisi onları değiştirici değil pekiştirici yöndedir. Artı besinin yardımıyla düşünsel yapı, ekonomik ve toplumsal yapıları (pekiştirici yönde etkiler ama) değiştirici yönde etkileyemez.”(s.285-286)
Canlı, ışık enerjisini ısı enerjisine çevirmek suretiyle, aradaki fark enerjiyi kimyasal, mekanik, elektrik enerjisi hâlinde değerlendirir. Gelişme çağında bu enerjiyi büyümek için kullanır. Yaşlanınca da bu enerji yetmez olmaya başlar. Bu evrim değil, gelişmedir.
Evrim ise, genetik yapıda değişmedir. Genetik yapıda değişme dış müdahale olmadan gerçekleşemez. Bu müdahalenin gerçekleşmesi için peygamberlere gerek vardır. Peygamberler döneminden sonra ise peygamberler gibi çalışan ve onların varisleri olan “ilim adamları”na ihtiyaç vardır. Üretimden önce projenin üretilmesi gerekmektedir.
j. k. Artı değerin bir sınıfta toplanması topluluğu geliştirici ve değiştirici olmuştur. “j. Artı ürünün belli bir azınlığın elinde toplanması gerçek anlamda “toplumsal artı” üreten toplumları doğurmuştur. Toplumsal artı ekonomik birikimi, ekonomik, toplumsal, siyasal ve ideolojik farklılaşmalara dönüştürerek, farklılaşmış uygar toplumun kurumlarının oluşmasında bir transformatör rolü oynamıştır. Bu transformatör, yalnızca ekonomik birikimi, toplumsal, siyasal, düşünsel, ideolojik yapılara dönüştürmekle kalmayan; fakat aynı zamanda düşünsel ve ideolojik birikimi, siyasal, toplumsal ekonomik yapıları (toplumsal artı elinde toplanan grubun ya da sınıfın istediği gibi) pekişmesini ya da değişmesini sağlama yönünde kullanılan çift yönlü bir dönüştürücü olarak görünür. k. Toplumsal artı transformatörünün hangi yönde çalışacağı ve hangi amaçlara hizmet edeceği, onun birikme biçimine (tek ya da çok merkezde toplanmasına), hangi üretim alanlarından (tarımdan, ticaretten, sanayiden) alındığına, ne biçimde (ürün, mal, angarya, para) alındığına, kimlerin(din adamlarının, askerlerin, tacirlerin) eline geçtiğine, hangi yollarda harcandığına göre değişir.”(s.286)
İnsanların birlikte evrim yapabilmesi için topluluğu bir yöne sevk eden yöneticilerin olması gerekir. Başlangıçta bu ikili ilişkiler şeklinde iken, zamanla kural ilişkileri şekline dönüşmüştür. Kişilere sözlerinizi dinletmek için;
- Kendinizi sevdireceksiniz. Bu dinlerin metodudur.
- Bilginizle onu ikna edeceksiniz. Bu ilimin metodudur.
- Kişiye bir çıkar sağlayacaksınız. Bu ekonominin aracıdır.
- Onu korkudan emin kılmalısınız. Bu da siyasilerin aracıdır.
Tarihte başlangıçta dinler hâkim olmuştur. Sonra, siyaset hâkim olmuştur. Sonra, ekonomi hâkim olmuştur. Ama hepsi birden kullanılmıştır. Kurulurken din ve siyaset başta rol oynar. Sonra, ilim ve ekonomi hâkimiyet aracı olur. Gelecekte ilim hâkim olacaktır. Yöneticiler kişilerle değil, formüllerle oynayarak topluluğu yöneteceklerdir. Kuralların yerini formüller alacaktır. Kişiler hep o formüllerin gösterdiği göstergelere göre kendileri karar verip hareket edeceklerdir. Askerlikte yine kişi yönetimi devam edecektir.
“İnsanlık Anayasası”nda bunlar düzenlenmiştir.
l. Artı değer din adamlarında olunca durağanlık vardır. Artı değer askerlere, oradan da özel mülkiyete geçince durağanlık ortadan kalkar, sonunda başka amaçlarla kullanılmaya başlanır. “l. Toplumsal artının denetim biçimleri ekonomik, toplumsal, ideolojik yapıların etkileşimi ve sonuçta toplumsal değişme üzerinde farklı etkiler yapar. Artının din adamları sınıfının sınıfsal denetiminde olması, önce artı tek bir merkezde toplanacağı için hızlı bir ekonomik ve teknolojik gelişmeye yol açar. Ama artı başka sınıftan kimselerin eline geçmediği için, din adamları sınıfının egemenliğini pekiştirip toplumsal gelişmeyi frenler... Toplumsal artının asker yöneticilerin eline geçmesi, üretim araçları üzerinde (sınıfsal denetim yerine) kişisel mülkiyetin koşullarını hazırlar. Üretim araçlarının özel mülkiyete geçmesi, onunla birlikte toplumsal artının kişilerin denetimine geçmesi demektir. Bu ise askeri yöneticiler yanı sıra asker olanlar ve olmayanlardan (tacir, toprak ağası) oluşan yeni bir egemen sınıf yaratır. Asker yöneticiler bu sınıfın yönetim ajanlığını üstlenirler. Toplumsal artı özel mülkiyet konusu olunca; onun ekonomik, toplumsal, siyasal pekiştirme ve değiştirme amaçlarıyla kullanılması kolaylaşır. Ancak çeşitli kişilerin elinde toplanan artı zıt amaçlarla kullanılabildiği için, değiştirici ve pekiştirici etkisi azalır.”(s.286)
Hak medeniyetleri var, kuvvet medeniyetleri var. Hak medeniyetlerinde yönetim adalete dayanır, insanlar kendi istekleri ile düzene uyarlar. Kuvvet medeniyetlerinde yönetim kuvvete dayanır, halk silah veya açlık korkusuyla itaat eder. Başlangıçta hak medeniyetleri oluşur. Sonra bu medeniyetler kuvvet medeniyetlerine dönüşür. O da istismara neden olduğu için çöker. Ama bu arada yeni hak medeniyeti ortaya çıkar.
Şimdi Batı Medeniyeti kuvvet medeniyetinin zirvesindedir, çökmeye başlamıştır.
Yeni Hak Medeniyeti de “İnsanlık Anayasası” ile kurulmaya başlanmıştır.
m. Sınıflaşma aşağı tabakaların da refahını artırır. “m. Toplumsal artı transferi ile, farklılaşmış, sınıflı uygar toplumlar doğarken, ilkel topluluğun türdeş yapısıyla birlikte toplumsal birlik ve bütünlüğü de bozulmaya başlar. Bu toplumsal birliği parçalayıcı eğilimlere karşı, ekonomik farklılaşma (işbölümü) çeşitli iş, meslek ve sınıftan kimseleri birbirlerine muhtaç duruma sokarak ekonomik bir bütünleşme yaratır. Bunun yanı sıra, baskı ve ikna yöntemleri geliştirilerek toplumsal birlik sağlanmaya çalışılır. Ancak toplumsal birliği sağlayan en önemli etmen toplumsal artının bir bölümünün yeni üretici güçlerin yaratılması yolunda kullanılmasıyla, çalışmanın verimliliğinde sağlanan olağanüstü artıştır. Böylece, tarıma dayanan uygar toplumda ürettiğinin önemli bir bölümü elinden alınan köylülerin bile yaşam standartları, uygar toplumdan öncesine göre büyük yükselme gösterir... “Uygar toplumun özeti” olan devletin de bu açıdan değerlendirilmesi gerekir.”(s.287)
Sınıflaşma demek, halk arasında birlik sağlamadır. Birlik üretimi artırır. Bu birlik de fertlerin refahını yükseltir. İnsanlar genellikle maddî refahları için kişisel hürriyetlerini isteyerek feda ederler. Bu da sınıfsal bir yaşamı getirir.
“İnsanlık Anayasası”nda bu sebepledir ki “eşitlikçi bir topluluk” kabul edilmiştir. Ancak eşitlik ilmî ehliyete bağlanmadır. İmtihanlarla elde edilen başarıya göre kişilere derece verilmiş ve bu derecelere göre de yetkiler tanınmıştır. Görev ehliyete dayanır. Ehliyetin mesnedi de ilimdir. Kişiler arasında farklılaşma ehliyetle olmaktadır.
Bu sınıflaşma değildir. Çünkü alimlerin çocukları alim olarak doğmuyorlar. Askerlerin çocukları asker olarak doğmuyorlar. Bu sebepledir ki, askerlerin çocukları kendi babalarının bulunduğu orduda değil, başka ordularda üst rütbeye terfi ettirilir ve istihdam edilirler.
n. Zamanla sınıflar da farklılaşarak dini ve siyasi güçler belirir. Bu da devleti meydana getirir. “n. Toplumsal farklılaşma tam zaman uzmanı yöneticileri besleyebilecek düzeye ulaşınca, siyasal yapı; işleri düşünmek olan bir sınıfı besleyebilecek düzeye ulaşınca düşünsel yapı, ekonomik ve toplumsal yapılardan farklılaşır. İlk uygar toplumlarda her iki farklılaşmayı da din adamları sınıfı temsil eder. Toplumsal artı üreten toplum biçiminin korunması ve yaygınlaştırılması onun yürütülmesinden daha büyük bir önem taşımaya başlayınca, askerler yönetimi ve onunla birlikte toplumsal artının denetimini ele geçirirler. Böylece, siyasal farklılaşmayı temsil eden sınıfla düşünsel yapıyı temsil eden sınıflar farklılaşmış olurlar. Bu farklılaşmalarla uygar toplumun oluşumu tamamlanmış; “uygar toplumsal kurumların kurumlaşması” olarak tanımlanabilecek bir yapı olan devlet ortaya çıkmış olur.”(s.287)
Başlangıçta yönetici tek kişidir ve lider de dinî liderdir. Bütün güç onda toplanmıştır. Gevşek bir başkanlık vardır. Sonra dinî kurum ortaya çıktı. Din adamları toplumu ortak olarak yönetmeye başladılar. Sonra dinî kurumun yanında siyasî kurum oluştu. Daha sonra da ekonomik kurumlar oluştu. Son olarak ilmî kurumlar ortaya çıktı.
İslâmiyet’te ise; dine dayalı siyasî kurum önce oluştu. Sonra ilmî kurumlar oluştu. Sonra dinî kurumlar oluştu. En sonunda meslekî kurumlar oluştu. (Âkile, siyasî kurumdur. Medine Devleti’nin kurulmasıyla oluşmuştur. Medreseler ilmî kurumlardır. “Ashab-ı Suffe” bunun ilk kuruluşudur. Tarikatlar dinî kuruluşlardır. Sonra ortaya çıkmışlardır. Loncalar da ekonomik kuruluş olarak sonra oluşmuştur.)
Yeni oluşumda önce “ilim” ortaya çıkacak, sonra “ekonomik kuruluşlar” belirecek, sonra “dinî kurumlar” oluşacak, en sonunda “siyasi kurum” evrimleşip “Adil Düzen” gelecektir. Çünkü bugün en çok güçlü olan kurum siyasettir. Onun fonksiyonu en sonunda bitecektir. Geçiş böyle olacaktır.
o. Farklılaşmaya uğrayan toplumlarda dinin ideolojikleşmesi ile sağlanmıştır. İdeoloji sosyal ve ekonomik yapıyı değiştirmek için kullanılmıştır. “o. İşi yalnızca toplumdaki düşünceleri sistemleştirme, düşünce üretme olan bir sınıfın ortaya çıkmasıyla, dünya görüşü bu sınıfın bakış açısına göre oluşturulmuş, bu sınıf dünya görüşüne damgasını basmıştır. Böylece dinsel düşünsel yapı, ideolojik bir biçim almıştır. Durmaksızın farklılaşmalara uğrayan bir toplumda onu birleştirici, bütünleyici işlevleriyle ideolojinin önemi artmıştır. İdeoloji aynı zamanda ekonomik ve toplumsal yapıları değiştirme amaçlarıyla da kullanılmaya başlanır.”(s.287)
İdeoloji demek, bir toplulukta kişilerin onun uğrunda canlarını vermesine hazır olmaları anlayışı demektir. Savaşın olduğu yerde ideoloji de vardır. O halde, ilk insandan günümüze kadar hep ideolojik davranışlar mevcuttur. İdeolojileri şöyle sıralayabiliriz:
- Kişinin yaşama ideolojisi. İnsan topluluksuz yaşayamayacağına göre, topluluğun yaşama ideolojisi ile birleşmiştir.
- Neslini yaşatma ideolojisi. İnsan topluluksuz yaşayamadığına göre, topluluğunu yaşatan ideoloji nesli yaşatma ideolojisinden gelmektedir.
- Âhiret inancı ideolojisi. İnsanın âhirette cennete gidebilmesi için Allah’ın rızasını alması gerekir. O halde, dinini yaşatma ideolojisi de âhireti yaşatma ideolojisidir. Bunun için yine topluluğa ihtiyaç vardır.
- Hür yaşama ideolojisi. İnsan kendisini, neslini ve dinini bir başkasının emrine vererek de yaşayabilir. Ama varlığı onun lehinde olur. Bir de bu kişiler arasında, topluluklar arasında, dinler arasındaki çatışmayı durdurmaz. Bunlar gerçek ideoloji olmaz. Gerçek ideoloji ise insanın hürriyetini koruma ideolojisidir. Herkesin kendi hayatını, kendi neslini ve kendi inancını yaşatabildiği bir ortamı koruma ideolojisidir.
Bu genel ideoloji devletleri oluşturur. Bu genel ideoloji ocak, bucak, il, devlet ve insanlığı organize eder. Savaş bunun için yapılır. Savaş barış için meşrudur. “İslâm” demek “barış” demektir. Bir adam “Müslüman” oldu mu, artık o savaş istemiyor, barış istiyor demektir. Ne var ki, herkes barışa razı olsa barış olmaz. Barışı koruyan bir savaşçının da bulunması gerekir. Bu da “mü’min”dir; “güven altına alan”dır; “güvenlik için savaşan” demektir.
İşte Kur’an’ın öğrettiği ideoloji budur.
Hz. Peygamber “müslim”i tarif ettiği zaman; “Müslim, elinden ve dilinden diğer Müslimlerin sâlim olduğu kimsedir.” demiştir. Yani, barışçı, diğer barışçıların onun kötülüğünden selâmette olduğu kimsedir, demiştir.
Hz. Peygamber “mü’min”i tarif ederken ise; “Mü’min, insanların mallarını ve canlarını onlara emanet ettiği, onun güvencesine verdiği kimsedir.” demiştir. Yani, mü’mini tarif ederken, “diğer müminlerin” dememiştir, “bütün insanların” demiştir.
“İNSANLIK ANAYASASI”nda yer alan ideoloji budur.
İnsanlara hürriyet sağlama ideolojisi.
İLİMLER DİLE VE MATEMATİĞE DAYANIR.
Tecvid Birimler
Lugat Sayılar
Sarf İşlemler
Nahiv Eşitlikler
Maani Analiz
Beyan Seriler
Bediiyyat İhtimaliyat
Mantık Program
Canlıların dili dört sesten oluşur. Bunlar ikişer olarak çifttir.
11 10 01 00
(11-00) (10-01)
Kelime üç sesten oluşmaktadır.
(11 01 11)
Bir aside tekabül eder. Yirmi çeşit asid vardır.
3300’de Ubeyd kültürüne bir tufan son vermiştir.
Gılgamış’ta; “Büyük bendlerin kazıkları çekildi, havuzların suları boşaltıldı, bentler ve setler yıkıldı, yangın çıktı, bora insanlara saldırdı.” deniyor.