b. İlkel Ekonominin Sigortası
-Ortak paylaşım ilkel toplulukları milyonlarca yıl yaşatmıştır. “Ne var ki, bu darboğazlarına karşın ilkel asalak ekonomi varlığını, dolayısıyla bu ekonomiye sahip olan toplulukların varlığını, “ortak paylaşma” göreneğinin uygulanması nedeniyle milyonlarca yıl sürdürebilmiştir. Bu paylaşma bolluğun değil, kıtlığın paylaşılması olmuştur. Böyle olduğu içindir ki ortak paylaşma, ilkel toplulukların yaşamın birçok darboğazlarından geçebilmelerini sağlarken, onların eşitlikçi bir toplumsal yapıya sahip olmalarını da sağlamıştır.”(s.88-89)
Hayvanlarda ortak paylaşım vardır. Karıncaların ve arıların hayatı bu ortak paylaşımın açık örnekleridir. İnsan öncesi maymunlarda da böyle bir ortak paylaşımın olması tabiîdir. Ne var ki, bu paylaşım tamamen kollektiftir. İkili paylaşım değildir.
Komşuların veya yakınların paylaşımı insanlarda başlar. Çünkü hafıza sadece insanda mevcuttur. Şimdi elinize hesap makinesini alırsınız, işlem yaparsınız. Her türlü işlemleri yapabilirsiniz. Bazı sayıları saklarsınız. Ama hesap makinenizin hafızası yoksa, makineyi kapattığınızda o sayılar silinip gider. Eğer hafızası varsa geçmiş sayıları oraya depo eder, sonra onları çağırırsanız, size gelirler ve onları kullanabilirsiniz. Hayvanlarda böyle saklanabilen hafıza yoktur. Onun için geçmişi yeniden yaşamak veya birtakım senaryolar üreterek geleceği şimdiden yaşamak mümkün değildir. Dolayısıyla ikili paylaşım sözkonusu değildir.
İnsanlığın toplayıcılık ve avcılık zamanlarında ise insanlar arasında ikili paylaşım başlamıştır. Bu dönemler de öyle sanıldığı gibi milyonlarca yıl sürmemiştir. İnsan 50-60 bin yıl içinde sorunlarını çözüp buraya yani bugünkü seviyesine kadar gelmiştir.
-İlkel toplumda mülkiyet yoktur. ““Ortak paylaşma” ilkel topluluklarda mülkiyetin bulunmadığı anlamına gelir. Gerçekten üretimin bilinmediği, insanların geçimleri ve yaşamları için ancak gerekli en azı elde edebildikleri ve bunları bir ortak çalışma ile elde ettikleri bir ekonomide mülkiyetin nesnel ve öznel koşulları yoktur. Geçimlik ekonomi ya da yoksunluk ekonomisi olarak tanımlanan bir ekonomide elde ediş (geniş anlamda üretim) ile tüketim arasında bir mülkiyet durağı yoktur. İlkel toplulukta mülkiyetin olmayışı, ya da bunun bir başka deyişi “ortak paylaşma”nın oluşu, o topluluğun insanlarının davranışlarını, onun toplumsal ve düşünsel yapısını kuşkusuz etkileyecek ve bu etki mülkiyetin bulunduğu topluluktakinden bambaşka olacaktır...”(s.89)
Maymun toplayıcı olmadığı ve hayvanlarda hafıza olmadığı için hangi malların kimlere ait olacağını bilemedikleri için onlarda mülkiyet yoktur. Onlar birinin kendilerinden mi, yoksa yabancı mı olduğunu, sadece koku gibi bazı özelliklerle bilirler.
Oysa, insanlığın toplayıcılık ve avcılık dönemlerinde mülkiyet kavramı başlamıştır. Herkesin çardağı kendisine aittir. Aile içinde de herkesin elbisesi kendisine aittir. Hattâ, paylaşılan veya değiştirilen meyvelerin kimlere ait olduğu bilinmektedir. Ağaçlar aralarında bölüşülmüştür. Avcılık döneminde de bu kavram devam etmiştir. Avdan dönenler ortak tüketim yapmıyordu. Ürünü aralarında bölüşüyorlardı.
Benim köyümde av partisi düzenlenir, mesela, balık avlanır. Ağı atan bir kişidir. Biri de torbaya koyar veya sırığa asıp taşıyan vardır. Bu partiye kim isterse katılır. Kimseye “Sen gelme!” denmez. Çok kalabalıklaşınca, burada bana ne pay düşecek ki diyerek vazgeçenler olur. Bu suretle yeter sayıda insan katılır. Katılanlar hiçbir iş yapmazlar, sadece kalabalık olarak ilerlerler. Çalışan iki, en çok üç kişidir. Av bitince oturur ve katılanların hepsi eşit şartlar içinde avı bölüşür. Ağ atan bile fazla pay almaz. Ayrıca hocaya, hastaya, yaşlıya da bir ikramda bulunurlar. Bölüşüldükten sonra artık o balık veya et onlarındır.
Avlarda deri ve yağ da önemlidir. Eti yenmeyen hayvanların yağından sabun yaparlar, yahut aydınlatma için kullanırlar. Bunlar mülkiyete konudur. Neyin kollektif, neyin özel mülkiyete konu olacağına ocak halkı karar verir.
Köyümde tarlalar bölüşülmüştür, çayırlar bölüşülmüştür. Ancak ekinler kalktıktan ve otlar kesildikten sonra mera olarak hep birlikte kullanılır. Ormanlar bölüşülmüştür. Büyük ağaçlar sahiplerine aittir. Arı kovanlarını istedikleri yerlerine onlar koyarlar. Ama mera olarak çalı ve otlardan yararlanma ise kollektiftir. Cami ve çevresindeki mezarlık vakıftır.
Hâlâ Marx’ın yanlış olan varsayımları ile geçmiş anlaşılamaz. İnsanda aile vardır, mülkiyet vardır, din vardır ve yönetim vardır. İnsan hiçbir zaman sürü değildir.
4. İlkel Topluluğun Toplumsal Yapısı
-İlkel topluluğun toplumsal yapısı durağan ve kararlı idi. “İlkel topluluğun asalak ekonomisinin darboğazları onun durağan bir toplumsal yapıya sahip olmasına yol açmıştır. Asalak ekonomi kararlı bir ekonomi değildi. Tersine geçimin doğal kaynaklara bağımlı oluşu, çevresel koşullardaki dalgalanmaların olduğu gibi topluluğun geçimine ve nüfusuna yansımasına yol açıyordu. Üretim bilinmediğinden doğal kaynaklar üzerinde yiyecek sağlamaya kararlılık kazandıracak bilinçli bir karışma olanağı yoktu. Bu durum bir bakıma düşünsel yapının ekonomik yapıyı değiştirme, geliştirme yolunda etkileme olanaklarının tıkalı olması demekti... Ekonomik alandaki bu kararsızlığın paradoksal bir sonuç doğurarak kararlı, durağan bir toplumsal yapıya yol açmasına şaşmamak gerek.”(s.90)
İnsan öncesi maymunların yapılarında kesin kararlılık vardı. Evrim sözkonusu değildi.
İnsanın toplayıcılık ve avcılık, hattâ çobanlık dönemlerinde göçebe hayatı yaşanıyordu. Göçebe hayatının en üst kuruluşu 10 bini aşmayan nüfusu ile “bucak” idi. Bu yapı birbirini tanıyan insanlardan oluşuyordu. Kendine özgü bir hayatı vardı. Değişmesi sözkonusu değildi. Bugün dahi aynı yapıyı ocak seviyesinde korumaktadır. Büyük şehirlerde olanlar ise bucak yapısını yitirdikleri için farklı bir hayatta doğmuştur. Ocak, birbirini çok yakından bilen, dolayısıyla içli-dışlı oldukları için birbirinden utanmayan bir yapıya sahiptirler. İlişkiler ikilidir. Kardeş, baba, amca, dayı, komşu hep özel ilişkilerle birbirine bağlıdırlar. Ocak hayatı sosyal hayattan çok psikolojik hayattır. Birbirleri ile evlenmeleri de sözkonusu olmadığı için tamamen başka bir yapı içindedir.
Oysa, bucak halkı birbirini tanırlar ama birbirlerini bilmezler. Ayıplarını ve kusurlarını bilmezler. Dolayısıyla birbirlerine karşı olduklarından farklı görünürler. Utanırlar ve sosyal ilişki kurarlar. Birbirlerine kız alıp verecekleri için, çevrenin yardımına ihtiyaçları olduğu için, burada herkes kendisini başkasına beğendirmeye çalışır. Bu da kişilerin kendi yapılarından çok sosyal yapıyı oluşturur. Çoğu zaman hiç kimsenin teker teker inanmadığı şeylere topluluk içinde inanmış görünmek ve ona göre davranmak zorunda kalınır. Yalan olduğunu herkes bilir ama herkes tasdik etmeye devam eder. Çünkü içlerini açmadıkları için karşı tarafın ona inandığını sanır. Açtığı zaman da bu sefer onu kötülemek için saldırıya geçer. Bu toplulukta şiddetli bir şekilde rekabet vardır. Yani kişiler kendilerini başkalarına beğendirmeye çalışırken rakiplerini de topluluğa kötülerler. Fırsat bulur bulmaz ona saldırırlar. Bu da sosyal denetimi sağlamaktadır
Daha büyük topluluklarda ise insanlar birbirini tanımadıkları için orada sosyal baskı oluşmaz, sosyal kurumlar meydana gelmez. Belli bir grubun baskısı toplulukları oluşturur. Toplayıcılık ve avcılıkta daha o tür bir topluluk oluşmamıştır.
-Toplamsal ilişkiler beslenme, savunma ve üretme ilişkileri olarak ortaya çıkar. “Tarihsel ilkel toplulukların kalıntıları onların yaşam biçimleri hakkında pek az ipucu verir. Bu nedenle onların yaşam biçimleri, toplumsal yapıları, arkeolojik verilerden çok çağdaş ilkellerden yapılan çıkarsamalarla kurulur... Bu ilişkiler de beslenme, savunma ve üreme ilişkileri olarak üç noktada odaklaşır.” (s.90-91)
Gerek fertler, gerekse topluluklar birbirleri ile ilişkiler kurarlar. Bu ilişkiler hissî, fikrî, fiilî ve siyasî olabilir. Bu ilişkiler yapılırken evlenmeler göçebe topluluklarda çok önemli rol oynar. Ocak içi evlenmeler yoktur. Ocaklar arası evlenmeler ocaklar arası yakınlıkları doğurur ve bu da bucakların oluşmasında ana kaynak olur. Böylece sağlanan gidiş-geliş ilişkileri inançlara ve düşüncelere etki ettiği gibi, üretime de etkili olur. Böylece birbirine yakın olan gruplar arasında savaşlar cereyan eder. Maddî ilişkilerin yanında manevî ilişkiler de oluşur.
-İlkel topluluklar birbirini tanırlar ve fertleri türdeştir. “İlkel topluluğun üyeleri birbirlerini tam anlamıyla tanırlar. Birbirlerinin davranışlarını ve düşüncelerini birbirleriyle özdeşleşecek derecede etkiler ve denetlerler. İlkel sürüde toplayıcılık geçim biçimi, kadın-erkek ekonomik işbölümünü gerektirmediğinden, sürünün türdeş üyelerden oluştuğu söylenebilir...”(s.91)
Toplayıcılıktaki birbirini bilme derecesinde yakın olma avcılık döneminde de devam etmiştir. Ama ayrıca birbirini tanıma şeklinde genişlemiştir. Burada herkesin kişi olarak değeri vardır. Bir kimse ip yapabiliyorsa onu ip yapan biri olarak tanırlar. Başka birisi de ip yapıyorsa onu da ayrı olarak ip yapan biri olarak tanırlar. Onları birleştirip de ip yapanlar kavramını oluşturup bir varlık olarak belirlemez. Böylece tam eşitlikçi bir topluluktur. Farklı nitelikleri olsa da, bunu üstünlük olarak görse de, bunu bir sınıf üstünlüğü olarak görmez. Yani, ip yapan yapmayandan üstündür denmez. Bu bundan kişi olarak üstündür. Bütün özellikleri ile üstündür veya değildir. Halbuki sonraları üstün sınıflar ortaya çıkacaktır.
-Artı değer olmadığı için ilkel topluluk durağandı. (s. 92)
İlkel hayvanımsı topluluklar durağandı. Ama ilk insan hiçbir zaman durağan değildi. Toplayıcılıkta bugünkü insanlığın da kullandığı tüm buluşları hiç yoktan keşfettiler. Ateş onların icadıdır. Ateşi yalnız icat etmediler, yemek pişirmeyi, ateşle ağaçlara şekil vermeyi onlar geliştirdiler. Köyümde babam kaşığa şekil vermek için dıştan kaşığa bıçak ile şekil vermiş ama içini oymak için köz ve ateşten yararlanmıştı. Avcılık döneminde de insanlar kendilerinden çok güçlü hayvanları avlamayı başardılar. Bunun dışında bütün dünyaya yayılıp orada yaşama imkanlarını sağlamışlardır. Bugünkü kentli birisini mağaraya çıplak koyup, “Haydi bakalım, burada yaşa!” desek; kaç gün yaşar?!.
-Toplumsal yapı halkın doğa, birbirleri, diğer halklarla olan beslenme, savunma ve üreme ilişkilerini konu alır. (s.92)
Toplumsal yapı, halkın yaratanı ile, doğa ile, birbirleri ile ve diğer halklarla olan ilişkilerini; beslenme, savunma, üreme ve düşünsel ilişkilerini konu alır. Yani toplumsal yapı ekonomik, dinî, ilmî ve siyasî ilişkileri içermektedir. Üreme ilişkileri hepsinin içinde vardır. İnsanı ele alırken onun doğması, büyümesi, çalışması, yaşlanması ve ölmesi de ele alınacaktır. Bunları yaparken de ailesiyle, ocağı ile, bucağı ile, ili ile, ülkesi ile ve insanlıkla olan ilişkileri ele alınmalıdır. Yani, kişi ve topluluk üyesi ayrı ayrı ele alınmalıdır. 25 hizmetin her çağda nasıl işlediğini ortaya koymalıyız. Mesela, başkanın konumu nedir? Borç ve alacakların dengesi nasıl sağlanır? Buna benzer sorunlar çözümlenmelidir.
-İlkel topluluklar birbirini tanırlar ve benzerler. (s.92)
Toplayıcılık döneminde yaklaşık 30 ile 100 kişiden oluşmuş “ocak toplulukları” vardır. Bunların özelliği birbirlerini çok yakından bilmeleri, bütün eksik ve kusurları bilmeleridir. Birbirlerinden saklayacakları bir şeylerinin olmamasıdır. Sadece eşler arasında özel ilişkiler vardır. Eşler ve çocuklar işlere hep beraber gittikleri için tek evlilik revaçtadır.
Avcılık döneminde ise ocak teşkilâtı varlığını korumaya devam etmişse de, birçok ocak bir araya gelmiş ve “bucak topluluğu” oluşmuştur. Bucak topluluğunda başkan oluşmuş ve siyasi denge kurulmuştur. Kabileler arası çatışma başlamıştır. Erkekler avcılık ve savaş sebebiyle farklı statü elde etmişlerdir. Erkeklerin sayısı kadınlara göre azalmış ve kadınlar günün pek çok saatinde erkeksiz yaşamaya başlamıştır. Evlilik dışı ilişkileri önlemek için yakın akrabaların birbirleriyle evlenmesi yasaklanmış, evlilikler ocak dışı evliliğe dönüşmüştür. Bu bir taraftan ocak halkını birbirine daha da yaklaştırmış, diğer taraftan bucak içinde ocak halkını birbirine akraba yapmıştır. Böylece toplayıcılık döneminin sosyal yapısıyla avcılık döneminin sosyal yapısı tamamen değişmiştir.
Bugün bazı aileler avcılık dönemi geçirmeden toplayıcılık döneminden tarım ve kent hayatına geçmişlerdir. Bunlarda içten evlenme esastır. Amca kızı varken yabancı ile evlenilmez. Buna karşılık avcılık dönemi geçirenlerde de tam tersine yakın evlilikler tamamen yasaktır. Benim köyümde zaruret olmadıkça amca kızı veya teyze kızı alınmaz. Şimdi İstanbul’da yakın evlilikler yapılmaya başladı. Bundan dolayı Batum’daki akrabalarımız bizi ayıplamaktadırlar. Ruslar çok daha uzaktakilerle bile evlenmezler.
-İlkel sürüler arasında insani ilişkiler yoktur. “İlkel sürünün öteki sürülerle ilişkileri hemen hemen yoktur. Başka sürüler ya da başka sürülerin insanları kendilerinden kaçılması ya da kendilerine saldırılması gereken öteki hayvanlardan farklı görülmez.”(s.93)
Toplayıcılık döneminde ocaklar kendi yemişliklerini bölüşmüş olduklarından, içten evlenme de olunca, akrabalık ilişkileri ve ekonomik ilişkiler son derece azdır. Bununla beraber yine hudut çekişmeleri, komşu ocak erkeğine aşık olan kızın kaçması, bazı hallerde zorla götürülmesi toplayıcılık döneminde başlar.
Bucağımda bir kız rakibi olduğu aile tarafından istenir. Kızın verilmesi ayıp sayıldığından verilmez. Kız oğlanla anlaşır. Ama kaçmaz. Zorla al, demek ister. Çünkü kendiliğinden giden bir kızı ocak kabul etmez. Erkeğin ocağındaki erkekler toplanır, silah zoru ile kızı slacaya bağlar, omuzlar ve götürürler. Kız gitmek için can atmasına rağmen feryadı basar. Kız tarafı bunları kovalar. Bu arada birkaç erkek ölmüş olabilir. Eğer başarılmış ise kız kocasının evine güya zorla götürülmüştür. Bunun zorla olmadığını aslında herkes bilir. Ama kural budur, uyulacak. Köy halkı toplanır, uzun görüşmelerden sonra kız tarafını teskin ederler. Barışma ise çocuklar olduktan veya torunlar doğduktan sonra mümkün olur.
Şimdi bu töre tarım döneminde doğmuş değildir. Çünkü bütün tarım dönemini yaşayanlarda buna benzer töre yoktur. O halde bu avcılık veya toplayıcılıktan gelmiş olabilir. Ama bana göre bu toplayıcılıktan gelmiştir. İçten evlenmenin olduğu topluluklarda görülür. O halde hayvanlardaki toplayıcılık ve avcılık dönemlerinde ocaklar arası ilişkiler yoktur. Bucak kuruluşu yoktur. Ama insanların toplayıcılık dönemlerinde ise ocaklar vardır ve ocakların diğer ocaklarla ilişkileri de mevcuttur. Bu ilişkiler ekonomik olmakla beraber, aynı zamanda sosyal ilişkilerdir. Çünkü toplayıcılık döneminde de hayli gelişmiş teknoloji ve ekonomi vardır. Gerek elbise üretimi, gerekse araç üretimi, bunun dışında kurutulmuş meyvelerin tazeleriyle değiştirilmesi, birbirleri ile değiştirilmesi hep başlamıştır.
-Avcı ve toplayıcı topluluklarda kadın-erkek arası işbölümü ve güçlü örgüt sürüyü takıma dönüştürmüştür. “Avcı ve toplayıcı takımlarda erkeklerin avcılığı, kadınların toplayıcılığı üstlenmeleriyle doğan işbölümü... Kendini görenekler biçiminde ortaya koyan düzenli ilişkiler, biyolojik birliğe toplumsal birliği katan, bireysel ve kaba güç yerine örgütlü, toplumsal gücü getiren böylece sürüyü takıma dönüştüren, toplumsal yapının temelini atan ilişkilerdir.” (s.93)
Hayvan avcı ve toplayıcılar sürüdürler. Çünkü onlarda kalıcı hafıza yoktur. Yani, hafızaya bir şeyi depo edip sonra onu kullanmak için çağırma mekanizmaları yoktur. Geçici hafızaları vardır. Her zaman açıktır. Onlarda unutup hatırlama diye bir şey yoktur. Bu özellik olmayınca takım ilişkileri oluşmamaktadır. Akrabalık ilişkileri doğmamaktadır.
Oysa, insan toplayıcılık ve avcılık dönemlerinde takım vardır. Ocak takımı vardır. Ancak ocaklar arası bir üst takım yani bucak vardır. Bu avcılık döneminde oluşmuştur. Bu dönemde il ve ülke de yoktur. İller çobanlık döneminde, devletler tarım döneminde oluşmuştur. İnsanlık ise ancak sanayi döneminde örgütlenebilmektedir.
-İlkel topluluklarda kişisel varlık yerine toplumsal varlık öndedir. (s.93-94)
Toplayıcılık döneminde aile hem küçüktür hem de daha sıkıdır. İçten evlenme olduğu için de kişiler topluluk içinde varlığa sahiptir. Her birinin ayrı değeri vardır. Hâlâ eğer bucağındaki bir ocakta tek çocuk varsa, tüm ocak sakinleri o çocuk üzerinde dururlar ve o çocuk çok daha kişilikli olarak gelişir. Sonra gelenler ise çoğalacağı için topluluğun ilişkisi azalır. Farklı yetişir. Bir de en küçük çocuk anne-baba için tamamen ayrı özellik taşır. O büyümez, daima küçük olduğu için psikolojik olarak korunur. Yani, ocak topluluğunda kişinin ocak içindeki yeri son derece belirgin ve ileri durumdadır. Diğer ocaklar için ise kişi tanınmamaktadır bile. Sosyal kişiliği yoktur.
Oysa, avcılık döneminde insanlar çocukları ile toplayıcılık dönemi kadar yakın ilişki kuramamaktadır. Kişinin ocak içindeki yeri azalmıştır. Ama bucak içinde statüsü son derece artmıştır. Akrabalık ilişkileri ve akrabalara gidip gelmeler, dıştan evlenme, herkesi topluluğa beğendirme yarışına sokmuştur. Kız alabilmek için ocağı dışındaki ocaklarla yakın ilişki kurmalıdır. Topluluğun takdir edeceği işi yapmalıdır. Kız da kendisine talip bulunabilmesi için topluluk içinde kendisini göstermelidir. Bugün hâlâ dantel örülmekte, hâlâ el becerisi çeyiz düzenlenmektedir. Böylece kız kendi maharetini topluluğa göstermektedir.
Bu çağda gelişen en önemli husus misafirliktir. Evdeki düzen ve tertip, temizlik, yemek pişirme kadını tavsif eder. Herkesin bir misafir yeri vardır. Misafir orada ağırlanır. Misafirden kadınlar hoşlanırlar. Çünkü kızlarını ancak böyle gösterip satabilirler. Dıştan evlenen tarım toplumlarında misafirperverlik son derece ileridir. İçten evlenen tarım toplumlarında misafirperverlik çok zayıftır. Bu iki âdet arasındaki ilişkinin tesbiti bizim varsayımımızı destekler. İşte günümüzden eskiye bu tür istatistikî analizlerle gidilebilir.
-İlkel topluluklarda yönetim vardır, siyaset yoktur. Siyaset yöneten ve yönetilen ayırımından doğmaktadır. “Genel olarak her türlü ilkel topluluklarda, özel olarak da avcı ve toplayıcı takımlarında bir siyasal örgütlenişten, bir siyasal yapıdan söz edilemez... Basitçe söylersek, “haydi yapalım” denen yerde yönetim, “yapın” denen yerde siyaset vardır.” (s.94-95)
Toplayıcılık döneminde ocak başkanları vardır. Bu kişi şayet sağ ise dededir. Dede sağ değilse, en büyük amcadır. Bu topluluklarda dede öldüğü zaman büyükanne onun yerini almış olabilir. Evlilik içten olduğu için en yaşlı kadın da başkan olmuş olabilir. Başkandan sonra kimin geleceği bellidir. Yani, ocak içinde herkesin bir yeri vardır. Kim kimden daha üstündür, bellidir. Bu “abla” ve “ağabey” tabirleri ile de bellidir.
Avcılık döneminden gelen halk arasında “abla” ve “ağabey” tabirleri yoktur. Oysa, toplayıcılık döneminden gelen halklarda “abla” ve “ağabey” tabirleri vardır. Ama şimdi benim bucaktakiler abla ve ağabey tabirini kullanmaktadırlar.
-Avcılık-toplayıcılık dönemlerinde dil gelişmiş ve yaşlı-genç farklılaşması başlamıştır. “Avcı ve toplayıcı takımlarda konuşmanın gelişmesi, takım içi eşitlikçi, dayanışmacı ilişkileri kolaylaştırıp geliştirirken, bilgi birikimini de hızlandırmıştır. Bilgi birikimi toplumda yaşlıların statülerinin yükselmesine, takım içinde yaşlı-genç farklılaşmasına giden yolda adımların atılmasına yol açmıştır.” (s.95)
Konuşabilen hayvan insandır. Konuşma demek, gelişen hayata uygun olarak dilin de gelişmesidir. Diğer bir tabirle söylersek, dilin gelişmesi ile gelişmenin sağlanmasıdır. Bu özellik yalnız insanlarda vardır. Toplayıcılık döneminde de vardır. İnsanlar tekâmül ettikçe dilleri de tekâmül eder. Bugünkü ilimler hep dille ifade edilmiyor mu? Dilin sayesinde bu keşifleri yapmıyor muyuz? Önce düşünüyoruz, sonra uyguluyoruz. Biliyoruz ki, düşünme demek aynı zamanda konuşma demektir. Hayvan konuşamadığı için düşünemiyor. Papağan da bizim gibi söyler ama o düşünemez. Çünkü o bizim dilimizi kendi kalıcı hafızası olmayan bir beyinde yerleştirmektedir.
-Avcılık ve toplayıcılık sihirsel düşünüşe götürür. “Avcı ve toplayıcı takım doğa ile ilişkilerinde ilkel sürü gibi yalın kılıç değildir. Ateşle, çeşitli araçlarla, silahlarla, giysilerle ve barınaklarla donanmaya başlamıştır... Savunma silahlarını geliştirip avcılığa başlayarak etkin bir tutum takınmıştır... Ama her şeye karşın avcı ve toplayıcı takımlarda doğadan birşeyler koparabilme azmi ve bilinci uyanmış görünür ki bu sihirsel düşünüşün temellerini oluşturacaktır.” (s.95)
Hayvanla insan arasındaki fark, hayvan hayatı için gerekli her şeyi bilmektedir ve çözümler sınırlı olmaktadır. İnsan ise çözümü kendisi üretebilmekte ve belki de sonsuz alternatif vardır. Yani, insan düşünür ve çözüm üretir. Bunu yapabilmesi için de doğa kanunlarına uymak zorundadır. Doğa kanunları sebep-sonuç ilişkisidir. Bunu deneyerek bulmaktadır. Ne var ki, bu denemeler sadece kendi denemeleri değildir. Dil aracılığı ile atalardan kendisine intikal etmiştir. Bunların bir kısmı gerçektir. Yani, tabiî sebep-sonuç ilişkisidir. Bir kısmı ise sebep-sonuç ilişkisi doğru olmakla beraber yorumu farklıdır.
Mesela, soğuk rüzgarın insanı hasta ettiği eskiden beri bilinmektedir. Görünmeyen yelin şuurlu bir varlık olduğu veya canavar gibi görünmez bir canlı olduğu varsayılmıştır. Hastalığın bulaştığı o zamandan beri bilinmektedir. Bu hastada mevcut bir görünmez canavarın sıçraması şeklinde düşünülmüş olabilir. Hastalıkların tedavi edildiği veya teknik sayesinde birçok çözümlerin elde edildiği bilinmektedir. Bu da onları sebepleri işleme sonucuna götürmüştür.
O halde, sihir dediğimiz şey bugünkü ilim ve teknikten başka bir şey değildir. Bugünkü ilimlerimizde olduğu gibi hatalı bilgiler o zaman da vardı. Belki hatalar doğrulardan fazla idi. İlaç olmadığı halde bugün ilaç diye kullandığımız maddeler o zaman da vardı. Belki de gerçek ilaçlardan fazla idi. Ama bugün de çok farklı olduğunu sanmıyoruz.
-İnsan-doğa ilişkileri de durağan idi. “Gerek ilkel sürünün gerekse avcı ve toplayıcı takımın doğayla ilişkilerinin, tüm olarak değerlendirildiklerinde, “edilgin, düzensiz, rastlantısal” olduğu, insan ile doğa arasına etkili olmaktan uzak birkaç maddî araç girmekle birlikte düşünsel, tinsel araçların pek az girdiği, insan-doğa ilişkilerinin de geleneksel, durağan olduğu söylenebilir.”(s.95)
Hayvan avcı toplayıcılıkta tamamen durağan olan canlı-doğa ilişkileri, insanda süratle gelişmeye başlamıştır. İnsanlar toplayıcılık dönemlerinde ağaçları budamak, altını açmak, sulamak, belki de aşı yapmak, meyveleri toplamak, taşımak, depolamak, kurutmak, bazı meyveleri pişirmek gibi birçok deneylerle karşı karşıya idiler. Ağaç liflerinden kendilerine elbise yapmak, ağaç dallarından çardaklar yapmak, ağaçlarla kızak yapmak, sepet yapmak, bugün hâlâ kullandığımız, belki de unutup atmakta olduğumuz bitkisel ilâçlar onlar tarafından bulunmuştur. Avcılık dönemlerinde ise ateşten daha çok yararlanma, atıcılık, okçuluk gibi şeyler hep bu dönemlerde gelişmiştir.
Yazarımızın karıştırdığı şey, insan avcısı ile hayvan avcısıdır. Avcılığı insanın hayatında değişiklik yapmıştır. Uzman avcılığı dediği şey insan avcılığıdır. İnsanlar çobanlıktan, hattâ tarımdan sonra da avcılığa devam etmişlerdir. Halâ da avcılık bitmemiştir. Denizlerden hâlâ ancak avcılıkla yararlanıyoruz. Çobanlık dönemi hemen hiç yoktur. Tarım dönemi çok cüz’idir.
Toplayıcılık dönemlerinde ocaklarda komşuluk ilişkileri vardı. Ne var ki, bu ilişkiler çok seyrekti. Birbirinin dillerini anlıyorlardı, ama zamanla bu diller arasında farklar oluşmuştu. Mesela, biz yaklaşık 150 yıldır amca çocuklarımızdan ayrı ocakta (köy mahallesinde) oturuyoruz. ‘Seki’ye ‘sekve’ deriz. Oysa, amca çocuklarımın evinde ‘sekvi’ denmektedir. İşte böyle komşular uzaklaştıkça diller de farklılaşmaya başlamıştır. Böylece ayrı diller doğmuştur. Dillerdeki farklılaşma böyle başlamıştır.
Avcılık döneminde ise ocak dili doğmuştur. Ocak içinde bu farklılaşma azalmıştır. Avcılıktaki değişik yönlerde göçlerde birbirinin dillerini anlamayan ocaklarla karşılaşılmıştır. Bunların insan olup olmadığı bile tartışılmaya başlanmıştır. İlişkiler daha çok savaşlar mahiyetinde olmuştur. Komşulukları da uzun sürmediği için birbirlerinin dillerini öğrenmez olmuşlardır. Ocaklar arasında ilişkiler daha itici olmuş, buna karşılık bucaklar arası ilişkiler tamamen yaklaşımlı olmuştur.
-İnsan-insan arası ilişkiler de durağandır. “Böylece avcı ve toplayıcı takımlarda insan-doğa ilişkileri gibi takımlar arası ilişkiler (insan-insan ilişkilerinin) de durağan olduğu söylenebilir.”(s.96)
İnsanda, insan-insan arası ilişkiler hiçbir zaman durağan olmamıştır. İnsanın diğer insanla kurabileceği ilişkilerle ilgili gücü sınırlıdır. Bir kimse 10 000 kişi ile ilişki kurarsa bu gücünü ona göre dağıtmış olur. 1000 kişi ile ilişki kurarsa daha sıkı ilişkiler olur. Hele bu ilişki kurma 100 kişiye inerse durum tamamen değişir.
O halde, insan ilişkileri toplayıcılıktan avcılığa geçince çevresini genişletmiş olduğu için bu ilişkide gevşeme olmuştur. Tarım döneminden sanayi dönemine geçiyoruz. Psikolojik ilişkiler çok azalmış, yerini sosyal ilişkiler almıştır. İşverenle işçi birbirini tanımaz olmuştur. Herhalde bu ilişki usta-çırak ilişkisine yahut köle-efendi ilişkisine benzememektedir. Unutmamak gerekir ki, bu sadece insandaki psikolojik yeteneklerin farklı çevre ve koşullarda farklı kullanılmasından ibaret olup, insanın rûhi yapısında bilgi artması dışında bir değişiklik olmamıştır.
-Avcı ve toplayıcılıkta araçlar tek örneklidir. “Bununla birlikte avcı ve toplayıcı takımları, uzun dönemde birbirlerinin daha etkili araç ve silahlarını benimseyerek birbirlerini etkilemiş görünürler. Araç tiplerinin çok geniş bölgelerdeki bir örnekliği bunun kanıtıdır. Dolayısıyla avcı ve toplayıcı takımlar arasında teknolojik bir etkileşimin olduğu ortadadır.”(s.96)
Buradaki tek örneklilik hayvanlarda biyolojik kodlanmalarla olmuştur. İnsanlarda ise üstün silahın galip gelmesi ve insanların bilgilerinin yalnız alınan sonuçlarla ölçülmüş olması nedeniyle tamamen etkilemişlerdir. Yeni silahı denemek kolay iş değildir. Çünkü savaşta bir defa yenildikten sonra bir daha yapılabilecek bir şey yoktur. Savaşı üstün yeni silah bulan kazanır. Ama üstün olmayan silah ise topluluğu yok eder. Onun için silahta evrim en son gerçekleşir ama bir defa galip gelindi mi tek düzeye girer. Bugün de ayrı ayrı çalışıldığı halde her devlet atom silahına sahip olmak için uğraşıyor.
-Toplayıcılık avcılık döneminde dıştan bölücü öğe yoktur. “Avcı ve toplayıcı takımlarında görülen avda işbirliğinin, kadın erkek ekonomik işbölümünün, üremenin ve savunmanın topluluğu bütünleyici öğeler olduklarını görüyoruz. Buna karşılık, birey-takım çıkar çelişkileri olmadıklarından içte, takımlar arasında sistemli savaşçı ilişkiler olmadığından dışta bir “bölücü” öğenin bulunmadığı söylenebilir.”(s.96)
Yine insan topluluklarında karşı tarafa uygulanan taktik, karşı tarafı bölmek ve böldükten sonra ayrı ayrı yutmaktır. Bu işlem o topluluğun içine bölücü unsurları sokmakla olur. Ayrıca, bütün canlılarda olduğu gibi insanlarda da yeter derecede büyüdükten sonra bölünme kaçınılmazdır. Büyüyen ocak bölünecektir. Büyüyen bucak bölünecektir. Genellikle bunlar tatlılıkla olmaz, topluluk içinde çıkan nizalarla gerçekleşir. Küçülen topluluklar da diğer topluluklar tarafından yutulur. Diğer canlılarda savaş türler arasındadır ve genellikle biri pasif, diğeri aktiftir. Yani, biri savunmada, diğeri saldırmadadır. Oysa, insanlarda savaş yine insanlar arasındadır ve ikisi de hem aktif hem pasiftir. Bu kavgalar önce kardeşler arasında başlar. Hattâ karı-koca arasında başlar. İnsanlar birbirlerinden uzak duramazlar, birbirlerine çok da yaklaşamazlar. Yer ile Güneş arasında olduğu gibi, insanlar arasında da bir denge vardır. Sevgi ve kızgınlık hep yan yana dengededir. Bu psikolojik bir durum olup ilk insandan kıyamete kadar değişmeyecektir. Farklı biçimler alacaktır ama varlığını hep koruyacaktır.
-Sürüden takıma, takımdan topluluğa geçilmiştir. “Yukarı paleolitiğin uzman avcı topluluklarının yaşam biçimleri, öteki ilkel topluluk biçimlerinden (ilkel sürüden, avcı ve toplayıcı takımdan) oldukça farklı, bir bakıma ilkel topluluğun sıra dışı bir yaşam biçimidir... ekonomik etkinlikler dışında uzmanlaşmalara yol açmasıyla yeni işbölümleri, uzmanlaşmalar, farklılaşmalar da karşılıklı gereksinimleri artırarak daha sıkı bütünlenmeye ve toplumsal yapılarının karmaşıklaşmasına yol açmıştır. Bu nedenle toplumsal yapılarının artık “takım” yerine “topluluk” olarak nitelenmesi uygun olur. Avcılık ve toplayıcılıktan uzman avcılığa geçilmesiyle takımdan topluluğa geçilmiştir...” (96-97)
Hayvan toplayıcı ve avcıları sürü halinde yaşadı. İnsan ise asla sürü halinde yaşamadı. İlk andan itibaren takım oldu. Ocakları oluşturdu. Avcılık döneminde ise topluluğu oluşturdu ve bucak oldu. Toplulukta bir taraftan herkes rutin iş yaparken, diğer taraftan kabiliyetine göre herkes ayrı meslek edinir ve kişilerin bir kısmı çift geçim kaynağına kavuşurlar. Bu durum çobanlık ve çiftçilik dönemine kadar gelir.
Benim bucağımda tamamen böyle bir hayat vardır. Ne kadar kullanılan araç varsa o kadar da usta vardır. Ağaç taşıma ve ithal edilmiş demirden başka ithal ettikleri bir şey olmaz. Hep kendi üretir ve tüketirler.
- Gıdanın tamamı kendileri tarafından üretilip tüketilir. Tuzu Ardahan’dan kaya tuzu olarak alırlar, karşılığında onlara meyve götürürler.
- Giyimde de hemen hemen hiçbir şeyi ithal etmezler. Çuvaldızı demirciler yaparlar. Onunla el dikişi yaparlar. Kumaşı yünden ve ketenden kendileri dokurlar. Tezgahlar tamamen kendilerinin eseridir.
- Ev eşyası ağaç ve deridendir. Seramik kaplar kullanırlar. Kazanlar, testiler, tabaklar hep kendi mamulleridir. Evleri harçsız taş duvarlar üzerinde oturtup kullanırlar. Yükleri sırtları ile taşırlar. Tarlaları elleri ile çapalarlar.
- Araçları demirdendir. Köyün demircileri yaparlar. Eski demirleri kullanırlar. Satın almadan çok, şehirlerdeki hurdalardan toplarlar. Buradan demiri çıkarıp atarsak avcılık dönemine gelmiş oluruz.
-Bazı yazarlara göre başlangıçta evlilik yoktu. Bu doğru görünmüyor. “Uzman avcılıkla birlikte erkeklerin birinci sıraya çıktıkları, statülerinin biraz daha yükseldiği anlatılmıştı. Buna karşın bazı yazarlar, bunun tersine yukarı paleolitiğin uzman avcı topluluklarını da kapsayan “ilkel komünal” toplulukta gerçek babanın bilinmemesinin kadınların (anaların) erkekten değerli görülmesine yol açtığı, bunun ve ev ekonomisinde kadınların ağır basmasının kadın egemenliğinin (anaerkilliğin) somut temellerini oluşturduğu görüşündedirler... (97)
İnsan türünü diğer türlerden ayıran başlıca unsur evliliktir. Evlilik müessesesi sadece eşleşmeden ibaret değildir. İki leylek eşleşir, diğer leylekler yani onların eşleştiklerini görenler onları eş kabul ederler. Eşli leylek ile eşsiz leylek arasında bir iletişim de olabilir.
İnsanlarda ise eşleşme kız ile erkek arasındaki ilişkilerle doğmaz. Eşleşme aileler arasında ortaya çıkar. Toplayıcılık döneminde başkan kimi kime münasip görürse o onun eşi olur. İçten evlenme olunca en çıkar yol budur. Eş olamayanlar da hiçbir zaman cinsi ilişki kuramazlar. Bunlar topluluktan dışlanırlar. Bu da onun ölümü demektir.
Avcılık döneminde ise dıştan evlenme olduğu için bu da kızın erkek tarafından istenmesi ile başlar. Elçiler oluşur, çok karmaşık ve katı merasimi vardır. Kız babasından istenir ama, erkek zaten isteyemez, babası dahi gidip kızını bana ver diyemez. Ancak aracılar ve elçiler bu işi çözebilir. İnsandaki bu aile anlayışı kalıcı hafızadan doğar ve akrabalık anlayışından oluşur. “Arşı arşı memlekete kız vermesinler/ Ben annemi ben babamı ben köyümü özledim.” türküsü işte bu avcılık döneminin dıştan evlenme sonucu doğan nâmeleridir.
-İlkel topluluklarda sınıf oluşmamıştır. “Erkeklerin, yaşlıların, sihirci sanatçıların ve ... statüleri sıradan üyelerin statülerini aşsa da, bunlar eşitlikçi yapıyı bozacak ve sınıflı topluma varacak çapta ve düzeyde değildirler.” (s.97-98)
Avcılık ve toplayıcılık dönemlerinde mübadele ekonomisi yoktur. Paralı ekonomi hâkim değildir. Herkes ürettiğini tüketmektedir. Üretim de sermayeye dayanmamaktadır. Dolayısıyla bir sömürücü sınıf oluşmamıştır. Bir asker sınıfı da yoktur. Çünkü zaten herkes avcıdır. Şimdi bile küçük kentlerde durum böyledir. Sınıf daha çok toprak ağalığı ile başlamıştır. Toprak ağaları kente taşınmış ve bir asilzade sınıfı oluşturmuştur. Kent oluşmadan sınıf oluşmaz.
-İlkel toplulukta artı değerler kültürel ilişleri geliştirmiştir. “Artı besinin sağladığı boş zamanla ve öteki olanaklarla, topluluğun yaşamına hatırı sayılır derecede doğrudan geçim etkinlikleri dışı etkinlikler girmiştir. Bu etkinlikler sohbetler, eğlenceler, törenler, “sanat” etkinlikleridir...”(s.98)
Toplayıcılık dönemlerinde, meyvelerin olmadığı dönemlerde insanların boş mevsimleri, dolayısıyla buna bağlı olarak boş vakitleri olmuştur. Avcılık dönemlerinde avları depolayamadıkları için bol avlandıktan sonra insanların boşa geçirecekleri zamanları olmuştur. Bu da insanların boş zamanlarını sohbet veya toplu ibadetlerle geçirmelerine sebep olmuştur. Buna da gerek vardı. Böylece eğitim sağlanıyordu. Yeni durumlarda yeni çözümler üretiliyordu.
-İlkel topluluklar etken olmaktansa edilgendirler. “Uzman avcılıkla doğaya karşı oldukça etkin bir tutum takınmış olsalar da, üretimi bilmedikleri için gene doğaya bağımlıdırlar ve genel olarak doğa karşısında etkin olmaktan çok edilgindirler, saldırıda olmaktan çok savunmadadırlar.”(s.98-99)
Her canlı eşit şekilde etken ve edilgendir. Gıdasını bulurken etken, savunmasını yaparken de edilgendir. İnsanın özelliği, diğer canlılara karşı hem etken, hem edilgen olmakla beraber, hayvanlarda olduğu gibi bazı canlılara karşı etken, bazı canlılara karşı edilgendir. İnsanlar birbirlerine karşı hem etken hem de edilgendir.
Güzelliği ile kadın erkeğe etkilidir, erkek edilgendir. Buna karşılık bedeni hareketleri ile erkek etken, kadın edilgendir. Bu genellikle diğer canlılarda da böyledir. İnsanlarda ise bu kız tarafı ve erkek tarafına sıçramıştır. Hiçbir kız tarafı erkek tarafına, “Ben sana kızımı vereyim” diyemez. Tam tersine, can atsa bile “kız tarafı naz tarafı” diyerek elçileri senelerce gezdirirler. Kızı nişanlarlar ama yine de yakın görüşmeler yaptırmazlar. Senelerce, genel olarak kız beş sene nişanlı kalır. Evlilikler bucağımda 25 yaştan sonra gerçekleşir.
Demek ki, etkenlik ve edilgenlik canlı olma bakımından vardır. İnsandaki farkı, insan-insan arası karşılıklı etkenlik ve edilgenlik vardır. Bir de bu etkenlik ve edilgenlik yalnız kişiler arasında değil, gruplar arasında da oluşmaktadır.
-İçte kurallı ilişkiler, dışta ise anarşik ilişkiler sürmüştür. “Bunun dışında rastlantısal savaşçı ilişkiler sürmektedir; bu bakımdan içte anarşik ilişkilerin yerini düzenli ilişkilerin almasına karşılık, dışta anarşik ilişkilerin sürdüğü söylenebilir.”(s. 99)
İnsanlar toplayıcılık döneminde ocak içinde düzen kurmuşlardır. Avcılık döneminde ise bucak içinde hem kişiler hem de ocaklar arasında düzen kurmuşlardır. Bu düzeni aynı zamanda başkan olan peygamberler veya aynı zamanda Tanrı’yı temsil eden başkanlar koymuşlardır. Ocaklar arası ilişkiler ise savaş statüsüne tâbidir. Sözleşmeler dönemi gelmemiştir. Çünkü avcı grupları devamlı yer değiştirdiği için yapacakları sözleşmelerin geçerliliği yoktur. Sözleşme dönemi çobanlık döneminde başlamıştır.
-Uzman avcılar bazan etkin bazan edilgin, aralarında eşitlikçi ve barışçı, dış ilişkilerde barışçı ve savaşçı idiler. “Özetle, uzman avcı topluluklar doğayla ilişkileri,bazen etkin bazen edilgin; topluluk içi ilişkileri, işbirlikçi, eşitlikçi; topluluklar arası ilişkileri hem barışçı hem savaşçı olan bir yaşam biçimine sahiptirler.”(s.99)
İnsanlar tabiatın bazısına etken bazısına edilgen idiler, birbirlerine karşı ise hem etken hem edilgen idiler. Sınıflaşma yoktur. Ama hem kadın-erkek arasında, hem genç-yaşlı arasında, hem de meslekler arasında farklar vardı. Başkanlar ve bazı kimseler ise işgal ettikleri makam itibariyle farklı statüye sahip idiler. Yani, bugünkü toplulukta ne varsa onlarda da vardır. Ama bütün bunlar insan toplayıcılar ve insan avcılar zamanında olmuştur. İnsan öncesi maymunlarda ise insana has bu özelliklerden hiçbirisi yoktur.
-İlkel topluluklar göçebe topluluklar idi. İçte de eşitlikçi idi. “Genel olarak ilkel topluluğun toplumsal yapısının, doğa ile ilişkilerinde göçebe, edilgin ve ilkel, topluluk içinde türdeş eşitlikçi, topluluklar arasında sistemsiz düşmanca ilişkilerin görüldüğü dışa kapalı, durağan, “eşitlikçi ilkel yaşam biçimi” olduğu söylenebilir.” (s.99)
İnsanlar toplayıcılık zamanında da göçebe hayatı sürmüşlerdir. Meyvelerin bittiği veya kuruduğu yerlerden meyvelik yerlere göç ederlerdi. Avcılık ise tam göçebe dönemidir. Göçebelik çobanlık döneminde de devam etmiştir. Yerleşik düzen tarımla başlamıştır.
Benim bucağımdaki halk köyde oturmakla beraber yazın yaylalara gider. Hatta kışın da kışlalar vardır. Yılda dört defa yer değiştirilir. Ailenin bir kısmı ise köyde kalır ve tarım işiyle meşgul olurlar.
5. İlkel Topluluğun Düşünsel Yapısı
-İnsanın düşünce yapısı üzerindeki tartışmalar varsayımlara dayanır. “İlkel topluluğun düşün biçimi hakkında antropologlar arasında büyük tartışmalar vardır. Bazıları ilkel insanın düşüncelerini anlayıp yorumlamak için doğal, toplumsal çevresinden ipuçları bulmaya çalışmışlar, bazıları ise ilkel düşüncenin özelliklerini doğrudan doğruya ilkelin zihninin gelişkinlik derecesiyle, yapısıyla ilgili görmüşlerdir. Dipnotlarında küçük değinişlerden öte bu tartışmalara girilmeyecek. Onun yerine, genetik-kronolojik yöntemle, ilkel toplulukların düşün biçimlerinin doğrudan ya da dolaylı ürünlerinin bulunduğu durumlarda bu ürünlere, böyle ürünlerin bulunmadığı durumlarda benzeri yaşam biçimlerine sahip olan çağdaş ilkel toplulukların düşünce ürünlerine bakılarak, ilkel toplulukların yaşam ve düşün biçimleri arasındaki bağlantılar araştırılacak. Bunlar araştırılırken de kuşkusuz ilkel düşünüş hakkında öne sürülen kurumlardan yararlanılmaya çalışılacaktır.”(s.99-100)
Burada evrimin yine hatırlanması gerekir.
Müsbet ilim, birbirine benzeyen ilk hücrenin zamanla değişmesi ile evrimleşmiş ve bugünkü hâle gelmiştir. İlk hücre ise evrimleşerek oluşmamıştır. Çünkü ilk hücre canlının bütün özelliğini taşımaktadır. Mesela, özümleme yapabilmektedir. Yani Güneş enerjisinden doğrudan yararlanmaktadır. Bugün de tüm canlılar bu tür canlıların elde ettikleri ile yaşamaktadır. Organik maddeler yani gıda ancak canlılardan oluşmaktadır. Organik maddesiz canlı, canlısız da organik madde olmaz. Bu yönüyle bitki hücresi hayvan hücresinden daha gelişmiştir, komplekstir. Zaten evrimin kuralı budur. Kendine yeterli teker teker varlıklardan, kendilerinin yeterliliğini kaybetmiş ama birbiriyle bütünleşmiş varlıklara geçiştir.
İlk hücre, hücre olarak çok güçlüdür ama toplulukta işe yaramaz. Gelişmiş canlılarda hücreler dejenere olmuştur ama bunların oluşturduğu varlık gelişmiştir. Döllenmiş ilk insan hücresini düşünelim. Bu hücre bir insanı oluşturacak kabiliyettedir ama insanın hayatında bir işe yaramaz. Ne görme, ne tatma, ne sinir, ne de kan hücrelerinin yaptığı işi yapabilir. Bugün ilk canlı kalıntıları incelendiğinde bitki hücresinin hayvan hücresinden daha önce olduğu tesbit edilmiştir. Bu da mantıki muhakemeyi teyit etmektedir.
Bu ilk hücre nasıl evrimleşti de bugünkü türler oluştu? Bunu iki türlü izah edebiliriz. Diyelim ki, ilk canlıda hem klorofil, hem emin vardı. Bitki-hayvan ayırımı yoktu. Ama hayvan hücresi sinik olduğu için hücre görünüşte bir bitki hücresi idi. Sonraları hücrelerden bir kısmında emin tahrip oldu, hücreler bitki hücrelerine dönüştü. Bir kısmında ise klorofil tahrip oldu, insan hayvan hücresi oldu. Bir kısmında her ikisi tahrip oldu, bunlar da bakterileri oluşturdu. Bir kısmında ise hâlâ hem klorofil hem de emin içeren hayvan hücreleri vardır. İnsanın vücudunun bir çoğu emin içermiyor. Bitki hücrelerinin bir çoğu klorofil içermiyor.
Evrimi bu yolla izahta bir zorluğumuz vardır. Çünkü o zaman nasıl oldu da ilk çiftler var edildi? Onun için en makul izah genetik kodlamadır. Yeni tür zamanlama ile yeni türün kodlaması ile yeni canlılar var edilmektedir. Türün inkırazı da aynı şekilde izah edilebilir. Her canlının nominal ömrü vardır. Yeni tür oluşmazsa o neslin sonu gelir. Nitekim, döllenmeden çoğalan hücreler belirli sayıda bölündükten sonra bölünmez olurlar. Yeniden çiftleşenler yeni hayata başlarlar. Bu kanunun hükümleri çerçevesinde ilk çiftin yaratılması ve onların çoğalarak tür oluşturması ilkesini kabul etmek zorundayız.
Bu açıklamaların hepsi Kur’an’a uymaktadır. Aksine bir delilimiz olmadıkça şimdiye kadar hiçbir yanlışı bulunamamış Kur’an’dan anladıklarımıza uymak zorundayız. Yarın ilim yanlışımızı bulursa, “Bizim Kur’an’ı anlamada hatamız olmuştur” diyerek yeniden Kur’an’ı yorumlayacağız. Böylece zaman ilerledikçe Kur’an’ın ilme göre yorumlanması gelişecektir.
Tabii ki, bu usûl bütün kitaplar için uygulanabilir. Ne var ki, bu usûlü ilk koyan Kur’an’dır ve 1400 yıldır uygulanmaktadır. Artık ona yetişecek bir metin bulmak mümkün değildir. Ancak bugün onu bırakıp başka bir kitap üzerinde ittifak edip 1400 yıl sonra Kur’an ile karşılaştırabilir, hangisinin daha üstün olduğuna hükmedebiliriz.
Oysa, Marks’ın Kapital’i veya Mustafa Kemal’in Nutuk’u gibi rakipler çıkmış ama hiçbirisi, “Ben rakibim!” diyememiştir. Marks’ın kitabı üzerinde dil çalışmalarına başlamamışızdır. Mustafa Kemal’in dili ise zaten tercümesi yapılarak değiştirilmiştir. Bugün kullanılmamaktadır.
-Duygu ve düşünceler dille aktarılır. “Toplayıcılık yaparken, sinyallerle ve işaretlerle olmak üzere sesli ve sessiz iki iletişim sistemi geliştirmiş... Sinyal iletişimi simgeci, işaretleşme iletişimin benzetmeci niteliğine sahip... İlkel insanlar doğal ve sosyal çevrelerini bu iki sistemle kavramaya, ... başlamıştır. Childe, dilin duyumlar kaosuna bir düzen vereceğini söyleyerek, dilin ilkelin rastlantılar dünyasına bir düzenlilik getireceğini belirtmiş olur.” (s.101)
Dil duyguları değil düşünceleri sosyalleştirir. Belleğe dil sayesinde yerleştirilir. Bilgisayarda da önce dosyaya ad verir, ondan sonra hafızaya alabilirsiniz. Sonra o adla çağırabilirsiniz. Bazı programlarda kendisi ad verir, siz onaylarsınız. Dilin olmadığı varlık insan değildir. Dili icad eden varlık demek istiyorum.
İlk insan kelimeleri Allah’tan öğrendi. Sonra insan dilinin özelliğinden yararlanarak gerekli kelimeler ve kurallar icat etti. İsimleri sıfat yaptı, mastar yaptı, fiil yaptı, cümle yaptı. Bağlar oluşturdu. Kelime ve ifadeleri hakiki ve sathi olarak ifade ettiği gibi, mecazi ve kinaye mânâları ile dili zenginleştirdi. Kinaye, bir şeyi söylerken onun kendisini değil de onunla beraber doğan sonuçları söylersiniz. Sobayı yakmak, odayı ısıtmak anlamındadır. Soba yanmış ve oda ısınmıştır. Odunu sobada yakma yerine sobayı yakma ise mecazidir. Çünkü burada soba yakılmamış, sobanın içinde yakılmıştır. Böylece hem konuşma kısaltılmış, hem de mevcut olmayan kavramalara eski ifadelerle karşılık bulunmuştur.
Zamanla söyleniş de değiştirilerek kelime olmuştur. “Böl”, “ayır” demektir. Ama bazı yerlerde “çoğalt” anlamında kullanılmıştır. Mesela, hücreler bölünerek çoğalır. Sonra “böl” kalınlaştırılarak “bol”, “çok bolluk” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Bu özelliğe sahip olmayan canlı insan değildir.
-İnsan bildiği aracın işe yaramadığını görünce yeni araç yapabiliyorsa onu insan sayabiliriz. “Hominid doğada bulunan özel biçimli bazı nesnelere bakıp, bunların etkinliğinin işine yaradığını görüp, böylelerini bulamadığı zaman, başkalarına onlara benzetmek için biçim vermeye kalktığı an, onu insan sayabiliriz. Taklitçiliğini bu noktaya yükselttiği, araç kullanmaktan araç yapmaya geçtiği an onu insan sayabiliriz...”(s.101)
İnsan araç yapan canlı değil, araç icad eden canlıdır.
Eğer bir yerde yeni tür araç kullanılması uzun zaman sonra gerçekleşmişse o biyolojik evrim sonucudur. Sosyal evrim değildir. Ama kısa zamanda fosillerde değişme olmadığı halde araçlarda değişme oluyorsa işte orada insan vardır.
Bize göre, Neanderthal insandır. 50-60 bin yıldan beri vardır. Ama daha derin araştırmalarla Neanderthal insanın araçları evrimleştirip evrimleştirmediğine bakmamız gerekmektedir.
-Düşünme mi önce yoksa araç yapma mı önce, çözülemez durumda. Araç mı düşünceyi daha çok etkiliyor, yoksa düşünce mi araç yapmayı çok etkiliyor? “Çeşitli yazarlar araç yapmayla düşünme arasında sıkı bir ilişkinin bulunduğunda görüş birliği içindedirler... Öte yandan yapılan son araştırmalar konuşmayla (dolayısıyla gelişmiş düşünüş ile) araç yapma ilişkisinin beyindeki kanıtını ortaya çıkarmıştır. Sol beyin kabuğunun bedenin sağ yanındaki, sağ beyin kabuğunun sol yanındaki organların hareketlerini yönettiği öteden beri bilinmektedir... Beynin motor bölgeleri üzerinde yapılan araştırmalarda ise, dilin ve çağrışım merkezlerinin beynin sağ eli denetleyen sol lobunda bulunması, konuşmayla araç yapma arasındaki bağlantının işareti olarak yorumlanmaktadır. Bu bulgulara göre düşüncenin araç yapmayı etkilemesinden çok araç yapmanın düşünceyi etkilediği anlaşılıyor.”(s.101-102)
İnsan beyni sağ ve sol diye ayrılır. Sağ yanı sol el ve bacağa, sol yanı da sağ kol ve bacağa komuta ediyor. Konuşma ortadadır. Dili yöneten yer soldadır, yani sağ kolu yöneten yerdedir. Sağ yanda dilin yeri varsa da, konuşmayı yönetme kabiliyeti yoktur. Çağrışım merkezi de sol tarafta, yani dilin bulunduğu taraftadır. İlk insanın da sağı kullandığı bilindiğine göre, demek araç yapma ile dil ve kalıcı hafıza aynı yerde yığılmıştır ve yalnız insanda vardır. Demek ki, insan evrimleşerek oluşmamış, birden oluşmuştur.
Genel evrim teorisinde de aynı sorun vardır. İnsan beyni ile tüm vücut arasında tam bir uyum vardır. Yani, beyin olmadan vücut fonksiyonlarını yapamıyor. Beyin de vücut olmadan bir şey yapamaz. Şimdi evrim nerede öndedir? Yani, önce beyinde mi evrim oluyor, sonra organlar onu evrimleştiriyor? Yoksa, önce bedende mi evrim oluyor, ondan sonra beyine ihtiyaç olduğu için beyin oluşuyor? Kendiliğinden oluşta önce beden, sonra beyin olmalıdır. İlâhi plânlamada ise önce beyin, sonra beden evrimleşmelidir. Jeolojik kazılar beynin evriminde kademeler bulabildiği halde, omurgalıların iskelet evriminde ara kademeler bulamadılar.
İnsan yaratıldı. Düşünme ve icat etme özelliği verildi. Bu özellik genetik olup evrimleşmiyor, sadece bunların üretimi evrimleşiyor. Çünkü insanda bellek var, bilgileri saklıyor. Gerektiği zaman kullanıyor. İnsanda dil var, gelecek nesle bulduklarını aktarıyor. Yazı ise ikisini birden iletiyor. Bu hadise yüz katlı apartmanı yaya olarak tırmanan kimseye benzer. İnsan kattan kata çıkmayı bilmektedir. Kaçıncı katta olduğu ise sadece zamana bağlıdır. Sosyal evrim zaten budur. Kendisinde değiştirme yapmadan çevrede değişiklik yapmak. Allah’ın evrimi de budur. Allah değişmiyor ama yaptıkları evrimleşiyor. Allah evrimleşen Kâinat’ı yaratmıştır.
-Taklit göreneğe giden yolu oluşturur. “İlkel toplulukların taş endüstrilerinde görülen birörneklilik, böyle bir taklidin ürünü olarak çıkmış gibi, böyle bir taklit yoluyla sürmüş görünür. Taklit aynı zamanda göreneğe giden yolu oluşturur.”(s.102)
Size bir araç verirler. Onu kullanırsınız. Size başka benzer araç verirler, onu da kullanırsınız. Bu taklittir. Çünkü siz sadece benzer davranışları yaptınız.
Size bir araç verdiler. Siz onun benzeri olan bir araç yaparsınız, bu görenektir, taklit değildir. Çünkü size nasıl yapılacağını öğretmediler. Siz başkasına baktınız ve kendi katkınızla yeni bir şey yaptınız. Görmediğiniz bazı hususları siz kendi zekânızla doldurdunuz.
Hayvanlarda sadece taklit vardır. İnsanlarda görenek vardır. Toplayıcılıkta görenek yoluyla öğrenme sağlanmıştır. Avcılık döneminde ise tedris dönemine geçilmiştir.
-İlkel sürüde düşüncede gelişme sözkonusu değildir. “Ortak çalışmanın bulunduğu bir toplulukta, ortak çalışmanın taklitleri ve simgeleri zenginleştirerek düşüncenin gelişmesine yol açtığı durum, ilkel sürüde görülmeyecektir.” (s.103)
İnsan hiçbir zaman sürü hayatı sürmedi. İnsandan önce insana benzeyen hayvan vardı. Bu hayvandı. Sadece insana benzeyen maymundu ve tüylü idi. Böyle bir varlığın kromozomlarını bölerek insan bedenini var etti. Ama insan sadece hayvan değildir.
İşte hayvanda olmayan “irade sahibi ruh” bu beden içinde yerleşti. Böylece insan oldu. Şimdi buna hemen itiraz edilecektir. Oysa bugünkü bilim göstermektedir ki, insanda bulunan atomlar toprakta bulunan 92 elementten farklı değildir. Bunların hiçbirinde bilinç yoktur. Acı veya sevinç duyma yoktur. Öyleyse, biyolojik yapıdan başka bir şey insanda vardır. O da “ruh”tur. Ruhun gayr-i ilmilikle ilgili bir şeyi sözkonusu değildir.
-Düzensizlik düşünceyi engeller. Düzensizlik kuralların olmayışıdır. “Düzensizlik ise düşüncenin gelişmesini engelleyen bir etmendir. Düzensizlik aynı olayların birçok kereler yinelenmesidir ve insan zihninin neden-sonuç ilişkilerini kavramasına, bu dönem için konuşursak, hiç değilse şeyleri birbirinden ayırdedebilmesine yarar.” (s.103)
Hayvan toplayıcı ve avcılarda bile düzen vardır. Onlar da kurallara göre hareket ederler. Zaten kuralsız hareket hayatı imkânsız hâle getirir.
İlk insanın toplayıcılık ve avcılık dönemlerinde de asla düzensizlik ve anarşi yoktur. Çocukları 15-20 sene eğitmek zorunda kalan anne-babanın düzensizlik içinde bunları eğitmesi imkânsızdır. Zaten toplayıcılıktaki aşiret hayatı kesin düzen, bir düzen hayatıdır. Burada önemli olan bu düzenin nasıl kurulup işlediğidir. Kurallar görenek yoluyla öğrenilmiştir.
Avcılık döneminde tedris dönemine geçilmiştir. İlk insan ibadet etmeye başlamıştır. İbadet, görenek yoluyla eğitim aracıdır. Bir araya gelen halk aynı hareketleri tekrar eder. Çocuklar da o hareketleri onları görerek tekrar ederler. Anneleri ile namazlara gelen çocuklar bir taraftan aralarında oynarken, diğer taraftan büyüklerin de namazlarını taklit etmektedirler.
-Düşünce var, düşünsel yapı yoktur. “Bu gözlemler, toplayıcılığın düşüncenin gelişmesine pek elverişli koşullar sunmadığını gösterir... Akıl, koşullar elverişsiz de olsa, bu yolda ağır ağır ilerleyecektir. Ancak bu dönemde düşüncenin varlığından söz edilebilirse de, düşünsel bir yapının varlığından söz edilemeyeceği ortada.”(s.103)
O günkü insan da bugünkü insan gibi düşünmektedir.
Tarım dönemini yaşayan köylülerimde düşünme ve düşünmenin bütün müesseseleri vardır. Okuma-yazma bile bilmeyen köylüm, tedrisî olarak yıllarca sadece Kur’an’ın sûrelerini ezberlemiştir. Benden 30-40 yaş büyük bir komşum vardı. Ben talebe iken benimle sohbet ederken; “Okumuşların bir tahtası eksiktir!” derdi. Köylümün inanışına göre insan beyninde 12 tahta vardır. İnsan o 12 tahta ile düşünür ve yaşar. Kurdukları kendi dünyaları ile okumuşların aptallaştığına inanırlardı. Kendi aralarında sosyal yapının tüm kuralları vardı ve onu işletirlerdi. Âhirete dünyaya inanırcasına inanırlardı. Allah’ı hep gözle görmüş gibi görürlerdi. Ama hayatlarını kendi bildikleri gibi düzenlerler, gerekli görürlerse göz kırpmadan günah işlerlerdi.
En ilkel topluluğa varsanız durum farklı değildir. Olgunlaşınca meyveyi kopartıp yediğinde, karnı doyduğunda, bu meyveyi ona ikram eden Allah’a bizden daha ileri bir şekilde şükretmelidir. Bir canavardan korktuğu zaman bizden daha çok Allah’a yalvarmıştır.
Şunu da kabul etmek gerekir ki, o insan sorunlarını bizden daha çok çözmüştür. Çünkü bozulmuş sosyal yapı onu düzensizliğe itmemişti. Asıl düzensizliği bugün yaşıyor ve asıl Kâinat’ın düzensiz olduğunu şimdi sanıyoruz.
-Dayak primatlardan kalma bir eğitim aracıdır. “Konuşmanın bulunmadığı bir ortamda eğitimin bir boyutu taklit ise öteki boyutu (çağdaş primatlarda yavru ile büyükler ilişkisinde de gözlemlendiği gibi) dayaktır...”(s.104-105)
Çocukları eğitirken, eğiticinin söylediklerini anlamayan çocuklara dayak bir uyarıcı araçtır. Beşikteki çocuğa severek vurduğun zaman gülmektedir. Buna karşılık kızarak vurduğun zaman ağlamaktadır. İnsanın insan olarak bir özelliği de ağlamak ve sevinmektir. Yüzde görülen görüntülerdir. Dayak veya sevgi fikirlerin değil de hislerin ifade aracıdır. Dayak sadece acıtma değildir, tedibin teşhiridir. Cezadan farklıdır. Büyüklerin küçükleri, öğretmenlerin öğrencileri, askerlerde üstlerin astlarını tediben dövmeleri sistemi günümüze kadar gelmiştir. Konuşmanın yanında işaretleşme de her zaman vardır ve varolmaya devam edecektir. Ama esas gelişme konuşma ile olmaktadır. Bir canlının insan olup olmadığını gülmesi veya ağlaması ile bilebiliriz.
-Düşünce benzetmeci, simgeci, çağrışmacı, düşçü düşünüşü yanında anlatmacı, temsilci ilişkileri görürüz. “Avcı ve toplayıcı düşünüşünün nasıl bir yapıya sahip olacağını araştıralım. İlkin bu yapının taşlarının “benzetmeci” ve “simgesel” olduğunu anımsayalım. Düşünüş, aklın daha çok edilgin akıl olduğu bir dönemde, aynı zamanda “çağrışmacı” ve “düşçü” olacaktır. Kadınlarla erkeklerin yaşamlarının avcılık toplayıcılık ile farklılaşması, ancak kamp yaşamının onları bir araya getirmesi, birbirlerine günün farklı deneyimlerini anlatmaları gereksinimini yaratmış olmalı...”(s.105-106)
Evet, bugünkü insan düşüncesinde ne varsa o günkü insan düşüncesinde de onlar vardı. Başta simgecidir. Yani bir kelimeyi bir şeye ad koyuyor ve onu belliyor.
Çocuk konuşmaya başladığı zaman karşılaştığı varlıklara “Bu ne?” diye soru sorar ve adlarını öğrenmeye çalışır. Varlığın adını öğrenmekle onu bilmiş kabul eder. Yani, devenin adını öğrenirse deveyi bilmiş sayar. Hangi nesne veya eşyanın adını öğrenirse, artık onu bilmiş olur.
İlk insan da işe buradan başladı. İlk önce varlıkların adlarını öğrendi. İkincisi, adlarını öğrendiği varlıkların neye benzediğini öğrenmeye çalıştı. Böylece varlıkları sınıflamaya gitti. Çocuk bunu resimlere bakarak söyler. Demek ki, insanoğlu özel isimleri cins isimler için kullanmaya başladı. Sonra isimlerden sıfatlara gitti. Ondan sonra da kendi beyninde bir dünya yarattı. İlişkiler kurdu. Böylece kendi kafasında bir Kâinat çizdi. Harita yaptı. Sonra bunları anlattı. Diğer insanlara aktardı. Böylece sosyal düşünceye doğru ilerledi. Ortak dil ile birlikte ortak kavramlar ortaya çıktı. Yani, bugünkü zihin hangi melekelere sahip idiyse o günkü zihin de aynı melekelere sahipti. Ancak insan zihnindeki birikim farklı idi. Çevreyi bizim kadar tanımıyordu. Bizim gibi ne yapacağını bilemiyordu.
-Somut düşünüyor, soyuta zor gidiyordu. “Bu aşamada, taklitçi düşünüşün simgeci düşünüşten daha çok kullanıldığını düşünebiliriz. Taklitçi düşünüş ise, soyut şeylerin taklidi yapılamayacağından, somutun düşünüşüdür ve soyut düşüncenin geliştirilmesine engeldir...” (s.107)
O günkü insan da bugünkü insan gibi gerek tümevarım, gerekse tümdengelim yollarını biliyor ve kullanıyordu. Ne var ki, bu topluluk içinde ortaya çıkmış değildi. Nasıl çocuk dili bilir, grameri bilmez, ama dili son derece güzel kullanabilirse; o günkü insan da düşünmenin kurallarını bilinçli olarak bilmiyordu, ama kurallara göre düşünüyordu.
-Doğa düzeni rastlantısal olunca, düşüncesi de öyle idi. “İnsan-doğa ilişkileri düzensiz, rastlantısal olduğu ölçüde, insanın yaşamı ve bu yaşamın çağrıştırılması, yani düşüncesi de düzensiz, rastlantısal olacaktır.”(s.107)
Doğanın düzeni değişiktir, bugün de öyledir. Siz hangi hastalığa ne zaman yakalanacağınızı bilmiyorsunuz. Nerede trafik kazası ile karşılaşacağınızı bilmiyorsunuz. Nerede sabote edileceğinizi bilmiyorsunuz. Ne zaman sel basacağını bilmiyorsunuz. Karşınızda rastladığınız insanın nasıl davranacağını bilmiyorsunuz. Ama yaşıyorsunuz.
O günkü insan da aynı idi. O günkü insanı buraya koyarsanız şaşkın şaşkın ne yapacağını bilmez; ama sizi de bugün götürüp onların arasına koysak aynı derecede şaşkınlık içinde olursunuz. Rûhi yapınızda hiçbir değişiklik ve gelişmişlik yoktur.
Bunu her iki topluluğu birlikte yaşamış insan olarak rahatlıkla ifade edebilirim.
-Benzetmeci, simgeci düşünüş sınıflayıcı düşünüşe gidecektir. “Benzerleri bir araya getiren düşünüşün öteki yüzü benzemeyenleri, farklılıkları, özellikle de zıtları karşı karşıya koymaktadır. Sınıflandırmanın bir yolu da budur. Böylece benzetmeci ve simgeci düşünüş “sınıflandırıcı” bir yolda ilerleyecektir.” (s.107-108)
İnsan beyni baştan simgeci olarak gelişir. Varlıklara ad koyar. Sonra benzer varlıkları bir ad altında toplar. Zaten bu bir tür sınıflamadır. Bunun ileri adımı ayrı ad altında toplanmış olan varlıkları ortak ad altında birleştirmesidir. Yani, alt varlıkların özel adları korunurken üst varlıklara da ortak ad verir. Buna “tümevarım” diyoruz.
Tersini de yapabilir. Ortak ad altında topladıklarını bölerek alt gruplara da özel ad koyar. Bahçedeki ağaçların ayrı adları vardır.
-İlk insan sebep-sonuç ilişkilerinde gelişigüzel düşünmüştür. Bu sihirsel düşünüştür. “Sınıflandırma, ilkel insanın çevresindeki olayları kavrama yolunda duyduğu entelektüel bir merakın değil, fakat onları yararına uyacak biçimde etkileme, değiştirme amacının ürünüdür. Bu nedenle sınıflandırma olayları arasındaki neden sonuç ilişkilerini kavramaya yöneliktir... Rastlantıların egemen olduğu bir ortamda kurulacak neden sonuç bağlantıları da rastlantısal bağlantılar olacaktır... Öyle anlaşılıyor ki, insanlar doğa ile üretim ilişkilerine girişene dek doğada bir gezgin gibi dolaşmış, olayların nedenlerini kavrayamamış, kendilerince nedenler yakıştırarak yaşayıp göçmüşlerdir. Bu koşullar içinde çağrışımcı, benzetmeci, simgeci, sınıflandırıcı ve olaylar arasında gelişigüzel neden sonuç bağlantıları kuran bir düşünüş biçimi yavaş yavaş belirmeye başlayacaktır. Bu düşünüş biçimine “sihirsel düşünüş” denir.” (108-109)
Dünkü insan ve bugünkü insan sebepsiz sonuç kabul etmiyor. Kendiliğinden oluş kabul etmiyor. Hattâ “tesadüfen böyle oldu” demiyor. Her olaya bir sebep arıyor ve sebeple izah ediyor. Sebep-sonuç ilişkilerinin bir kısmı genel kurallarla olmuştur, irade sahibi kimse tarafından o anda uygulanan bir olay şeklinde olmamıştır.
Bir kısmı ise insan davranışlarında olduğu gibi şuurlu varlığın iradesiyle olmuştur. Ama şuurlu varlığın hareketi de keyfî olmayıp insanı taltif etmek, insana yardım etmek veya onu cezalandırmak şeklinde olmuştur. Burada insanın insan dışında da şuurlu varlık kabul etmesi ile başlar. Kendi ocağı dışında insanlar varolduğuna göre böyle şuurlu varlıklar vardır. Değişik hayvan tiplerinde de şuur olabilmektedir.
O halde sihirsel düşünüşle dinî düşünüş, ilmî düşünüş arasında hiçbir fark yoktur. Hepsinin dayandığı temel noktalar şunlardır:
- Tabiatta rutin kanunlar vardır. Elini ateşe sokarsan yakar.
- Tabiatta rutin olmayan olaylar vardır. İnsanı kızdırırsan seni affeder, ya da cezalandırır.
- İnsanın dışında da şuurlu varlıklar vardır.
- İnsan yaptıklarıyla cezalandırılır veya mükâfatlandırılır.
Bunun aksini düşünen kişiler tarihte olmuştur. Ama bu ilkelere zımnen de olsa inanmayan kimse yoktur. Sihirsel düşünüş, dinî düşünüş ve ilmî düşünüş. Baştan bu düşünüşleri ayırmamız gerekir. Sihirsel düşünüşte bazı insanlarda insanüstü güçlere sahip olduğuna inanıp kişinin onu yapmasını istemesidir. Asrımızdaki diktatörler veya dâhilerden medet ummak bir sihirsel düşünüştür. Allah’a inanmayan topluluklar bu tür sihirsel düşünüşe şiddetle inanırlar. Kişilerin kendilerinde üstünlük göremeyenler, onları cinle arkadaş eder ve bilgileri onlardan aldıklarını söylerler. Allah’a inanmış zannedip de inanmayan insanlar da evliyalarda veya mezarlarda keramet ararlar. Onların inanışları da sihirseldir.
Dinî inanışlarda ise peygamberler vardır. Peygamberler mucizeler göstererek Allah’ın elçileri olduklarını söylemişler ve Allah’tan kitaplar getirmişlerdir. Halkı organize ederek topluluklar kurmuşlardır. Sihirbazlar kendilerinin maharetlerini göstermişler, peygamberler ise oluşturdukları topluluklarla medeniyetler kurmuşlardır.
İlmî düşünüşte ise artık mucize ile peygamberlere inanma yerine, deneylerle ilmin verilerini ispat etmedir. Sihirbazlıkla ilim arasındaki fark, sihirde sahirler güce sahiptirler, ilimde ise bilen herkes o güce sahiptir. Tarım dönemine gelinceye kadar insanlar dinî inanışa sahip idiler. Bugün dahil her zaman insanüstü insanlara inanılmış ve onlardan özel iltimas istenmiştir. Oysa dinler Allah’ı “Rabbü’l-Âlemîn” olarak tavsif etmiştir. İbadetlerle Allah’ın rızasının alınacağı kabul edilmiştir. İbadetlerin içinde maddî araçlara başvurma da vardır.
Bizim bu düşüncelere ekleyeceğimiz bir kural vardır. Buna “uygar düşünce” diyebiliriz. O da, her söze kulak verip onların içinden en iyisini seçmektir. Bu içtihattır. Serbest sözleşmelerle toplulukları oluşturmak ve sözleşmelere uymaktır. Paylaşmada çıkacak nizalarda hakemlerin kararlarını kabullenmek ve hakem kurulu kararlarına uymayanlara karşı dayanışma içine girmektir. İşte bu “uygar düşünce”dir.
-Sihirsel düşünme ihtiyaçları giderme arzusunun tezahürüdür. “İnsanın doğa karşısındaki edilgin durumu, düşüncesinin konusunun doğa olmasına yol açmıştır. Bu edilgin durum içindeki etkin tutum da, onun doğa olaylarını düşünsel yollarla ve bu düşünceleri eyleme döken yöntemlerle kendi yararına çevirme yolundaki davranışlarını oluşturur...” (s.109-110)
İnsanlar maddî imkânlarından ihtiyaçlarını gideremeyince diğer insanlardan istifade ederler. Böylece topluluk içinde sorunları çözen kimseler ortaya çıkar. Halk onlara inanır. Tabiatta olan olayların bağlı olduğu kanunları bilemeyince, bunları şuurlu varlıkların özel maksatlarla yaptığına inanırlar.
İlim ilerledikçe sihre konu olacak şeyler azalmaya başlar. Tedavi edilemeyen hastalıklara çareler aramak ve en önemlisi ikna edilemeyen kimseleri ikna etme gibi konularda insanlar hâlâ sihirsel düşünmektedirler.
İlk insan normal olarak dini düşünüyordu. Zamanla ilmî düşünceye evrimleşti. Şiirsel düşünce her zaman vardır.
-Sihirsel düşünüş tümdengelimci düşünüşüdür. Dinsel düşünüş olayları ceza-mükafat gözü ile düşünüştür. İlmi düşünüş ise tümevarış düşünüşüdür. “Sihirsel düşünüş aslında insan düşünüşünün tarihsel ve doğal bir aşaması olarak görülür... İnsanlığın ve bireyin dış dünya ile karşılıklı etkileşimleri sonucunda elde ettiği deneyimleri, onun olaylar arasındaki düzenliliği kavrayabildiği bir düzeye gelince, bazı genel sınıflandırmalar yapıp, bazı genel ilkeler saptayacaktır.. Bu noktada tutumcu bir yöntem tutturan düşünce, karşılaştığı yeni nesne ve olayları tek tek değerlendirmek yerine, bu sınıflardan birine sokup, o sınıf ile ilgili ilkeyi ona uygulayacaktır. Bu dedüksiyoncu, “tümdengelimci düşünüş” aşamasıdır ki, bazı temel inançlardan tekil olaylar hakkında yargılar çıkaran “dinsel düşünüş”ün en belirgin biçimidir... Tek tek olayların o olay türünün doğasını ortaya koyabilecek derecede tümevarımcı yöntemlerle incelenmesi sonucunda olaylar arasındaki düzenli ilişkilerin formülleri olan “yasalar”a varıldığı noktada insanın “bilimsel düşünüş” dönemi başlayacaktır...” (s.110-111)
Sihirsel düşünüş tümevarış düşünüşüdür. Bir kişi bir hastalığı tedavi etmişse, bütün hastalıkları tedavi eder. Bir kimse bir şeyi bizden daha iyi biliyorsa, her şeyi bizden iyi bilir. Bir kimse bir iyilik yapmışsa, her şeyi iyi yapar.
Dinsel düşünüşte ise Allah’ın koyduğu sosyal ve tabiî kurallar vardır. Bu kurallara uyanlar mükafatlandırılır, bu kurallara uymayanlar cezalandırılır. Bu mükâfatı ve cezayı bizi ve Kâinat’ı var eden yüce güç yapar.
İlmî düşünce dinî düşünceyi ortadan kaldırmaz. Bütün bu olayların nasıl cereyan ettiğini ortaya koyar. Uygar düşüncede ise; biz iyilik yaparsak iyilik görürüz, kötülük yaparsak kötülük görürüz; o halde iyi olmalıyız. Neyin iyi, neyin kötü olduğunun varsayımlarını mukaddes kitaplar koyar, ama o varsayımların amelî kısmını ise müsbet ilim belirler.
O halde uygar düşünen insan;
Hislerin ma’şerî tezahürü olan din ne yapmamız gerektiğini ortaya koyar.
Fikirlerin ma’şerî tezahürü olan ilim nasıl yapacağımızı öğretir.
İradenin ma’şerî tezahürü olan ekonomi kimin ne zaman yapacağını ortaya koyar.
Ünsiyetin ma’şerî tezahürü olan siyaset ise ürünün kime ait olacağını ve ne zaman tüketileceğini ortaya koyar.
İyiyi kötüden ayıran, doğruyu yanlıştan ayıran, zararlıyı faydalıdan ayıran, adaleti zulümden ayıran meleke ilk insanda vardı ve bugün de vardır.
O halde iyiyi, doğruyu, yararlıyı ve adili benimsemek “hak”tır.
Kötüyü, yanlışı, zararlıyı ve zulmü benimsemek “bâtıl”dır.
Hakka inanmak “mü’min” olmaktır. Bâtıla inanmak da “kâfir” olmaktır.
Tarihin her devrinde hakka inanan mü’minler olmuştur. Tarihin her devrinde bâtıla inanan kâfirler olmuştur. Kâfirler muhalifleri, mü’minler iktidarları oluştururlar.
-Sihir bilim ve inancın bir öğesidir. “Sihirsel düşünüş, nesnel olarak benzerliklere ve farklılıklara, zıtlıklara, öznel olarak da insanın gereksinimlerine, duygularına, isteklerine dayanır. Onun bu özelliği, içinde, düşüncenin gelişince kazanacağı bilimsel ve ideolojik boyutların tohumlarını da taşımaktadır... Tarım, gemicilik ve savaş, riskleri en yüksek olan işlerdir. Bu, sihre daha çok rastlantıların etkisinin yüksek olduğu ve insanların denetiminin yetersiz olduğu alanlarda başvurulduğunu göstererek sihirsel düşünüşü doğuran koşullara ışık tutmuş olur...” (s.111-112)
İnsan başlangıçta bilgili değil öğrenebilir varlıktır. Çevre hakkında hiçbir bilgisi yoktur. Her şeyi deneyerek öğrenir. Çocuğun her şeyi kurcaladığını, her şeyi karıştırdığını, bu arada tehlikeli işler yaptığını, kırdığını, döktüğünü hepimiz biliriz. İlk insan da çocuk gibidir. Çevreyi deneyerek öğrenir. Deneme de akla geleni yapmaktır. Bu tamamen ilmî çabadır. Bizim için yapılan denemeler bazan sonuç veriyor, bazan vermiyorsa; insan bunu denemedeki beceriksizliğine yoruyor ve onu doğru kabul ediyor. Mesela, okuyarak-üfleyerek insanı iyi etme, sağlığına kavuşturma hâlâ devam etmektedir. Okunduktan sonra hastaların bir kısmı iyi olmaktadır. Ama bu iyi olma okunduğu için mi, yoksa hasta zaten iyi olacağı için midir? Bu hâlâ bilinmemektedir. Çünkü hâlâ müzikle tedavinin olacağına inanan doktorlar vardır.
Birkaç işlem bir arada yapılınca, mesela ilaçla sihir bir arada yapılınca hasta iyi olmaktadır. İlacın etkisi ile okumanın etkisini o günkü bilim ayıramadığı için, sihre ilaca inanır gibi inanmaktadır. Hayatını riske atmaması için de zararı olmayan sihri uygulamaktadır. Burada sihir tamamen teknik ve ilimdir. Yanlış bilgi ve eksik teknoloji dışında değişik bir yanı yoktur.
Sihrin ikinci yanı ise, yine birçok insanların diğer insanlardan farklı yanı vardır. Bilgili insan bilmeyene göre farklı iş yapabilmektedir. İnançlı insan çevresine etki etmekte, onlara güven vermektedir. Eli yatkın kimse başkalarının yapamadığını yapmaktadır. Nihayet, cesur insan çevresini korkutabilmektedir.
Benim bir çocukluk arkadaşım vardı. Komşumdu. Köpekten korkmazdı. En azgın köpek üstüne yürüdüğü zaman çömelir ve gelen köpeğin gözlerine bakardı. Köpek şiddetle yaklaşmaya başlayınca ona doğru yürür ama yaklaştıkça yavaşlar, sonra durur ve kaçardı. Yine bir yakınım, köpek üzerine yürüdüğünde ellerini arkada saklayacaksın, köpek sende sopa var zanneder ve üstüne gelemez, demişti. İşte böyle teknoloji bilen insanlar hayvanları ve diğer insanları korkutunca kahraman olurlar. Diğer insanlar da bunların gizemli bir güce sahip olduğunu kabul eder ve onlara inanırlar. Sonra da o kimseler birçok kimselere etkili olurlar. Bu kimseler yapmamış olsalar da olanları onlardan saymaya başlarlar. Yalandan yemin edenlere beddua yaparlar, onun başına bir şey gelince de bedduadan sayarlar. Hasta ıstırap içinde olunca halk toplanır ve Allah’a dua ederler; “Hastayı kurtar ve al götür, azap çektirme!” Birkaç gün içinde hasta ölür. Bunlar da din ile ilgili sihir sayılır.
Hâsılı, sihrin kaynağı ilim ve dindir. Sonraları bunlar bâtıl inançlara dönüşür. İlim ve din o inançları ayıklamak isterse de muvaffak olamaz. Benim bucağımda buna benzer pek çok bâtıl inanç vardır. Bunların çoğu zararsızdır. Onu din adamları yapar da yaparlar. Mesela, çocuğu yaşamayan bir kimseye babasının adını koyarsanız yaşar. Benim adım böyle konmuştur. Köyümde benim gibi babasının adıyla yaşayan beş-on kişi vardır. Adı konup ölen de bilinmiyor. Bununla beraber zararlı sihirler de vardır. Mesela, nazara inanmak böyledir, büyüye inanmak böyledir. Bu bakımdan sihir dinlerce şiddetle haram kılınmıştır. Büyücüler lânetlenmiştir. Nazar boncuğu, büyü çözme usulleri hâlâ sürmekte, kentlerde de sürüp gitmektedir.
Küfürle îman kıyamete kadar gidecek ve varlığını sürdürecektir.
O halde sihir sanıldığı gibi ilkellerin düşüncesi değil, sihir ilmin ve dinin bozulmuş birer uzantısıdır. Yani, sihir dinin ve ilmin kaynağı değil, ilim ve dinin bozulması sihirdir.
-Yamyamlık sihrin bulaşıcı olduğu görüşünü kanıtlar. Ölülere serpilen kırmızı toprak dirilme inancını ortaya koyar. “Sinantropos’un “kafatası kültü” olarak yorumlanan yamyamlık uygulamalarının bir temeli besin kaynaklarının kıtlığı ve kararsızlığıyla bir temelinin de beyinleri yenilen kimselerin güçlerinin yiyenlere geçeceği biçimindeki “bulaşıcı sihir” kavramı olduğu söylenebilir. Öte yandan “Neanderthal İnsan”ın törensel gömüleri, ölülerinin üzerine onu canlılığa döndüreceği umuduyla serpildiği sanılan kırmızı toprak boyası, böyle benzetmeci, sihirsel düşünüşün görünümleridir.” (s.112)
İnsanların düşman kanını içme yanında kendi ölülerinin etlerini yemesi gibi olaylar bâtıl inançların eseri olur. İnsanlar merasimcidir, deneycidir. Olağanüstü kabiliyeti olan kimsenin beynini yemek suretiyle ondan kendilerine bir şey geçeceğine inanmaları için o günkü bilim karşısında sebep yoktur. Ölülerin gömülmesi ve kırmızı toprak serilmesi âdeti ise çürümeyi geciktirme amacını güdebilir. Mumyalama teknolojisi Mısır’da bugünden ileri durumda idi.
Yine de bir şeye işaret etmek isteriz ki, insan Allah’a inandı, öldükten sonraya da inandı. Bununla beraber ilk insan Allah’a isyan etti. Günah işledi. Bugünkü insan da bir taraftan inanıyor, Allah’a inanıyor, öldükten sonraya da inanıyor. Mesela Sovyetler, öldükten sonra hayat yoktur diyorlar, ama Lenin heykeline hâlâ tapıyorlar. Ölülerine şatafatlı mezarlar yapıyorlar. Mesela, İslâmiyet’te mezar yapma haramdır. Ama velilerin ve padişahların mezarlarına hâlâ tapılıyor. Herkes öldükten sonra yok olmayacağına kani. Bu insanın temel yapısından ileri gelir. Bir şey varsa yok olmaz, yoksa var olmaz.
Ruhumuzun varlığını biliyoruz. Ölünce yok olmayacağına göre varlığını sürdürecektir. Demek ki, ilme aykırı rûha inanmamaktadır. Rûhum yoksa bu satırları kim yazıyor? Rûhum varsa, yok olmayacağına göre öldükten sonra nereye gider? Bu kadarını ilk insan da biliyordu ve ben yoktum, varoldum, diyordu. O halde beni vareden var diye ona inanıyordu. Benim rûhum var, öldükten sonra da varlığını sürdürecek diyordu. O da sakat olmayan her beyin gibi düşünüyordu. Tabiî ki onlarda da sakat beyin vardı.
-Sihirsel güç doğayı etkileme çabasıdır. “Sihirsel düşünüşün doğa önünde boyun eğen bir düşünüş olmaktan çok doğayı etkilemeye çalışan bir düşünüş olma niteliği onun doğa güçlerini yüceltip onlara yakaran, tapınan dinsel düşünüş ile karşılaştırıldığı zaman daha iyi anlaşılır.”(s.112)
Bilginin tabiata hâkim olmadaki rolü, kabiliyetli insanların diğer insanlardan farklı güçleri insanı kısa yoldan sonuçlar elde etmeye yöneltmiş ve sihir buradan doğmuştur. İlim insana uzun çalışmayı gerektiren yollar gösterir. Dinler ise sabır tavsiye eder. Nefsinin terbiyesini ister. Sihir ise hemen zahmetsiz başarıları vaadeder. Kişilere bir görev yüklemez. İşte din ve ilimlerin sihre cephe almaları da budur. Yani sihir insanı dejenere etmektedir. Sahirler din veya ilim adamlarının kanserleşmiş hücreleridir.
-Sihrin doğrudan bir yararı olmamakla beraber hayata katkısı olmuştur. “Geçim biçiminde değişikliklere, gelişmelere yol açacak bir etkide bulunmamasına karşılık takım birliğini, benzeşmeyi, dayanışmayı pekiştirerek yaşam biçiminin olduğu gibi sürmesine katkıda bulunmuştur.” (s.113)
Sihir yapanlar ilim ve dinden yararlanmışlardır. Bâtıl inançları onlar sayesinde halka kabul ettirmişlerdir. Dinlerin cemaatleşmedeki etkileri ve ilmin sanattaki yol göstericiliği sihir yapanların ilk tutamakları olmuştur. Sihir yaparken ilaç da yapmışlardır. Ava giderken yaptıkları sihirde av avlanma teknolojisini de öğretmişlerdir. Bu sebepledir ki sihir de sosyal yapısı ile varlığını bugüne kadar sürdürmüştür. Birçok gereksiz işleri yan yararları sebebiyle yaparız. Mikroplar olmasaydı yeryüzü leşlerle dolardı. Kâfirler olmasaydı müminlerin hepsi sonunda kâfir olurdu. Sosyal bir müessese varsa onun mutlaka fonksiyonu vardır.
-Sihrin başarısı, başarı ve başarısızlığı sihirle izah etmelerinden doğmaktadır. “Bir rastlantılar dünyasında, rastlantı ilkesine dayanan sihirsel düşünce (bazı yazarlara göre sihirsel ideoloji), herhangi bir sihirsel işlemi izleyen süre içinde o işlemin amaçladığı sonuca uygun her rastlantıya o işlemin başarısı gibi, uygun olmayan rastlantıları o işlemin başarısına karşı çalışan sihirsel güçlerin ürünü olarak görüyordu.” (s.114)
Hasta debelenir. Bunun bir yararı olduğundan değil, debelenme esnasında beyni başka şeylerle meşgul edip ağrıyı dindirmedir. Çaresizlik içinde kalan insan her türlü deneylere başvurur ve sonucuna muntazır olur. Böylece debelenmiş olur.
Sihir de böyledir. Mesela, hastaya muska yazdıran sahibi, hastaya; “Ben seni düşünüyorum, sana çare arıyorum!” diyor. Bununla ona ilgisini ve sevgisini iletiyor. Nasıl selamlaşmada el kaldırıyorsak, sihirde de topluluk bu fonksiyonu ifa ediyor. İyilikler ve kötülükler sihirle izah edilince sorunlar çözülüyor. Suçlu bulunuyor.
Sihrin ortadan kalkması için insanların bilgilerle teçhiz edilmesi ve insanın Allah’a inanması gerekmektedir. Âhirete inanması gerekmektedir. Sihirsel işlem teknolojik çareler aramalıdır. Çaresizlik karşısında Allah’a ibadete ve duaya yönelinmelidir.
-Sihirsel düşünüş kollektif düşünüştür. “Avcı ve toplayıcı takımın genç kuşaklarına yaşlılar tarafından aktarılmış, hatta onlar tarafından bir parça sistemleştirilerek aktarılmış olsa da, bu onun kollektif olma niteliğini zedelemez...” (s.114)
İlmî düşüncede; sen şöyle yap böyle olur öğretisi vardır. Dinî düşünüşte; sen böyle ol şöyle olursun öğretisi vardır. Sihirsel düşünüşte ise; ben sana böyle yaparım bunlar olur düşünüşü vardır. Yani âlimler; ben size bunu yaparım demiyor, ben size bunları öğretirim diyor. Sen kendin yaparsın veya kendin yararlanırsın diyor. Sâhirler ise; ben sana yaparım diyor. Bu sebepledir ki, sihir din ve ilimden çok, teknikle bir arada ve iç içedir.
-Sihirler “av sihri” yahut “doğurganlık sihri”, “analoji sihri”, “ortak duygu sihri”, “bulaşıcı sihir” düşünüş şekillerini gösteriyor. “Çağdaş ilkellerde görülen sihir türlerinin yardımıyla, bu “sanat” ürünlerinin çoğunun “av sihiri”, bir kısmının “doğurganlık sihiri” olduğu anlaşılıyor. Av sihiri geçimle (üretimle) doğurganlık sihiri yaşamın yeniden üretilmesiyle ilgilidir. “Analoji sihiri”, “birlikduygu sihiri”, “bulaşıcı sihir” gibi sihir biçimlerinin de benzetmeci düşünüşün çeşitli biçimlerinin ürünleri oldukları açıkça görülüyor.” (s.115)
Avcılık döneminde insanlar hayvanlarla çok yakın ilişkiler kurdular. Kendilerinde olmayan bazı kabiliyetler sezdiler. Onları kendilerinden üstün gördüler. Onlarla diyalog kurmaya çalıştılar. Kimileri bunlara inandı ve inandırdı.
Bugün biliyoruz ki, insan ve hayvan beyinlerinden elektromanyetik dalgalar çıkmaktadır. Hiç konuşmasalar bile aynı yerde oturan insanlar arasında iletişim doğmaktadır. Benzer iletişim hayvanlarla da olabilir. Kimi zaman kurulan bu bağlantıların kimi zaman kurulmaması insanları sebepler aramaya sevk eder ve bu da sihri geliştirir.
-Cinsi ilişki sonunda kimi zaman çocuk olması, kimi zaman olmaması da insanları düşündürmektedir. “Doğayı odak alan düşünce, klanların kendilerini bazı hayvan, bitki, hatta doğal nesnelerle özdeşleştirmelerine yol açarken; toplumu odak alan düşüncenin, doğayı da topluluk gibi, örneğin erkek ve dişi güçler biçiminde sınıflandırmasıyla, doğaya uzatılışına tanık oluruz.” (s.116-117)
Cinsi ilişkinin bir çocuk oluşturamayacağı, cinsi ilişkinin sadece bir istek formundan başka bir şey olmaması gerektiğini düşünen insan, bebeği var edene dua etmenin yanında, bazı özel sihirler yoluyla bunu sağlamayı istemiş oluyordu. Buğday ektiğim zaman buğday oluyorsa, okuyup üflediğim bir şeyi gömdüğümde onunla birşeyler olabilir. Madem ki herkes ona inanıyor, ben de ona inanmalıyım diyerek herkes bâtıl bir şeye inanabilir. Nihayet, yokladığımız zaman bize feyzin akacağını iddia eden tarikatlar hâlâ sürüp gitmektedir. Bunların tamamen yanlış olduğunu iddia etmek yanlıştır. Doğru olduğunu kabul etmek de yanlıştır. İlim bunlara kulak vermelidir. Bu bâtıl inançların kaynaklarını bulmalıdır. Doğrulukla ilgili kısmı belirlemelidir.
-Dönemin sonunda totemciliğe gidilmiş olabilir. “Totemci düşünüş aynı zamanda soyutu somut ile anlatma yolunda, dolayısıyla somut düşünüşten soyut düşünüşe doğru atılmış bir adımdır...” (s. 118)
Totemcilik,hayvanlarda görülen insan üstü tarafları ele alıp onların kutsileştirilmesidir. Bu daha çok düşmanca savaşılan hayvanların bazan insanlarla yakın ilişkiler kurması ile başlar. Kemik parçalarından yararlanmak için köpekler insanlara dostça yanaşmaya başladılar. Artık insanlar onlara dokunmuyor, onlar da insanlara dokunmuyor. Hatta ava giderken köpekler insanlara yardımcı oldular. Hayvan avlandıktan sonra köpekler insanlar yiyecek atmadıkça dokunmadılar. Beklediler ve artık kemiklerle yetindiler. Kur’an’a göre, avına dokunmayan köpeğin avladığı hayvanın eti kesilmeden yenir. Öldürecek ama etini yemeyecek.
İnsanlar işte bu tür hayvanları kutsileştirmiş olabilirler. Bu onların Allah’a inanmadıkları anlamına gelmez. Bu Allah’ın bir lutfu ve silahı olarak görülür. İnsanlar görünen insanın dışında ilk günlerden beri meleklere, cinlere, ruha hep inandılar. Hâlâ da inanıyorlar.
İlim bir şeyin olduğunu ispat eder ama olmadığını ispat etmez. O halde cin yoktur veya melek yoktur demek ilmin konusu değildir. Ne var ki, ilim ispat edemediği varlıkları var kabul edip muhakeme yürütmez ama onların olmadığını da söylemez. İşte insan zihni bundan sonra analoji kurar ve hayali keşiflerde bulunur. Bunların bizim beynimizde ortaya çıkması, onları beynimize kodlayan birinin var olması demektir. O da Allah ise bu ilhamı bize doğru vermiş olabilir.
-Sihir bir siyasi statü amacıyla yapılmıştır. “Bununla birlikte sihirsel düşünüş sınıflı toplumların, siyasal farklılaşmaya uğramış toplumların dinsel düşünüşleri yanında bir yan düşünüş, kalıntı düşünüş olarak varlığını sürdürebildiği için; ileride bu toplumları incelerken sihirsel düşünüş kalıplarıyla sunulmuş ideolojilerle, siyasal düşünüş örnekleriyle karşılaşılır.”(s.119)
Büyücüler kendi güçlerini göstermekle beraber bu bir sınıf oluşturmaz. Yani, bunlar birleşip ortak sihir yapmazlar ve dolayısıyla büyücüler yönetime hâkim olamazlar. Sanatçılar da böyledir. Aralarında gizli rekabet vardır. Bir büyücü başkasının büyüsünü kabul etmez. Bir sanatçı da başkasının sanatını sanat kabul etmez. Tam tersine, kendilerinin tek olduğuna inanırlar ve muhataplarını buna inandırmaya çalışırlar.
İlim adamları da vakitlerini tartışma ile geçirirler. Kendilerinin değil ama fikirlerinin diğerlerinden üstün olduğunu iddia eder, birleşmezler. Oysa din adamları hep sevgi ve müsamaha ile cemaatlaşmaya gayret gösterirler. Böylece toplulukları onlar kurar ve yönetirler.
Toplayıcılık ve avcılık döneminde henüz siyasi gruplaşma yoktur, henüz ekonomik rekabet yoktur. Bunların ikisi de vardır. Ama bunlar örgütleşmemiştir. Her biri kendi başına rekabet içindedir.
-Sihirsel düşünüş sonraları da devam etmiştir. “Yukarı paleolitik çağın uzman avcı topluluklarının sihirsel düşünüşü, elverişli çevresel koşullar ve uzman avcılık sürdüğü sürece varlığını sürdürdü...”(s.119)
Ekonomide ve siyasette uğur getiren âdetler günümüze kadar sürmektedir. Siftah verme, yolcunun arkasından su dökme bunlardandır. Allah insanı bâtıla inanacak ve günah işleyebilecek şekilde yaratmıştır. Bu gidiş ve anlayış kıyamete kadar devam edecektir. Ne dinler, ne de ilim bâtılı ortadan kaldıramayacak, belki sadece sindirecektir. Aynı şekilde tabipler de hastalığı ortadan kaldıramayacaklardır.
-Büyücüler üretime katılmış olabilir. “Belki ilk uzmanlar sayılabilecek olan sihirci sanatçıları sağlanmasına doğrudan katkıda bulunmadıkları bir yiyecek maddeleri toplumsal artığından besledi...”(s.119)
Tarım topluluklarında esas olan herkesin üretim yapması, diğer mesleklerin de sadece ek gelir getirmesidir. Kentleşme başladıktan sonra artık mübadele dönemine geçilmiştir. Bir mesleği olan başka iş yapmaz olmuştur. Bu tür kişiler hep müstesna olmuşlardır. Topluluk işleri başlangıçta imece ile yapılıyordu. Sonra köle çalıştırıldı. Sonra da işçilik doğdu. Şimdi de ortaklık dönemine geçiyoruz.
-Artı değer olunca artı harcama yeri olarak büyücüler seçilmiştir. ““Uzman sihirbazın ekonomik ayrıcalıkları toplumca kutsanan boş inançlara dayanıyordu. Fakat bu tarihlerde Fransa’nın av bölgelerinin ve nehirlerinin görülmemiş derecede av hayvanları ve balıklarla dolu olduğu içindir ki, sihirbaza artı üründen (artı besinden) bu şekilde bir pay ayrılmıştır...”(Childe, Tarihte Neler Oldu?, s.66)”(s.119)
İnsanlar ihtiyaçlarını giderdikten sonra artı zamanlarını bir yerde harcamak zorundadır. Artı zamanı insan yatırım yaparak geçirir. Bu yatırım bazan yararlı işlere yatırım olur, bazan da süs veya gösterişli şeyleri üretmeye yönelir, bazan da insan araştırmaya yönelir. Denemeler yapar ve sonuçları gözler. Deneme zaten sonuçların alınıp alınamayacağını denemedir. Sihirler böyle gelişti. Kişi kendi ürettiği artısını başkasına bir vesile ile aktarır. Bu da büyücüye büyü yaptırarak deneme şeklinde ortaya çıkar. Böylece bolluk zamanında büyücüler ve sanatkârlar iş yapmadan geçinme yolunu bulurlar. Darlık zamanında ise herkes iş yapar hâle gelir.
Sihir tarihin her döneminde önemli bir etken olmuştur. Evrimciler hep basitten mükemmele gidildiği iddiasında olup, hastalıkları ve çökmeyi hiç hesaba katmamaktadırlar. Hastalığı sağlığın başlangıcı saydılar. Oysa, gençlik olgunlaşmanın bir aşamasıdır, ama olgunluk da yaşlanmanın bir aşamasıdır. Küçüklük de yaşlılık da ârazlardandır. Biri sağlığın gereği ârazdır, ileriye götürür. Diğeri ise hastalık ârazıdır, çökmeye götürür. Biri olgunluktan öncedir, diğeri olgunluktan sonradır. Dindeki ilkellik sağlığa doğru gitmedir. Sihrin oluşması ise çökmeye gidişin bir alâmetidir. İlim insanın eşya üzerinde neler yapabileceğini ortaya koyar, din insanın kendi varlığında neler yapması gerektiğini öğretir. Sihir ise insanı kendi varlığından çıkararak birtakım kişilerin ve güçlerin esiri yapar.
Burada şunu belirtmeliyiz ki; ister ilim olsun, ister din olsun kesin delillere dayanmaz. Daha iyisini bulur, en iyisini bulamaz. Çünkü insanın inanışları da bilgisi de ruhsal olaylardır. Rûh ise ne ilmin ne de dinin çözümlediği bir şey değildir. O halde, onun ortaya koyacağı ilim de din de aynı derecede bilinmezleri içerecektir. Bunların sihirden farkı; din ve ilim kişiyi etken hâle getirmekte, sihir ise edilgen hâle getirmektedir. Maddî etkisi olmasa bile kişinin yapısını dejenere etmektedir. İlk insan bugünkü insandan daha az dejenere idi. Yani, ilk insanın sihre inanması bugünkü insan kadar yaygın değildir. Bugün inandığımız pek çok şey vardır ki sihirden daha saçmadır. Kendiliğinden oluş teorisi büyücünün yaptıklarına inanmaktan daha saçmadır. Orada bir sanı var. Hatalı da olsa mantık da var. Oysa kendiliğinden oluş teorisinde, kendiliğinden evrim teorisinde ise o hayal da yoktur. Demek ki, bugünkü inançsız insanın hâli, büyünün peşine koşan halktan daha acınacak haldedir.
6. İlkel Toplulukta Ekonomik, Toplumsal, Düşünsel Yapıların Etkileşimi
-İlkel topluluklarda kurumlar arası etkileşme takımları da ortaya çıkar. “İlkel sürüde topluluğun yapısını oluşturacak kurumların kökenlerini, uzman avcı toplulukta ilkel topluluğun gizilgücünün ulaşabileceği sınırları gözlemleyebiliriz. Ancak ne ilkel sürüne de uzman avcı topluluk ilkel topluluğun onu temsil edici aşamaları değildir. İlkel sürü onun toprak altında kalan köklerini, uzman avcı topluluk ise, özel koşullarda aşırı gelişmiş uzantılarını oluştururlar...”(s.119)
Gerek insanda gerekse hayvanda ortaya çıkan bir davranış şekli daima ideal olmuştur. Fazla veya eksik bir şey yoktur. Bakteri ilkel canlıdır, ama bakteri için ne gerekiyorsa hepsi onda en mükemmel şekilde vardır. Memeli hücresi çok gelişmiştir ama bakteri gibi tek başına yaşayamaz. Çünkü o ayrı yaşayacak şekilde yaratılmamıştır. O halde gelişmişlik bir bakıma dejenerasyondur. Hücrenin dejenerasyonu, topluluğun evolüsyonudur.
Bu insan için de doğrudur. İlk insan kendi başına yaşama gücüne daha çok sahipti. Bilgisi geneldi. Şimdiki insan ancak topluluk içinde yaşayabilmektedir. İnsanın bugünkü bu durumu da kendiliğinden evrim nazariyesini çürütmektedir. Evrim vardır, ama evrim genetik bir düzenleme sonucudur. Bilfiil evrim vardır, bilkuvve dejenerasyon vardır. Bu canlıda böyle olduğu gibi Kâinat’ta da böyledir. Entropinin büyümesi yani Kâinat’ın çökmesi, Kâinat’ın yaratılmasının keşfinden önce keşfedilmiştir.
-İlkel sürüde iç ve dış etkiler kendisinde değişme sağlayamayacaktır. “İlkel sürüde bir düşünsel yapı da oluşmadığı için, ekonomik ve toplumsal yapıları değiştirme yolunda etkileyebilecek bir düşünsel iti de yoktur. Ekonomik ve toplumsal yapıları değiştirici bir düşünsel yapı bulunmadığı gibi, onları pekiştirici bir düşünsel yapının da bulunmayışı ilkel sürüyü dıştan gelebilecek etkilere karşı dirençsiz kılar... Dolayısıyla toplumsal olsun, doğal olsun dış etkiler de ilkel sürüyü yapısını değiştirici yönde etkileyemeyecektir.” (s.120)
Allah bir şeyi yaparken israf etmez. Her şeyi en ekonomik yoldan sağlar. Sonra yaradılışın hikmeti evrimdir, gelişmedir. Onu birden yapma yerine tedrici oluşa imkân verir. İnsan bedeniyle memelilerin evrimi onu oluşturmuştur. Evrim insana doğru gerçekleşmiştir. Ama insan öncesi maymun insan değildir. Toplayıcılık ve avcılık yapmaktadır ama işlerinde evrim görülmez. İnsanın kendisinde ise yapı değişikliği olmaz ama çevresinde evrimi gerçekleştirir. İnsan avcılık ve toplayıcılık dönemlerini süratle geçirmiştir.
Şimdi hesap makinelerinin tarihini ele alalım. İnsan hesaplama işine parmaklarla hesaplamalarla başlamış, sonra tağ ve taneleri hesaba girmiş. Amerika’da düğmelerle hesap yapılmış. Rusların kullandığı dizili makineler keşfedilmiş. Kolla çalışan hesap makineleri bulunmuş. Nihayet elektronik hesap makinesine geçilmiştir. Bugün bilgisayar vardır. Görüldüğü gibi ne kadar süratle gelişiyor? Belki bir asırda alınan mesafe bir yılda alınıyor. Bu bugünkü insanın daha zeki olmasından değil, tarihi gelişmenin insanı bu dereceye çıkarmasındandır.
Toplulukların değişmesini dört şekilde görebiliriz:
- Kıtlık, kuraklık gibi sebeplerle içten krize girer ve halk yeniliği yapmak zorunda kalır.
- Komşuların saldırısına uğrar ve savunma sebebiyle yenilikleri yapar.
- Seyahatler ve göçler vesilesiyle dışarıdaki değişiklikler iç bilgilere eklenerek evrim olur.
- Nihayet Allah peygamberler gönderir, onlar halka bir yol gösterir ve o toplulukta gelişme olur. Bunun dördü de toplayıcılıktan beri varolan bir evrim kaynağıdır.
-Sürü hayatından takım hayatına nasıl geçildi? İlkel sürüde değişme yatkınlığı yoktur. “İlkel sürünün yapısının incelenmesi aynı zamanda türdeş toplumsal yapıların ilkel teknolojilerinin, değişmeye, gelişmeye yatkınsızlıklarını gözler önüne serer.” (s.120-121)
İnsan sürüden takıma biyolojik evrimle geçti. İnsan yaratıldığı andan itibaren erkek ve dişi sürü değil, takım olmuşlardı. Birbirlerine danışıyor ve öyle hareket ediyorlardı. Toplayıcılık zamanında ocak hâlinde yaşayan insanlar avcılıkta bucak aşamasına geçtiler. Buna da onları ekonomi zorladı. İnsanları ileriye götüren âmiller şüphesiz ihtiyaçlardır. Bu ihtiyaçlar ekonomik, sosyal (evlilik), siyasi (savaş) zorlamalar sonucu doğar. Dinler çözüm üretir.
-İlkel topluluklarda sihir ve düşünme geliştirici olmaktan çok koruyucudur. “Sihirsel düşünüş biçiminde olan düşünsel yapı, ekonominin verimliliğini artırıcı olmaktan çok koruyucu, toplumsal yapıyı değiştirici olmaktan çok sürdürücüdür.”(s.122)
Gerek insanın kendisinde gerekse toplulukta daima iki etken dengededir. Biri yenilik ister, değişme ister; diğeri ise kendisini tehlikeye atmaması için direnmeyi ve korunmayı ister. Peygamberler daha çok değişmeyi getirmişlerdir. Tutucularla mücadele etmişlerdir. Yirminci asrın diktatörleri de onu yapmışlardır. Ancak peygamberler ikna, diktatörler silah ve zorlama yolunu seçmişlerdir. Bunun içindir ki peygamberler binlerce sene vardılar. Diktatörler yüzerli seneleri dolduramadılar. İnsan öncesi varlıkların böyle sorunları yoktur. İnsanın ise her zaman bu sorunu vardır. İnsanın sosyal yapısını evrimleştiren de bu sorundur. Tutuculuk sağlıklı evrimin şartıdır. Onun için irtica düşmanlığı yapanların kendileri mürtecidir. İnkılâp düşmanlığı yapıyorlar. Rakibi mindere çıkmayan güreşçi galip gelemez.
-Takımlar dıştan gelecek etkilerde kendilerini korur. “Böylece avcı ve toplayıcı takımın yaşam biçiminin içte bir de düşünsel yapı tarafından desteklendiğini görüyoruz. Bu onu dışarıdan gelecek toplumsal etkenlere karşı korur...”(s.122)
Değişme ister iç zaruretlerden, ister dış tehlikelerden, ister barışçı dış ilişkilerden, ister peygamberlerden gelsin, içte dirençle karşılaşır. Etkiye karşı tepki doğar. Sonunda seçerek, bünyeye uydurularak, sindirilerek alınır ve evrim olur. Dıştan aldığımız gıdalardan da böyle yararlanıyoruz. İlk toplayıcılık döneminden bugüne kadar bu hep böyle olmuştur. Peygamberlerin insanlık tarihinde gerçekleştirdikleri evrimi şimdi, yani çağımızda ve bundan sonraki çağlarda ilim adamları gerçekleştireceklerdir.
-Uzman toplayıcılıkta başlayan işbölümü uzman avcılıkta da sürdürülmüştür. “Teknolojik gelişme elverişli çevresel koşulların meyvelerini derebilecek düzeye geldiğinde, daha doğrusu elverişli çevrelerden yararlanabilecek biçimde uzmanlaştığında, gene aynı ekonomik işbölümü ve teknolojik gelişme avcı ve toplayıcı takımı uzman avcı topluluklar aşamasına geçirecektir.”(s.122-123)
Çocuk doğurma ve bakma kadının görevi olmuştur. Erkek ise besin temin etme ve savunma görevini yüklenmiştir. İnsanın ilk döneminde bu işbölümü başlamıştır.
Toplayıcılık döneminde kadın erkeğe toplamada yardımcı idi. İşbölümü yoktu. Belki erkek ağaçtan döktürüyor, kadın yerden topluyordu. Bu durum benim bucağımda hâlâ böyledir.
Avcılık döneminde ise kadın ve erkeğin işi ayrıldı. Kadınlar evde yapabilecekleri işleri yapmaya başladılar. İçten evlenme dıştan evlenmeye dönüştü. Sosyal yapı değişti. Ocaktan bucağa geçildi. Görenekle öğrenmenin yerini tedris aldı. Resimlerin yağmurdan korunması için resimleri mağaralarda yaptılar. Bu uygulama da onlarda ateşle aydınlatma teknolojisini geliştirdi. Yağlı kandiller belki de o zamana ait olarak icad edildi.
-Uzman avcı ve toplayıcılar evrimde istisnadırlar. Farklı bir olgunluk gösterirler. “Uzman avcı topluluklar ilkel topluluğun olağan dışı örnekleridir...” (s.123)
İlkel avcı ve toplayıcılar, sürü hâlinde yaşayan hayvanlardır. Uzman avcı ve toplayıcılar takım hâlinde yaşayan insanlardır. İstisna diye bir şey sözkonusu değildir.
-Uzman avcılık ve toplayıcılık zamanında tam zaman uzmanları yoktur, boş zaman uzmanları vardır. “Ancak artı besin artı ürünün kararlılığından yoksun olduğu için, bir de toplumsal yapının eşitlikçi oluşundan dolayı, yeni ekonomik işbölümleri, dolayısıyla tam zaman uzmanları yaratamamıştır. Ama yarı zaman ya da boş zaman uzmanları yaratabilmiştir.”(s.123)
Bucağımdaki tarım dönemi halkında yaşam biçimi olarak tamamen boş zaman uzmanlaşma yapısı mevcuttur. Bugünkü tam zaman uzmanlaşması büyük sıkıntılar getirmiştir.
Adil Düzende önerdiğimiz sistemde herkesin dört çeşit mesleği olmalıdır.
Gıda üretiminde bir mesleği olmalıdır, giyim üretiminde bir mesleği olmalıdır, genel hizmette bir mesleği olmalıdır, inşaatta da bir mesleği olmalıdır. Bu sayede özellikle krizlere göre meslekten mesleğe kayma imkânı bulunmalıdır.
-Gıda depolamadığı için tam zaman uzmanları yetişememiştir. Ticaret gelişmemiştir. Dıştan evlenme başlamıştır. “Artı besinin artı ürün gibi depolanmaya ve değişime elverişli olmaması, topluluklar arası alışverişi, dolayısıyla bunun yol açabileceği işbölümünü önlemiştir... Bu gelişmelerin sonunda uzman avcı toplulukların, dıştan evlenen, totemci düşünce sistemine sahip olan klanlara dönüşmüş olmaları çok olasıdır.” (s.123)
En büyük topluluk bucaklardır. Eşler birbirinden ayrı saatlerde yaşıyorlar. İçten evlenme fuhşa götürebilir. İçten evlenme yasaklanıyor. Bu aynı zamanda ocaklar arası akrabalıklara sebep oluyor. Bucak bir bütünlük içinde sosyal bir yapıya kavuşuyor.
-Uzman avcılık yerleşme dönemine götürememiştir. “Artı besin biçimindeki bir toplumsal artı, uzman avcı toplulukları harekete geçirmiş; onları ilkel topluluğun gizilgüçlerinin sınırına dek götürmüş, ama ilkel topluluğun kabuğunu kırabilmesine gücü yetmemiştir...”(s.123-124)
Avcılık dönemi hayvanlarla insanları yakınlaştırmış, onlarla boğuşmanın yanında onlarla dost olma geleneğini getirmiştir. Nüfusun artması ve soğuk dönemin de bitmesi ile avcılık yeter besini temin edemeyince insanlar çobanlık dönemine geçtiler. Çobanlık dönemi de insanları bir yerde sakin kılmadı. Otların bitmesi sonunda insanlar tarım dönemine geçtiler.
-Artı besin gelişmeye elverişli değildir. Depolanabilir artı ürün ise hem tam boş zamanı oluşturdu, hem de mübadele imkanını sağladı. “Artı besin yapısal gelişmeyi sağlayıcıdır; ama yapısal nitelik değiştirmeye elverişli değildir. Artı ürün depolama, ticaret olanaklarını taşıdığı için, yapısal değişmeye elverişlidir...” (s.124)
İnsanlar hayvanları ehlileştirip çobanlık dönemine geçince hayat ve yapılarında değişme başladı. Hayvanların sütünden yararlanıyor ve besleniyorlardı. Yünden yararlanıyor ve elbiselerini giyiyorlardı. Sıkıştıkları zaman hayvanları kesiyor, etinden ve derisinden avcılık döneminde olduğu gibi yararlanmışlardır. Yük taşıma ve binme aracı olarak da kullanmaya başladılar. Köpekleri koruma aracı yaptılar. En önemli husus, hayvanlar taşınabilir değerlerdi. Depo edilebiliyordu. Dolayısıyla, gerek ocak içinde gerek bucak içinde mübadele ve karz müessesesi gelişmeye başlamıştır. Artık artı değerler depolanabiliyordu. Karı-koca ilişkilerinde de eskisi kadar kesin ayırıma gerek yoktu ama eski geleneklerini pek bırakmadılar.
Çobanlık dönemine iki şekilde geçildi. Avcılıktan geçenler oldu. Bu geçişi keşif olarak yaptılar. Ama hâlâ toplayıcılık döneminde yaşayanlar ise çobanlık teknolojisi ile avcılık dönemini yaşamadan geçmiş oldular. İşte bu tür çobanlarda değişik sosyal yapı vardır. Anadolu’da komşu köylerde bu iki farklı yapı hemen kendisini gösterir. Bu fark tarım döneminde de sürmektedir.