C. Kralların Tanrısal Haklarına Karşı, Tiranlara Karşı Direnme Hakkı
-“Bu başlık altında, mutlak monarşinin doğrudan doğruya bir kral tarafından savunulmasını ve mutlak monarşiye aristokratlarca yönetilen eleştirinin bir örneğini göreceğiz. Savunma İngiliz Kralı I. James tarafından, eleştirinin sahibi ise, Stephanus Junius Brutus takma adını kullanan bir aristokrat.”(s.419)
Allah Kâinat’taki her şeye, isteyerek veya istemeyerek düzenime u uyun dedi, onlar da isteyerek uyduk dediler. İnsanların kimi isteyerek, kimi de istemeyerek uyar. Allah toplulukları yaratmıştır. Kişiler topluluk düzenine uyacaklardır. İsteyerek uyarlarsa şeriat düzeni yani demokrasi olur, istemeyerek uyarlarsa meliklik yani krallık düzeni olur. İnsanlar eğer kendi istekleri ile şeriat düzenini kurarlarsa demokrasi olur, kuramazlarsa meliklik düzeni hâkim olur. İşte tarih budur. Uygarlık gelişince insanların bilgileri artmaktadır. Topluluk içinde nasıl davranacaklarını öğrenmektedir. Uzlaşmayı bilmektedir. O zaman şeriat düzeni gelir. Yoksa, Allah meliklik düzeni ile onları yönettirir.
a. I. James ( 1566-1623): Kralların Tanrısal Hakları Kuramı
-“Hobbes, mutlak monarşiyi layik bir siyasal kuramla savunmuştu ama, mutlak monarşinin dinsel temellere dayandırılan savunmaları bu çağda bile yaygındı. Bunlar genellikle “kralların tanrısal hakları” başlığı altında toplanabilecek kuramlardı. Bunlara örnek olarak bir kralın görüşlerini görsek yetişir.”(s.419)
Papalığı devirmek için krallık sermaye tarafından bir araç olarak kullanılmıştı. Aristokratlar ise yönetme haklarının kendilerinde olduğunu savundular. Feodal beyler başlangıçta krallığa karşı çıktılar, ama sermayeyi yenemeyeceklerini anladıkları için sonradan krallıkla birleştiler. Daha önce de papazlar krallarla birleşti. Bu dönemde krallarla aristokratlar arasındaki çekişme hâlâ sürüyordu.
-“Stuart Hanedanından I. James, aynı zamanda bir bilgin olup, 1598 yılında yazdığı Özgür Monarşilerin Gerçek Yasası adlı yapıtında, krallığın bu yoldaki görüşlerini yazıya döktü. “Özgür monark” sözleri ile anlatmak istediği şey, feodal beylerin baskılarından özgür monark idi. Aslında bu sözle mutlak monarkı anlatmak istiyordu...”(s.420)
Devleti yönetmek son derece zordur. Sürekli olarak iç ve dış gaileler yani problemler vardır. İnsanlar şuursuzca kendilerine ziyan vermektedir. Bu sebeple devlet başkanın yetkileri kısıtlı değildir. Ancak bazı şartlar konmuştur.
- Başkan istişare edecek ve vatandaşlarla ilgili kararları açık olarak alacaktır.
- Başkan yaptıklarından dolayı mağdur ettiklerine, hakemler kararı ile devlet bütçesinden mağduriyetlerini giderecektir.
- Hukuk düzeninde başkan yerinden yönetim ilkesine uyacaktır.
- Başkan bucağından çıkıp gidenlere karşı hukukî yaptırımlar isteyebilecektir.
Ama bunun dışında başkan, öldürme dahil tüm yetkilere sahip olacaktır. Yoksa topluluk anarşiye döner. Gizli öldürmelerle öldürülen ölür. Nitekim bugün başbakanlara tahsisatı mesture vermişler, onlar MİT adı altında bu tür eylemlerini gerçekleştirmek için teşkilât kurmuşlardır. Bunu daha çok el altından sermaye kullanmaktadır. İslâmiyet’te devletin yeraltı faaliyetleri hukuk düzeninde geçerli değildir. Askerî düzende meşrudur. Vatandaşlarına karşı da bunu ancak sıkıyönetim zamanında kullanır. Sıkıyönetim komutanlarının yetkileri, mutlak monarşinin yetkileri gibidir.
-Tanrı bile krallara “tanrılar” demektedir! I. James, “Krallar Tanrı’nın yeryüzünde yaşayan simgeleridir... Monarşi yeryüzünde en yüce kurumdur... Tanrı bile krallara “tanrılar” diye hitap eder.”(Sabine, Siyasal Düşünceler Tatihi, 2, s.71)buyurmuşlardı, Özgür Monarşilerin Gerçek Yasası’nda.”(s.420)
Şirkin kuyruğu burada görülmektedir.
Allah’ın bir ismi de Melîk-i Muktedir”dir. Yani, güçlü kraldır. Mü’minler için “Melik” Tanrı demektir. Melik yani kral insan yoktur. Ama krallar vardır. Kur’an’da işte bunlara melik denmektedir. Mesela, Firavun için kral denmektedir. Allah’ın tavsif edilmesi için kullanılan mecazi manâda bir sıfat ortaklığı nedeniyle kral da tanrı oluyor. İşte yazarların “tanrılar... tanrılar...” diye bahsettikleri şey, bu sıfat karışımıdır. Mezopotamya tanrıları yok, Mezopotamya kralları vardır. Mısır tanrısı değil, Firavun Mısır’ın rabbidir, Tanrı’nın görevlisidir. Çünkü “Güneş” aynı zamanda “Tanrı” demektir. İnsanlık her zaman tek Tanrı’yı bilmiş ama ona inanmamıştır. Ateist Batı sermayesi insanları dinsizleştirmek için kelimelerin manâlarını ve kullanılış şekillerini çarpıtmış ve eski insanları büyücü yapmıştır. Oysa büyü insanlara sonradan arız olmuş bir hastalıktır.
-I. James’e göre krallık hakkı Tanrı’dan gelir. Gövdenin başıdır. Başsız gövde yaşayamaz, başa uymayan gövde felçtir. “Krallar uyruklarıyla karşılaştırıldıklarında baba, bedenle karşılaştırıldıklarında baş durumundadırlar. Kralsız uygar toplum olamaz; çünkü kralın bulunmadığı bir toplum, “başıboş bir yığındır.” İnsanlar bu nedenle ya krala mutlak olarak boyun eğmek, ya da tam bir anarşiye katlanmaktan birini seçmek zorundadırlar.”(s.420)
Öncelikle şunu kabul etmek gerekir ki, insanlar ilk kabileleri oluşturdukları zaman başkanlar aynı zamanda din adamları idiler, mucize göstererek başkan oluyorlardı. Başkan öldüğü zaman kimin başkan olacağı vahiy ile bildiriliyordu ve başkanlarda özel alâmetler ortaya çıkıyordu. Benzer olay hayvan sürülerinde vardır. Sürüdeki hayvanlardan biri başkandır. Bu başkanı sürüdekiler atamaz, ondaki belirtiler onu başkan yapar. Bu husus zamanla halefini atama kuralına geçti. Lâik düzende bu oğlunu atama şekline dönüştü. Böylece tarihî akış içinde ortaya çıkan bu durum, yani krallığın Tanrı’dan gelme hikâyesi budur. Krallık mücadelesi daha sonra çocuklar arasında kavgaya dönüştü. Zorla tacı devralmaya geçti.
O halde bu tabrdan meşru yoktan hak iddia etmenin şer’î mesnedi yoktur. Ancak bir toplulukta halk bir başkana itaat eder. Bu isteyerek veya istemeyerek olur, ama sonunda kim güçlü ise insanlar onun etrafında toplanırlar. Halka ona itaat etme duygusunu veren Allah’tır.
Madem ki Kenan Evren, “yönetime el koydum” dedi, herkes ona itaat etti. O halde halk onu seçmiş oldu. O zaman onun başkanlığı ilâhîdir. Ona itaat etmek gerekir. İtaat etmeyecek olanların bir hakkı vardır, o da ülkeyi terk etmek ve gerekirse oradan savaşmak.
Hâsılı, eğer kral gerçekten güçlü ise, demek ki hakikaten Allah o gücü ona vermiştir. Adil olmak şartıyla gücünü kullanacaktır. Ama hâkim değilse, demek ki Allah o gücü ona vermemiştir. O kadarını kullanacaktır.
I. James’in bir başka hatası da baş olma meselesidir. Evet, başa verilen görevler ve yetkiler vardır. Kolu kaldırabilir. Ama vücudun hücrelerine başkan hükmetmez, birçok organlar beynin dışında hareket eder. Başkan yetkili olduğu yerlerde tam yetkilidir. Yoksa devletin her tarafında o yetkilidir demek değildir. Yerinden yönetim ilkesi ve sınırlı yetk ilkesi işte budur.
-Krallık hakları fetihlerden doğar. Kral sorumludur, ama halka değil, Tanrı’ya karşı. “Kralların ülke üzerindeki haklarını fetih haklarına dayandıran I. James, bu savını desteklemek yolunda kuşkulu belgeler sunar. Sonra kralların en büyük yetki yanı sıra en büyük sorumluluğu da taşıdıklarını, ancak bu sorumluluğun uyruklara karşı değil, Tanrı’ya karşı olduğunu söyler.”(s.420)
Görülüyor ki, krallık hakkı kuvvete dayandırılmaktadır. Tek farkı, o kuvveti Tanrı vermiştir. Onun için Tanrı’nın verdiği tabiî haktır. Çünkü O’nun izniyle yenmiştir. İşte Batı Uygarlığı Tanrı’ya inansa da, böyle inanır; yani, kuvvet ilkesiyle inanır.
Oysa, şeriat uygarlığında kuvvetli olmak haklı olmak için yeterli değildir. Devlet haklıyı kuvvetli kılan bir kuruluştur. Tanrı’ya hesap verme ilkesi de doğrudur. Başkan kişilere doğrudan doğruya hesap vermez ama, tarafsız ve bağımsız yargıya hesap vermek durumundadır. Şeriata hesap vermek durumundadır. Tanrı o görevi de tarafların seçtiği hakemlerden oluşan yargıya vermiştir.
Kur’an’da topluluk haklarını “Hakkullah/ Allah’ın hakkı” olarak ifade eder. Yönetimin haklarını da “resulün hakları” olarak ifade eder. Hakemlerden oluşan yargının haklarını da, “Allah ve resulünün hakları” olarak ifade eder. Burada “görev”in yerine “Hak” kelimesini kullandık, çünkü Kur’an “Hak” olarak ifade etmektedir. İslâmiyet’te Allah vardır, ama Allah bize zahirî müesseselerle görünür. Allah hilafetini insanlar arasında bölüştürmüştür.
“İnsanlık Anayasası” bu bölüştürmenin kurallarını ortaya koyar.
-Bu kuram yeterince saygınlık kazanmamıştır. “Ne var ki, kralların tanrısal hakları kuramı, Kitabı Mukaddes’in içinden her konuda kanıtların çıkarıldığı bir otorite kaynak olarak saygınlığının sarsılmaya başladığı bir dönemde pek tutunamamış, mutlak monarşi kendine lâik kuramlar aramıştır.”(s.420)
Çünkü artık sermaye için krallığın görevi bitmiştir. Onların anlayışına göre, bir kişiyi ve müesseseyi gerektiğinde kullanacaksın, sonra silkip atacaksın. Bugün de sermaye aynı oyunu oynamaktadır. Mantıklı mantıksız birçok hizipler oluşturmaktadır. Bunları ortak menfaatler yani çıkarlar etrafında toplamaktadır. Paralananlar veya onların sayelerinde para kazananlar, bile bile saçma, hatalı, yanlış fikirler etrafında toplanmaktadır.
Mustafa Kemal kimilerine tanrıdır. Böyle savunurlarsa ekmek yiyebilmektedirler. Kimilerine göre de deccaldır. Böyle diyenler de ekmek yiyebilmektedir. Mustafa Kemal ne tanrı, ne de deccaldır; bizim gibi iyi ve kötü tarafları olan bir devlet kurcusu ve başkanıdır, diyenler ise açlığa mahkûm edilmek istenmektedir.
İşte adil düzencilere düşen görev, her ne pahasına olursa olsun, doğru söylemektir. Sermayeye değil, Allah’a inanmaktır. Ona göre konuşmaktır. Allah onlardan daha zengindir. Onların hepsi sonunda helâk olacaklardır. Mü’minlerin içinden de zayiat verilecektir. Ama onlar âhirette cennette olacaklardır. Şehitler, hakkı söyleyenlerdir. Öbürleri de cehennemde olacaklar.
Aşırı görüşler bu ülkeyi yıkmak içindir. Sermayenin oyunudur. Sermayeye düşmanlık yapılmayacak, ama bu arada sermayenin oyununa da gelinmeyecektir. Şeytanı öldürmek isteyenler onu öldüremezler. Ama şeytanın vesvese ve şerlerinden her zaman korunabilirler.
-“Babası I. James’ın kuramsal görüşlerini uygulamaya geçirmeyi deneyen I. Charles, İngiliz iç savaşları sırasında cumhuriyetçiler tarafından yargılanarak “vatana ihanet” ile suçlu bulunup, 1649 yılında idam edilmiştir. Bu idam, kralların tanrısal hakları kuramı için de bir idam yargısı yaratmış olmalı”(s.420)
Burada yine sermayenin oyunu gelmiştir. Zıt iki görüş; aşırı krallık ve cumhuriyetçilik. Aşırı krallığı İngiltere’de yayan sermaye, uygulatan o, sonra cumhuriyetçileri ona karşı kışkırtan o, en sonunda da kralı idam ettiren o. Böyle yapmasının sebebi, insanlığı huzursuz edip sonunda kendi emperyalizmini sürdürmektir. İşte burada Avrupalı düşünürler bu gerçeği görmeliydiler. Kiliseyi destekleyip sermayenin bu oyununu def etmeliydiler. Kilise bu anlayışını halka anlatmalı idi. Yani, kilise ne cumhuriyetçi, ne de kralcı olmalı idi. Ara yolu, orta yolu tutmalı idi. Nitekim bu ara yolunu adalarda yine sermaye tutmuştur. Çünkü onun işine gelmiştir. İlâhî kader budur. O çağda insanlık için iyisi o idi, o oldu. İnsanlık tarihindeki bütün bu gelişmeler sayesinde “İnsanlık Anayasası”na vasat hazırlandı.
b. Brutus: Mutlak Monarşinin Aristokratik Eleştirisi: Tiranlara Karşı Direnme
-Monarşiye karşı aristokrasi direnmiştir. 16. Ve 17. yüzyıllarda burjuva monarşiyi destekledi, görevi bitince de bu sefer kendisi saldırmaya başladı. 18. yüzyıl böyle başladı. “Tarihte mutlak monarşi, aristokratlar ve burjuvalar tarafından olmak üzere, geriden ve ileriden eleştiriye, saldırıya uğramıştır...”(s.420, 421)
İlim, gelecekte neler olacağını bilip ona göre tedbir almaktır. Tevrat’ın verdiği bilgilerle sermaye, yeryüzünde ateist bir kuvvet düzeninin oluşacağını keşfetmişti. İşte o bundan yani bu bilgiden yararlanıyordu. Olanlar Tevrat’ta öğretilenlere uyuyordu. Çarpıştır, zayıfı destekle, birini galip getir, ama ortadan kaldırma, yedeğe al. İktidar - muhalefet oyunu budur. Bunu bilenler bundan yararlanır ve dünyayı yönetirler.
Buna karşı ne yapılacaktır? Buna karşı Kur’an öğretisiyle ortaya çıkılacaktır.
Sen iyi ol, sabret, adil ol, güçleneceksin. Allah diyor ki; o oyunları oynayanlara karşı ben oyun oynarım ve ben daha sağlam oyun oynarım. Sen adil düzeni kendi aranda kur, sonrasına karışma. Ben onların hesabını görürüm. Müslüman ve Hıristiyan mü’minler adil düzene göre işletmeler kuracaklar, siteler kuracaklar ve sonunda insanlık barış içine girecek. Bu oyunları oynayanların oyunu başlarına yıkılacaktır. Şimdiye kadar neden olmadı, diye sorulacak olursa, diyeceğimiz şudur. Şimdiye kadar olamazdı. Çünkü bir uygarlığın gelişme dönemi 500 yıldır. 2000’ci yıla kadar Batı Uygarlığı’nın genişleme çağları idi. Şimdi gerileme dönemine girdiler. Adil düzen de şimdi başlamıştır ve 500 yıl sonra zirvede olacaktır.
-Her iki eleştiri de halkın haklarını değil, sınıf hakları için yapılan eleştirilerdir. “Bu iki eleştirinin nitelikleri farklıdır. Her ikisi de mutlakçılığa karşı eleştirilerinde “özgürlük” bayrağını kullandıkları halde, birisi, aristokratik eleştiridir, aristokratların geleneksel hakaleı ve özgürlükleri adına yapılan eleştiridir. Ötekisi, burjuvaların hakları ve özgürlükleri için yapılan eleştiridir. Bu eleştiride de “halkın hakları vr özgürlükleri” sözleri kullanıldığı halde, anlatılmak ve elde edilmek istenen daha çok halkın tümünün değil, bir kesimi olan burjuvaların hakları ve özgürlükleridir.”(s.421)
Görülüyor ki, Batı dünyasının demokrasi ve lâiklik dediği şeyler hep sahtedir ve sınıf hakimiyeti için araçtır. Bu araçlar İslâmiyet’ten alınmıştır, ama çarpıtılarak kendi emelleri doğrultusunda kullanılmıştır. Böyle olacaktı. Çünkü gerçekleşmekte olan Hak medeniyetinin kuvvet medeniyetine dönüşmesidir. Biz, Batı dünyası iddialarında haklıdır derken, işte bu gerçeği beyan ediyor ve bunu söylüyoruz.
Sermaye, bu sahtekârlığı yaparken yalnız Batı’da bununla başarıya ulaşmış olmayacaktır. Doğu’da da Batı’nın sahte lâikliğine, İslâm’ın gerçek lâikliği ile gerçek demokrasi ile karıştırarak önce şeriatçılık, din serbestisi aleyhinde harekete geçilecek, Müslümanlarla Hıristiyanların arasını açacak ve savaştıracaktır. Türkiye’den onların bırakıp gitmelerini sağlayacaktır. Sonra kendileri gelip yerleşeceklerdir.
Ne var ki, oyunları kendi başlarına dönmüştür. Türkiye şimdi 70 milyon nüfusu ve güçlü ordusu ile onlara teslim olmuyor. Avrupa halkı ile Anadolu halkı birleşerek sermaye hakimiyetine son verecektir. Bu arada Amerika’da halk sermaye sömürüsünden kurtulmuş olacaktır. Yahudilerden ve Budistlerden hakkı kabul edenler rahata ereceklerdir. Sermaye kâbusu bu yüzyılda bitecektir. Ama Batı Uygarlığı bitmeyecektir. Bu arada sermaye de aklını kullanırsa, sömürüden vazgeçmek şartı ile varlığını sürdürecektir. Bu durum kanla veya kansız gerçekleşir. Nasıl olacağını biz bilemeyiz, Allah bilir.
-“1579 yılında, İsviçre’de Stephanus Junius Brutus takma adıyla yayımlanan Vindiciae Contra Tyrannos (Tiranlara Karşı Direnme Hakkı) adlı yapıt, mutlak monarşiye aristokrasi tarafından, geriden yapılan bir eleştiridir. Ancak aynı zamanda güncel dinsel bir sorın nedeniyle, bu dinsel sorun ile ilişkilendirilerek yapılan bir eleştiridir.”(s.421)
18. yüzyıla karşı hazırlık başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkacaklar, Anadolu’da geçici ateist bir Cumhuriyet kuracaklar. Buna merkez gerektiği için bu merkez Ankara olarak seçilmiştir. Meclis binası daha önce yapılmıştır. Sermaye kendisine birer karargâh seçmiştir. Burada tam demokratik bir devlet kuracaktır. Burasını savaşlardan uzak tutacaktır. Kullandığı kimseler ülkelerinde kalmadıkları zaman buraya göç etmeye başlayacaklar. Banka merkezleri orada olacak, sığınma hakları orada olacak. İşte gayet açık olarak görüyorsunuz ki, İngiltere’de yayınlanmayan bir kitap İsviçre’de yayınlanmıştır. Takma ad kullanılmıştır. Çünkü o kitabı yazan kişi İngiltere’dedir. İngiltere’nin İsviçre’ye ulaşabilmesi için Fransa, Almanya ve İspanya’yı geçmesi gerekir. İsviçre günümüzde de hâlâ böyle bir yer olma özelliğini korumaktadır.
-“Söz konusu dinsel sorun, 1572 yılında St. Barthélemy Günü, Fransız kralcı, ulusçu, Katolik partisinin 30 000 Fransız Kalvenistini (Protestanı) öldürdükleri soykırımından sonra doruğuna ulaşan, azınlık dinden olan uyrukların krala ve devlete karşı tutumlarının ne olacağı sorunudur.”(s.421)
İslâmiyet’te, “dinde zorlama yoktur” denmiş ve insanlar lâik düzende bin yıl adalet ve huzur içinde yaşamışlardır. Sonra devir dönmüş ve yeryüzüne başka bir düzen hâkim olmuştur.
Batı dünyasında ise, baştan Roma’nın etkisi ile halk önce zorla Hıristiyan edilmiştir. Sonra sermayenin kışkırtmasıyla Protestan mezhepleri doğmuştur. Aralarında oluşturulan kin ile katliamlar gerçekleştirmişlerdir. Bunları tezgâhlayan hep sermayedir. Paralı kişiler araya girer ve her iki taraftan karşılıklı olarak öldürmeye başlatırlar. Sonra onlar çekilip giderler ve iki tarafın aralarındaki kavga sürüp gider. Türkiye’deki Sünnî-Alevî kavgalarını hep sömürü sermayesi tezgâhlamaktadır. Gizli haber alma örgütlerini kullanmaktadır. Türkiye’deki PKK sorunu da onun oyunudur. Irak-İran savaşı, Körfez olayı hep aynı gücün oyunlarındandır. New York’taki kuleleri de o yıkmıştır. Birinci ve İkinci Cihan Savaşları’nı da hep o çıkarmıştır. Sosyalizmi de o kurmuştur. Bunların hepsini Allah’ın izniyle yapmıştır.
2000 yılına kadar böyle oyunlara insanlığın ihtiyacı vardı. Başarıya ulaştı. Bundan sonra da aynı oyunlar oynanacaktır, ama artık hep başarısızlığa uğrayacaktır. Nitekim, aynı güç merkezi 1997’de Türkiye’de iç savaşı çıkaracaktı, ama başaramadı. 11 Eylül 2001’de ABD’nin ikiz kulelerini yıkarak İran ile Türkiye’yi birbirine sokacaktı. Türkiye’yi Irak zannederek yanıldı ve başaramadı. Afganistan operasyonu da başarı ile bitmedi. Sovyetleri yıktı ama kendisi gidip orada yerleşemedi. 2. yüzyılın ikinci yarısı onlar açısından başarısızlılarla doludur. İçinde yaşamakta olduğumuz bu yüzyılda ise bu başarısızlık açıkça ortaya çıkacaktır. Doların dünya üzerindeki saltanatı bitecektir. Euronun saltanatına da dönüşmeyecek, her ülke kendi parasını enflasyondan kurtaracaktır. “İnsanlık Anayasası” bu formülleri vermektedir.
-1572’de Protestanların katli ile Calvin’in pasif direnme öğretisi başarısızlığa uğramıştı. Halk üçe ayrıldı. Öğretiye devam edenler, öğretiyi değiştirmek isteyenler, kararsızlar. Çok kitap yazıldı. En etkilisi, “Tiranlara Karşı Direnme” kitabı oldu. “Doğru dinden (Protestan) olmayan bir kralın doğru dinden (Protestan) uyrukları, kralın doğru dine uymayan buyruklarına ve baskılarına karşı nasıl davranmalıdır? Bu soruna yanıt arayan yüzlerce kitap ve kitapçık yazıldı. Bunların arasında en etkili ve en ünlü olanı Vindiciae Contra Tyrannos idi.”(s.421)
Buradaki savaş dinî savaş değildir. Tamamen sermayenin tezgâhıdır. Benzer tezgâh İslâm tarihinin ilk yıllarında Sıffin’de tertiplenmiştir. Hz. Ali taraftarları ile Muaviye taraftarları anlaşmışlardı. Gece casuslar iki tarafa gidip karşı tarafa saldırmış ve savaş başlatmıştı. Sonunda casuslar geri çekilmiş, savaş sürüp gitmiştir. O gün başlayan fitne ve savaş hâlâ sürmektedir. Bugün hâlâ sürüp gelen Şiî-Sünnî çatışması bundan başka bir şey değildir.
Artık kralları silkip atma zamanıdır. İç savaşlar çıkarılacak ve yeni çözüm üretilecektir. Yeryüzündeki gereksiz savaş kışkırtmaları da budur. İnsanlara bunun çaresini ve çözümünü “İnsanlık Anayasası” öğretecektir. Çare ve çözüm iç savaştan kaçmaktır. Kur’an’da Habil Kabil’e diyor ki; sen beni öldürsen bile ben seni öldürmeye kalkışmam. Habil öldü, ama şimdi Kabil’ler değil Habil’ler yaşıyor. İç savaştan kaçmak gerekir.
İslâmiyet bunun için diyor ki, her ne pahasına olursa olsun, yönetime karşı olunmamalıdır. Kalvinciler pasif direnme göstermişler, ama bunu sermayenin âleti olarak yapmışlar. Sermaye onları korudu mu? Aynı sermaye Anadolu Hıristiyanlarını isyana sürükledi. Sonra onları korudu mu? Anadolu’da temsilcileri bile kalmadı. Yardım etti mi? Hayır! Şimdi yine kışkırtıyor. Türk sermayesi de onlarla beraber hareket ediyor. Yarın onlara yardım edecek mi? Hayır! Çünkü o hep kendi çıkarını, sadece kendi çıkarını hesaplayacaktır.
-Prensler şeriata aykırı davranırlarsa, kiliseyi yıkmaya kalkışırsa, devleti yıkılışa götürmekte ise, halk direnebilir mi? Evet, direnir. Komşu prensler halka yardım edebilir mi? Evet, eder. “Brutus takma adını kullanan düşünür bu kitapçıkta üç soru ortaya atıp, bunların yanıtlarını kendisi vermektedir:...”(s.422)
Kur’an’ın bu sorulara cevapları açıktır. Halk pasif direnme yapar, halk fikren karşı çıkar ama fiilen karşı çıkmaz. Silah kullanmaz. Komşu ülkeler de hakem kararları ile mahkûm olan ülkeyi işgal edebilirler. Halk hicret etme hakkına sahiptir. Hicretlerine karşı çıkanlarla savaşabilirler. Çıkış izni vermeyen ülke dar-ı harptır, savaşılabilir. Böyle olduğu hakemlerce belirlenmelidir. Takma adıyla yayımlanan bu kitabı kim yazdı, hiç belli değildir. Sermaye yazdırdı ve birisinin adına yayınlattı. Gaye Avrupa’yı ateşe vermekti. Bu ateş hâlen devam etmektedir. Artık durma zamanı gelmiştir.
-“Yapıtta bu sorulara verilen yanıtların çoğu Kitabı Mukaddes’den alınan kanıtlarla desteklenmektedir. Bu arada, Tanrı, prens ve uyruklar arası ilişkileri açıklamak için ilginç bir sözleşme kuramı ortaya atılmaktadır.”(s.422)
Burada el çabukluğu ile gerçekleştirilen bir devrim vardır. Kitabı Mukaddesi yorumlama yetkisi Papa’ya aitti. Bir kişinin bunları yapma yetkisi yoktu. Ama İslâmiyet’te papa yoktu, din adamı da yoktu. Âlimler ve müçtehitler yorumlardı. Kimin müçtehit olduğuna halk karar verirdi. İstediği müçtehidin yorumunu benimserdi. Gerçi Luther, Calvin ve Münzer Papa’ya karşı yorum yapmışlardı ama onlar da din adamı idiler. Oysa şimdi lâik bir kişi Mukaddes Kitabı yorumluyor. Tıpkı Kur’an’ın yorumlanması gibi bir usûl benimseniyor. Görülüyor ki, her şey “İnsanlık Anayasası”na doğru kendiliğinden gitmektedir. Artık Roma’nın kanunî sözleşme usûlü de bırakılmış, yeni sözleşme, serbest sözleşme sistemi savunulmuştur. Demek ki, Batı Hıristiyanlığı İ.S. 500 yıllarından önce kabul etmiş, İ.S. 1500 yıllarında da Mukaddes Kitapların lâik yorumuna geçebilmiştir. Yani, Hıristiyanlığı İslâmlaştırmaya başlamıştır. Zaten Tevrat ve İncil İslâmî bir düzeni öneriyordu. Dolayısıyla, Kur’an’ın getirdiklerine onlarda dayanak bulmak son derece kolaydır. Bu da gösteriyor ki, bu kitapların kaynağı aynıdır.
Halk ve kral Tanrı ile sözleme yapar. Kilise düzenini kabul eder. ““Vindiciae”de İkili Sözleşme Kuramı: Kitabın yazarı, toplumun ve devletin ortaya çıkmasını iç içe iki sözleşme ile açıklamaktadır. Bu sözleşmelerden ilkinde taraflardan biri Tanrı’dır, karşı taraf ise halk ile kraldır. Bu sözleşme ile topluluk gerçek dine tapınma yükümlülüğü altına girerek, bir “kilise” olurlar. Dolayısıyla bu sözleşmeye “dinsel sözleşme” diyebiliriz.”(s.422)
Kur’an’da Allah’ın topluluklarla, onların başkanları ile sözleşme yaptığından bahseder. Böylece şeriat düzenini kabul ederler. Yani, hem yöneten, hem yönetici mevzuata uyacaklarına söz verirler. Anayasa budur. Anayasada halk bir başkan sözkonusu olmaksızın birbirine söz verirler, bu Allah’a söz verilmedir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda Mustafa Kemal’in yer alması, onun ilke ve inkılâplarından bahsedilmesi putperestliktir. 1924 Anayasası’nda böyle saçmalıklar yoktur. Bunlar Demokrat Parti’nin hediyeleridir! Mustafa Kemal tanrı yerine konmak istenmiştir.
-İkinci sözleşme halkla kral arasında yapılır. Adaletle yönetme şartıyla halk krala itaat edecektir. İtaat etmeleri şartı ile kral adaletle yönetecektir. “İkinci sözleşme, halkı devlet durumuna getiren “siyasal sözleşme”dir. Bu sözleşmede taraflar halk ile kraldır. Bu sözleşmede kral, halkı iyi ve adaletle yönetme sözü vererek sözleşmeye”mutlak” olarak bağlandığı halde, halk, iyi ve adaletle yönettikçe krala boyun eğeceği için “nisbî” olarak bağlıdır...”(s.422)
Kur’an’daki biat sistemi budur. Biat şekli Kur’an’da erkekler için ayrı, kadınlar için ayrı verilmiştir. Erkekler savaşmayı da taahhüt ederler, kadınlar ise böyle bir taahhütte bulunmazlar. Görülüyor ki, bu hükümler tamamen Kur’an ve Kitab-ı Mukaddes hükümleridir, yani, Tevrat hükümleridir. Tabii ki, bunu sermaye hazırladığı için uygun hazırlamıştır.
Kur’an’dan ayrılan nokta, bu sözleşme emeklilik yaşına kadar geçerli olacaktır ve miras olarak intikal etmeyecektir,maddesi de olmalıdır. Gerçi Kur’an’da açıkça emeklilik yaşı yoktur, ama standart sistem içinde yer alır. Buluğ vardır, rüşd vardır, kırk yaş vardır. İkili satır dizisi 63 yaşını verir. 1+2+4+8+16+32=63 etmektedir. Bundan sonraki standart sayı 127’dir. Bu yaşlarda insanın bir şey bilemeyeceği Kur’an’da yazılıdır. Emanetin ehil olana verilmesi gerektiği Kur’an’da yazılıdır. Ehliyetin de ilimle olacağı yine Kur’an’da yazılıdır. Sonuç, emeklilik yaşı 63 ile 70 yaş arasıdır. Çünkü 70 de standart sayıdır. İşte içtihatla hükümler çıkarmak budur. Bir başkası da başka hüküm çıkarabilir. Mesela, bunu 80 yapabilir, 100 yapabilir. Ama başka sayıları yapamaz.
-Brutus dinî isyanları körüklemektedir. “Brutus’un tek bir siyasal sözleşme yerine, bir de dinsel sözleşmeden söz etmesinin amacı, dinsel sorunları başkaldırmanın en önemli nedeni görmesi, göstermesidir...”(s.423)
Sermaye papalığı yıkmıştır, kiliseyi sarsmıştır. Şimdi de krala karşı halkı kışkırtmaktadır. Böylece kralları buyruklarına alacaktır. Dikkat edilirse, burada birinci sözleşme kilise ile yapılmamıştır. Halk sözleşmeyi doğrudan Allah’la yapmıştır. Bunu da îman etmekle yapmıştır. Bu da İslâmiyet’in öğretileridir. Ruhbaniyetin devre dışı edilmesidir. Görülüyor ki, Allah kendi düzenini insanlığa kabul ettirmek için dine karşı olanları da kullanıyor.
-Kralların Tanrı tarafından atandığını Kitab-ı Mukaddes’ten, halkın başa geçirdiğini de feodallerin “fief sözleşmeleri”ni kanıt yapar. “Ayrıca bu ikili sözleşme kuramı,kralların erklerini Tanrı’dan mı halktan mı aldıkları tartışmalarını, erkin Tanrı’dan indiği, halktan çıktığı kuramlarını, iniş ve çıkış kuramlarını uzlaştırmayı da başarmış olur. Brutus kralları Tanrı’nın atayıp, halkın başa geçirdiğini söyler. Tanrı’nın atayışını desteklemek için daha çok Kitabı Mukaddes’ten kanıtlar getirir, halkın başa geçirişi için ise,ortaçağın feodal “fief sözleşmeleri”ni kanıt gösterir.”(s.423)
Esasta Kur’an öğretisine yaklaşmaktadır. Ancak, krallığı savunabilmesi için küçük bir atlama yapmaktadır. Allah insanları kendisine halife yaparak yönetme yetkisini kendilerine verdi. İçtihatla amel edeceklerdir. Kendi aralarından birini de kendilerine onlar başkan seçeceklerdir. Başkan seçildikten sonra ona itaat edecekler; itaat etmek istemeyenler hicret edecekler. Kendi ekonomik haklarını ise her zaman hakemlerden oluşan yargıdan isteyebileceklerdir. Bu kadar açık, kesin, adil ve alanında gerçekten tek. Bundan başka daha iyisi varsa, getirin, biz ona uyalım. Her halde parmak fazlalığı ile yapılan sözde seçimleri ve buna dayanılarak çıkartılan yasaları buna alternatif gösteremezsiniz.
-Sözleşmede yönetim hakkı Tanrı’dan birlikte alınmıştır. Bu halk tarafından krala aktarılmıştır. Böylece kralın yetkileri şeriatla sınırlandırılmıştır. “Brutus’un işlediği bu ikili sözleşme kuramından çıkarılacak sonuç, Tanrı’nın ve halkın kraldan üstün oldukları; kralın hem Tanrı’ya hem halka karşı sorumlu olduğudur. Bu, kralların erklerini doğrudan doğruya Tanrı’dan aldıkları, dolayısıyla yalnız Tanrı’ya karşı sorumlu oldukları, uyruklara, halka karşı sorumlu olmadıkları görüşünün öne sürüldüğü “kralların tanrısal hakları kuramı”na bir yanıttır.”(s.423)
Bu yalnız Kur’an öğretisi değildir, aynı zamanda Tevrat öğretisidir. Yöneticiler de mevzuata uyacaklardır. Tevrat’la Kur’an arasındaki fark, Tevrat Tevrat’ı yorumlama hakkını halka değil, gelecek peygamberlere bırakmıştır. Bunlar da genellikle kral olmayabilirler. Kur’an ise yorumlama hakkını insanların kendilerine bırakmıştır. Denetim hakkını da hakemlere vermiştir. Ne var ki, hakemlik sistemi çalışmamıştır. I. Kur’an Uygarlığı’nda saltanat nedeniyle yargıcı atama hakkını krallar (sultanlar) kendileri kullanmışlardır. Batı dünyası da bu merhaleyi geçememiştir. “İnsanlık Anayasası” ise; yargıçlara ehliyeti merkez verir, ama bunlardan kendileri hakem seçerler. Böylece hem birlik bozulmaz, hem de merkezî baskı olmaz. İnsanlık yönetimde mukaddes kitapların öğretilerinden bir adım ileri gidememiştir. Yunanlılardan kopya ettikleri “ekseriyet sistemi”ni de hiçbir zaman yararlı bir şekilde kullanamamışlardır. Sermayenin ekseriyeti varsa orada demokrasi vardır, yoksa diktatörlük vardır. Bunu Türkiye’de kullanamıyorlar. Ne sermaye halka hâkimdir, ne de diktatörlük kurulabilmiştir. Bu da ordunun deneyimli olmasından ileri gelmektedir.
-Kral dinden uzaklaşırsa halkın direnmesi ödevdir. ““Vindiciae”de Direnme Hakkı: Böyle bir ikili sözleşme kuramından çıkan ilk sonuç, kral Tanrı yasasına aykırı bir şey buyurduğunda, her Hıristiyanın krala değil Tanrı’ya uymak zorunda olduğudur. Çünkü kralla sözleşmeden önce,Tanrı ile yaptığı sözleşmede, Tanrı’ya gerçek dine uyma sözü vermiştir. Bu nedenle, kral Tanrı yasasına uymayınca, ona direnmesi yasaldır. Üstelik bu direnme, her Hıristiyanın bir hakkı değil “ödev”idir; dolayısıyla direnmek zorundadır.”(s.424)
Dikkat edilirse, direnme hakkı kiliseye verilmemiştir. Kiliseye karşı gelme şeklinde de gösterilmiştir. Kilise varlığını sürdürecek, kendi görevlerini yapacak, kral ona baskı yapmayacaktır. Ama kilise de krala müdahale etmeyecektir. Kral eğer dinden çıkarsa, kiliseye karşı gelirse değil, halk krala karşı direnecektir. Peki, buna kim karar verecektir? İşte sermaye kendi propaganda araçlarını harekete geçirerek krala karşı halkı ayaklandıracak, dediğini yaptırdıktan sonra yerine oturtacak, yapmazsa devrim olacak.
İslâmiyet’te buna karar veren, hakemlerden oluşan tarafsız yargıdır. Yargı bu tür kararları geçersiz hâle getirir, halk krala değil, yargı kararlarına uyar. Görevliler de yargı kararlarına uyarlar. Halkın direnme gücü işte budur. Yargı kararlarını görevliler değil, halk doğrudan icra eder. Mesela, kısası hak etmiş bir kişiyi mağdur öldürürse diyet öder, kısas yapılmaz, mahkûmiyetten sonra öldürürse diyet de ödemez. Mahkeme bir mal üzerinde “bu senindir” diye karar verirse, onu alan malını müdafaa etmiş olur ve hırsızı öldürürse kısas uygulanmaz; ama gasp eden durumunda olan şahıs öldürürse kısasa tâbidir.
Demek ki, şeriat düzeninin koruyucusu halkın kendisidir. Halk buna uymuyorsa, mü’minlerin yapacağı şey oradan hicret olabilir. İnsanlar “İnsanlık Anayasası”nı öğrendikleri zaman bu anayasa kendiliğinden faaliyete geçmiş olur. O halde bizim işimiz bu Anayasayı insanlara öğretmekten ibarettir. Uygulama ise bize değil, öğrenenlere ait olacaktır. Biz bu Anayasanın öğretisini Türkiye’de yapmalıyız, ama çok baskı görüp tebliğ yapamaz hâle geldiğimiz zaman da hicret etmeyi bilmeliyiz. Mü’minlere bu farzdır. Kur’an’ı Allah kitabı olarak kabul edenlere bu farzdır.
-Kral ve halk Tanrı’ya müteselsilen kefildirler. “Kral Tanrı’ya karşı yükümlülüklerini, ödevlerini yerine getirmezse, bundan (müteselsil borçlu gibi) halk da sorumludur. Çünkü birinci sözleşmede Tanrı’ya karşı kralla birlikte sorumlu taraf olmuşlardır. Bu nedenle halk kralı doğru dine zorlayabilir.”(s.424)
Kur’an’da, bizi peygamberlerden söz aldık, sonra da onlardan söz aldık deniyor.
O halde, sözleşme peygamber tarafından yapılmış olsa bile, sözleşme toplulukla yapılmıştır ve gelecek nesilleri de bağlar. Kişi ya topluluğu terk edecek, ya da sözleşmeye uyacak. Brutus’un kral için söylediklerini biz biatla yani seçimle gelen başkanlar için söylüyoruz. Kralın tabii ki bu sözleşmede bir yeri yoktur. Ama kral bir defa yönetici olmuşsa, halk da ona itaat etmişse; şeriata uymak şartı ile herkes ona itaatle yükümlüdür. Yahut, itaat etmezse bucağından hicret edecektir.
-Kral mal ve canı koruyamazsa, halkın krala itaat görevi düşer. “İkinci sözleşmede, kralın adaletsiz ve kötü yönetimine karşı halka itaat bağını çözme, yani krala karşı direnme hakkı tanınmaktadır. Ayrıca Brutus, kral halkın kalını ve canını koruyamazsa ya da korumazsa, bu durumda da halkın krala boyun eğme yükümlülüğünden kurtulacağını söyler.”(s.424)
Kur’an bu husus, malı ve canı koruyan başkası çıkarsa ona itaat eder şeklindedir. Yani, yönetici âciz düşer de bir başka güç onun yerine geçerse, halk ona itaat eder.
Osmanlı Hanedanı âciz duruma düşünce halk Mustafa Kemal’e itaat etmiştir. İşte bu usûl ve uygulama İslâmî idi. Böyle olduğu içindir ki, Türkiye’nin din uleması Mustafa Kemal’i desteklemiştir. İstanbul da el altından Mustafa Kemal’i desteklemiştir.
-Yasaların kaynağı Tanrı değil halktır. Yoldan çıkan krala karşı halktan herhangi biri karşı çıkıp öldürebilir. Doğal liderler aristokratlardan, burjuvaziden, görevlilerden çıkabilir. ““Vindiciae”de YasalarınKaynağı: Yasaların kaynağı halktır, kral değildir... Kral yasalara uymaz, keyfi davranıp tiranlaşırsa, iktidarı yasal olmaktan çıkar. O zaman da halkın direnme hakkı ve ödevi doğar. Kitapta buna verilen cevap şöyledir: Kral gasıp ise bir yurttaş onu öldürebilir...”(s.424)
Böylece doğru sözlerle yanlış sonuçlara varılmaktadır.
Bir defa, sistemde krallığa değil, başkanlığa gidilir. Yine bu sistemde halkın ayaklanması değil, pasif direnmesi ve hicret etmesi esası olmalıdır. İşte İslâmiyet Batı dünyasına böylesine çarpıtılarak intikal etmiştir. Tabiî ki, İslâmiyet derken Tevrat, İncil ve Kur’an’ın öğretilerini kastediyoruz. Halkın direnme hakkı var, isyan hakkı yoktur. Halkın hicret hakkı var, sözleşmeleri bozma hakkı yoktur.
-Brutus “halk” deyince krala karşı olan aristokratlar anlaşılıyor. ““Vindiciae”nin Aristokratik niteliği: Bir direnmeye, bir devrime aristokratlar öncülük ederlerse o aristokratik devrim olmaz mı?.. Sonra da “halk” dediği şeyle çok kere kralın karşısındaki aristokratları amaçladığı anlaşılıyor.”(s.424, 425)
18. asrın düşünürleri de aslında halkı değil, artık üstünlüklerini sağlamış olan sermayeyi savunmaktadırlar. Sermaye kralları kendi dünya egemenliği için kullanmaktadır. Brutus’un görevi kralı frenlemektir. Yani, şimdilik kralların yok edilmesi değil, yola gelmeyen kralların sıkıştırılmasıdır. Nitekim, sermayeye boyun eğmeyen krallıklar cumhuriyete dönüşmüş, boyun eğenler göstermelik olarak tahtlarında oturmaktadırlar. Sermaye kendi hâkimiyetini kurmak için İngiltere’ye “adana çekil” dedi, o da tıpış tıpış itaat etti. Akatdır. Ama Rus çarları, Nemse imparatorları, Osmanlı padişahları itaat etmedikleri için şimdi yoklar.
-Brutus demokratik aristokratik hakları savunuyor. “Ayrıca yapıtta demokratik olmayan, aristokratik bir düşünüş açıkça seziliyor. Örneğin, yapıtın bir yerinde devletin birbirleriyle dengeli zümrelerden oluştuğu söyleniyor ve monarşinin bu zümre farklarını tanımayan tutumuna karşı çıkılıyor. Aslında karşı çıktığı kralın aristokrasisinin geleneksel ayrıcalıklarını çiğnemesidir.”(s.425)
Brutus aristokratik hakları savunmuyor, burjuvazinin yani sermayenin haklarını savunuyor ama, sermaye henüz yeteri kadar güçlü olmadığı için aristokratik posta bulunduruyor. Takma ad ile bir aristokratın yazdığı da şüphelidir. Sermaye onu bir heyete yazdırmış olabilir.
Genellikle kongrelerde kararlar alınmaz, dışarıda alınan kararlar onlara onaylatılır. Meclislerde de durum budur ve bundan farklı değildir. Sermaye bir yasayı çıkarmak istediği zaman bir olay çıkarır ve kamuoyu oluşturur. Mesela, “Susurluk” böyle bir olay olabilir; Müslim Gündüz, Ali Kalkancı olayları böyle senaristler tarafından oynanan oyunlar olabilir. Suflörler de gizli istihbarattır. Sonra güdümlü basın harekete geçirilir.
Kanun hazırlanması gerektiği zaman o kanun kamuya mâl edilir. Sonra bakanlıklarda çalıştırılan bir görevliye dışarıda hazırlanmış kanun sıkıştırılır. Memur imzalar, şef imzalar, reis imzalar, bakan imzalar, bakanlar kurulu imzalar; Meclise gelir, Komisyonda konuşulur, Genel Kurulda konuşulur; ama o nasıl isteniyorsa öyle çıkar; çıkmazsa Cumhurbaşkanı var, o veto eder; etmezse Anayasa Mahkemesi var, iptal eder!..
Hani yasama ile yürütme ve yargı ayrı idi? Kanunu neden hükümet hazırlıyor, Meclis hazırlasa ya. Hani yargı ayrı idi? Onun denetleme hakkı nereden çıkıyor?
“İnsanlık Anayasası” bütün bu oyunlara son verir. Hükümet kanunu hazırlayamaz. Kanunlar Meclisten çıkar. Üniversiteler yani ilgili bilim adamları hazırlar. Denetim, siyasi partilerce açılan davalarla ve hakemlerle yapılır; başkanca atanan hâkimlerce değil.
Ne diyorsunuz? Kim daha demokrat? Kim daha çok devletin sağlamlığına ve birliğine taraftar? Birliği kanunlar değil, ordu sağlar. Onu da asker olan başkanın komutası sağlar. Başkan sivil olursa, devlet iki başlı olur. Birlik bozulur. Ama sermaye hep bunu ister. Bu düşünce, papa ile imparatoru bin yıl çatıştıran aynı düşüncedir.
-Burjuva devrimci düşünürleri bunlardan yararlanacaklardır. “Bütün bunlara karşın,”Vindiciae Contra Tyrannos”un siyasal düşünceler tarihinde büyük bir önemi vardır. Tarihte ilk kez direnme hakkı en geniş biçimiyle savunulmaktadır. Brutus, direnme hakkı çıkarabilen böyle bir sözleşme kuramını aristokratların direnmesi için ortaya atmışsa da, ileride burjuva düşünürleri bu kuramdan burjuva devrimci kuramlarını oluştururken yararlanacaklardır.”(s.425)
Yazarı uydurma olan bu düşünceler, zaten ileride atılacak adımlarla elde edilecektir. Tevrat’ta, Yahudilere dünyayı yönetme hakkı verildiği bildirilmiştir. Kur’an’da da onlara “seçilmiş kavim” deniyor. Bununla beraber, Kur’an en çok onlara karşı sistem oluşturmaktadır.
Sonuçta Kur’an’ın bildirdiği şudur. Gelecekte Hak medeniyetleri ile kuvvet medeniyetleri arka arkaya gelecektir. Hak medeniyetlerini Kur’an ehli temsil edecektir. Kuvvet medeniyetlerinin sahibi İbraniler olacaktır. Onlar kuvvete dayandıkları için soy önemlidir. Kuvvet uygarlıklarını yaşatacak olan onlar olacaklardır. Bu arada Hıristiyanlar denge unsuru olacaklar, kalabalık halkları ile zayıfladıkları zaman Müslümanların yanında Hak medeniyetine hizmet verecekler, bu sefer kuvvet medeniyeti zayıfladığı zaman da Yahudilere destek vereceklerdir. Gelecek uygarlıklar böyle gelişip gidecektir.
Bu arada Çin ve Hint uygarlıkları da devam edecektir. “Yecüc - Mecüc” olayı ile zaman zaman Batı’yı istilâ edip Müslümanları ve Hıristiyanları uyandıracaklardır. Aslında 13. asırdaki istilâlar bundan başka bir şey değildir. Dünyanın her yerinde görülmüşlerdir. “Hattâ izâ fütihat Ye’cûc ve Me’cûc ve hüm min külli hadebin yensilûn./ Nihayet Ye’cûc ve Me’cûc feth olunduğunda ve onlar her tepeden akın ettiği zaman.” (Enbiyâ(21);96) denmiştir. Yani, her tepenin çevresinde onlar olacaklardır. “Agog – Magog” tabirlerinde; Agog Türkler, Yagog Yakutlar, Magog Moğollardır. Tarihte benzer olaylarla tekrar karşılaşılabilir.
D. Aydınlanma Çağının Üç Düşünürü: Locke - Montesquieu - Rousseau
-16. ve 17 asırlarda burjuva önce krallıkları destekledi. Ulusal birlikleri oluşturdu. 18. asırda krallara karşı cephe aldı. “Avrupa’da kapitalist burjuva ekonomisinin gelişmesi, burjuva sınıfının gelişmesine, genişlemesine ve Avrupa burjuvazisinin artık mutlak monarşinin aracılığı olmaksızın kendini iktidara aday göstermesine yol açtı... Burjuvazi, kendisi iktidara geçip,... burjuvazinin hukuksal ve siyasal düzenini kurmak istiyordu. Bu nedenlerle, 16. ve 17. yüzyıllarda desteklediği mutlak monarşinin 18. yüzyılda karşısına çıktı. Demokratik parlamenter görüşleri savunmaya başladı. Yeni ekonominin layik, bilimsel kültürü ile yetişmiş olan düşünürler ona siyasal programını içine yerleştireceği yeni bir dünya görüşü, yeni bir felsefe, yeni bir siyaset kuramı hazırlayacaklardı.”(s.425)
1500 yıllarında I. Kur’an Uygarlığı en yüksek seviyeye ulaşmıştı. İstanbul Fethedilmişti.
Avrupa Müslümanlardan öğrendiği coğrafya, astronomi, pusula, barut, kâğıt gibi araçlarla denizlere açılabilecek bilgiye ulaşmıştı. Doğudan ümidini kesmiş, batıya yönelmişti. Bu merhalede Amerika’yı keşfetti. Bâkir topraklar ve bol altın stokları buldu. Ticaret merkezi hâline geldi. En önemlisi, Müslümanlardan öğrendiği müsbet ilim zafer kazanmıştı. Dünya’nın yuvarlaklığı ve Güneş merkezli Kâinat artık kesin olarak anlaşılmıştı.
Bu gelişmelerin Avrupa’daki ilk etkisi olarak, daha önce hor görülen tüccar Yahudiler zengin olmaya başladılar. Güç onların eline geçmeye başladı. Önce Protestanlık Mezhebi ile Papa’nın otoritesini yok ettiler. Sonra site yönetimleri ile toprağa dayalı aristokrasiyi sarstılar. Halkı birbirine düşürerek ve feodal sistemi yok ederek ülkeleri tek elden yönetmek için krallıkları oluşturdular, millî devletler kurdular. Böylece 18. asra gelinmiş oldu.
Ekonomi bakımından da fazla bir yenilik yoktur. Sadece her tarafta kasabalar gelişiyor, tüccarlar zenginleşiyordu. Toprak sahipleri ise önemlerini kaybediyorlardı. Ayrıca, toptancı tüccarlar oluşmaya başlamıştır. Başlangıçta Amerika kralların desteği ile iş yapıyordu. Şimdi ise sermaye yavaş yavaş kendi başına işler yapacak hâle gelmiştir. Amerika keşfedilmiş ama denizaşırı ülkelere yolculuk kolay olmadığı için Avrupa hâlâ içe kapanık durumdadır. Sermaye Avrupa’da etkisini göstermiş durumdadır, ama hâkim değildir. Hele Doğuya etki edecek durumdan çok uzaktır. Avrupa’da güçlenme çabasındadır. Avrupa’yı sermayenin yönetimi altına alma uğraşındadır. Bunun sebebi şudur. Tüccar mal alıp satmaktadır. Ancak, bu alış verişte mal yokluğu ortaya çıkıyor. Avrupalıları çalıştırmak ve mal üretmek istemektedir. Bunun için toprağa bağlı halkın topraktan sökülmesi gerekiyor.
-Burjuvazi feodal beylerden oluşan aristokratik sınıfı ortadan kaldırmaya yönelince, krallarla aristokratlar birleşti. Birlikte bunlarla mücadele etmek zorunda kaldılar. “Parlamentarizm gelişip, burjuvazi mutlak monarşinin karşısına çıkınca, krallar aristokratik güçlere dayandılar. Aristokratlar bu kez özerk siyasal birimleri değil, aristokratlar zümresini ortadan kaldırmayı programına alan burjuvaziye karşı, kralın çevresinde kenetlenip monarşiyi desteklemeye başladılar. Bu nedenle burjuvazinin siyasal kuramı, yalnız monarşiye değil, aynı zamanda aristokrasiye karşı da program olacaktı. Aristokratik düzene, aristokratik kurumlara, aristokratik kültüre saldıracaktı.”(s.426)
Geçici olarak birbirine düşüren sermaye sonunda onları birleştirdi.
Gerçek bir üstünlük sağlamaz da karşı tarafın çatışmaları ile yaşarsan sonu budur. Bugün de sermaye değişik insanları birbirleriyle çatıştırarak yaşamak istemektedir. Bunu tüm dünya halkları anlamak üzeredir. Sonuç olarak onların birleşmesine sebep olacaktır. Gerçi yöneticiler satın alınarak veya korkutularak böyle bir geçici denge sağlanabilir. Ancak, iletişim araçlarının son derece geliştiği bu dönemde, gidip gelmelerin kolaylaştığı bu dönemde, artık halkı devamlı olarak uyutmak mümkün olamayacaktır. Buna dünyanın ekonomik krizleri de sebep olacaktır.
Batı kapitalizmi “herkese aş ve herkese iş” sorununu çözmemiştir. Sosyal sigorta kurumu ile bunu yapmaya çalışmakta ise de, bu uygulama yaşlı nüfusu artırmakta, çalışan nüfusu azaltmaktadır. En gelişmiş ülkeler bile sosyal güvenlik kurumuna dayanamaz hâle gelmiştir.
İşte bu kriz dünyayı bir defa sardı mı, artık sermaye hâkimiyetinin sonu demek olacaktır. Halk “mala-mal marketleri”ni geliştirecektir. Bu sayede bugünkü sermayenin sömürü aracı olan karşılıksız paranın ömrü son bulacaktır.
-Locke burjuvazinin lehine demokratik lâik kuralları savundu. “Bu yolda aristokratik dünya görüşünü felsefi düzeyde eleştirip yıkmak ve yerine demokratik dünya görüşünü, demokratik siyaset kuramının tohumlarını ekmek işini Locke üstlenmişti. Locke tam anlamıyla ve her yönüyle bir burjuva ideologu idi...”(s.426)
Daha önce demokrasi savunulsaydı, meclislere aristokratlar ve din adamları hâkim olacaklardır. Oysa, şimdi halk zenginlerin hakimiyetindedir. Ekseriyet sistemi ile yönetime hâkim olunacaktır. O halde, artık ekseriyet demokrasisi savunulmalıdır.
Peygamberler getirdikleri sistemlerde hep halkın çıkarlarını gözetmiş ve onları organize etmişlerdir. Oysa düşünürler iktidarların çıkarları lehine çalışırlar. Burjuvazi artık güçlüdür. Galip geleceği görülüyor. Gelişme o yönde olunca düşünürler de o tarafa yönelirler. Onlar yönelmese bile, sermayenin desteklemediği düşünürün sesi-soluğu kesilir, ancak dinî kuruluşlar seslerini sürdürebilirler.
Türkiye’yi ele alalım. Bediüzzaman çıkmış, hayatı kuru ekmek yiyerek hapishanelerde geçmiş, risaleler yazmış. 1960’a kadar hep hor görülmüş, ama çok sağlam müritler çoğalmaya başlamış. 1960’da ölmüş, cesedinden intikam alınmış. Ama müritleri azalmamışlar, aksine daha da çoğalmışlar. 1970’lere gelindiğinde Necmettin Erbakan ortaya çıkmış. O daha da tehlikelidir! Çünkü Batı kültürü almış güçlü bir makine profesörüdür. Telaşa kapılırlar ve çareyi gerici Müslümanları desteklemekte bulurlar. Tarikatlar kapalı olduğu halde, onlara gayri resmi olarak arka çıkarlar ve Erbakan’a karşı kışkırtırlar. 1980’lere kadar bu durum böyle devam eder. Fethullah Gülen aranır ama, bir türlü bulunmaz; bu arada taraftarları genişlemeye devam ederler. Görünürde arbede vardır ama gerçek takip yoktur. 1980’lerde Fethullah Gülen resmen ibra edilir, faaliyetlerine izin verilir, hattâ bütçeden destek sağlanır. Sebebi, Erbakan’ın gelişmesini önlemektir. Bu arada Erbakan’ın şerrinden korku sayesinde, Süleyman Demirel ve Turgut Özal’ın önü açılır. Onlar iktidar olurlar. Bunlar biraz da isteyerek Fethullah Gülen’i büyüttüler. Bugün dünyanın güçlü dinî teşkilâtı hâline gelmiştir. En güçlü oluşunun sebebi;
- Çağın kuruluşudur. Bir mirasyedi değildir.
- Müsbet ilimleri benimsemiştir. Bin veya ikibin yıl önceki dinî doğmaların içinde boğulmamaktadır.
- Tüm dünyada organize olmuştur ve olmaya devam etmektedir.
- Kendi kendini finanse etmektedir. Halk ekonomik kuruluşlarla gidiyor, okullar kuruyor, okullar oradaki kazançlarla finanse ediliyor.
-Montesquieu’ya verilen görev başka idi. Krala karşı aristokratlar savunulacaktır. “Burjuvazi bu yüzyılda monarşiye karşı Montesquieu’nun aristokratlar için ortaya attığı görüşlerinden kendisi için yararlanmaktan geri kalmadı. Açıkçası, Montesquieu farkında olmayarak burjuvazinin davasına hizmet etmişti.”(s.426)
Böylece, güçlenmiş olan krallar yenilecekti. Meclis nasılsa eninde sonunda burjuvazinin olduğu için artık korkulacak bir şey yoktu. Montesquieu bunu bilerek yapmamış olur, kendisi samimi olur; ama sermaye tarafından desteklenir ve kullanılır.
Nitekim, Fethullah Gülen bilerek Necmettin Erbakan’a karşı çıkmıştır. Süleyman Demirel ve Turgut Özal da hep bilerek rollerini oynadılar. Onlar sermayeyi, sermaye de onları; dolayısıyla bilerek birbirlerini desteklediler. Ama ikisinin de gayesi, ortak hasım olan Erbakan’ı bertaraf edip zaman kazanmak, sonra karşılıklı hesaplaşmaktır.
Nitekim, işleri bitince Turgut Özal’ı kurşunladılar. Süleyman Demirel’e de yapmadıklarını bırakmıyorlar... Necmettin Erbakan tehlikesi bittiği için faaliyetini kısıtladılar. Eğer Erbakan piyasaya çıkarsa gene onu karşısına çıkaracaklar, çıkmazsa onun da hesabını görecekler. Ne var ki, bu arada bir şey oluyor, İslâmiyet süratle gelişiyor ve güçleniyor. Sermaye mü’minlerle oynuyor, Allah da onlarla oynuyor...
-Rousseau aristokrasiye ve krala karşı idi, ama işçi sınıfını savunmuştu. “Rousseau ise, kapitalist burjuva ekonomisinin burjuvazi yanı sıra yarattığı, gittikçe genişleyen bir işçi sınıfının davasına sahip çıktı; işçi sınıfının dünya görüşünü dile getirme yolunda ilk adım atan düşünür oldu...”(s.426)
İşçilik köleliktir. Halk aç kalınca ister istemez zenginlerin ocağına düşecekti. Böylece onlara imkân sağlanırsa, burjuvanın sorunları çözülecekti. Rousseau, işçi haklarını savunarak, işçiliği özendiren bir düşünürdür. Böylece aristokratların toprağını işleyenler kalmayacak, dindar olma yerine ateizmi aşılayan burjuva sınıfının etkisiyle ateist olacaktı. Böyle oldu.
Ama şimdi “halk ekonomisi” doğmaktadır. Türkler Avrupa’ya gidince bu ekonomiyi gürdüler, böylelikle küçük esnaf doğdu. Yerlilerden de bu tarafa yönelenler oldu. Dünyada küçük ve organize sanayi siteleri doğdu. İstanbul’da hâlâ esnaf çarşıları vardır, fabrikalar ve süper marketler bunları yok edemedi.
-Rousseau’nun ekonomik eşitliği sonunda havada kaldı. Krallıklar devrildi, ama işçinin sefaleti bitmedi. “Burjuvazi, aristokrasiye karşı savaşımında, işçi sınıfını da yanına çekmişti. Bu nedenle işçi sınıfı ile “özgürlük, eşitlik, demokrasi” sloganları üzerinde görüş birliği içindeydi... Burjuvaların ekonomik eşitliği geçiştirmeleri üzerine... Kısaca, Rousseau’nun özgürlükçü, eşitlikçi siyasal kuramı da 18. yüzyılda burjuvalarca kullanıldı, burjuvaların davalarına yaradı.”(s.426, 427)
Burjuvazi sınıfı da bir halk sınıfı idi. Yahudi hakimiyetine engeldi. Onun da yıkılması gerekirdi. Nitekim, 19. yüzyılda sosyalizm felsefesi geliştirilmiş, 20. yüzyıl onun savaş yılları olmuştur. Böylece tüm hakimiyet Amerika’da toplanan 200 Yahudi ailesinin eline geçmiş bulunmaktadır. Ama ne var ki, hakimiyet alttan delinmiş bulunmaktadır.
“Adil Düzen” ve “İnsanlık Anayasası” ortaya çıkmıştır. “Adil Düzen”den önce Turgut Özal’ın Adil Düzeni delmesi vardır. Adnan Menderes Türkiye’yi tarım döneminden çıkardı, Süleyman Demirel altyapıyı tamamladı, Turgut Özal devlet sermayesinin yanında özel sermayeyi geliştirdi. Necmettin Erbakan, özel sermayeyi Anadolu’ya taşıyarak halk sermayesini oluşturdu. Tansu Çiller, halk sermayesini dışa açtı. 28 Şubat Müdahalesi ile bu hamlelerin yok edilmesi hedeflendi.
Savaş devam ediyor. Bakalım nasıl bitecektir?
Kuleleri kendi kendilerine yıktılar, Türkiye’yi Afganistan’da savaşa zorladılar, ama Taliban yönetimi çekildi ve savaşa sebep kalmadı. Allah korudu. Amerika Irak’ı, İran’ı, Libya’yı, Sudan’ı hedef olarak açıkladı. Askerler niyetlerini anladılar. Şimdilik gergin durumda bekleniyor. Duamız, Allah’tan bir yardım gelecek ve bu hükmet gidecek... (23/03/2002)
a. Locke (1632-1704): Burjuva İdeolojisinin Kurucusu
-18. yüzyıl aydınlanma çağıdır. “John Locke, yaşamının ergin dönemini 17. yüzyılın ikinci yarısında yaşayıp,felsefi ve siyasal yapıtlarını bu yüzyılın sonlarına doğru vermiş olan bir İngiliz filozofudur. 18. yüzyılın içinde ancak dört yıl yaşamış olmasına karşın, düşüncelerinin ileriliği ve niteliği, kendisinin 18. yüzyıl Aydınlanma Çağı düşünürlerinden sayılmasına yol açmıştır.”(s.427)
18. asırda neler oldu ki aydınlanma çağı oldu? Kısaca hatırlayalım.
18. asırda en büyük keşif buhar makinesinin keşfi olmuştur. Mekanik enerji kaynağı olarak insan emeği kullanırken, insanlar hayvan enerjisinden yararlandılar. Atı ve öküzü kullandılar. Sonra su enerjisinden yararlandılar ve değirmenler yaptılar. Rüzgâr enerjisinden yararlandılar, yelkenli gemileri ve yel değirmenlerini keşfettiler. Barutu keşfettiler. Bu keşif en çok savaşta işe yaramıştı
Ne var ki, bütün bunlar sadece ya taşınır enerji değildi, yahut istediği zaman eserdi. Oysa, buhar makinesi hem taşınabilir, hem de kontrol edilebilir enerjidir. Bunun yanında sonunda buharı keşfettiler. Böylece sanayi inkılâbı olmaya başladı. En önemlisi olarak buharlı gemileri geliştirmeleridir.
Eyler gibi büyük matematikçi yetişti. Matematiği tekniğe uyguladı. Franklin paratoneri buldu, Culomb elektrikî çekim kanunlarını buldu. Locke, Volter, Rousseau, Montesquieu, Kant, Maltus gibi düşünürler ortaya çıktı. Genel olarak dünya sorunları ile ilgilenmeye başladılar. Bu asrın sonunda Fransız Devrimi oldu.
Bu asra neden “aydınlanma asrı” denmiştir? 16. ve 17 asırlarda daha büyük ilmî buluşlar olmuştu. Müsbet ilmin adımları atılmıştı. Kepler, Galileo, Descartes, Francis Bacon o zaman yetişmişti. Newton o zaman gelmişti. Ne olmuştu da 18. yüzyıl aydınlanma çağı olmuştu?
Burjuva sınıfı kiliseyi ve feodal düzeni yıkmış, yerine ateist sermaye hakimiyeti başlamıştır. Bunun için “aydınlanma çağı” diye anılacaktır. Gelecek yüzyıllarda bu yüzyılın adı “mel’un yüzyıl” olacaktır. Çünkü ateizmin kötü kalıntıları daha birkaç yüzyıl sürecektir. Sihirden daha saçma olan bu anlayış, okumuşların kapısında belki de varlığını sürdürecektir.
-Burjuvanın hakimiyetini Locke tesis etti. “Burjuvazi, feodal düzeni saf dışı etme savaşımlarını Protestanlıkla başlatmış, siyasal düşünüşü layik temellere dayandıran Machiavelli, Bodin ve Hobbes ile sürdürülmüştür. Bu hareketi amacına ulaştıran, hem feodal aristokratik kültüre öldürücü son vuruşu yapan, hem ileride burjuva demokratik düşünüşünün üzerine kurulacağı demokratik temelleri atan düşünür Locke oldu. John Locke’un felsefe ve siyasal düşünceler tarihindeki önemi bundandır.”(s.427)
İnsanlığın “İnsanlık Anayasası”na ulaşması için belli düşüncelerin insanlar arasında yer alması gerekir. Kur’an’ın getirmiş olduğu düşünceler hâkim olmalıdır. Bunlar nelerdir? Bunlar demokratiklik, lâiklik, liberallik ve sosyalliktir. İnsanlığın bu kavramları öğrenebilmesi için sermaye hakimiyetine gerek vardır. Çünkü sermaye uluslararası bir değerdir. Her topluluğu ilgilendirir. Kaçak da olsa yasak ve sınır tanımaz. Amerika’nın keşfinden sonra sermaye önce diğer ekonomik değerlerin yanında bir etken olmuştur. Varlığını benimsetmiştir. Sonra site meclislerinin oluşması ile yerel yönetime katılmıştır. Dini ve aristokrasiyi çökertmiştir. Krallığı ve ulusal devletleri oluşturmuştur. Bunları yapmak için kullandığı metot çok basitti.
- Kendine uygun gelen fikirleri savunanları meşhur ediyor, onları destekliyor ve yayıyordu. İşine gelmeyenleri de boğuyor, bertaraf ediyordu. Bunları yaparken kimse ile sözleşme yapmıyordu. Uzaktan destekliyor veya köstekliyordu. Bugün de taktik ve uygulama olarak aynısını yapıyor.
- İşine yarayacak olayları tertipliyor, sonra onları reklam ediyor, böylece kendilerini tutacak yazarlara ve fikir adamlarına fiilî zemin hazırlıyordu. Halk sadece fikirlerle değil, fiilen de bir yöne yöneltiliyordu.
- Güçleri gruplara ayırıyor ve onlar arasında çatışmayı sürdürüyor, mağlup olanı destekliyor, galip geleni de köstekliyordu. Böylece kendi istediği gibi olmayanları gittikçe ortalıktan kaldırıyordu. Mesela, ateizmi böyle getiriyordu.
- Masonluk gibi yandaş bir teşkilâtı oluşturmuştu ve böyle bir maşa varken, hiçbir zaman elini yakmıyordu. Faaliyetlerini yeraltında yürütüyordu.
İşte Locke de o günün şartlarında aranan adamdı. Fikirlerini ortaya koymuştur. Yalnız şunu bilmeliyiz ki, bu düşünürlerin hiçbirinin fikirleri kendilerinin fikri değildir, onlar sadece sunucudurlar. Fikirleri başlatan olabilir. Ama onların sesleri boğulmuş, Locke’nin sesi yükseltilmiş olabilir. Olsun, bizim takip ettiğimiz metot, tarihin gerçek yapıcılarını bulmak değil, bugünlere hangi yollardan geldiğimizi bilmektir. Hak medeniyeti olan İslâmiyet nasıl gelişti? Kuvvet medeniyeti olan Batı uygarlığı nasıl gelişti? Bunu öğrenmemiz asıldır.
-İngiltere’de doğmuştur ve hukukçu bir babanın oğludur. Burjuvazidir. “İngiliz iç savaşına Parlamentocular (cumhuriyetçiler) yanında katılmış küçük toprak sahibi Püriten bir hukukçunun oğlu olarak İngiltere’de doğmuştur. Burjuva olduğunu söylemeye gerek var mı? Parlamentocuların görüşlerini benimsemiştir.”(s.427)
Fikir hareketleri İngiltere’de geliştirilmiştir. Sermaye İngiltere’yi karargah yapmıştır. Denizaşırı ülkelere İngiltere’den hükmedecektir. Kara Avrupa’sındaki devletler ise birbirine çatıştırılacaktır. Fikirler İngiltere’de üretiliyor, Kara Avrupa’sına intikal ettiriliyor, orada huzursuzluk oluşturuluyor, sonra İngiltere’den dünya işgal edilmeye başlanıyor. Amerika’nın keşfi ile bir dünya saltanatı oluşturulacağı artık belirmiştir.
Locke’un arkasından Voltaire ortaya çıkar, Avrupa’ya ateşi sokar. O tarihte başlayan kan ancak 1945’lerde durdu. Çünkü Avrupa sermayeye teslim oldu. Şimdi o kanlar Asya’da akıtılıyor. Ama Asya kolay yutulur yer değildir. Avrupa’da olduğu gibi halk sürü değildir. Onbin yıllık uygarlık deneyimi vardır. Sovyetler, Çin, Hint İslâm halkları bilinçlenmişlerdir. Şimdilik birbirine vuracak güçte de değiller. O zamana kadar da “İnsanlık Anayasası” yeryüzüne yayılmış ve duyulmuş olur. Sorun biter.
Voltaire (Paris 1694-ay.y.1778) Locke’dan sonra, Montesquieu ve Rousseau zamanında, ama onlardan daha önce doğmuş bir düşünürdür. Liberalizmin öncüsüdür. Fransız edebiyatının ileri gelenlerindendir. Halktan biri olan Voltaire, aristokrasiye saygılı değildir. Hapse atıldı, İngiltere’ye sürüldü. Liberal burjuvazinin öncüsüdür. Voltaire, zamanının tüm büyük fikirlerine sırt çevirdi ve Buffon’dan Rousseau’ya kadar, dönemin tüm büyük adamlarını eleştirdi. Filozof Voltaire, Aydınlanmacı filozofların yeni hümanizminin sözcüsü olara belirir. Burjuva zihniyetinin dinamizminin ve sınırlarının canlı örneğidir. Goethe’nin dediği gibi, “Voltaire nasıl bir dünyanın sonuysa, Rousseau da bir dünyanın başlangıcıdır.”
-“Oxford’da okur, 1660 yılında öğretim üyeliğine başlar. Hem doğal bilimlerle, hem de teoloji ile ilgilenir. Üniversite hocalığı yanı sıra yargıçlık yapar. Monarşiye karşı çıkmış, parlamentarizmi savunmuştur.”(s.427)
Teoloji ile doğa ilimleri arasında hiçbir çelişki yoktur.
Sermaye ayarladığı tutucu papazları kışkırtmıştır. Kilise baskısını tezgâhlayan da sermayedir. Kiliseyi nasıl göstermek istersen, o görüşte olanları gizli para ile finanse edersin. Desteklenen bile desteklenmekte olduğunu bilmez. Çünkü o zaten desteklediği şahsın istediğini yapar. Para ile fitnenin nasıl çıkarıldığını çok iyi bilmezsek, tedbirimizi alamayız. Şeriatın adil hükümleri uygulanmadıkça, sermayenin bu fitnesinden kurtulmak mümkün değildir.
-“İngiliz liberallerinin Whig Partisi önderlerinden birinin 15 yıl yazmanlığını yapar. Babasından aldığı cumhuriyetçi etkilerin üzerine, öğrendiği doğal bilimlerin etkileri, mesleğinin etkileri ve İngiliz liberallerinin etkileri binmiştir. 1675-1679 yıllarında İngiltere’den sürülen Whig önderi ile birlikte Fransa’da yaşamış, Avrupa’nın ileri gelen düşünürleri ile tanışmıştır.”(s.428)
İnsan beyni o şekilde yaratılmıştır ki, zıt olan şeyleri birleştirip sentez eder. Tarihte hiçbir ileri düşünce tek taraflı doğmamıştır. İbrani Uygarlığı, uygarlıklar sentezi olmuştur. Hazreti İsa da Roma kültürü ile İbrani kültürünü birleştirmiştir. Avrupa kültürü, Katoliklik ile İslâmiyet’in birleşmesinden doğmuştur. Kuracağımız II. Kur’an Uygarlığı da böylesine bütün insanlığın uygarlıklar sentezi olmalıdır. Aramızda işbölümü yapıp hepimiz ayrı ayrı uygarlıkları öğrenip Kur’an ile kritik etmemiz gerekir. Biz şimdi sizlere genel olarak uygarlıkları tanıtıyoruz. Siz bunlardan birini seçebilirsiniz. Bir uygarlığın bir kişisini seçersiniz; meselâ Mao’yu seçersiniz. Onu incelerken tüm Çin’i bize tanıtmış olabilirisiniz. Onu Kur’an gözü ile, “İnsanlık Anayasası” bakış açısıyla kritik etmeniz gerekir. O zaman yeni uygarlık başarılı uygarlık olur.
-“1680 yılında İngiltere’ye dönmüşse de, yazmanı olduğu liberal tutuklanınca Hollanda’ya kaçmıştır. Burada, ileride İngiliz tahtına geçirilip Orange Hanedanı’nı kuracak olan William ile tanışmıştır. 1685 yılında Hoşgörü Üzerine Mektup ve İnsan Zihni Üzerine Deneme adlı yapıtlarını yayımlatmıştır.”(s.427, 428)
Locke, bir taraftan aktif hayatı yaşarken, diğer taraftan yazılar yazmıştır.
“İnsanlık Anayasası”na hizmet edenler de aktif hayatta olmalıdırlar. Önce bir işletmede iş yapmalıdırlar. Geçimlerini çalışarak kazanmalıdırlar. Sonra ilmî bir ekole katılmalıdırlar. En sonunda bir siyasi partide yer almalıdırlar. Herkes kendisine uygun kuruluşlarda yer almalıdır. Ancak kimliğini asla gizlememelidir. Orada olduğu zaman oranın üyesi, buraya geldiği zaman da buranın üyesi olduğunu unutmamalıdır. Orada iken oranın çıkarlarını, burada iken de buranın çıkarlarını önde tutmalıdır. Bu durum ülkelerarası ilişkilerde de böyledir. Nerde iseniz oranın çıkarlarını düşünmeniz gerekir. Bulunduğunuz yer ve topluluğun üyesi olduğunuzu unutmamalısınız. Bunları açıkça yaparsanız münafık olmazsınız. İki taraftan herhangi birinin aleyhine olan bir işi yapmayacaksınız.
-“1688 yılında Görkemli Devrim ile William İngiliz tahtına çağrılınca, Locke de İngiltere’ye dönmüş ve yüksek devlet memurluklarına getirilmiştir. 1690 yılında baş siyasal yapıtı olan “Uygar Yönetim Üzerine İnceleme”yi yayımlatmıştır. Yaşamının son yıllarını teoloji sorunlarıyla uğraşarak geçirmiştir.”(s.428)
Topluluk bir makine gibidir. Nasıl cisimleri kullanır bir makine yaparsanız, topluluğu da insanları kullanarak bir makine yapar gibi yaparsınız. Cisimlerin tâbi olduğu fizikî kanunlar varolduğu gibi, canlıların tâbi olduğu biyolojik kanunlar vardır. Tarımcılığı ve hayvancılığı onunla yaparsınız. Topluluğun tâbi olduğu kanunlar vardır. Onları kullanarak sosyal makineyi yani topluluğu oluşturabilirsiniz. Tarihteki inkılâpçılar hep bunları yapmışlar, başarabildikleri kadar başarmışlardır. “İnsanlık Anayasası”nın gerçekleşmesi için takip edilecek yol, Kur’an’ın gösterdiği yoldan yürümekle olacaktır.
-“Locke, aristokrasinin metafizik, dogmatik, skolastik düşünüşüne saldırıp, burjuvazinin dünya görüşünün felsefi temellerini, ampirizmi ortaya atmış ve burjuvazinin siyasal görüşlerini sistemleştirmiştir.”(s.428)
Aristokrasi, tümden gelen, dinî verilere dayanan yürürlükteki düşüncelere dayanıyordu. Oysa burjuvazi, İslâm’ın tümevarım metodunu benimsemiştir. Dinî doğmalara değil, aklî varsayımlara dayanıyordu. Mevcut düşünce sistemini reddediyor, yenilik yapıyordu. Tümevarım ve metodolojide Müslümanlar bugünkü Avrupa mantığına ulaşmışlardı. İbni Haldun’un Mukaddime eserini okuyanlar, bunu orada görürler. Diğer taraftan, artık verimliliğini kaybetmiş bir sistem halk tarafından sadece alışkanlık olarak benimsenir. Oysa yeni fikirler yeni ümitler doğurur ve yeni heyecanlar yaratır.
“İnsanlık Anayasası”nda benimsenen metot şu olmuştur: Kitap, sünnet, icma ve kıyas delilleri esas alınmıştır. Kur’an yeniden ele alınıyor. Kelimeler yeniden ele alınıyor ve farklı tarif ediliyor. Bugünkü ilme göre tarif ediliyor. Bugünkü ihtiyaçlara göre tarif ediliyor. Nahvin kuralları yeniden konuyor. Tabiî ki bunlar ilmî yoldan konuyor. Usûlü fıkıh yeniden ele alınıyor ve ona göre düzenleniyor. Hiçbir şey olduğu gibi bırakılmıyor. Kur’an yerinde duruyor. Sahabelerin icmaı yerinde duruyor. Bunlar dışında olanlardan yararlanılıyor ama asla onlara bağlı kalınmıyor. Elbette bu usûl tutucu Müslümanları rahatsız edecektir. Ama bu aynı usûl aynı zamanda Müslümanları yeniden yola çıkaracaktır. Belki de sonuç olarak önceki müçtehitlerin bulduklarının aynısını bulacaklardır; ama yeniden bulacaklardır. Kendileri onlardan öğrendikleri içtihatlarla bulacaklardır.
Locke’un Genel Felsefesi
-Locke aristokratların dogmatizmini reddedip, burjuvazinin felsefesini savunmaktadır. “Locke’un siyasal düşüncelerinin temelindeki genel felsefesi, a) Aristokratik felsefeyi, dogmatizmi eleştirişi, b) Burjuva felsefesinin,ampirizmin temellerini atışı biçiminde, iki başlık altında anlatılabilir.”(s.428)
Dogmatizm, bir şeyi ispatsız kabul etmektir. Önce inanıp sonra düşünmedir. Ampirizm ise deneme ve düşünmedir. Dogmatizm yok edilecektir. Çünkü aristokrasi ona dayanmaktadır, Katoliklik ona dayanmaktadır. Sonraki merhale olarak insanlar düşünmeyecektir. Çünkü o zaman sermayenin hakimiyeti ortadan kalkacaktır. Sermayeye göre, sen bilgi üreteceksin, o kendisi düşünecek, proje üretecek, sana yaptıracak ve pazarlayacaktır.
Oysa, usûlü fıkıhta önce tesbitler yapacaksın. Bu şevahid denen olaylardır. Mesela, bir şiirde veya bir âyette cümlenin kullanılmasıdır. Yahut, bir hadis veya âyette bir şeyin haram kılınmasıdır. Sonra düşünüp buna bir kural koyacaksın. İlletini bulacaksın. Sonra bu kurala dayanarak gözlemler yapacaksın. Böylece oluşmuş bilgilere dayanarak proje üretecek ve uygulayacaksın. Yani, ilmin metodu ne tek başına tümevarımdır, ne de tek başına tümdengelimdir. Burada da varsayımlar vardır. Ancak bu varsayımlar denemeler sonucu tümevarımla elde edilmiştir. Doğruluğu da tümdengelim yoluyla yapılan kontrol ve üretim projelerinin gerçekleşmesi ile ortaya çıkar. İlmin en büyük özelliği, bütün bunların matematikle yapılmasıdır. Müslümanlar matematiği geliştirdiler, ilmî düşünceyi geliştirdiler; Batılılar ise bu düzeni tekniğe uydurdular. Matematikte denklem kurmak demek, tüm sayısal olarak varmak demektir. Denklemi çözmek demek, sayısal olarak tümden gelmek demektir. Batılıların eline verilmiş olan cebir sayesinde ilmî düşünmeyi uygulamış ve geliştirmişlerdir. Batı dünyasına bu düşünce Endülüs ve Sicilya’dan geçmişti. Ne var ki, Amerika’nın keşfine kadar bu düşünce kendisini kabul ettirememiştir. Doğu’nun teknolojisi ile Batı dünyası Amerika’yı keşfedince, artık Doğu’nun üstünlüğüne inandı ve sermaye bu çalışmaları destekledi. Sermaye bu sayede üstünlük sağladığı için tutucular bu gelişmeye karşı çıktılar ve mağlup oldular.
-Feodal aristokratik düşünüşte insanlar doğruları doğuştan bilirler, bunlar da kilisenin benimsediği görüşlerdir. Kilise bunları mukaddes kitaplardan veya felsefeden almıştır. Bunlar kesin gerçeklerdir. İnsan bunlar üzerinde düşünmeli ve kıyas yapmalıdır. “Locke’un Aristokratik Felsefeyi, Dogmatizmi Eleştirişi: Feodal aristokratik düşünüş, bilgilerimizin kaynağını gözlemlerimizde, duygularımızda bulmayıp,”dogma”larda buluyordu. Doğru bilgi Kitabı Mukaddes’deki bilgi ve kilisenin benimsediği filozofların, kilise babalarının görüşleri idi...”(s.428)
İslâmiyet’in getirdiği sistem tamamen farklı idi.
- İnsan Kâinat’ı müşahede eder ve onun değişmeyen oluşlarını görür. Kur’an’ı okur ve onun da ne dediğini görür. Bunları her zaman başkasına gösterebilirsiniz, kendiniz de istediğiniz zaman tekrar edebilirsiniz. Bu tür bilgilere kat’î bilgiler diyoruz, kitabî bilgiler diyoruz.
- Bazı olaylar vardır ki, bir defa görülür, ondan sonra bir daha onu görmemiz mümkün olmaz. Bu tür olayları da başkalarının görüşleri ve kendi belleğimizle biliriz. Mesela, İstanbul’u 1453’de Fatih Sultan Mehmet fethetti dediğimiz zaman, hiçbir zaman bir daha oraya varıp olanları göremeyiz. Bunlara da zannî bilgiler diyoruz ki, naklî bilgilerdir.
- Bundan sonra bu delilleri bir araya getiririz ve kendimiz bir sonuca varırız. Onların içinden kat’î delillerden bazısını tevil etmek zorunda kalırız. Dünyayı düz görürüz ama düz değildir. Kur’an’da Allah’ın eli güçlüdür diye yazılıdır ama, Allah’ın bizim elimize benzer bir eli yoktur. O halde deliller arasındaki çatışmaları gidermek için teviller yapmak zorundayız. Bu tevil farklı olacağı için varılan sonuçlar da farklı olacaktır. Naklî delillerde ise bize getirenlerde ve müşahede edenlerde yanlış olması nedeniyle, değerlendirenler ayıklayacaklar, reddedeceklerdir. Böylece içtihatlarla varılan sonuçlar kesin delildir. İslâmiyet işte buna şu kuralı getirmiştir; herkes kendi içtihadına göre hareket etsin.
- Eğer her birimizin ayrı ayrı vardığımız sonuç aynı ise işte biz buna kesin sonuç gözü ile bakabiliriz. Eğer herkes 3*15=45 diyorsa, artık ondan tereddüde düşmeyiz.
Batı dünyası doğmaları bırakmıştır, ama icmaları da kabul etmemiştir, dolayısıyla havadadır. Demek ki, daha metotta İslâm’ın seviyesine varamamıştır. Tutarsız bir çaba içindedir. Sermaye de bunun böyle olmasını istiyor. Çünkü bu sayede dünyayı sömürmeye devam edecektir. Bilgiler parça parça olacak, kimse onu kullanmayacak, kendisi senteze gidecek ve yararlanacak, yararlandıracaktır.
Bizim yapacağımız şey, elde edilen sonuçları biz de değerlendirmeyi öğrenmeliyiz. Herkes senteze gidebilir, herkes proje üretebilir ve böylece sermaye sömürüsü biter. Ama onların sloganları var; Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok! Amerika’ya gitmeyen bir kimse için Amerika yeniden keşif değil midir? Yani, biz Amerika’ya gitmeyelim demek istiyorlar. Halkımız arasında bu yanlış anlayış çam sakızı gibi gevelenip durmaktadır.
-Kilise düzeni tanrısal düzen olarak gösteriliyordu. “Böylece dogmatik düşünüş ile kalıplanan kafalar, yalnız dinsel bilgileri değil, fakat kilisenin resmi filozoflarının bu dünya düzenine ilişkin görüşlerini de tanrısal gerçekler olarak kabul etmeye hazırlanıyorlardı...”(s.429)
Kur’an’dan önce sık sık yeni peygamberler geliyor ve değişme bizzat onlar tarafından gerçekleştiriliyordu. Kur’an son kitap oldu. Artık peygamberler de gelmeyecektir. Onun için peygamberlerin yerini içtihat ve icma almıştır. I. Kur’an Uygarlığı böyle doğdu. Batı dünyasını böyle etkiledi. Kilise ise bu yeniliği iktibas edemedi. Onun için bu duruma düştü. Şimdi kendisini Kur’an öğretilerine göre yenileyecek ve yeniden insanlığa nûr saçacaktır. İslâmiyet’te tek kilise teşkilâtı veya tek medrese yoktu. Mezhepler vardı, tarikatlar vardı, medreseler vardı. Böyle bir dogmatik düşünüş sözkonusu değildi. İslâmiyet’i de Hıristiyanlığa benzetmek için çabalar vardır. Ama sonuç vermemiştir. Ne şeyhülislamlık ne de Diyanet İşleri Başkanlığı böyle tekli bir düzen getirememiştir. İslâmiyet ile savaşanlar, Donkişot’un yel değirmenleri ile savaşıyorlar. Cervantes Donkişot’la Avrupalıların tekniğe karşı olan savaşını anlatıyor.
-Burjuva doğmaların değişmezlerini değiştirdi. “Oysa burjuva kapitalist ekonomisi geliştikçe, giderek toplumsal ve siyasal kurumların da değiştiği görülüyordu. Olgular feodal aristokratik düzenin tanrısal, evrensel ve değişmez bir düzen olduğu inancına ters düşmüştü...”(s.429)
Tarih böyle inkılâplarla doludur. Bir topluluk başka toplulukla karşılaşır, ondan aldığı ekonomik iti ile zenginleşir, ekonomik yapı değişir, sosyal yapı ise direnir. İşte bunun sonucunda yıkılışlar olur ve yeni sosyal yapı oluşur. Peygamberler yeni sosyal yapıyı tabiî kanunlara göre düzenlerler. Avrupa eski sosyal yapıyı yıkmıştır. Bu durum ilâhî kanunların bir sonucudur. Yerine kapitalizm ve sosyalizm, faşizm ve karma yönetim gibi düzenler getirmiştir. Ancak bunların hepsi düzen değil, anarşi olmuştur. “İnsanlık Anayasası” Kur’an’a dayanarak işte bu devrilen dogmatik düzenin yerine yeni düzen getiriyor. Bu ne sosyalizm, ne kapitalizm, ne liberalizm ne de faşizmdir. Bu yeni düzen “halk ekonomisi”dir. Demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk düzenidir.
-Direnişi kırmak için dayandığı felsefe ve inanışı çürütmek gerekir. “Bu durum karşısında yapılacak şey, hem bu değişmeleri açıklamak, hem de değişmeleri frenleyen bu tür görüşleri yıkmak için bunların dayandıkları inançların ve felsefenin yanlışlığını ortaya koymaktan başka bir şey olmayacaktır.”(s.429)
Görülüyor ki, Batı dünyası bir şeyi doğru olduğu için savunmuyor, işine geldiğine göre savunuyor. Bu anda işine geliyorsa ona kılıf arıyor. Böylece tutarlı bir felsefesi yoktur. Ehl-i tarik bir arkadaş şöyle demişti: Filozoflar birbirlerini yalanlayanlar zincirini, peygamberler birbirlerini doğrulayanlar zincirini oluştururlar. Çünkü onların görevi yıkmak, bunların görevi yapmaktır. 18. asırda demokrasi ve liberalizmi savunanlar, 19. asırda sosyalizmi ve işçi diktatörlüğünü savundular. Çünkü sözlerini onlara geçirebiliyorlardı. 20. yüzyılda da globalleşmeyi savunuyorlar. Monopol sermaye peşindeler. O halde bunları neden okuyoruz? Bizi nasıl kandırdıklarını öğrenmek için okuyoruz ki, onlara kanmayalım, uyanalım.
-Locke dogmatizmi yıkmıştır. “İşte Locke bunu yaparak temele saldırmış, insan bilgilerinin deney öncesi olduğunu, doğuştan, doğmalara inanç yoluyla edinildiğini öne süren dogmatizmi yıkmıştır.”(s.429)
Sermayenin bütün çabası yıkmadır. Çünkü onlar mikroplardır, onlar virüslerdir. Yapmak ise onlara göre yalnız sermaye tekelinin hakkıdır. Bunun için yapmak fiilen yasaktır. Sermaye kendi dışında bir yapanı görürse onun üzerine çullanır. Bir profesör kitabında bir öneri getirmesin; artık onun işi bitiktir!
Süleyman Akdemir arkadaşımız “Adil Düzen” ile ilgili çözümler getirmiş; mükâfatı üniversiteden kovulmak olmuştur. Gelecekte tarihler onun hangi kitabı yazmış olduğunu, onunla doçent olamadığını, hattâ eserlerinden dolayı üniversiteden kovulduğunu, insanlar ibretle okuyacaklardır. Zulmün nasıl yıkıldığını göreceklerdir.
Süleyman Akdemir tezinde, insandaki his, fikir, irade ve ünsiyetin görevlerinin ne, nasıl, ne zaman üretilmesi ve nerede tüketilmesi konularını ele almış; topluluklarda da dinin ne, ilmin nasıl, ekonominin kimin üreteceğini, yönetimin ise kimin tüketeceğini düzenlediği teorisini ortaya koymuştu. Bu görüş şimdilik boğulmuştur. Bir müddet sonra bir Yahudi profesörün şöhret dayanağı yapılırsa asla şaşırmayın. Batı dünyasının bütün buluşları böyle aşırmadır. Ama bizim onlara kızmaya hakkımız yoktur. Çünkü Akdemir’i üniversiteden uzaklaştıranlar Yahudiler değildir; Türklerdir! Evet, eşekler atlar için çalışırlar!..
-Ortaçağda bilimler kitaptan ve kafadan üretiliyordu. “Locke’un Burjuva Felsefesinin, Ampirizmin Temellerini Atışı: Ortaçağda dinbilim ve skolastik gelişmişti.İnançlar, değerler, düşünceler ve bilgiler bazı temel ilkelerden ve temel inançlardan akıl yürütülerek akıldan çıkarılmaya çalışılıyordu... Diyebiliriz ki, bilgiler kitaptan ve kafadan türetiliyorlardı.”(s.429)
Mezopotamya Uygarlığı deneme uygarlığı idi. Yunan Uygarlığı ise bu denemelerin sonuçlarını değerlendiren felsefe uygarlığı olmuştur. İbrani Uygarlığı deneme uygarlığı idi. Hıristiyanlık sentez uygarlığı olacaktır. I. Kur’an Uygarlığı ve uzantısı olan Avrupa Uygarlığı deneme uygarlığı olmuştur. II. Kur’an Uygarlığı sentez uygarlığı olacaktır. Denemeler devam edecek, bilgisayarlara aktarılacaktır. Bu görev yine Avrupa’ya düşecek, Hıristiyanlara düşecektir. Müslümanlar ise Yahudilerle ya anlaşarak, ya da çatışarak sentezini yapacaklardır. Bu bilgi yığınını Kur’an öğretisine göre düzenleyeceklerdir. Biz şimdi bunu yapıyoruz. Tarih yazmıyoruz, tarihi yorumluyoruz. Sermayenin hakimiyeti elbette günü gelince sona erecektir. Demiri Hititler buldular ve belki beşyüz yıl bu buluşlarını gizli tuttular. Sonar Dorlar bunu öğrendiler, Hititlere saldırdılar ve kendi silahları ile kendilerini yıktılar. Sermaye de sentezi kendisine saklarken başkaları öğrenecek ve onunla sermayeyi yıkacaktır.
-Sanayi devriminde dinbilim bırakılmış, deneylerle doğrulanan teknoloji bilimine yönelinmişti. “Sanayi devrimi insanı madde ile, dış dünya ile daha içli dışlı bir ilişki içine sokmuştu... Dinbilim bir yana bırakılmıştı. Doğa bilimleri ve teknoloji, çağın bilimleri ve bilgi dalları olmuştu...”(s.430)
Müslümanlar önce hukuk bilimini, sonra din bilimini, sonra matematiği geliştirmiş, en sonunda müsbet ilimleri geliştirmekteydiler. Ne var ki, Doğu’nun buna fazla ihtiyacı yoktu. İlme dayanmayan sanayi de onlara yetiyordu. Batı ise el sanatlarına sahip değildir. Ayrıca, ticaret hacmine göre yeteri kadar emeğe de sahip değildir. Bir de Amerika’ya göç başlayınca bu iş hepten sarpa sardı. Sermaye ham maddeyi temin edebiliyor, mamul maddeyi satabiliyordu; ama yeteri kadar üretemiyordu. İşte bu sebepledir ki Müslümanlardan öğrendiği makineyi üretime uyguladı. Oysa bunlar Doğu’da hükümdarların saraylarında eğlenme araçları idi. Böylece Avrupa’nın yoksulluğu sanayi inkılâbını getirdi. Bu gelişme dogmaları perişan etti.
-Locke dogmaları yıkınca, yerine gelecek bilgi hakkında yeni araç ortaya koyar. “Ortam, Locke’un, insanın bilgilerinin kaynağını dış dünyada görüp,bilgilerin deneyimden, dış dünyadan duyu organları ile alınan uyarıcıların algılanması ile edinildiğini söylemesi için hazırdı...”(s.430)
Kur’an, ilk inen âyette: “Yaratan’ın adına topla, O insanı yapışık odalardan var etti. Topla, Rabb’in iyilik edicidir. O insana bilmediğini kalemle öğretti.”(Alak(96);1-5) diye başlar.
İkra’, hem okumak, hem de toplamak demektir. “Karye” yani toplanmış kelimesi buradan gelir. Kur’an baştan sonuna kadar “âyet” diye adlandırdığı Kâinat’ı tanıtmakla dolu olan emirleri içerir. “Onlar yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilere neler olmuş görsünler.”(Yusuf(12);109) “Onlar deveye bakmıyorlar mı ki, nasıl yaratıldığını görsünler.”(Gâşiye(88);17) “Rahmân’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir bir bak, bir eksiklik görebiliyor musun?”(Mülk(67);3) “İnsanlara objektif ve sübjektif kaynaklarımızı göstereceğiz.”(Fussilet(41);53)
Demek ki, Locke Kur’an’ın bu öğretisine uyan Müslümanların uygulamasını alırlar. Locke tekrar edince önemli oluyor da, Kur’an söyleyince, Müslümanlar uygulayınca acaba neden önemsiz oluyor? Çünkü sermaye böyle buyuruyor!
-İnsan bilgisi, boş kağıt gibi olan zihinde deneylerle yazılmış bilgiler gibidir. “Zihin başlangıçta boş bir beyaz kağıt (tabula rasa) gibidir. Kendi sözleriyle: “Zihni örneğin beyaz bir kağıt gibi düşünelim,... nasıl dolar o?.. Buna tek bir sözcükle yanıt vereceğim, deneyimle.””(s.430)
Evet, insan ilk yaratıldığı zaman beynindeki etvara yazılmış şeyler vardı. Mesela, sebepsiz sonuç olmaz düşünüşünü insanlar doğuştan bilirler. İsimlerle varlıkları ifade etmeyi doğuştan bilirler. Ama hangi sebeplerin hangi sonuçları doğuracağını deneylerle öğrenirler. Hangi varlıklara ne isim vereceklerini de sonra kararlaştırırlar. Demek ki, Locke tam söylemiyor. İnsandaki öğrenme melekesi doğuştandır,i öğrendikleri ise sonradan kazanılmıştır. Yine Locke’un eksik bıraktığı, bizim bilgimiz Hz. Adem’den beri öğrenilenlerin birikimidir. Biz onları atamayız, onlarsız yapamayız. Onlarda eksiklikler var, yanlışlar var, günü geçmiş olanlar var, kasten uydurulanlar var. Biz onları ayıklarız, kendi deneyimlerimizi de ekler ve gelecek nesle aktarırız. Bizim beynimiz beyaz kâğıt değildir. Bilgisayarın yarısından fazlası dolmuş diskettir. Biz dili öğrendiğimiz zaman onları beynimize yerleştiririz. Sonra onun üzerinde düşünmeye başlarız. Yenileri bilgisayara yüklememe ne kadar yanlış ise, eskilerini de ayıklamadan silme o kadar yanlıştır. Müslümanlarda böyle aşırı iddialar yoktur.
-Bilgilerimizin tek kaynağı deneyimdir. “Evet, bilgilerimizin tek kaynağı deneyimdir. Tüm bilgilerimiz Locke’a göre deneyime dayanır...”(s.430)
Eskilerin de deneyimi bilgilerimizin tek kaynağıdır. Hâlâ bilgilerimizin kaynağı içinde seziler ve varsayımlar yer almıyor mu? Sebepsiz sonuç olmazın ispatı olur mu? Menfi şeyler sonsuzdur denemez. Demek ki, Locke pek aydınlığa doğru götürmüyor.
-Algı bilginin dayanağıdır, ilim bilgilerin toplamıdır. ““Algı, bilgi yolunda ilk adım ve derece olup, tüm bilgi gereçlerinin toplanmasıdır.””(s.430)
Bir çuvala parçaları doldursan, bu parçalar makine olmaz. İlim bilgilerin toplamı değil; terkibidir, örülmesidir. Acaba örmeyi de deneylerle mi öğreniyoruz? İnsan kendi beyninde ve bilinç altında bir dünya yaratır. Bu hayal dünyasıdır. Hayal dünyası ile dış dünya arasında paralellik kurmaya başlar. Hayal dünyasını değiştirerek dış dünyaya yaklaştırır, dış dünyayı değiştirerek hayal dünyasına yaklaştırır. Önce dünya sonra Kâinat veya önce Kâinat sonra insan yoktur. İnsan doğuştan ayrı varlık, Kâinat da ayrı varlık olarak vardır. Zamanla bu iki ayrı varlık birbirlerine etki ederek Kâinat içinde insan oluşur. Bu etkileşim kişiler arasında olur ve topluluk oluşur. Yaşlılar gençlere aktarırlar, onlar da katkıda bulunarak sonrakilere aktarırlar. Nasıl ürettikleri mallar çocuklarına miras olarak kalırsa, ürettikleri fikirler de çocuklarına miras olarak kalır. Locke bunları söylerken kendisi bulmuş olarak söylemiyor. Daha önce Kant ve Francis Bacon gibi birçok düşünür İslâmiyet’ten esinlenerek söylemişlerdir. Bunu söylemesinin önemi, bunun sözlerine burjuva sahip çıkmıştır. Piyasaya bunun fikirleri olarak lanse edilmiştir.
-Ampirizmi Hobbes başlattı, Locke geliştirdi, Hume çağrıştırma ile sistemleştiğini söyledi, böylece ampirizm doğdu. “Böylece Hobbes – Locke – Hume çizgisinde gelişen ampirizm, liberal burjuva felsefesinin temellerini oluşturdu...”(s.430)
İslâmiyet’te üç mezhep doğmuştur. Biri Mutezile mezhebidir. Bunlara göre akıl öğretilmeden bilir. Sünniler bunu reddeder. Diğeri ise, akıl sadece öğretilenleri anlar ve öğrenir. Öğretilmeden bir şey bilmez. Maturidi mezhebi ise, akıl öğretilenleri öğrenir, deneyleri de kendisi bilir. Allah peygamberlerle öğretti, akılları ile de kendilerine buldurdu. Kur’an’dan sonra vahiy yok ise de; içtihat vardır, ilham vardır, sezi vardır. Yoksa ne Hobbes, ne Locke, ne de Hume’ye gerek kalmazdı. Hepimiz aynı şeyleri ayrı ayrı düşünürdük. Hayvanlarda durum budur. Şartlar bir kişi için değişmez.
-İnançlar, eski otoriteler, felsefi fikirler bilimin kaynağı değildir. Tek kaynak deneylerle kontrol edilen bilgidir. Böylece burjuvaziye istediği gibi bir dünya yolu açılmıştır.(s.431)
Kur’an’a göre her türlü sözler bilgi kaynağıdır. Dinler, felsefe, tarihteki görüşler, gözlenenler bilgi kaynağıdır; ama bilgi değildir. Ayıklanması ve en iyisine uyulması gerekir. Ayıklama da akıl işidir, içtihat işidir. Ayıklama, dış dünya ile ilişki kurmakla olur. Gerçek ilim sermayemiz sözcüler tarafından söylenenler ile değil, icmalarla sabit olur. Herkes için kendi içtihatları kendisine ilimdir.
Locke’un Ahlâk Felsefesi
-Locke zevklerin doğuştan varolduğunu söylemektedir. “Locke,bilgilerimizin değil ama, bazı temel duygularımızın doğuştan olduğunu söyledi. Bunlar insanın, hazza, mutluluğa yönelip, elemden kaçma duygularıdır. Böyle bir psikoloji anlayışına dayandırdığı ahlâk felsefesinde Locke, herkesin kendi zevkleri ve mutluluğu yönünde davranmasını istedi. Bu isteğinde, “Laissez faire” (bırakın yapsın) felsefesinin tohumları bulunmaktadır.”(s.431)
Düşünceler sonradan ediniliyor ama duygular sonradan doğmuyor. Hayvanla insan arasındaki fark budur. Hayvanlarda duygular vardır, hareketler de vardır, sosyal düzen de vardır. Bu üç meleke ile hayvanlar yaşamaktadır. İnsanda ise dördüncü meleke vardır. Buna “fikir” melekesi denir. Hayvanda böyle bir meleke yoktur. Yani, hayvan yaptıklarını hesaplayarak yapmaz. Reflekslerle yapar. Geçici hafızası olduğu için bazı alışkanlıklar elde edebilir. Hayvan canı ne isterse onu yapar. Kötü şeyleri canı istemez. Kendisi için iyi ne ise canı onu ister. Oysa insan böyle mükemmel varlık değildir. Hayvan ancak döllenme zamanında cinsî arzu duyar, oysa insan her zaman duyar. Hayvanı zararlı ilişkilerden uzak tutan yine duygularıdır. Oysa, insanı zararlı ilişkilerden uzak tutan aklıdır. Hayvan o andaki iyiliği ve kötülüğü dengeler, geleceğini düşünmez, onu da duyar. İnsan ise geçmişi ve geleceğini bilerek ne yaparsa, bugün değil ileride başına geleceğini bilir de ona göre davranır. Oysa, hayvan o anda sopa yiyorsa ondan çekinir.
Kur’an insanlara fıkhî hükümler yüklemiştir. Mantığı ile kendisine zararlı olan şeyleri yapmaz. Yaparsa, zararını bu dünyada ve âhirette görür. Başkasına zarar verirse topluluk onu cezalandırır. Hak düzeninde halk kendi isteğiyle sözleşmelere uyar. Uymazsa, o topluluğu terk edip gider.
Kuvvet düzeninde halk korkutularak düzene uydurulur. Korkutma açlık veya silah zoru ile olur. Burjuva sermayeyi eline geçirdiği için, artık işçi kendi başına yaşama gücüne sahip olamadığı için, işçiyi istediği gibi kullanabilmesi için, akla dayanan ahlâkî anlayışı reddedip zevke dayanan ahlâki anlayışı koyarak halkın kolay sömürülmesi yolları aranmaktadır. Akşama kadar çalıştıracak, akşam iki bardak viski vererek verdiğini geri alacaktır. Fahişelerle eğlendirecek ve evlilik müessesesini yıkacaktır. Böylece dinî baskıdan, inanmış insandan kurtulacak, menfaatçi korkak insan elde edecektir.
Bunda başarıya ulaştı mı? Batı dünyasında büyük bir şekilde ulaştı. Ama insanlık bunun gidiş olmadığını gördü ve şimdi tekrar dine ve ahlâka sarılıyor..
-Topluluğun çıkarı kişi çıkarlarının toplamıdır. Kişiler kendi çıkarlarını azamiye çıkarırlarsa topluluğu da azami çıkara kavuştururlar. “Locke’un, mutluluğu bireysel davranışların temeli yapışını alıp geliştiren bireyci, utiliteryan (faydacı) Bentham, bireyin kendi mutluluğunu izlerken, toplumsal mutluluğa da katkıda bulunacağı sonucuna varacaktır. Böylece burjuvazinin bireyciliği “toplumsal mutluluğa giden yol bireylerin mutluluklarını tek tek en çoğa (azamiye) çabalarından geçer” kuramına dayandırılmış. Bu kuramla, kuramsal düzeyde birey-toplum çıkarlarının sentezi yapılmış olacaktır.”(s.431)
Yeryüzü çıkarlar çatışması dünyasıdır. Canlılar birbirlerini yiyerek yaşarlar. Canlılar için çıkarla mutluluk paraleldir. Oysa, insanın çıkarları her zaman paralel gitmez. Bazan çıkarlar saadeti alıp götürür. Sonra, ne mutluluk, ne de çıkar soyut değerler değildir. Yani, bir çuvala kaç bilye koyarsanız, ağırlığı o kadar olur. Ama bir cisme etki eden kuvvetleri toplarsanız sayısal toplamları kadar etmez. Bazan birbirini ifna ederek sıfır olabilir. Çıkar ve mutluluk madde değil, tesirdir. Dolayısıyla bunların sayısal toplamı birleşik değerden çok küçük olabilir. O halde kişiler sadece kendi çıkarlarını ve mutluluklarını düşünürlerse, sonunda içinde bulundukları toplulukları yok eder, kendileri de mutsuz ve çıkarsız olurlar. Kişiler çıkarlarını ve mutluluklarını başkalarının çıkar ve mutlulukları ile paralel hâle getirmeye çalışmalıdırlar. İşte ahlâk budur. Şeriat budur, îman budur. Demek ki, Locke insanların psikolojik ve sosyolojik kanunlarını, genel tesir ve varlık ilkelerini bilmektedir. Düşünceleri ise tümüyle yanlıştır.
-Aristokratların sakladıkları istekler, burjuvazi tarafından açıkça savunulmaktadır. “Aristokrasinin şana, şerefe ve öte dünyaya ilişkin değerleri arkasına gizlenen, açıkça ortaya konmayan mutluluk, refah değerleri, daha çok budünyacı ve daha çok bireyci olan burjuvazi tarafından, utanılmayacak istekler olarak açıkça savunulmaktadır.”(s.431, 432)
Varsayımları kabul ettikten sonra her görüş savunulabilir. Gaye burjuvanın hakimiyeti ise tüm düşünceler doğru olur. Bakınız, burjuvanın çıkarı demedik, mutluluğu demedik. Çünkü bu mantıkla bunların hiçbirisi sağlanmaz. Sadece sermaye insanlığa o yolla hâkim olur; ama kendi çıkarlarını kısıtlar, mutluluğunu ise yok eder. Çünkü tüm canlılar âleminde bile sonunda ortak çıkarlara gidilir. Yeryüzü şimdiye kadar hep daha çok canlı yaşayacak şekilde gelişmiştir. Yeryüzü hep insanların sayısının artması ile gelişmiştir.
Yeryüzü sanayi devriminden sonra çoraklaşmaya başladı. Toplulukların nüfusları sanayi devriminden sonra azalmaya başladı. Dolayısıyla, sermayenin hakimiyeti asla insanların ortak çıkarlarına uygun değildir. Çünkü nüfus artarsa onların ırgatları artacaktı. Yeryüzü arındırılırsa onların tabiî kaynakları artacaktı. Onlar ise ekonomik bedenlerini harap ediyorlar, çalışanları da azaltıyorlar. Burada nerede çıkar vardır? Bu çöküş onları da mutsuz ediyor.
“İnsanlık Anayasası” buna, bu olumsuz gidişata dur demektedir. Maksimum kazancın yerine maksimum üretime, dolayısıyla maksimum nüfusa yöneltmiştir. Bu değişim ve bu yöndeki gelişme tüm insanların, bu arada sermayenin de saadeti olacaktır.
Locke’un Siyaset Felsefesi
-Locke siyaset felsefesini, genel felsefe ve ahlâk felsefesinden çıkaramamıştır. “Locke, genel felsefesinden ve ahlâk felsefesinden yapılmış tutarlı çıkarsamalara dayanan bir siyaset felsefesi geliştirmiş değildir. Oysa bu genel felsefeden ne gibi pratik sonuçlar çıkarılabileceğini incelerken, ampirik tutumun, bilgilerimizin doğruluğunu denetlemek için, doğru bilgi edinmek için kişiyi dış dünyanın, dolayısıyla sanayi toplumunun toplumsal ve siyasal düzeninin gerçekleri ile karşılaştırıp, burjuvazinin çıkarına uygun bilgi ve değerlere ulaştırabileceğini gördük...”(s.432)
Yeryüzünü kuvvet felsefesine dayandırırsanız; bırakınız yarışsınlar, kim kazanırsa o hayatta kalsın, diğeri ölsün ki daha iyisine yer açılsın felsefesi, kendi içinde elbette tutarsız değildir. Ne var ki, bırakınız diyen kim, muhatap kim? Demek istiyor ki; ilim, din ve siyaset meydanı boş bıraksın, karışmasın; ekonomi kendi içinde yarışsın, kim galip gelirse o yönetsin.
Şimdi bu düşüncede çelişki yok mu? İlim, din ve siyaset meydanı boş bırakacak, yani sermaye kuvvetli olsa da olmasa da bırakacak, kendiliğinden bırakacak, ama ekonomi kendi içinde serbest olacaktır. Adama demezler mi ki; niye bırakalım? Çatışalım; biz galip gelirsek biz yönetelim, siz galip gelirseniz siz yönetin.
Şimdi İslâmî kuralları ele alalım. Bir sahada top oynanır, bir takım galip gelir, kupayı o kazanır. Bırakalım serbestçe oynasınlar, kim galip gelirse kupayı o alsın kuralı ne kadar doğru ise; oyunun kurallara göre oynanması gerektiği de o kadar doğrudur. Oyunun kurallarla oynandığına da hakemler karar verir. İşte İslâmiyet bunu söylüyor; çokluk sistemi olsun ve kurallara göre hizmet yarışı yapılsın. Yoksa, sahada kavga etsinler, kim öldürürse o galip olsun dense, ne kadar saçma olur. Şeriat içinde yarış olacaktır. Şeriat öyle kuralları içerecek ki, sonunda tekel oluşmasın. Mesela, bir fazla top atma puan kazandıracaktır. Gol yiynişn ondan sonra atacak golde daha üst bir puanı olacaktır. Biri diğerini sahadan diskalifiye etmelidir. Kararlı dengede geri getirme kuvveti oluşur. Tabağın içine bilyeyi koyarsanız dengeli olur, tabağı ters çevirip arkasına koyarsanız dengesiz olur. Diğer taraftan, oyuncular arasındaki yarış aynı oyunda olacaktır. Yoksa at yarışçıları ile futbolcular arasında yarış olmaz. Öyleyse ilim, din, iktisat ve siyasette ayrı ayrı çokluk vardır, aralarında yarış olur. Zayıf ortaklıklar elenir, yenileri devreye girer. Ama ilim ile din arasında, ekonomi ile siyaset arasında yarış olmaz. Onlar arasında işbölümü, yetki ve görev dengesi olur. İslâm düşünüşünde hep bu denge gözetilmiştir.
-Locke, başkalarına zarar vermeme ilkesini kabul etmiştir. Bu her şey duygularla oluşur ilkesiyle çelişiktir. “Locke’un Genel Felsefesiyle Siyaset Felsefesi Arasındaki Çelişki: Locke, yukarıdaki çıkarsamaları yapmadığı gibi, genel felsefesi ile çelişkili bir hareket noktasına dayanan bir siyaset felsefesi geliştirir...”(s.432)
Kuvvet felsefesini kabul edenler başkalarına zarar vermelidir, ilkesini kabul edemezler. Ancak bunu şöyle açıklarlar. Madem ki kuvvetli olan kraldır. Kralın çıkarı halkın birbirine zarar vermemesidir. O halde halk kralın çıkarı olduğu için birbirine zarar vermemelidir. İşte bunu söyledikten sonra Hak düzenini benimseyenlerle yollar birleştirilmiş olur. Oysa, Kur’an aynı mantığı Allah için koymaktadır. İnsanlar birbirine zarar vermemelidir, çünkü böyle bir zarar tabiî düzeni bozar, ilâhî düzeni bozar. Dönüp dolaşıyor, sorun şirk ve tevhide geliyor.
-Locke, siyasetini sözleşmeye dayandırıyor, oysa böyle bir deney sonucu yoktur. “Siyaset felsefesinde insanların doğa durumundan bir sözleşme ile uygar toplum durumuna geçtiklerini söyler. Locke böyle bir sözleşmenin tarihte gerçekten yapıldığını hangi deneyiminden çıkarmıştır? Ya da hangi tarihsel belgeye dayandırmaktadır?..”(s.432)
Biz geçmiştekilerin deneylerini hesaba katmazsak bir yere varamayız. Ama günümüzde olan olayları deney hipotezine dayanıp muhakeme yaparsak sözleşme kuralı ile siyaset izah edilebilir. Tüm aktarmalarda böyle çelişkiler olur. Ancak Farabi ve İbni Sina gibi zatlar bir aktarma yaparlarsa,bu aktarma tutarlı bir aktarma olur. Ancak, yine de aktarılanın aynısı olmaz. Batı dünyası Doğu’dan hiçbir ilmi tutarlı olarak aktaramamıştır, ama bunun da yararı olmuştur. Sonra çarpık da olsa kendisi geliştirmiştir.
-Kralcılar soyun Adem’den gelen bir özellik olduğunu savunmuşlardır. Oysa Locke çıkarları için kralla yapılan anlaşmayı esas almıştır. “Locke’de Doğa Durumu ve Doğa Yasası: Locke, yönetimin kaynağının halk olduğunu kanıtlamak için, insanların bir zamanlar içinde yaşadıkları bir doğa durumu düşünüp, buradan uygar topluma geçmelerine yol açan bir toplum sözleşmesi yaptıkları görüşünü ortaya atar ve bunlardan burjuvazinin siyasal görüşlerini destekleyecek sonuçlar çıkarmaya çalışır.”(s.433)
Yöneticilik bir kabiliyettir. İnsanlar değişik kabiliyette yaratılmışlardır. Kabiliyetler genetiktir. Öyleyse yöneticilik de genetiktir savı ilmîdir. Ne var ki, bu özellik kadınlarda yoksa, demek ki yalnız Y kromozomu taşır, o da babadan oğula intikal eder. Tarihte biraz da böyle olduğu görülür. Hanedana mensup birisi ortaya çıkınca halk ona itaat eder. Parti liderleri de bu özellikleri ile ortaya çıkarlar. Bir bakarsınız ki, halk topluluk içinde bazan beceriksiz, bazan zalim, bazan bilgisiz birini kendilerine baş yapar ve itaat ederler. Oysa, insanların çoğu değil başkalarına, kendi çocuklarına, eşlerine bile sözlerini geçiremezler. Bu böyle olsa bile, biz, başkanın oğlu bir daha başkan seçilemez demiyoruz. Biz ilmî temsilcilerden oluşan bir şûra tarafından başkan seçilir diyoruz. İkincisi, siyasi dayanışma ortaklıklarını oluşturur, halkı onlara ortak ederse başkan olur diyoruz. Yani başkanlığa kim ehilse o başkan olsun diyoruz. Ama bu ehliyet kesbî veya fıtrî olur. O önemli değildir ve bir şey değişmez.
-Siyasal erki doğru olarak ortaya koymak gerek. ““Siyasal erki doğru olarak anlamak ve onu kaynağından türetmek için, insanların doğada ne durumda bulunduklarına bakmalıyız.” (Uygar Yönetim Üstüne İkinci İnceleme, Bölüm 1. 4) diyen Locke, insanların uygar toplum aşamasından önce ilkel bir doğa durumu içinde yaşadıkları görüşündedir...”(s.433)
Siyasal erki herkes kendine göre doğru olarak koyduğunu iddia etmektedir. Sosyal düzenlemeyi yaparken neleri hedefleyeceğiz? Bu ilkeleri baştan koymalıyız.
- Varlık yokluktan iyidir. Öyleyse hedefimiz daha çok nüfuslu, daha mamur bir yeryüzü.
- Düzen karışıklıktan iyidir. Yani, kurallı hareketler kuralsız hareketlerden iyidir. O halde, keyfî yönetim kişi yönetiminden, şeriat yönetimi kural yönetiminden iyidir.
- İlericilik gericilikten iyidir. Birbirine benzeyen ama aralarında ilişkiler olmayandan, birbirine benzemeyen ama arlarında dayanışma olan birlik daha iyidir.
- İnsanın istediğini yapabildiği bir topluluk, hürriyetin kısıtlandığı topluluktan iyidir.
Siyasi olmayan sahalarda da kullanılmak şartı ile başkası başka ilkeler koyar. Eğer tüm düşünüşlerini o ilkeler içinde yürütürse onun ilkeleri de geçerlidir. Sonunda varlığını kim sürdürürse o iyi olur.
-İnsan insanın kurdu değildir. “Doğa durumu Locke’a göre Hobbes’un sandığı gibi insanın insanın kurdu olduğu, herkesin herkesle savaş durumunda olduğu bir durum değildir...”(s.433)
İyi insanlar birbirinin kurdu değildir. Kötü insanlar birbirinin kurdudur. Kötü insanlar düşmanlarını yok etmek isterler, iyi insanlar düşmanlarını dost yapmak isterler. İyi insanlar kötülerle değil, kötülüklerle mücadele ederler. Kötü insanlar kötülerle mücadele ederler. Demek ki Hobbes da haklıdır, Locke da haklıdır; diğer bir deyimle, ikisi de hatalıdır.
-Doğa durumu başkasının iradesine bağlı olmadan yaşamaktadır. “Locke’un kendi deyişiyle: “Doğa durumu insanların kimseden izin almadan ve başka birinin iradesine bağlı olmadan, doğa yasasının sınırları içinde eylemlerini düzenlemek, mallarını ve kişiliklerini uygun buldukları gibi kullanmak konusunda yetkin bir özgürlük durumudur...””(s.433)
Şeriat da bunu sağlamaktadır. İnsan kendi içtihatları ile yaşar, insan kendi yaptığı sözleşmelerle yaşar, insan kendi seçtiği başkanın yetki verdiği hususlardaki kararlara uyar. İnsan özgürlüğünün sınırı başkalarının özgürlüğüdür. Bu sınırı da tarafların seçtiği hakemler ile onların seçtiği baş hakemden oluşan tarafsız ve bağımsız yargı belirler.
-Doğa herkesindir. Ondan yararlanma hakkı vardır. Emeğinin bulunduğu yerde de kişinin mülkiyet hakkı vardır. “Locke, insanın üzerinde emek harcadığı şeyler üzerinde ona sahip olma hakkının olacağını söyler...”(s.433)
Bu fıkhın temel kuralıdır. İşgal intifanın, ihya mülkiyetin dayanağıdır.
Batı dünyası hâlâ bu seviyeye ulaşamamıştır.
-Locke sözleşmeden önce de hakların olduğunu söylemektedir. “Burada Locke’un, özel mülkiyetin, toplum sözleşmesinden önce, uygar toplum öncesindeki doğa durumunda var olduğunu söylemesine dikkat etmeliyiz...”(s.434)
“İnsanlık Anayasası”nda haklar yakınlıktan, komşuluktan, emekten ve sözleşmeden doğduğu belirtilmiştir. Sözleşme yapmak da doğal haktır. Nasıl emeğin hak sahibi olmak için orada emeğin harcanması gerekli ise; sözleşmenin hak doğurması için sözleşmenin yapılmış olması gerekir. Fıkıhçılar hak sahibi olmayı insanın iradesine dayatmışlar ve potansiyel olarak da olsa aklı hakkın kaynağı yapmışlardır. Haklar görevleri de içermektedir.
-Doğa durumu özgürlüktür ama bozgunculuk değildir. ““(Doğa durumu) bir özgürlük durumudur ama başıbozukluk değildir. İnsanın kendini ya da elinde bulunan herhangi bir yaratığı yok etme özgürlüğü yoktur.”(Aynı kaynak, I. 6-8)”(s.434)
İnsan irade sahibidir. Dolayısıyla hürdür, ama kendisini kendisi yaratmamıştır. Dolayısıyla kendisini yok etme hakkı yoktur. Başka insanları da birileri var etti, dolayısıyla onları öldürme hakları yoktur. Bundan dolayı sözleşmeden önce de hukuk vardır. İslâm fıkıh ve kelâmında bunlar çok uzun bir şekilde tartışılmıştır.
-Doğa yasası vardır. Bu yasa da akıldır. “Çünkü: “Doğa durumunu yöneten ve herkesi bağlayan bir doğa yasası vardır; bu doğal yasadan başka bir şey olmayan akıldır.””(s.434)
Mu’tezile’ye göre doğa yasaları akıldır. Yani, sözleşmelerden önce vardır. Eş’ari’ye göre doğa yasaları şer’îdir. Vahiyden önce bir yasa yoktur. Matüridi’ye göre doğa yasaları aklîdir. Ancak onu akıl değil Allah var etmiştir. Aklı da O var ettiği için birbirine uygundur.
Doğu’da bin yıl önce tartışılan konular, Batı’da şimdi tartışılıyor.
-Herkes Tanrı’nındır. O halde akıl başkasının hakkına saldırtmaz. “Doğa durumunda akıl, insanlara, kendi gibi eşit ve özgür olan öteki insanların yaşamına, sağlığına, özgürlüğüne ve mallarına zarar vermemesi gerektiğini söyler.Çünkü kimse kimsenin malı değildir; herkes aynı derecede Tanrı’nın malıdır...”(s.434)
Bu ilkeyi tam olarak açıklamak mümkün değildir. O zaman hayvanları niçin kesip yiyoruz? Demek ki, Allah bir şeyi haram etmişse onu yapmak yasaktır. Helal etmişse onu yaparız. Yılana kurbağayı yem yapmış, çünkü kurbağa daha aşağı hayvandır. Kurbağaya da otları yem yapmış. O halde bizim görevimiz tabiî düzeni yaşatmaktır. İçinde yaşadığımız toplulukta aldığımız görevleri yerine getirerek yaşamaktır. Yoksa akıl felsefesi ile bunlar açıklanamaz. Yani, Allah bizi yaratırken ne olarak yarattı, bize ne görevler verdi? Onun tesbiti ilmin konusudur. Mesela, bakterilerin doğadaki görevleri enlerdir? Bunu tesbit etmek ilmin konusudur. Bunun gibi insanın tabiattaki yeri nedir? Onu tesbit etmek ilmin konusudur. Mukaddes kitaplar bu tesbitte yardımcı olmaktadırlar.
-Doğa yasalarına uymayıp başkası hakkına tecavüz ederse kendini savunma hakkın doğar, birleşip savunabilirsiniz. “Doğa yasasını çiğneyene karşı, bu davranıştan zarar gören herkesin elinde o kimseyi yargılama ve cezalandırma hakkı olup, herkes kendine zarar vereni tek başına yargılayıp cezalandırabileceği gibi, böyle bir hareket topluma karşı yöneltilmiş ve bir tehlike olacağı için, herkes birleşerek de doğa yasasını çiğneyeni cezalandırabilir:”(s.434)
Burada da bir atlama vardır. Herkes kendisini haklı görür. O halde çıkan ihtilâflarda önce başkanın geçici hakemliği kabul edilecek, sonra da hakemlere gidilecek. Hakem kararlarına herkes uyacaktır. Hakem karalarına uymayanlara karşı birleşip hakları birlikte koruma hakkı vardır. İşte devlet de budur. Onun için dayanışma ortaklıkları kurulur. Sorumluları başkanlarını hakem olarak seçerler. Böylece savunma gücü iktidarı oluşturmuş olur.
-Herkes doğa yasasını çiğneyeni cezalandırma hakkına sahiptir. ““Herkes saldırganı cezalandırmaya ve doğa yasasının uygulayıcısı olmaya hakkı vardır.””(s.434)
“İhkak-ı hak” olarak ortaya atılan bu söz anarşiye götürür. Herkes hakkını koruma hakkına sahiptir. Hakkını korurken karşı tarafa zarar verirse cezalanmaz, kısasa tâbi tutulmaz, ama tazminatını öder. Ancak haklı olduğuna hakemler karar vermelidirler. Kendi bucaklarını oluşturup sözleşmelerle bazı yasaklar koyabilirler, bunları çiğneyenlere tazminat koyabilirler veya ceza maddelerini yazabilirler. Ne var ki, burada herkes kendi isteğiyle bu cezaları kabul eder. Kabul etmeyen bucaktan çıkıp gider. Gittiği yerdeki yönetimden tazminat istenebilir. Demek ki, herkesin canını, malını, işini ve ırzını savunma hakkı vardır. Ancak, zarar verirse cezalanmaz ama tazmin eder. Cezalandırma yetkisi yoktur. Ancak hakem kararlarına karşı çıkıp infazdan firar eden kimseye doğa hukuku uygulanır. Kısas olarak hukukun koruması dışına çıkarılır. Böylece askerî metotlarla tenkil edilir.
-Bu durum öç almaya dönüşebilir. “Ancak böyle bir durum, yani saldırıya uğrayanın aynı zamanda hem davacı hem de yargıç olması durumu, aykırı bir durumdur ve toplumsal kargaşalara yol açabilir. Çünkü kendisine ilişkin bir davayı karara bağlayıp ceza veren kimse, öç duygusuna kapılıp cezalandırmada aşırıya kaçabilir.”(s.434, 435)
İşte bunun dengesi hakem karalarıdır. Acil durumda hakem kararı olmasa bile kendisini savunma hakkı vardır. Ancak hakemlerin sonra haklı olduğuna karar vermeleri gerekir. Bizzat cezalandırma yoktur. Kişi kendi rızası ile hakem kararlarına uyar. Uymazsa kanı heder olur. Görülüyor ki, İslâm hukukunda hükümdarlara cezalandırma yetkileri verilmemiştir. Sadece kanı heder olan kimsenin tenkili hakkı onlara tanınmıştır. Bugünkü hukukta ceza verme hakkı yöneticilere verilmiştir.Oysa İslâm hukukunda ceza kişinin rızası ile uygulanır. Firar edenin kanı heder olur. Yani, kimse onun öldürülmesinden dolayı davacı olamaz. Kur’an’ın felsefesinde bir çatlaklık yoktur.
-Doğa durumu küçük tartışmaları savaş durumuna getirir. “Doğa durumunda haksızlığa uğrayanın kendisine haksızlık edeni cezalandırma hakkını elinde tutuşu, bu hakkı kullandığında bir “savaş durumu” yaratır. Savaş durumu bir düşmanlık ve yok etme durumudur. Beni yok etmekle tehdit edeni benim de yok etme hakkım vardır. Bu, akla, adalete uygundur...”(s.435)
Doğa durumunda insanlar aralarındaki haklarını iki kişiye başvurarak çözmüşlerdir. Ayrıca ocak ve bucak seviyesindeki topluluklarda başkan aynı zamanda yargıç olmuştur. O çağlarda da insanlar bucak ve ocaklarını terk edip cezalanmaktan kurtuluyorlardı. Ancak kaçacak yer olmazdı. Tek başına da insan yaşayamazdı. İşte uygar toplum bu aşamaları aşarak “İnsanlık Anayasası”na gelmiştir. Kişi bucağını terk edebilir. Sığınabildiği bir bucak bulursa oraya sığınır. Haklar mal ile karşılanmış olur. İşte yerinden yönetimin getirdiği demokrasi budur. Kişileri seçip ekseriyet sağlamakla oylarını kullanmazlar, ocak ve bucaklarını değiştirerek oylarını kullanmış olurlar. Kalanlar gidenlerin haklarını ödemekle yükümlüdürler.
-Toplum bu savaş durumunu önlemek içindir. ““Bu savaş durumundan kurtulmak, insanların doğa durumunu bırakarak topluma girmelerinin başlıca nedenidir..”(Uygar Yönetim Üstüne İkinci İnceleme, II. 21)”(s.435)
Dayanışma ortaklıkları kurulur. Haklar hakemlerce belirlenir. Hakem kararlarına uymayan kişilere karşı dayanışma ortaklığından oluşan jandarma kuvvetleri tenkil yapar. Eğer hakem kararlarına uymayan bir topluluksa, yine dayanışma ortaklığından oluşmuş ordu tenkil eder. O halde iktidarın kaynağı basit ve nettir.
-Krallar ve şimdi devletler doğa durumundadırlar. “Locke, doğa durumunu, tarihte insan topluluklarının gerçekten geçirdikleri bir aşama olarak görmüş olmalı... Bütün dünyada bağımsız kralların (yasalarla bağımlı olmayıp tam özgür oldukları için olmalı) doğa durumunda oldukları yanıtını verir. Devletlerin aralarında bir doğa durumu bulunduğu görüşü de, burada Locke adına sunulabilecek bir yanıttır...”(s.435)
Doğa durumu nedir? Haların hakemlerle tesbiti, hakem kararlarına uymayanlara karşı ise dayanışmaya girmedir. Doğa durumu budur. O halde uygarlık nedir? Uygarlık bu ilkeden uzaklaşma değildir. Uygarlık, bu dayanışmanın ocaktan bucağa, bucaktan ile, ilden insanlığa kadar yükselmesidir. İşte burada da Batı dünyasının devlet anlayışı ile İslâmiyet’in devlet anlayışı tamamen farklıdır. Şöyle ki;
Asıl hukuk bucaklarda oluşur, hakemler oralarda karar verir ve kalk kararlara uyar. İller veya devlet bucakların iç işlerine karışamazlar. İller bucaklarda hakem kararlarına uymayanları vurup öldürürler. Böylece onlar hakem kararlarını hâkim kılmış olurlar. Ülkeler hakem kararlarına uymayan uluslara karşı savaş açarlar ve cezalarını verirler. Peki, bir bucakta isyan çıkar e hukuk düzeni bozulursa ne olur? Bucak başkanı örfi idare ilan ederek ilçeden jandarma birliğini ister ve yönetimini ona teslim eder. Güvenlik tesis edilince örfi idareyi kaldırır ve komutan yönetimi iade eder. İlde isyan olursa, bölgeden askeri birlik istenir ve görevi bitince iade edilir. Burada görülüyor ki, sıkıyönetim ilan eden devlet veya bucaklar için ilş değil il kendisi, bucak da kendisi sıkıyönetimi ilan ediyor ve kaldırıyor. Ülke çapında da yine ülke başkanı sıkıyönetim ilan ediyor, ama onun çağıracağı bir güç yoktur. Düzeni iade edemezse devlet yıkılır. Ülkelerin üstünde insanlık teşkilâtı yok mudur? Vardır ama, onlar hâkim teşkilât değil, hâdim teşkilâttır. Güvenlik sorunları ile doğrudan meşgul olmaz. Hakem kararlarına uygun olarak silah satar veya satmaz. Uluslararası hakemlere uymayanlara karşı doğa yasası uygulanır. İsteyen ülke o ülkeyi işgal edip yağmalayabilir. Burada hakem kararları aynı kurallara tâbidir . Hakem kararları için ihkak-ı hak vardır. Buna göre dayanışma vardır.
-Doğa durumu Hobbes’da savaş durumudur, Locke’da barış durumudur, ama savaşa dönüşebilmektedir. O takdirde artık Locke da Hobbes gibi düşünmeye başlar. (s.435)
İnsan ilk yaratıldığından beri insanlar barış durumundadırlar, ama hemen savaş durumu da başlamıştır. Ocak ve bucak başkanlarının kararlarına itaat o günden beri vardır. Dayanışma ortaklığı da vardır. Ancak insanlık evrim geçirmiş, ile ve devlete yükselmiş, insanlığa kadar ulaşmıştır. Ne var ki, iktidarı ele geçirenler kuvvet teorisiyle zulüm yapmışlar ve dolayısıyla yıkılmışlardır. Zulüm yapmadan da yönetim mümkün olmalıdır.Yani, yıkılmak kader gereğidir.
-Eşitlik, özgürlük mutluluk içinde iken, kimileri saldırıya geçtikleri için insanlar, eşitsizlikçi, bağlayıcı ve sıkıcı bir duruma geçtiler. “İnsanların toplum sözleşmesi ile devlet durumuna geçmelerinin nedenlerini açıklamak gereğini duyunca, doğa durumunda çokluğun denkserliği ve adaleti izlemeyip, yeterince akıllı davranışlarda bulunmadığı için, doğa yasasını çiğneyip barışı bozabildiklerini söyler. Böylece ortaya çıkabilen savaş durumunun insanların doğa durumlarındaki eşitlik, özgürlük ve mutluluklarından vazgeçip bir sözleşme ile “devlet” durumuna gelmelerine yol açabilecek kadar yaygınlaşabileceğine işaret etmiş olur.”(s.436)
İlk insan ocak seviyesinde teşkilâtlanmıştı. Aşiretin başkanı akrabalık bağları ile topluluğu yönetiyordu. İnsanların bir araya gelmelerini sağlayan ve topluluğu bir arada tutan bağlar insanın psikolojisinde vardır. Bunlar sadece siyasi bağlar değildir.
- Önce sevgi bağlarıdır. Sevgiden doğan saygı bağlarıdır. Bunun temelinde akrabalık yatar. Ancak, bu dinî inançlarla takviye edilmiştir. Dinî başkanlar başlangıçta tüm konularda başkandır. Dinî örgütler önce her ocağın kendisine ait iken, gittikçe genişleyerek, bugün tüm insanlık içinde örgütlenmişlerdir.
- İnsanları birbirlerine yaklaştıran ikinci güç bilgidir. Allah bütün insanlara eşit bilgiler vermemiştir. İnsanlarda öğrenme arzusu ve ihtiyacı vardır. Yakını olmasa da, bir araya gelerek birbirlerinden bilgi alma ihtiyacı insanları bir araya getirmiştir. Mağara resimleri ve taş teknolojisi gösteriyor ki, öğrenme ihtiyacı insanların ilk çağlardan beri hep dayanışma içinde olmalarını zorunlu kılmıştır. Birbirlerini sevmeseler de, birbirlerinden öğrenme ihtiyaçları olmuştur.
- Maddî çıkarlar da insanları bir araya getirmiştir. Bir avı tek başına avlayamayan insanlar birleşmek zorunda kalmışlardır. Ağaca çıkamayanlar çıkanlarla işbirliği yapmışlardır. Hele mübadele insanları ister istemez birbirleri ile birleşmeye zorlamıştır.
- En sonunda korku insanları bir araya getirmiştir. Gerek canavarların saldırılarına karşı, gerekse başka grup insanların saldırısından korunmak için insanlar bir araya gelmiş ve topluca kendilerini savunmuşlardır. Bu durum insanları siyasi birliğe götürmüştür.
Tarihin ilk döneminden beri, insanlar yaratıldığı andan itibaren sevgi, bilgi, yarar ve korku vardı. Dolayısıyla insanlar ilk günden beri uygar idiler. Ama ilk günden beri de şeytan vardır, kötülükler vardır, ve vardır. Savaş iki kardeş arsında başlar, sonra ocaklara, bucaklara, illere ve ülkelere kadar sıçrar. Bu sıçrama olayı zamanla oluşmuştur. İlk öldürülen insan Kabil’dir ve kardeştir. Hem de boş bir sebeple öldürmüştür. Kıskançlık sebebiyle öldürmüştür. Yusuf Peygamber de kıskançlık sebebiyle kardeşleri tarafından kuyuya atılmıştır. Mukaddes kitaplarda bunlar anlatılırken, aynı zamanda insanın ne olduğu da anlatılıyor.
Sosyal gelişme ilerledikçe istismar da ilerlemiştir. Ocak başkanı fertleri kendi lehine sömürmüştür. Bucak başkanı adaletsizlik yapmıştır. İl başkanları halkını haraca bağlamıştır. Devletler vatandaşlarını köleleştirmiştir. Yani, iyiliklerin yanında kötülükler de olmuştur. Dışa karşı kullanılan kuvvet içte baskı unsuru olmuştur.
“İnsanlık Anayasası”nda güdülen esas şudur. Topluluk en ileri seviyelere ulaşsın, düzene uyanlar tam hür olsun, kimse kimseye hükmetmesin, ama düzene uymayanlar da topluluktan uzaklaştırılsın. İlk kademede sürülsün, ikinci kademede öldürülsün. Ama bu uygulamalar hakemlerden oluşan tarafsız ve bağımsız mahkemelerin kararlarına uyularak yapılsın. Kişi topluluğunu değiştirmek suretiyle istediği hayatı yaşasın. Yani, Batı’nın sahte ekseriyet demokrasisi yerine, Kur’an’ın gerçek hicretli demokrasisi. Tabii ki, bu gelişme ancak yerinden yönetimle sağlanır. Yani, merkezî yasaların taşralarda zorunlu olmaması, merkezî yönetimin taşranın iç yönetimine karışmaması ile sağlanmaktadır. Merkezler taşraların hâkimi değil, hâdimidirler.
-Hobbes’da tek sözleşme, Brutus’da ise çift sözleşme vardır. Locke’da ise belirsizdir. “Locke’un Toplum Sözleşmesi Kuramı: Sözleşme kuramları sözkonusu olduğunda iki ayrı sözleşme akla gelir. Biri, daha önce tek tek yaşayan insanların toplu yaşamaya karar verdikleri “toplumsal sözleşme”; ötekisi, siyasal erki, yönetme hakkını bir egemen kişiye ya da organa devrettikleri “siyasal sözleşme”dir. Hobbes’un sözleşme kuramında bunlar sanki aynı kâğıt üzerine yazılmış sözleşmelerdir. Brutus’un kuramında açıkça, tarafların da birbirlerinden farklı iki ayrı sözleşme vardır. Locke’un sözleşme kuramının ise, tek sözleşmeli mi, çift sözleşmeli mi olduğu belirsizdir.”(s.436)
Allah insanı yarattığında onunla sözleşme yapmaktadır. Bu sözleşme genetiktir. Çocuk ilkah olunduğu zaman genlerinde bunlar da yazılıdır. İnsanlar bu sözleşmeyi Allah’la teker teker yaparlar. Sevgi, bilgi, çıkar ve korku nedenleri ile de diğer insanlarla birleşmek zorunda bırakılırlar. İnsanların biyolojik yakınlıktan, fizikî komşuluktan, emeklerden ve sözleşmelerden doğan hakları ve görevleri vardır. Yani, insan doğuştan kendisini var edene karşı hak ve görevli olarak doğar. Bu hak ve görevlerini Allah adına kullanır. O’nun halifesidir. Diğer insanlara muhatap olarak kullanır. Diğer insanlar da kendi işlerinde Allah’ın halifesidirler. Devletin kurumlarında nasıl devlet adına ilişkiler varsa, Allah’ın kulları olan insanlar arasında da böyle Allah adına ilişkiler vardır. İşte bu ilişkiler topluluğu oluşturur. Onun adı kamu olur, devlet olur.
Şimdi siz buradaki “Allah” kelimesini kaldırır, “doğa” derseniz, işte o “doğa kanunları” olur. “Allah”ın sizin dilinizdeki adı “doğa” olmuş olur. Tanrı’nın girdiği yerden ilim çıkar ama, Tanrı’nın çıktığı yerden “doğa” adı ile yine Tanrı girer.
Tabii ki, Batı Uygarlığı bir sahtekârlık uygarlığı olduğu için adını değiştirerek yeni bir şey getirdiklerini savunup halkı kandırdıklarını sanmaktadırlar. Sahtekârlık dediğimizde hakaret ettiğimiz sanılmasın. Sahtekârlık Doğu’da hakarettir; Batı’da ise beceridir, kabiliyettir, kahramanlıktır. Çünkü savaşta sahtekârlık meşrudur. Batı kuvvet uygarlığı olduğu için savaş uygarlığıdır. Orada sahtekârlık kahramanlıktır. Ben seni yeniyorum, o halde ben haklıyım! Ben seni kandırabiliyorum, o halde ben haklıyım! “Batı” deyince kimse Hıristiyanlık ve Yahudiliği anlamasın. Batı, materyalist ve ateist Avrupa Uygarlığı’dır. Asla Avrupa halkı değildir. Bunlar Avrupa’da yerleşmiş olan mikroplardır, virüslerdir.
-İlk aşamada insanlar birleşme sözleşmesini yapmışlardır. ““Bu insanların toplum halinde birleşmelerine yol açan “ilk aşama”dır. Bu yalnızca siyasal toplum şeklinde birleşme yolunda bir aşamadır. Bu anlaşma devlete katılan kişiler arasında olur, ya da olması gerekir.” (Uygar Yönetim Üstüne İkinci İnceleme, VII. 99)”(s.436)
Bir anne-babadan doğan çocuklar, yahut birbirine komşu olan insanlar kendiliğinden birleşmişlerdir. Aralarında savaşı değil, barışı yeğlemişlerdir. Arapça’daki “selâm” budur. İslâm, barış demektir. Birbirleriyle karşılaşan kimseler ya kılıçlarını çeker ve birbirlerine saldırır, yahut “barış” deyip anlaşırlar. Bundan sonra karşılıklı olarak mülkiyet haklarına saygı gösterirler. Aralarında çıkan nizaları hakemlerle çözerler. Sonra anne-baba ailenin yahut ocağın tabiî başkanı olur. Buralarda sözleşme yoktur. İşte bu arada sözleşmeler yaparak önce ekonomik bağlarla birbirlerine bağlanırlar. Ortak ibadetlerle, dinî ve ilmî bağlarla birbirlerine bağlanırlar. Aralarındaki bağlar güçlendikçe, işler çoğalınca, topluluk büyüyünce, kendilerine bir başkan seçerler. Bu da ikinci sözleşme olur. Başkanın başkanlığını kabul etmeyen topluluğu terk edip gider. Asıl devlet aşaması topluluk mülkiyeti ile başlar. Bu vadi bizim, yandaki vadi sizin dendiği zaman, devlet aşamasına geçilmiştir. Bu olay toplayıcılık zamanında başlamıştır. Avcılık zamanında bu hususta gerileme olmuştur. Çobanlık döneminde yeniden topluluk mülkiyetine dönülmüş, çiftçilik ise bunu kesinleştirmiştir. İç güvenlikler illeri, dış savunma da devletleri oluşturmuştur. İşbölümü yapılarak örgütlenme başlamıştır.
-Yargılama ve cezalandırma erkininin yöneticilere devredildiğinden söz etmez. “Yukarıdaki sözlerinden, ilk aşamada topluma katılma yolunda bir sözleşmenin yapıldığını, sonra da bunu siyasal erkin, yargılama ve cezalandırma hakkının devredileceği bir başka sözleşmenin izleyeceğini düşündüğü çıkarılabilir...”(s.436)
“İnsanlık Anayasası” yargılama ile cezalandırmayı birbirinden ayırmıştır. Yargılama tarafların seçeceği hakemlerden oluşan bağımsız ve tarafsın mahkemelerce yapılmaktadır. Burada dayanışma ortaklıklarının doğrudan etkisi yoktur. Sadece hakemlik yapabileceklerin ehliyetini dayanışma ortaklıkları verir, hakemlerin ücretlerini dayanışma oraklığı öder. Hakemleri ise taraflar seçer, baş hakemi de hakemler seçer. Hakemlerin verdikleri kararları icra işi ise tamamen siyasi dayanışma ortaklıklarına ait bir iştir. Bucaklarda koruma vardır. Suçlulara kendi rızaları ile cezalar uygulanır. Rıza göstermezlerse illerdeki güvenlik kuvvetleri uygulama yapar. Eğer suçlu olan bir topluluksa, cephe savaşı yapılacaksa, bunu da devletin orduları, -ki siyasi dayanışma ortaklıklarınca oluşturulur,- onlara uygulama yapmış olurlar. Mahkemeler icraya karışmazlar. Dayanışma ortaklığı da mahkeme kararları olmadan savaş bile yapamaz. “Barış düzeni” budur.
-Sözleşeme tek veya çift olsun, sözleşmeden çıkardığı kurumlar aynı olacaktır. “Locke’un sözleşme kuramında tek sözleşmenin mi çift sözleşmenin mi bulunduğu belirsiz ise de, hem toplumu hem de hükümeti yaşam, özgürlük ve mülkü korumak amacıyla kurulmuş kurumlar saydığından, ister tek ister iki sözleşmeli bir kuram düşündüğü kabul edilsin, çıkarılacak sonuçlar farklı olmayacaktır...”(s.437)