İbni Haldun (1332-1406) 1300’lerde “Mukaddime” kitabını bir sosyoloji kitabını gibi yazmış, bu arada topluluğun bütün müesseselerini teker teker ele almıştır. Kitabını başta bir giriş olmak üzere altı bölümde toplamıştır.
Birinci bölümde, yeryüzünü ve insanı anlatmıştır.
İkinci bölümde, ilkel toplulukları anlatmıştır.
Üçüncü bölümde, uygar topluluğu ve devletleri anlatmıştır.
Dördüncü bölümde, kentleri anlatmıştır.
Beşinci bölümde, ekonomiyi anlatmıştır.
Altıncı bölümde, ilmi anlatmıştır.
779/33*32+622= 779-23+622= 1378’de tamamlanmıştır.
İbni Haldun din konusunu ayrı müessese olarak ele almamıştır. İlmin içinde incelemiştir.
İbni Haldun kentleri devletlerden sonra ele almıştır. Çünkü devlet kavramı çobanlarda da vardır. Tarihte belki site devletleri önce doğmuştur, ama İslâmiyet çobanlık üzerine kurulmuştur. Şehirler sonra oluşmuştur.
-Uygar topluma geçiş, herkesin elindeki yargılama ve cezalandırma hakkını yönetime devretmesidir. “İnsanların doğa durumundan uygar toplum durumuna geçmeye karar vermelerinin nedeni, doğa durumunda “saldırganı yargılama ve cezalandırma hakkı”na herkesin sahip oluşuydu. Öyleyse insanları bu durumdan kurtaracak olan, sözleşmenin en önemli maddesi de, bu herkesin yargılama ve cezalandırma hakkını bireylerin elinden alacak madde olacaktır...”(s.437)
Burada bir hususu açıklamamız gerekir. Kuvvetler birliği asıldır. Çünkü kuvvet tektir. Ama bu din birliğini, bu ilim birliğini, bu ekonomi birliğini gerektirmez. Siyasi birliğe ihtiyaç vardır. Yani, düşman saldırdığı zaman hep birlikte tek komuta altında düşmana karşı konacaktır. Yoksa mağlup olunur. Topluluk içinde de düzeni bozacak olanlara karşı birlikte yürünecektir. Yoksa iç savaş çıkar. Ama bu çok hukuklu sistemi ortadan kaldırmaz. Çok hukuklu sistemin tabiî sonucu da çok hakemli sistemdir, daha doğrusu hakemli sitemdir. Buralarda kuvvet yoktur. Buralarda hakkın tesbiti vardır. Kuvvetler birliği ilkesi cezalandırmada yani kazai icrada geçerlidir. Orada tek güç varolmalıdır.
“İnsanlık Anayasası”nda bu sebeple illerdeki jandarma teşkilâtını diğer ilçelerle birleştiriyoruz ama bu teşkilât tektir ve ilçe yöneticisinin emrindedir. Bölgelerdeki orduları diğer bölge askerlerinden oluşturuyoruz ama kuvvet tektir. Bölgenin genel valisi aynı zamanda ordu komutanıdır. Bütün bölge valileri yani ordu komutanları merkezden atanır ve asker olan devlet başkanının emrinde yek vücutturlar.
İbni Haldun’un “Mukaddime”sini okuduğunuz zaman, çok açık olarak şunlar görülür. İnsan yeryüzüne hâkimidir. Bedevi de olsa yaşamaktadır. Sonra, güvenlik amacı ile siyasi kuruluşlar vardır. Sonra, yerinden yönetim ilkesi nedeniyle siteler oluşmuştur. Sonra, liberal ekonomi sebebiyle ekonomi oluşmuştur. Sonra, insanların hürlükleri sebebiyle ilimler oluşmuştur. Bunlar yönetim içinde değil, yönetim dışında müesseseler olarak vardır. Yönetim sosyal yapı içinde bir kurumdur. Görevi adlî icradır. Yani, hakemlerin verdikleri kararları yerine getirmedir.
-Savaştan kurtulmak için yargılayıp icra edecek bir güce teslim olma zorunluğu vardır. ““Bu savaş durumundan kurtulmak, insanların doğa durumun bırakarak topluma girmelerinin başlıca nedenidir. Çünkü yeryüzünde kendisine danışmakla yardım sağlanabilecek bir yetkinin, bir erkin bulunduğu yerde, savaş durumunun sürekliliği sona erer ve anlaşmazlığı o erk karara bağlar.”(Uygar Yönetim Üzerine İkinci İnceleme, III. 21)”(s.437)
Locke’un ve bugünkü batı dünyasının anlayamadığı bir husus vardır. O da, yargılayanla icra eden aynı kimse olunca, o adalet değil kuvvet olur. Yani, kim kuvvetli ise o haklı olur. Bu da savaşın kendisidir. O halde yargı ile kazai icrayı birleştirdiğin zaman, savaşı tüm yaşam boyunca sürdürmüş olursun. Oysa, yargı tarafların seçtiği iki hakem ile hakemlerin seçtiği bir baş hakeme havale edilir, onlar adilane hükme bağladıktan sonra, kuvvet onun emrine girerse, işte o hukuk düzeni olur. Haklıyı kuvvetli kılan düzen olur. Demek ki, Batı düzeni kuvvetliyi haklı kılan düzendir, İslâm düzeni ise haklıyı kuvvetli kılan düzendir.
-Uygar topluluğa geçince mülkiyet hakları da daha kolay korunur olur. “Toplumsal sözleşme ile tam özgür doğa durumundan uygar topluma geçişin bir başka önemli nedeni, mülkiyetin karşılıklı olarak doğa durumundan daha iyi bir biçimde korunacağıdır...”(s.437)
Arapça’da mülkiyet deyince, hem krallık anlaşılır, hem de özel mülkiyet anlaşılır. Yani, aynı kelimedir. “İnsanlık Anayasası”nda şöyle bir madde yer alır:
“Yeryüzü insanlarındır. Kıtalara ayrılmıştır. Denizler dışında kalan kıta toprakları dış savunma karşılığı devletlere temlik edilmiştir. Devlet toprakları bölgelere ayrılmıştır. Savunmaya ayrılanların dışındaki bölge toprakları iç güvenlik karşılığı illere temlik edilmiştir. İl toprakları ilçelere ayrılmıştır. Güvenlikle ilgili olan ormanlar dışındaki ilçe toprakları hukuk düzeni karşılığı bucaklara temlik edilmiştir. Bucak toprakları semtlere ayrılmıştır. İşyerleri dışında kalan semt toprakları ortak yaşama karşılığı ocaklara temlik edilmiştir. İşyerlerini işletme mülkiyeti ehliyetlilere vergi karşılığı, yararlanma mülkiyeti hisse sahiplerine emeklerine karşılık temlik edilmiştir. Ocvakadalelr şeklinde yaşarlar. Çocukların yetiştirme karşılığı parseller kişilere temlik edilmiştir.”
Görülüyor ki, mülkiyet iç içedir. Bir hizmet karşılığı toprağa sahip olmak demektir. Mâlik olan onun mutlak sahibi değildir. Kendisine emanet olarak verilmiştir. Ondan yararlanarak yaşamak hakkına sahiptir. Karşılığında onu imar edecek ve çocuklarına miras bırakacaktır. İşletme mülkiyetini vasiyet, kullanma mülkiyetini mirasla bırakacaktır. Batı dünyası henüz yararlanma mülkiyeti ile işletme mülkiyetini birbirinden ayırmış değildir. Oysa, Kur’an net olarak bunları ortaya koymuştur. İnsan mâlik değil, mülkte görevlidir. Mülk ise Allah’ındır. O halde mülk ancak şeriatın içinde kullanılabilir. Yöneticilerin mülkiyet üzerinde herhangi bir takdir hakları yoktur. Mülkiyet şeriat ile düzenlenir, yani sözleşmelerle düzenlenir.
-Devlet, canların, özgürlüklerin ve malların korunmasıdır. ““İnsanların devletlerde birleşmelerinin ve kendilerini yönetimlerin altına sokmalarının asıl amacı, benim mülkiyet genel adı altında topladığım, canlarının, özgürlüklerinin ve mallarının korunmasıdır.”(Aynı kaynak, IX. 124)”(s.437)
İslâmiyet’e göre, insanın canını, malını, işini ve ırzını koruma hakkı vardır. Bu hakların sınırını hakemlerden oluşan mahkeme belirler. Bunu savunma da dayanışma ortaklıklarınca yapılır. Böylece bağımsız yargı ve dayanışma ortaklığı ikilisi yönetimi oluşturur. Halk bu ortamda hür olarak yaşar. Yani, devlet hürriyetleri kısıtlayan bir oluş değildir. Devlet hürriyetleri koruyan, sadece koruyan değil, aynı zamanda ona hürriyetlerini kullanma imkânlarını sağlayan kuruluştur. Türkiye Anayasası’nda “hak ve hürriyetler” tâbiri geçmektedir. Seyahat hürriyeti yetmez, seyahat hakkına da sahip olmalıyız. Yani, seyahat edebilmeliyiz. Kur’an bu sebeple kamu bütçesinden seyahat faslını ayırmış, insanlara seyahat etme imkânlarını sağlamıştır.
-Mülkiyetin korunması sözleşmenin esasıdır. “Mülkiyeti koruma yolunda yapılacak bir toplumsal sözleşmeden şu satırlarında söz eder:...”(s.437)
Yeryüzü insanlığındır. İşgalle bölüşmüşlerdir. İhya ile mâlik olmaktadırlar. Bunun anlamı şudur. ben diğer topraklardaki haklarımdan vazgeçtim, burasını seçtim. Artık siz de benim işgal ettiğim yerdeki haklarınızı diğer topraklardaki haklarınız artmakal almış oluyorsunuz. Bana karışmayın. Ben kendi mülkümde istediğim gibi yaşayayım. Bu sebepledir ki, yerinden yönetim sisteminde her ne olursa olsun, güvenlik güçleri kişinin meskenine giremez. Koruma güçleri izin olmadıkça ocaklara giremez. Güvenlik kuvvetleri izin olmadıkça bucaklara giremez. Ordular da izinleri olmadıkça illere giremezler. Çünkü bütün bu güçlerin görevi mülkiyeti korumaktır. Herkes kendi mülkünde hürdür. Mülkünde kişi hürdür ama mülkü tahrip etme hakkı yoktur. Çünkü ona emanettir, kiracı durumundadır.
-Yargıç yasama organı yahut onun göstereceği yönetmendir. “Mülkiyeti koruma yolunda yapılacak bir toplumsal sözleşmeden şu satırlarında söz eder: “Doğa durumundan siyasal ya da uygar toplum durumuna geçiş, bütün anlaşmazlıkları karara bağlayacak ve devletin herhangi bir üyesine gelebilecek zararları ödetecek bir yargıcın getirilmesi ile olur ki, yargıç yasama organı ya da onun gösterdiği yönetmendir.”(Uygar Yönetim Üzerine İkinci İnceleme, III. 89)”(s.437)
İnsanda his, fikir, irade ve ünsiyet olmak üzere dört meleke vardır. Buna karşılık topluluk din, ilim, ekonomi ve yönetim kurumlarından oluşmuştur. Din neyin yapılacağına, ilim nasıl yapılacağına, ekonomi kimin yapacağına, yönetim de ürünlerin nasıl paylaşılacağına karar verir. Dinin işine denetim, ilmin işine yasama, ekonominin işine yürütme, yönetimin işine de yargılama diyoruz. Ancak burada yargılama deyince, yargının icrası demektir. Yargı, tarafların seçtiği hakemlerce yapılır. İlmin buradaki yeri hukuk ilmini oluşturmadır. O da yasamadır. Yasama ile yargı arasında bir ilişki yoktur. Tarihte yargıçla yönetici aynı kişi olmuştur. Ama yasama Musa Peygamber zamanından yöneticilerden ayrılmıştır.
-Mutlak monarşide halk köle, yargıçlı monarşide halk uydudur. “Buradan anlaşılacağına göre, toplumun üyeleri yalnızca yargılama ve cezalandırma hakkını değil, fakat toplumun bazı doğal haklara saygı ve onları koruma çerçevesi içinde düzenlenmesi yolunda yasama ve yürütme haklarını da, yani genel olarak “siyasal haklar”ını devretmektedirler.”(s.438)
Bugün sözde bağımsız yargıçlar vardır. Ancak bunlar yönetim tarafından atanmakta ve ücretleri onlar tarafından verilmektedir. Locke’a göre biz köleyiz. Başımızda bir patron yok ama ekseriyeti baskı ile, hile ile, para ile ele geçiren patronlar vardır. Yargıçlar bile meclisçe atanmamaktadır. Neden böyledir? Batı böyle istiyor. Millî hakimiyet adı altında kendi hakimiyetini ortaya koyuyor. Zaten demokrasi bunun için icad edilmiş. İpler dışarıda ve gizli güçlerde tutulacak. Sözünü feraseti ile anlayan yöneticiler yerinde oturacak, bu feraseti gösteremeyen Menderes’in, Demirel’in, Özal’ın, Erbakan’ın ipleri çekilecektir.
“İnsanlık Anayasası” bu tür perde arkasındaki yönetimlere son verecektir.
Türkiye’de iki güç anlaşarak, ama birbirine kin kusarak perde arkasında oynuyorlar. Dış sermaye ve millî ordu. Ordunun yaptığı yanlıştır. Ordu, Anayasa içinde açıkça oyununu oynamalıdır. Sıkıyönetimle çözülmemiş sorunları doğrudan çözmelidir. Sivil yönetime müdahale etmemelidir. Bu doğal kanunlar gereği böyledir. Yoksa, bir gün içinde bu sebeple ikilik girer ve sonunda hem kendisi mahvolur, hem de ulusu ile devleti mahveder.
-Bu herkesin herkesle yaptığı anlaşmadır. “Bu anlaşma, bir devlet olma yolunda toplum üyeleri arasında “herkesin herkesle yaptığı bir anlaşma” bir sözleşmedir.”(s.438)
Kişiler çıkar, kendi davranış kurallarını ayrı ayrı ortaya koyarlar. Bu içtihattır. Onunla ilişki kuran onun bu icaplarını kabul etmiş ve sözleşme akdedilmiş olur. Yani, İslâmiyet bu sözleşmenin mekanizmasını getirmiştir. Sonra birlikte iş yapmak isteyenler bir araya gelir ve sözleşme yaparlar. Böylece topluluğun yasaları oluşmuş olur. Bunlar ortak işlerini tedvir için sözleşmelerdeki usullerle yöneticilerini seçerler. Böylece uygar toplum oluşmuş olur. Bunlar sorunlarını da hakemlere çözdürdüler mi sorun bitmiş olur. Ne var ki, büyümek gerekir; çünkü büyük balık küçük balığı yutar. Bu büyümeler devletler aşamasına gelir ve durur.
Şöyle ki, bir devlet büyüyünce, diğer devletler ona karşı birleşirler. Ortak cephe oluşturarak tek gücün hakimiyetini önlerler. Nitekim, Amerika’nın dünyaya sermaye ile olan hakimiyetine son verilmesi için Avrupa Birliği kuruluyor. Sovyetler dağıldı ama SNG devam ediyor. Çin birliğini koruyor. Hindistan bağımsızlığını kazanmış, nüfusunu artırmakta. Afrika ülkelerinden çatlak sesler çıkıyor. Demek ki, tekel doğal olarak önleniyor.
“İnsanlık Anayasası” bunu kansız yapmak istiyor.
-Her ne suretle olursa olsun, iktidarın kaynağı halktır. “Locke, yukarıda incelediğimiz toplum sözleşmesi kuramı ile yönetimlerin yasama ve yürütme erklerinin kaynağının böyle bir sözleşme, dolayısıyla halk olduğunu belirtmektedir.”(s.438)
Tarihî evrim bunu gösteriyor. Arılar bir toplumdur. Ama ilk yaratıldığı günden beri oluşmuş bir toplumdur. Sonradan birleşerek bir araya gelmemişlerdir. Sonradan küçük parçalara da ayrılmamışlardır. Oysa insanlar, çoğalmaya başlamışlar, hemen ocaklara bölünmeye de başlamışlar. Sonra birleşmiş, bucak, il ve devlet şeklinde birlikler oluşturmuşlardır. Eski kişiliklerini ve topluluklarını da korumuşlar. Sonra Allah insanları yaptıkları ile sorumlu tutmuştur. Bu sorumluluk kişiliğin korunmasını zorunlu kılmıştır. Topluluk bunların işlerini kolaylaştırmak için vardır. Ama diğer cephesi de doğrudur, fertler topluluklarını yaşatmak için vardırlar. Onun içim canlarını vermektedirler. Bu bağ, kumaşın iki yüzü gibi bir bağdır.
-Locke, sözleşmenin varlığını kabul eder, doğal hakları koyar ama bunun geçmişini araştırmaz. “Locke, doğa durumu konusunda yaptığı gibi, toplum sözleşmesinin de tarihsel olduğunu düşünüp, bunun açıklamasına, araştırmasına ve kanıtlanmasına girişmez...”(s.438)
Bir şeyin bugün ne olduğu önemlidir, geçmiş geçmişte kalmıştır, gelecek henüz yoktur. Bu sebepledir ki düşünürler o günkü düzeni açıklamaya çalışırlar. Biz bugün Cumhuriyeti savunuyoruz, ama eğer Osmanlılar zamanında gelseydik, o günkü devlete itaati savunacaktık. Nitekim, biz “İnsanlık Anayasası” ile gerçekleri ortaya koyuyoruz ama, bu Anayasaya zorla değil, hattâ iktidarın zoru ile değil, halkın ikna edilmesiyle gidileceğini söylüyor, onun için “mala-mal marketleri” ile “ahşap ev siteleri”ni öneriyoruz.
-Devlet, önce mülkiyet haklarının korunması için oluşmuş, görevi yapabilmesi için kurallar koyma yetkisi doğmuş, kurallara uymayanları cezalandırma yetkisi verilmiş, böylece yasama, yürütme ve yargı erkleri doğmuştur. “Locke’da Uygar Toplum ve Devlet Kuramları: İnsanlar, bir toplum sözleşmesi ile, özgürlüğün ve mülkiyetin iyi korunmadığı doğa durumuna son verip, yargılama ve cezalandırma haklarını topluma devrederek, doğal, ilkel toplumdan uygar toplum aşamasına geçmişlerdir. Böylece çatışmalarda ve hakların çiğnenmesi olaylarında topluluğu hakem yapmışlar; taraf tutmayan, ayırım gözetmeyen yasalar koyup, bazı kimselere bu yasaları uygulama yetkileri vermişlerdir... Devletin yasama, yürütme ve yargı erkleri böyle doğmuştur.”(s.438, 439)
Topluluk, her şeyden önce bir araya gelip ortak karar alma kurumu ile doğar ki; bu “namaz”dır. Sonra ortak bütçe oluşturulur ve birlikte iş yapılır ki; bu “zekât”tır. Sonra, topluluğun selâmeti için bazı yasaklar konur, halk onlara uymak zorunda olur, uymayanlar cezalarını çekerler ki; bu “oruç”tur. Topluluğun diğer topluluklarla ilişkileri sözkonusudur ki; bu da “hac”dır.
Topluluk içinde içtihat ve sözleşmelerle ortak kurallar oluşur. Kollektif kararlarla cezalar konur. Bunların tesbiti için tanıklık müessesesi oluşmuştur. Hakların belirlenmesi için hakemlik müessesesi oluşmuştur. Bucaklar kendilerine başkan seçerler. Başkana yetkileri devretmezler. Yetkileri vekâleten kullanmaları için görevlendirirler. Bütün bunlar hukuk kurallarıdır. Kişiler kendi gönülleri ile hakemlerin kararlarına uyarlar. Hakem kararlarına uymayanlar il jandarma teşkilâtı tarafından tenkil edilir. Dış saldırılara karşı da ordu cevap verir.
Görülüyor ki, İslâm düzeninde önce ocak ve bucaklar vardır. Bunlar hücrelerdir. Bunların birleşmesinden il ve ülke oluşmuştur. İnsanlık vardır. Oysa, Batı mantığında topluluk merkezî bir kuvvete önce haklarını devrediyor, sonra o erki alt kademelere ve görevlilere bölüştürüyor. Böylece halk kendi hak ve hürriyetlerini öyle koruyor. Yani, bütün güç bir yerde toplanıyor, ondan sonra kuvvetlere ayrılıyor.
Oysa, “İnsanlık Anayasası”nda halk dayanışma ortaklıkları kurarak önce iktidarında ilmî, dinî, meslekî ve siyasî şûraları görevlendiriyor. Bunu önce bucakta yapıyor, sonra ilde yapıyor, sonra ülkede yapıyor, en sonunda insanlıkta yapıyor. Halk bilenleri kendilerine ilmî temsilciler olarak seçiyor. Bunlar aynı zamanda ilmî dayanışma sorumlularıdır. Onlar bucakta, ilde, ülkede meclisler oluşturuyor. Bu meclisler içtihat ve icmalar yaparak, komşuluktan, yakınlıktan, emekten ve sözleşmelerde doğan haklara ait ilim yapıyorlar. Hakemler bunlara dayanarak kararlar veriyorlar. Başkanlar, sadece icra ile ilgilenip, bütçe yapma, yasalar yapma, yürütme ve yargı işleri ile ilgilenmezler.
-Kuvvet kullanma haklarını koşullu olarak devretmişlerdir. “Üyeler yargılama haklarını devlete devrederlerken, doğal hakları çiğneyenlere karşı, yargılamanın uygulanıp, gereken cezanın verilebilmesi için toplumun tüm üyelerinin gücünü kullanma hakkını da teslim etmişlerdir. Uygar ya da siyasal toplumun yönetiminin kuvvet kullanma hakkının kaynağı budur. Devredilen yargılama hakları, ya da daha geniş olarak yönetme hakkı,koşulsuz, sınırsız ve mutlak değildir...”(s.439)
Topluluk, dışa karşı kendisini savunabilmesi için bir tek komuta etrafında toplanmak zorundadır. Bu bakımdan İslâm toplumunda halk ikiye ayrılmıştır. Ben karşılığında aidat ödeyeceğim, benim hukukumu koru. Bunlara yönetici hükmedemez, bunlara emredemez. Diğerleri ise; ben bedel ödemeyeceğim, benim seçtiğim komutana kayıtsız şartsız itaat edeceğim, diyenler vardır. Bunlar savunma aidatları ödemedikleri gibi, evlerinde otursalar da, askerlikle ilgili aylıklarını alırlar. Gerektiğinde de komutanlarının emrinde savaşa giderler veya takip yaparlar. Burada üste mutlak itaat kuralı geçerlidir. Ama bu kural sadece askerlikte geçerlidir. Askerlik de mecburi değildir. İsteyen bedel verir. Sonra, askerlik kuralları her yerde değil, sadece askerlik mıntıkalarında veya savaş alanlarında geçerlidir. Paralı asker yoktur. Para verenlerin siyasi yetkileri yoktur. Ama koruma işleri yapanların bedel verme mükellefiyeti kalkar.
Belli yer ve zamanlarda mutlak olarak iktidarı devretmek, bütün yer ve zamanlarda herkes için bunu yapmak ifrattır; hiç yapmamak tefrittir. Müslümanlar, bedel vermek suretiyle güvenlerini sağlayanlardır. Müminler ise, bedenleri ile kamu güvenini sağlayanlardır. Her mü’min aynı zamanda müslimdir. Her müslim mü’min değildir. Her müslim her zaman mü’min olabilir. Mü’minin müslim olması için devletini değiştirmesi gerekir. Değiştirmeyenleri katletme hakkı üstlerde doğar. Askeri yönetim ile sivil yönetim böylece kesin olarak ayrılmıştır.
-1) Doğal haklar devredilmemiştir, doğal hakların korunması verilmiştir. Devir sınırlıdır. (s.439)
Yönetim, hakemlerle tesbit edilmiş hakların bekçisidir. Bunu da baştan gönüllü askerlerle yapar.
-2) Yönetim doğal hakları kaldırmaz. (s.439)
Doğal haklar insanın yaradılışı ile Allah tarafından verilmiştir. Başkasına devredilemez, insan kendisini köle yapamaz. Savaşta haklar değil, içteki yönetim devredilmiştir.
-3) Yönetimin görevi doğal hakları korumaktır, sınırlamak değil. (s.439)
Herkes kendi mülkünde tamamen hürdür. Ortak yerlerdeki ortak işlerin görülmesi için yönetim oluşturulur. Bu da ocakta, bucakta, ilde, ülkede ve insanlıkta oluşur. Hakların korunması da ortak işlerdendir. Kimi bedelle, kimi de bedenle bu ortak işlere katılır.
-4) Görevi yerine getiremeyen iktidarlara karşı halkın direnme hakkı vardır. (s.439)
Görev nerede yerine getirilemiyor? Ocakta ise, ocaktan hicret edilir. Bucak yönetimi görevi yerine getiremiyorsa, bucaktan hicret edilir. İl iç güvenliği sağlayamıyorsa, ilden hicret edilir. Ülkeyi savunamıyorsa, ülkeden hicret edilir. Ama esas hukuk düzeni bucaklarda kurulur. Haklar orada korunur. Dolayısıyla, “İnsanlık Anayasası”nın olduğu yerde bucak değiştirmek yeterlidir. “İnsanlık Anayasası”nın olmadığı ülkede, “İnsanlık Anayasası”nın tesisi için çalışılır. Başarılamazsa, oradan hicret edilir. Halkın yönetime karşı doğrudan isyan etme hakkı yoktur. Hicret etme hakkı vardır.
-Uygar toplumda ister istemez ekseriyet sistemi kabul edilecektir. “Uygar toplumda doğal yasaların daha açımlanmış biçimleri olan ve bunların uygulamalarına ilişkin kuralları içerecek olan yasalar nasıl konacak; toplum nasıl yönetilecek? Uygar toplum birleşmiş bir bütün olduğu için, çeşitli yönlerde hareket edemez., ancak tek bir yönde hareket edebilir. Bu nedenle üyeleri arasında toplumun izleyeceği yol üzerinde önemli konularda görüş ayrılıkları çıktığında, ister istemez çoğunluğun görüşü kabul edilecek, topluma o yolda, o yönde bir gidiş verilecektir.”(s.440)
Batı Uygarlığı’nın yutturmacası burada başlar. Temsilî demokrasilerde en az iki parti vardır. Seçime katılanlar genellikle %60 civarında olur. Bunun %50’si ile meclis oluşacaktır. Toplantı %50’si ile yapılacaktır. Karar %50’si ile alınacaktır. 0.6*0.1/2*!/2*1/2 = 6/80 Demek ki, en iyi oluşumla karar %5 ile alınmaktadır. Partiler çok olunca iktidar partisi %25’dir. Demek ki, karar nisabı %5’in altındadır. Demek ki, bir defa ekseriyetin istediği bir karar meclislerden çıkmaz. Bunun dışında çıksa bile memleket için hiçbir zaman hayırlı olmayacaktır. Çünkü, en zayıf adam, en dönek adam, en çok menfaatçi olan adam her gün saf değiştirir ve devleti yaz-boz tahtasına çevirir. O halde bu nedir? Bu şudur.
Sermaye iki parti oluşturacak ve meclisi dengeli hâle getirecek. Kendisi de parası ile beş-on kişiyi meclise sokacak, devleti o beş-on kişilik ajanına yönettirecek. Batı’nın diğer bütün fikirleri ve oyunları buna dayanmaktadır.
Bu durumda ne olacak? Ülke nasıl idare edilecek?
Okuyucu bu hususta daima merak içinde kalmakta ve daima kafası karışmaktadır. Bu bakımdan karar şekillerini çok kısa şekilde ortaya koyalım.
- Kişi isteklerine göre kendi sözleşmesini hazırlar, yahut hazır sözleşmelerden birini alır, onunla ilişki kurmak isteyenler ona göre tercihlerini yaparlar. Siz şimdi bir otomobil şirketinden bilet alırken öyle yapmıyor musunuz? Siz şimdi bir buzdolabı alırken öyle yapmıyor musunuz?
- Kişiler ehliyetli kimseleri kendileri seçerler, onun vereceği kararlara kendi istekleri ile uyarlar. Doktorunu seçer, doktorun kararına uyar. Hukukçusunu seçer, fetvasına göre amel eder. Teminatlı ehliyete sahip hizmet erbabının kararlarına onları seçerek uyar.
- Halk temsilcilerini seçer, temsilciler de kendilerine bir başkan seçerler. Başkan istişare eder. Sonunda o mecliste heyetin istediği kararı alır. Başkan en akıllı kişidir. Kararı da en akıllının kararıdır. Ve süreklidir. Yani, ekseriyette en zayıf, oysa halk yönetiminde en kuvvetli karar almış olur. Şûra üyeleri hakemlere gidip kararı iptal ettirebilirler. Halk da her zaman temsilcisini değiştirebilir. Böylece başkanın kararları denetim altındadır. İstişareden sonra karar alıyor, kararı şûra üyelerine uygulatıyor, görevi muhalife veremiyor. Dolayısıyla, hiçbir üyenin katılmadığı kararı alamıyor. Şûra üyeleri hakemlere gidip kararı iptal ettirebiliyor, mağdur olan vatandaş hakemlere gidip her zaman mağduriyetini giderebiliyor. Yerinden yönetim sistemi olduğu için de bucağını her zaman değiştirebiliyor.
- Topluluğun dil, sanat, teknik ve örfte olduğu gibi, halkın içinde ilk kullanılmış şekli, aksi beyan edilmeze geçerli oluyor. Diyelim ki, biri işçi çalıştırdı, sözleşme ile saatine bir dolar verdi. Sonra bir başkası ücreti belirtmeden işçi çalıştırdı, bunun ücreti ilk anlaşmada geçen ücret olur. Eğer bu yaygınlaşır ve atalardan gelme şeklinde devam ederse, bu ma’şerî karar olmuş olur. Bunları da hakemler belirler.
- Kişiler bir araya gelerek sözleşme yaparlar. Bu ortaklığa katılanlar için karar mercii olur.
- Sözleşmede ihtilâf çıktığında hakemlere başvurulur ve sözleşme hakemlere yorumlatılır. Hakem kararları sözleşmenin eki olur.
- Temsilciler bir araya gelerek ittifakla karar alırlar. Bu karar geçerli olur. Yine ittifakla değiştirilebilir. İttifak kararlarına halk hicret ederse uymak zorunda değildirler. Yani, bucağı terk eden o kararlara uymak zorunda değildir.
- Kararlar tüm insanlığın temsilcileri tarafından alınmışsa icma olur. Ona uymak zorunluğu vardır.
- Sıralama yapılır. Herkes takdirini yapar. Orta değer, -ortalama değer değil,- orta değer topluluğun kararı olur.
- Seçiciler derecelendirerek sıralarlar. Tersler alıp toplanır, en yüksek derece alanlar görevlenmiş olurlar.
- Ölçmeler yapılarak değerler tesbit edilir. Orta değer alınır.
- Hesap ve muhakeme yapılarak bilinmeyenler bulunur.
- Dil, sanat, teknik ve örf, ilmî araştırmalar ve hakem kararları ile geçerli olur.
- İcab, teklif, bir yere katılma, bir yerden uzaklaşma, o kişi için kararlar mahiyetinde olup ona uygulanır.
- Bunun dışında, velinin, vekilin, başkanın ve hakemin kararları da karar şekilleri içindedir. Başkanın kararları yer değiştirme ile o kişi için geçersiz olur. Hakem kararları ise kesindir. Yer değiştirmekle ortadan kalkmaz. Vekili azletme yetkisi mevcuttur. Birden fazla vekil olabilir, kendisi de tasarruf edebilir.Veli ise tektir. Velisi olan kendisi tasarruf edemez. Temsilciler değiştirilebilir, ama karara iştirak edemezler.
Görülüyor ki, kollektif karar şekilleri vardır. Bunlar içinde ekseriyet sistemi yoktur. Seçimde de yoktur. Asgari kimsenin temsilciliğini alabilen temsilci olur. Azami kimsenin temsilcisi olunabilir.
Kur’an, ekseriyet sistemini reddetmektedir. Sermaye ise ekseriyet sistemini demokrasinin temeli olarak görüp savunmaktadır. Ama kendisi ekseriyetini kaybettiği yerlerde de tiranlığı savunmaktadır. Hâsılı, kendi çıkarına ne ise onu yapmaktadır. Her yerde ve her gün fikir değiştirmektedir. Oysa, peygamberler onbinlerce yıl aynı şeyleri söylemişlerdir.
-Kadınları ve yoksulları çoğunluk içine sokmamıştır. Sonra Russell bunu eleştirecektir. “Locke, toplum sözleşmesinden ve uygar toplum kavramından, demokratik yönetimin “çoğunluk ilkesi”ne varmış olur... Kadınları ve yoksulları vatandaşlık hakları dışında bırakmaktadır... Onun bu tutumuna karşı Russell, ... eleştirmekte...”(s.440)
Böylece, işçilere ve kadınlara siyasal haklar tanınmamıştır. Çünkü kadınları ve işçileri o günkü şartlarda disipline etmek mümkün değildir. Oysa, esnaf onun temsilcisi olmaya başlamıştır. Ona veresiye mal veriyor ve sattırıyor. Ham maddeyi alması için ona nakit kredi veriyordu. Russell’in eleştirileri sosyalizme götürmek içindir. Sosyalizm, dünyada sermaye devleti aşamasına bir adım oluşturacaktı.
-Locke, halkın sözleşmeden yararlanma hakkının yanında kuvvetler ayrılığını da getirmiştir. “Locke tüm siyaset felsefesini bireysel hakların ve özgürlüklerin daha iyi korunması amacına hizmet edecek biçimi vererek kurmuştu. Bu yolda sözleşme kuramından nasıl yararlandığını gördük...Uygar toplumda siyasal erklerin dağıtılmasına ilişkin kuvvetler ayırımı (erkler ayırımı) ya da denge ve denet düzeneğidir.”(s.440)
Hâkimiyetin halkın elinde olması için iktidarı değiştirmesi gerekir. İktidarı kişinin değiştirmesi mümkün olmaz, ama oradan hicret edebilir. Böylece iktidarını değiştirmiş olur. İnsan haklarını oraya götürmekle kendi payını taşımış olur. Bunun uygulaması halkın bucağını değiştirmesi ile olmaktadır. Bu arada, “kuvvetler” ayrılığı değil, “kuvvetler dengesi” ile halkın ezilmesi önlenmektedir. Her kuvvet çoklu dayanışma ortaklıkları içinde denge kurmaktadır. Halk dayanışma ortaklığını kurmaktadır.
İnsan haklarının korunması için geliştirilmiş iki dayanak vardır.
- Halk her zaman kendi seçtiği hakemlere giderek mağduriyetini giderebilir.
- Halk her zaman ocak, bucak, dayanışma ortaklıkları ve hizmetlileri değiştirebilir. Böylece seçimini yapar. Yeter sayıyı bulursa kendisi kurabilir.
-Locke’a göre, uygar toplumda dengesizlik olabilir. “Locke’da Kuvvetler Ayırımı ve Denge ve Denet Düzeneği: Locke’a göre uygar toplumda topluluğa ve bireylere yönetimden gelebilecek üç tehlike vardır:”(s.441)
Bir yerde denge varsa orada düzen de vardır. Denge yoksa düzen de yoktur. Osmanlı İmparatorluğu’nu düşünelim. Padişah var, ama onun karşısında da güçler vardır. Başta din vardır, din adamı yoktur, ama din vardır. Padişah şeriata uymak zorundadır. O şeriata uyunca yöneticiler de şeriata uymuşlar, onlar şeriata uyunca halk da uymuş. Böylece denge sürmüştür.
Şeriat ilga edilip onun yerine ortalığı kanunlar doldurunca, halk daha kanunları öğrenmeden kanunlar değiştirilince, o zaman kanunlara yöneticiler uymamış oluyor, keyiflerine kanun yapılmış oluyor. Görevliler uymak istemiyor, halkın ise haberi bile olmuyor. Böylece yönetim kökten sarsılıyor. Topluluğu ayakta tutmak için silah gücüne gerek kalıyor.
İşte Türkiye’deki on yılı geçmeyen aralıklarla askerî müdahaleler bundan dolayı olmuştur. Ama sermaye zaten bunun böyle olmasını istemektedir. Böylece Türkiye sık sık siyasi çalkantı içine girsin, ekonomisi bozulsun, huzursuz olsun, yönetimi bozulsun, sonunda ordusu birbirine girsin ve ben kolayca bu toprakların sahibi olayım.
“İnsanlık Anayasası” bu oyuna son verecektir; tabii ki Türkiye kabul ederse.
-Yasama yürütmeyi, yürütme yasamayı hakimiyeti altına alabilir. “1. Yasaları yapma erkini elinde tutanların, yürütme erkini de ele geçirmeleri, ya da tersi,yürütme erkinin yasama erkini de ele geçirmeye çalışması.”(s.441)
“İnsanlık Anayasası”nda bu hususta birinci tedbir, başkanın ilim adamlarınca askerlerden seçilmesi ve yerinden yönetim sistemi ile merkezî hâkimiyeti bertaraf etme. Bakanlıkların ilmî, dinî, meslekî ve siyasî şûralar arasında bölüşülmesi. Başkanın geçici hakemlik yapması ve dengeyi koruması. Başkana karşı da hakemler yolunun açık olması. Sosyal yapıda dengenin temel dayanağı hakemliktir. Hakemleri taraflar seçtiği için ve her konuda yeniden seçtikleri için, yargı tarafsız ve bağımsız olduğu için, kendi içinde denge vardır, kararlarda da denge vardır.
-Yasayı yapanlar kendilerini uymak zorunda hissetmemektedir. “2. Yasaları yapanların ve uygulayanların kendilerini uyguladıkları ve yaptıkları yasalara uyma yükümlülüğü görmemeleri.”(s.441)
Yasalar sözleşmelerdir. Sözleşmeler tarafları eşit şekilde bağlar. Hakemlerden oluşan yargın bunun bekçisidir. Dayanışma ortaklıkları da hakemlerin kararlarını uygulamada denge unsurudur.
-Yasaları kendi çıkarlarına göre yapabilir. “3. Bu kimselerin yasaları özel yararlarına göre yapıp, özel yararlarına göre uygulamaları.”(s.441)
Yasalar rızaya dayanan sözleşmelerden ve kollektif kararlardan oluşur. Buna rağmen ondan mağdur edenler olabilir. Onun için hakemlerden oluşmuş yargının denetimindedir. Böylece çıkarlara dayanan kanunlar iptal edilir.
-Yasama ile yürütme erkleri ayrı ayrı olmalıdır. “Yönetilenlerin, doğal haklarına ve bireysel özgürlüklerine yönetenler tarafından yöneltilebilecek bu üç tehlikeye karşı korunabilmesi için, yönetim erkinin ikiye ayrılması, yani yasaları yapanlarla uygulayanların farklı kimseler olması gerekir.”(s.441)
Erklerin bölünmesi ve ayrılması, uygulayacakları kuralların farklılığından dolayı da gerekmektedir.
- Dinler halkın ihtiyaçlarını tesbit ederler, ihtiyaçlar ise duygularla bellidir. İnsanlar bunu istekleri ile beyan ederler. Kişilerin ayrı ayrı istekleri bir şey ifade etmez. Dinî dayanışma ortaklıklarını kurarlar, halk isteklerini bunlara anlatır. Bunlar bir araya gelir, gider bütçesini hazırlarlar. Yani, nelerin yapılmasını istediklerini belirtirler. Öncelik sıralarını belirler. Dinî şûranın bu tesbitleri imkân nisbetinde öncelik sırasına göre gerçekleşir.
- İlmî kuruluşlar ise anayasada belirlenmiş bölüşme kuralları ile yıllık gelir tahminleri yapar ve buna göre kredi bütçesini hazırlarlar. Kredi bütçesi ile o yıl üretim olacaktır. Üretimden pay gelecektir. Gelen paylara göre dinî şûranın hazırladığı harcamalar yapılacaktır.
- Meslekî şûralar ise ilmî şûraların hazırladığı kredi bütçesine göre kredileri dağıtırlar ve üretim başlar, bütçeye de gelir gelmeye başlar. O gelirlerle dinî şûranın hazırladığı harcama bütçesine göre harcamalar yaparlar.
- Siyasî şûralar ise anlaşmalara göre tahakkuklar yaparak ürünleri bölüştürür. İhtilâflı konuları soruşturmacılara soruşturur, hakemlere karar aldırır ve ona göre hesaplar yapar.
Dinî şûra üyeleri isteklerin ne kadar yerine geldiğini denetlerler ve yeni bütçelerini ona göre yaparlar. Bu sebeple denetleme görevi dinî kuruluşlara verilmiştir. Halkın hukukunu dinî dayanışmalar koruduğu için haksızlık yapılmışsa soruşturma yaptırırlar, sonuçları ilmî şûra üyelerine bildirirler. Onlar da dava açarlar.
-Locke’a göre üç erk vardır. Parlamento yasamayı, kral yürütmeyi, federatif erk de dış ilişkileri yürütmektedir. “Uygar bir toplumun yönetiminde üç erk vardır: 1. Yasama erki. Bu erk İngiltere’de parlamentodadır. 2. Yürütme erki. Bu erk de kralın elindedir. 3. Federatif erk.”(s.441)
“İnsanlık Anayasası”nda dört erk vardır. Yasama ilmî meclisin içinde ilmî şûra tarafından, yürütme meslekî şûra tarafından, yönetme siyasî şûra tarafından ve denetleme dinî şûra tarafından yerine getirilir. Bu şûralar dayanışma ortaklık sorumlularıdır. Yurt içinde il ve ilçe teşkilâtları olduğu gibi, yurt dışında da site teşkilâtı vardır.
- Kıta merkezlerinde her ülkenin birer ilçeleri bulunur, Ülke merkezlerinde her ülkenin birer bucakları bulunur, Yeryüzünün bütün bölgelerinde her ülkenin birer ocakları bulunur.
- Bu yerlerin üyeleri oradaki ülke vatandaşlarıdır. Buranın yönetimi yine bucak sistemi şûralarca yapılır. Yalnız başkanları kendileri seçmez, merkezden atanırlar.
- Buralarda birer mağaza bulunur. Mağazalarda Türkiye’nin oralarda satacağı mallar teşhir edilir. Onların Türkiye’deki temsilcileri kendi mallarını Türkiye’de teşhir ederler.
- Haberleşme ve üretim ağları bedelsiz çalışır. Satılan mallara bir pay konur, böylece oradaki giderler böyle karşılanır.
Sadece sorumlu elçiler merkezden atanırlar. Orada Türkler yoksa, orası ile ekonomik bir alışveriş yoksa, orada temsilcilik bulundurulmaz, Türkiye’de de olmalarına izin verilmez. Her ülkeye giden mal kadar mal geri gelmelidir.
-Federatif erk dışişlerini tedvir eder. “Yasma ve yürütme erklerinin sözkonusu olduğu ulusal alanda uygar toplum durumu bulunduğu halde, “uluslar arası alanda” devletlerarası ilişkilerde, yani dış politika alanında, devletlerin çatışmalarını çözecek ortak bir yargı organı bulunmadığı için, hâlâ doğa durumu vardır. İşte federatif erk nitelikçe çok farklı olan bu alan ile, dış politika sorunlarıyla ilgili erktir.”(s.441)
Dış ilişkileri ikiye ayırıyoruz. Bunlardan biri barış ilişkileridir. İnsanlığın birer üyesi olması nedeniyle kurulacak tüm ilişkiler hukuk düzeni içinde olacaktır. Aynı yöntemler geçerli olacaktır. İlimde, dinde, ekonomide yerinden yönetim ilkesi çerçevesinde insanlık içinde olunacak ve kurallara uyulacaktır. İkinci ilişki ise savaş ilişkisidir.
Bunun için “İnsanlık Anayasası”nda şu kurallar geliştirilmiştir:
- Her ülke 10’a yakın bölgeye ayrılmış ve her bölgede millî ordular kurulmuştur. Bu ordu ülkenin o bölgeden olmayan askerlerinden oluşur. Askerler ordularını kendileri seçerler. Ordu komutanı ülke başkanı tarafından atanır. Düşman taarruz ederse, ordu komutanı başkanı haberdar ederek harekete geçer ve kendisini savunur. Bu savaş hakemlerce durdurulabilir. Saldıran tarafını tazminata mahkûm edebilir.
- Hakemlerce bir ülke savaş ülkesi olarak ilân edilebilir. Bu ülkeye komşu olan devletlerin komşu ordu komutanları ve başkanın muvafakati ile savaş yapılabilir. Galip gelen komutan şartlarını dikte ettirir.
- Denizden çıkartma veya havadan indirme yapabilenler, uzak ülkelerde hakemlerin savaş ülkesi ilân ettiği ülkeye girebilirler. Ancak, bu ordular gönüllülerden oluşmalıdır.
-Locke’a göre, federatif erk yürütme erkine verilmelidir. “Locke,uluslar arasında “savaş durumu”nun her an doğabileceğini, bu durumda yasama organının dış politikanın gerektirdiği hızda ve kesinlikte işleyemeyeceğini düşünerek, uygulamada federatif erkin yürütme erkinin eline verildiğini söyler, bunun da zorunlu olduğunu belirtir.”(s.441)
“İnsanlık Anayasası”nda savaş düzeni ile başkan ve komutanlar görevli kılınmıştır. Ordu kendi cephesi hakkında başkanla birlikte kendisi karar alır. Dış ülkelere gönderilecek askerleri toplamak üzere komutan çıkar, gitmek isteyenleri katılmaya çağırır. Kim en çok güç oluşturursa, o komutana oraya gitme izni verilir. Yağma edilen, yani ele geçirilen ganimetler savaşa gidenlerindir. Beşte biri devlete aittir. Hakemlerin denetimindedir.
-Yürütme erki devamlı iş görecek, yasama erki ise yasayı yapar yapmaz dağılacaktır. “Yasama erkinin yürütme erkini ele geçirme, özgürlükleri, doğal hakları çiğneme, özel çıkarlar yoluna sapma tehlikelerine karşı, yasaları yapar yapmaz dağılıp, yaptığı yasaların başka yürütücü kimse ya da kimseler tarafından kendilerine de uygulanmaya başlaması çözümünü bulmuştur.”(s.442)
“İnsanlık Anayasası”nda parmak hesabı yasa mevcut olmadığı için, yasalar kollektif karar usûlleri ile her zaman çıkmaya devam eder, yargı denetimi de sürüp gider. Merkez bucakları meclislerin bucakları durumundadır. Merkez bucaklarında temsilcilerden başka kimseler de oturur. Ama onların yönetime katılma hakları yoktur. Merkez bucakların yöneticileri taşranın temsilcileridir. Kıta, bölge, ilçe ve semtlerde bunların yaptığı yasalar geçerlidir. Meclis üyeleri merkez bucağında otururlar. Meclise katılma zorunluğu yoktur. Görüşlerini yazılı olarak bildirebilirler. Şûra üyeleri ise devamlı toplantı hâlindedirler. Yasama ve bütçeleri yapma yanında, kendilerini ilgilendiren bakanlıkları denetleme görevleri de vardır. Bir şûra üyesi denetim yapar, gerekli gördüğü kimse aleyhine hakemlere gidebilir. Herkes her zaman ilmî araştırma yapmak zorunda olduğu için kimsenin boş vakti yoktur.
-Locke’da devrim hakkı daha çok yürütmeye karşı geçerlidir. “Locke, devrim hakkının genel olarak yasamayı ve yürütmeyi içine alan yönetimin, toplumsal sözleşme koşullarını çiğnemesinden doğacağını söylemekle birlikte, bu hakkı daha çok yürütme erkine karşı bir güvence olarak düşünmüş olmalı.”(s.442)
Batı düzeninde, daha sonra Osmanlılardan alınan sistemle yürütme başbakanlara verilmiştir, başbakanlar da meclis denetimine alınmış, böylece sermaye sözünü geçiremediği kralı mefluç hâle getirmiştir. Hükümetleri de ekseriyet sistemi ile denetimi altına alabilmiştir. O işler de yürümeyince, bu sefer sosyalizmi icat etmiştir.
İslâmiyet’te halkın devrim hakkı yoktur, hicret hakkı vardır.
Nüfusu 30 milyondan aşağı düşen devlet artık devlet olmaktan çıkar. Ona Birleşmiş Milletler nezdinde devlet muamelesi yapılmaz. Böylece dağılmaya mahkûm edilmiş olur. Kendilerini savunacakları hallerde hakemlere gitme hakkı kalkar. Dolayısıyla, komşuları tarafından işgal edilebilir bir hal alır. Bu azalma tehcir sebebiyle olmamışsa, nüfusu 15 milyona kadar düşse de varlığını sürdürür. Göç almak durumundadır.
-Locke yargıyı kuvvet saymamıştır. “Locke kuvvetler ayırımı kuramında üç erki saymışsa da, daha sonra Montesquieu’nun ve birçok anayasacının düşüncelerinde ve anayasal belgelerde klasikleşen 1. yasama, 2. yürütme, 3. yargı erklerinden farklı bir ayırım yapmıştır. Daha önemlisi, yargı erkini saymamıştır. Oysa, yargının bağımsızlığı zamanı Avrupa’sında da tartışma konularından biridir.”(s.442)
“İnsanlık Anayasası”nda yönetme ile yargı aynı kuvvet olarak kabul edilmiştir. Yürütme ayrı alınmıştır. Çünkü, ister yargı olsun, ister yönetme olsun, adaleti tesis ile görevlidir. Bu önce bankalarda bölüştürme, sonra itirazlar varsa da, soruşturmanın tesbitleri ile bölüştürmeyi adil hâle getirme, eğer bu kararlara uymayan olursa ona askerî uygulama yapma gibi bir işlemi vardır. Hakemler bir kuvvet değildir. Halkın kendi kuruluşudur. Devlet kuruluşu değildir. Hakem kararlarının icrası ile ilgili kuruluş kamu kuruluşudur. Dolayısıyla, hakemlik de diğer hizmet kuruluşlarından biridir. Kararları ise en etkin bir kuruluştur.
-İngiltere’de yargıç atandıktan sonra çift meclisin kararı ile yargıçlıktan alınabiliyordu. Tehlike yoktu. Dolayısıyla onlar için bir teminat gerekmiyordu. “İngiltere’de İngiliz Devrimi’ne kadar kral yargıçları görevlerinden alabilirken, devrimden sonra yargıçların görevlerinden alınabilmeleri için her iki meclisin de öneride bulunarak bu konuda karar almaları kuralı getirilerek, yargıçlar, oldukça özerk bir statüye kavuşmuşlardı... Locke zamanında tehlike yasama ve yürütme erklerinin birbirlerinin alanlarına girmeleri olduğundan, Locke buna karşı önlemler düşünmüştü.”(s.442, 443)
Yargıçların bağımsızlığı da yine sermayenin oyunudur. Böylece yargıçları ayrı olarak yola getirmek her zaman mümkün olmaktadır.
- Yargıç sadece delillere dayanarak karar verdiği için delilleri toplama ve sunma başkasına olunca, yargıç ona göre karar verir. O halde hâkimiyet deliller ve soruşturma üzerinde temin edilmelidir. Bunu da avukatlık müessesesi ile çözüyordu. Kendisini savundurma gücü olmayanlar her zaman ezilebiliyordu.
- Yargıca karşı tertipler yapılarak, sözünü dinlemeyen yargıçları sürdürebilirdi.
- Yargıca rüşvet verilerek kandırılabilirdi.
- Nihayet, yargıç para karşılığında öldürtülebilirdi.
İşet bu sebeplerden dolayı yargıcın bağımsızlığı istenmektedir.
“İnsanlık Anayasası”nda ise yargıçların yerini şahitler ve hakemler almıştır. Şahitler soruşturma yapar, hakemler de kararlarını verirler. Bucak başkanı veya atadığı hâkim ise davaların tescilini yapıp yürütür. Gerek soruşturmacıların, gerekse hakemlerin arkasında onları finanse eden siyasi güçler vardır, dolayısıyla korunmaktadırlar.
-“Kuvvetler ayrımı ilkesi, Montesquieu’nun düşünceleriyle en çok Fransız Devrimi sırası ve sonrası Avrupa’sında tartışılmış, fakat daha çok “denge ve denge düzeneği” biçiminde Amerika Birleşik Devletleri’nde uygulama alanına geçirilmiştir.”(s.443)
Hakimler halk tarafından seçilmektedir. Böylece yönetimle ilgisi yoktur. Soruşturma özel dedektifler tarafından yapılmaktadır. Çoklu sistem vardır. Kararları jüri vermektedir. Yine de denge sözkonusudur. Ne var ki, hep ekseriyet sistemi seçimlerle yapıldığı için sonunda hep sermayenin dediği olmaktadır. Oysa, “İnsanlık Anayasası”nda ekseriyetle karar verme sözkonusu değildir. Tarafların seçtiği iki hakem vardır. Bunlar aynı zamanda tarafların avukatıdır. Ayrıca bu hakemlerin seçtiği baş hakem vardır. Mahkeme bunlardan oluşmaktadır. Soruşturma ise soruşturmacılar tarafından yapılmaktadır. Hakemler kendileri soruşturma yapamazlar. Sadece şehadeti kabul veya reddederler. Diğer bütün belet idaresi hakemlerin denetiminde olduğu için denge tam olarak sağlanmıştır.
-“Klasik anayasacılar özgürlüklerin korunması yolunda hâlâ kuvvetler ayırımı ilkesi üzerinde ısrar ederlerken, Russell, çağımızda gelişen endüstrinin güçler dengesi alanına Locke’un hiç düşünmediği dev şirketlerin erkini sokmasına dikkati çeker.”(s.443)
Burada burnunu sokan dev şirket değildir. Yahudi ulemasının geliştirdiği projedir. Bunu destekleyen sermayedir. Ama sermaye bir aidat olarak bunu vermektedir. Baştan beri araştırmalar yapmakta, projeler üretmekte, Yahudi sermayesi de ona uymaktadır. İşte bugünkü dev başarı buradan geliyor. Yani, ateizmin başarısı da yine Tevrat’a ve Kur’an’a dayanmaktadır. Hiç kimsenin bunlara kızmaya hakkı yoktur. Onlar 20 milyon, diğer insanlar ise 6 milyar. Ama o azınlık ilimle meşgul olurken, diğer kahir çoğunluk hep birlikte ilme saldırmaktadırlar. Biz, Prof. Dr. İlhan Arsel’in 850 sayfalık kitabına baştan sonuna kadar reddiye yazdık, karşı taraf değil. Kendilerini dine vakfeden kimseler “İslâm Düzeni” isimli bu reddiyemizi küçümsediler ve ilgilenmediler. Çünkü onlar cahildi ve ilme düşmanlık yapmaktaydılar; hâlen de yapmaktadırlar. Bu davranış ve cehaletin cezası sömürülmektir. Biz kendimize kızalım, başkalarına değil.
-Görevlerini yerine getiremeyen veya getirmeyen yönetime karşı halk devrim yapmalıdır. “Locke’un Devrim Hakkı Kuralı: Locke,topluluğu yasaların dışında yöneten yöneticinin,artık yasaların atadığı,dolayısıyla halkın onayladığı bir kimse olmak durumundan çıktığı için, sözünü dinletme hakkının olmadığını, halkın kendisine itaat görevinin kalkacağını söyleyerek, yönetilenlerin direnme hakkını, devrim hakkını tanımış olur...”(s.443)
Bu da sermayenin bir tuzağıdır. Bir yönetimi sözünde gezdiremezse onu iktidardan indirme hakkı tanımıştır. Kim indirecek? Kim bulunursa. Ama böyle bir hak var. Türkiye’deki askerî müdahaleler bu hakların kullanılması olarak gösterilir. Sermaye Türkiye’nin gelişmesini istemediği için orduyu müdahale etmek zorunda bırakacak olayları sivillere işletmektedir. Görevi bitince de “kışlana çekil” demiştir. 1960 müdahalesinden sonra Türkeş grubu, kışlaya çekilmek istemediği için soluklarını Hindistan’larda almışlardır. İleride lâzım olur diye bertaraf etmemişlerdir. “İnsanlık Anayasası”nda yerinden yönetim vardır. Her tarafta aynı oyunları oynayamaz. İslâmiyet serenstlikmpoduğu için, yani oluşmuş sermaye tekeli bulunmadığı için, her şey yazılacağı ve okunacağı için, halk artık eskisi gibi sömürülemeyecektir.
-“Locke: “Kendisine haksızlık edildiğini sanan herkes prense karşı koyabilir mi?” (Uygar Yönetim Üstüne İkinci İnceleme, XVIII. 203)” sorusuna yanıt arayarak, devrim hakkının kullanılmasına ilişkin sorunlara geçer...”(s.443)
Prensin haksız kararlarına karşı hakemlere gidilip mağduriyet giderilir. Prens hakem kararlarına uymazsa dışarıya çıkılır. Oradan meseleye çözüm aranabilir. Ama hicret etmeyerek o ülkede kalındığı müddetçe karşı gelinemez. İsyan yok, hicret var.
-Devrim hakkı anarşi yaratmaz, çünkü güçlü olmadıkça devrim olmaz. “Herkes kendisine haksızlık yapıldı diye hemen yönetimin dev gücüne karşı ayaklanamayacaktır... Locke,halkın sık sık yönetimi değiştirmeye kalkmayıp,tarihte bunun tersi yönde bir tutuculuk gösterildiğine dikkati çeker.”(s.443, 444)
Tarihte devrimler hep olmuştur. Devrimlerin bir kısmı savaşla olur. Dıştan gelen savaşlarla bir devlet yıkılır, başka bir devlet kurulur. Bu savaşın kuralıdır.
“İnsanlık Anayasası”nın burada önerdiği husus, hakemler kararı ile mahkûm edilen devlet ile savaşın meşru olduğudur. Hakemler kararı olmadan savaşı başlatan ve sürdüren devlete karşı, saldırıya uğrayan devlet hakemlere karar aldırıp dünyayı kendi tarafına çekebilir. Hakemler kararı ile mahkûm olan devlete karşı, diğer bütün dünya devletleri halklarının gönüllü olarak savaşma hakkı tanınmalıdır. Böylece gönüllülerden oluşan haçlı ordusuna benzer bir ordu o ülkeyi yağmalayacaktır. Bu uygulama dünyadaki dengeyi koruyacaktır.
Bununla beraber, bugün olduğu gibi insanlık henüz olgunlaşmamış olabilir. Allah da azgınlaşmış olan insanlığı zalim gücün zulmüne sokmuş olabilir. O takdirde hakka inananların işi halkı zalim kuvvete karşı ayaklandırmak değil, halkı azgınlıktan kurtarmak olacaktır. Yeni anayasa, yeni adil siteler, yeni adil işletmeler başarının kaynağı olacaktır. Halk düzelince, statik ve durağan bir dünya tesis edilemeyecektir.
-Halkla yönetici arasında yargıç yoktur. Ancak halk haklı yönetici haksızsa, Tanrı haklıyı galip getirecektir. “Prensin doğal hakları çiğneyip çiğnemediğine, halkla prens arasında karar verecek bir yargıç, bir organ yoktur. Bu durumda yargıç Tanrı olacaktır... Locke savaşta Tanrı’nın zaferi haklı olana bağışlayacağını düşünür...”(s.444)
Demek oluyor ki, tüm düşünceler dönüp dolaşıyor ve aynı yere geliyor. Zalim yönetim azgın halka karşıdır. Halk azgın değil adilse, yöneticiler de adil olurlar. Bu dünyayı Allah böyle yaratmış. İyilerle kötüler arasında sürekli savaş olacaktır. Bu savaşın sonunda iyiler cennete, kötüler cehenneme gidecektir. Bu dünyada iyilerden çok, evrime uyanlar zafere, evrime karşı çıkanlar da hezimete mahkûmdurlar. İnsanların iyi olmaları, kötü olmamaları onları âhirette kurtarır; ama gericiler bu dünyada başarılı olamazlar. Bu başarı bazan zalimlerin olur, bazan da adillerin olur. Bunlar devreder.
Bundan 500 yüz yıl önce çökmeye başlayan adil düzen, bugün yeniden doğmaktadır. Bugün de kuvvet düzeni çökmeye başlamıştır. Gelecek dünyada zafer “İnsanlık Anayasası”nı benimseyenlerindir. Avrupa 500 yıldır “burjuva” diye adlandırılan sermayenin zaferleri ile doludur. Niçin? Çünkü sermaye evrimciydi, ilericiydi. İlmi destekledi. İlmî çalışmalar sayesinde teknik gelişme oldu. Ancak, bu arada sosyal gerileme oldu. Şimdi o teknik gelişmeye uygun olarak sosyal gelişme olacaktır. Avrupa buna karşı direnecektir. Çünkü kurduğu sömürü düzeni yıkılacaktır. Buna karşılık mazlum Doğu “İnsanlık Anayasası”nı benimseyecek, maddeten de güçlenecektir. Direnen taraf, gerici taraf mağlup olacaktır. Avrupa sosyal konularda evrim yapamadı. Hep sahtesini yaptı. Ama fikriyatta evrim yaptı.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, “İnsanlık Anayasası”nın hedeflerini içermektedir. Ne var ki, T.C. Anayasasında bu hedefleri gerçekleştirecek mekanizmalar yoktur. “Adil Düzen Programı”nda bunlar açıkça anlatılmıştır.
-Locke, halk ayaklanmaktan nasıl alıkonur, bilemiyorum diyor. “Ne zaman ki yönetimin tiranca uygulamaları büyük kitlelere dokunur ve halk gerçek bir tehlike sezerse, o zaman devrim koşulları doğar. Bu durumda (aynı eser, XVIII. 209): “Eğer böyle olursa halk yasaya aykırı güce karşı direnmekten nasıl alıkonur, orasını bilemiyorum.” diyor”(s.444)
Tarihte genel olarak savaşlar halk arasında değil, yöneticiler arasında olur. Yöneticiler savaşır, halk kim galip gelirse ona itaat eder. Bu arada da memnunsa, mevcut olan iktidarı destekleyip karşı kuvveti çökertir, yahut karşı kuvvete destek verir. Tarihte büyük imparatorlukları kuran güçler hep bundan yararlanmışlardır. Girdikleri yerde adil düzen kurmuşlardır. Bundan Katolikler istisna edilir. Katolikler Amerika’yı keşfettiler ve soykırım yaptılar. İspanya’yı Müslümanlardan geri aldılar ve soykırım yaptılar. İşgal ettikleri ülkelerde kendi dillerini ve kültürlerini hâkim kıldılar. Soykırım yapmadılarsa da, kültür kıyımı yaptılar. Romalılar ve Araplar da zorla Hıristiyanlaştırma ve İslâmlaştırma girişimlerinde bulundular. Slavlar ve Türkler ise asla böyle bir zorlama yapmadılar.
Avrupa’nın bugün elinde çok güçlü bir silah vardır. Dünyayı hükümleri altına alabilir. Avrupa’nın ekonomik gücü insanlığa çok büyük refah getirebilir. Ancak o öyle yapmıyor. Aksine, insanlık arasında fitne çıkarıp silah satıyor. Dünyada ekonomik krizler çıkararak hâkim olma hevesinde. İşte bu tutumu sebebiyle bütün dünyanın nefretini Avrupa’ya karşı yöneltiyor. Bunu da sermaye yapıyor. Böylece, güya kendisi sömürmeye devam edecektir.
Oysa, artık dünya gerçek zalimin kim olduğunu bugün bütün açıklığıyla keşfetmiştir. Kimse Avrupa’ya düşman değil, Hıristiyanlığa da düşman değil; hattâ, havraya da düşman değil. Herkes sadece dünyayı fesada veren sömürücü sermayeye karşıdır. İnkılâp için bir gece yeterlidir. Yeter ki Allah “ol” desin, o zaman oluverecektir.
-1628-1640 yıllarında I. Charles parlamentoyu çağırmamıştır. Locke bunun da isyan sebebi olabileceğini belirtmiştir. “Locke, yürütmenin belli zamanlarda yasama organını toplantıya çağırmazsa, yasama organının kaynağı olan halkla savaş durumuna gireceğini ve yürütmeyi elinde tutanın zorla, devrimle uzaklaştırılacağını belirtir...”(s.444)
Fıkıhta kişilerin nasıl davranacakları düzenlenir. Bu kişiler köle de olabilir, bu kişi sultan da olabilir. Belli bir yer işgal etmiş olabilir. Serveti meşru kazanılmış olabilir, gasp edilmiş olabilir. Öncelikle buradaki felsefe şudur. Bunların hepsi Allah’ındır. Allah sana bunları vermiştir. Yahut,, Allah’ın kaderi ile buralara düşmüşsün. Yapacağın iş şudur. Bu şartlar altında kölelikten nasıl kurtulacaksın? Elindeki imkânları adil olarak nasıl kullanacaksın? İşte bu şeriat düzenidir. Ama köle kaderine razı olmaz, isyan edebilir. Hükümdar veya zengin de bu gücünü zulüm içinde kullanabilir. Bu durum karşısında Allah’ın ortaya koyduğu kural şudur. iyiler cennete, kötüler cehenneme gideceklerdir. Yani, sabretmeyen köle, zulmeden patron veya kral cehenneme gidecektir. Sabırlı ve adil olanlar cennete gideceklerdir. Dinlerin esası budur. Bunun yanında ilerici olanlar da bu dünyada başarıya ulaşacaklardır. Bu ilerilik bazan zulme doğru olur;bundan önceki 500 yıl böyleydi. Bazan da adalete doğru olur; bundan sonraki 500 yıl böyle olacaktır.
-Locke mülkiyeti önce ikiye ayırır.Bunlardan biri eşyanın insana özgü olmasını içeren manâdaki mülkiyettir. İnsanın bedeni için de aynı mülkiyet sözü kullanılabilir. Diğeri de eşyayı kullanma, onda tasarruf yapma mülkiyetidir. Bunu da ikiye ayırabiliriz. “Locke’un Mülkiyet Anlayışı: Mülkiyet anlamına gelen property ve estate sözcüklerini kullanır. Property ile mülkiyet yanı sıra yaşam ve özgürlüğü de içererek, bir insanın sahip olduğu “geniş anlamda mülkiyeti” dile getirir. Estatet’i ise bildiğimiz dar anlamda mülkiyet için kullanır... Mülkiyet konusunda, bir yandan kapitalizmin yararına işleyecek düşünceleri, öteyandan emek-değer kuramına temel olarak alınabilecek görüşleri savunur.”(s.444, 445)
Arapça’da mülk, yoğrulmuş toprak demektir. El emeği anlamına gelir. Türkçe’deki bilek bunun kaynağı olabilir. İlk insanlar çardak yapmışlar, toprakla sıvamışlar, o da onların olmuştur. O halde bir şeyde eğer insan emeği inzimam etmişse o mülk olmaktadır.
Bir topluluğun bir sahaya mâlik olması da mülktür. Bir kişinin bir toprağa mâlik olması da mülktür. Mülkiyet, devlet anlamında kullanıldığı gibi; bir kimsenin kendi özel varlıkları da mülktür. Bu durum bize iç içe olan mülkiyeti anlatır. Bir bucak bucak topraklarının tümüne mâliktir. Diğer bucaklardan ayrılmıştır. Ama bucak toprakları özel mülkiyete ayrılmıştır. Böylece bucak ocaklara temlik ettiği yerlerin artık mâliki değildir.
Demek ki, bucak mülkiyeti içinde ocak malları delikleri açılmış kumaşlar gibi yer alırlar. Oysa, Batı mantığında yamalar şeklinde yer alır. İslâm anlayışında bir yerin iki mâliki yoktur. Batı anlayışında üst üste mâlikler vardır. Sadece bir mülkün şeceresine başka mülk sarılmıştır. Kendi içinde de delik delik mülkler vardır. Ayrıca, işletme mülkiyeti ile yararlanma mülkiyeti ise aynı mülkte başka başka kimselerin olabilmektedir.
Kur’an’a göre, yeryüzü insanlarındır. Bir yeri işgal edenlerin ondan yararlanma hakları doğar, boşalttıkları zaman orada bir hakkı kalmaz, başkası işgal eder. Emek ise insanın kendi hakkıdır ve sadece insanın hakları emekten doğar. Ona da topluluğun asla müdahale hakkı yoktur. Eğer bir yerde insan emeği ile kamunun toprağı iç içe girmişse, kişi ile kamu arasında zorunlu ortaklık doğar. İşte bu sebepledir ki, bir özel mülkiyet hukuku oluşur ve bu hukuka göre kişi onu işletir, ama kamunun da payını verir. Verginin anlamı budur. Tamamen İslâm hukuku tarafından geliştirilmiş olan bu sistem, Batı’da yeni teorilerin kaynağı olarak takdim ediliyor.
-Kişi işleyebileceği toprağa mâlik olmalıdır. Ama ticarî ve sınaî mülkiyette üst sınır yoktur. “Onun toprak mülkiyeti konusunda, bir kişinin ancak sürebileceği büyüklükte toprağa sahip olmasının gerektiğini, daha çoğuna hakkının olmadığını söylemesi de, daha çok aristokratların büyük toprak mülklerine kaşı olan burjuva görüşünü dile getirmektedir...”(s.445)
Bir toprağa sahip olabilmek için onu işlemiş olman yeterlidir. Üst sınır yoktur. Ama işlenmiş başka mülk vergi değeri verilerek geri alınabilir. Başkasına temlik edilir. Veriş değeri tarım yerlerinde on yıllık üründür, sanayi tesislerinde beş yıllık üründür. Ticarî tesislerde ise konan sermayedir, geçmiş yıl ödenen sermaye payıdır. Ticaret mallarında sermayenin kırkta biri alındığından sınırlandırılmıştır. Sanayi tesislerinde ise işletme mülkiyeti alınmakta, yararlanma mülkiyeti ise kişilere kalmaktadır ve sınır bulunmamaktadır. Fıkıhta zararın kendisi defedilir. Zarar veren ortadan kaldırılmaz. Şerrin ehveni ihtiyar olunur.
-Mülkiyeti korumak için ölüm cezaları verilebilir. “Konu mülkiyet hakkına, mülkiyet hakkının korunmasına gelince, bu konularda parlak sözler söylemekten kendini alamamaktadır: “Siyasal erki, mülkiyeti korumak ve düzenlemek için (ölüm cezası ve daha hafif cezalar verebilen) yasalar koyma... hakkı sayıyorum.”(Uygar Yönetim Üstüne İkinci İnceleme, II. 18)”(s.445)
Bir kimse dağ başında birisini soyarsa, yahut evde gizli olarak malı çalarsa kolu kesilir. Eğer bu fiilleri yaparken bir de insana taaddi etmiş olarak bir gözü kör eder derecede suç işlerse, bir kolu ve bir ayağı kesilir. Bunların affı yoktur. Bunları açık yapmışsa, mal tazmin edilir, cana yapılanlar da diyete tâbidir. Affedilmesi caizdir. Mülkiyetin korunması ile ilgili konan diğer bir hüküm de, eğer biri birinin canına, malına, ırzına veya işine taaddi ederse, onun savunma hakkı vardır. Savunurken kendisine zarar gelirse kısas isteme hakkına sahiptir. Karşı tarafa kendisi zarar verirse, karşı taraf kısas isteyemez, ancak diyet isteyebilir. Bu diyetin ağır veya hafif olması, savunulanın değerine bağlıdır.
-Hırsızı öldürme yasaldır. ““Bu, bir kimsenin, ondan parasını ya da dilediği bir başka şeyi almak için zor kullanmak isteyen bir hırsızı, bu adam kendisini hiç incitmemiş ve yaşamı üzerinde bundan daha ileri giden herhangi bir niyeti olduğunu açıklamamış olsa bile, öldürmesini yasal kılar.”(Aynı eser, II. 18)”(s.445)
Hırsız öldürülebilir. Kısasa tâbi değildir, ama diyeti ödenir. Diyeti öldürenin akilesi öder. Görülüyor ki, İslâm hukukunda daima denge gözetilmiştir. Hırsızı korkutmak için öldürme yetkisi verilmiştir; ama aynı zamanda diyeti ödemesi gerektiği için de savunmayı yapan savunmasını dengeli yapar. Fıkıh böyle denge kanunlarına oturur. Hangi denge daha etkili ve az zararlı ise o öne geçer. Bu “fıkıh ilmi”dir. “İnsanlık Anayasası” buna göre hazırlanmıştır. Kur’an’ın hükümleri alınmıştır, ama daima denge kriteri göz önünde bulundurulmuştur. Dengelenmiş bir madde bulunursa o zaman orası açıktır demektir. Kapatılmazsa açıklık devam eder. Tüm sistem açıktır demektir.
-Locke’a göre mülkiyet hakkı öndedir. “Bu sözleri açıkça, mülkiyete yapılan bir saldırının ölümle cezalandırmaya hak ettiği anlamına gelir. Bu tutumunu da Locke, “mülkiyete saldıranın bu davranışını, her şeyimi elimden alıncaya kadar uysallıkla beklemem için hiçbir neden yoktur.” Diye savunmaya kalkar.”(s.445, 446)
Gasp kişinin haklarına tecavüzdür. Savunma hakkı vardır. Devletten bu hakkını korumasını isteme hakkı vardır. Ancak gasıp cezalandırılmaz. Çünkü kamuya karşı bir suç işlememiştir. Kamuya karşı işlenmiş suç gizli fiildir. Gizili cinsi ilişki, gizli mal alma bu kapsamdadır. Yoksa bir kimse evlenmek maksadı ile evli olmayan ve evlenebileceği birisine zorla cinsi ilişki kursa, ırza tecavüz olup kısas mümkünse kısas yapılır, değilse tazminata dönüşür ve zina cezası verilmez. Çünkü kamuya taaddi yoktur. Ceza gizli yapılmadın doğar. Çünkü orada hukukun bekçiliğini yapmayan iktidarı aciz duruma getirmektedir.
-Devlet mülkiyeti koruyan kuruluştur. “Doğal haklardan söz ederken çoğu kere mülkiyet hakkını veren Locke: “Bu yönetim altında birleşen toplulukların büyük ve ana gereği, mülkiyetin korunmasıdır.”(Aynı eser, IX. 124)”(s.446)
Kapitalistler devleti sermayenin bekçisi kabul ederler. Sosyalistler ise sermayedarı kâhya kabul ederler. Demek ki, Locke kapitalist anlayışındadır. Oysa yönetim adamları, iş adamları, din adamları ve ilim adamları arasında eşitlik vardır, Devlet bunların üstünde olan bir varlıktır. Bunların her biri ayrı olarak devletin birer organıdırlar. Bu kuruluşlardan hiçbiri diğerine hâkim değildir. Aralarında denge vardır. Bu da lâikliktir.
-Üstün erkin mülkiyete teaddisi sözkonusu değildir. ““Üstün erk bir kimseden, onun rızası olmadan malının tek bir parçasını bile alamaz.”(Aynı eser, IX. 124) sözlerinden, onun mülkiyete özgürlükten fazla önem verdiği görülmektedir.”(s.446)
Mülkiyet hakkı şer’î bir haktır. Yöneticilerin kanun vazetme yetkileri olmadığı için kimsenin mülküne tecavüz hakları yoktur. Herkesin mülkü kendisinindir. Yargı denetimindedir. Mülkiyet hakları da ancak icma ile sabit olan hükümlerle düzenlenir. Yahut, siteyi kuranlar ilk sözleşmelerinde ne yazmışlarsa odur. Onu değiştiremezler. O sebepledir ki imar değişemez. Ancak kullanılmaz hâle geldiği zaman değeri verilerek geri alınabilir. Bu da şeriata göre düzenlenmiştir. Hakemlerin denetimindedir.-.
Böylece, yazarın aydınlama çağını temsil eder kabul ettiği Locke hakkında söyleyeceklerini söylemiştir. Bu düşünürlerin hiçbirisi kendisi konuşmuyor. Bunlar kendi düşünceleri değildir. Bu düşünürlerin şahsında sermaye konuşmuştur, o günün havası içinde konuşmuştur. Fikirler İslâmiyet’ten alınmış ve kendilerine göre uyarlanmıştır.
b. Montesquieu (1689-1755) Mutlak Monarşinin Aristokratik Eleştirisi Burjuvazi Hizmetinde
-Aristokrasiyi savunmak için parlamentoyu savundu, farkında olmadan burjuvaziyi savundu. “Burjuvazinin bu yüzyılda monarşiye karşı, parlamentarist ve özgürlükçü bir siyasal tutumu benimsediği için, Montesquieu’nun düşüncelerinden yararlandığını, böylece onun farkında olmadan burjuvazinin davasına hizmet ettiğini söylemiştik...”(s.446)
Parlamento halk için değil, aristokratlar için savunulmuştur. Önce toprak patronları hâkimdi, şimdi sermaye patronları hâkim olmuştur. Sermaye, fikirlere karşı gelmek yerine, o fikirlerden yararlanmayı hep bilmiştir.
Türkiye önce din tekeline alınmış ve böylece yozlaştırılmak istenmiştir. Başlangıçta bunu başaramayanlar, sonra dini sermeye tekeline aldılar. Vakıflar aracılığı ile din adamlarını desteklediler. Şimdi de sermayenin desteğini çekerek din adamlarını etkisiz hâle getirdiler. Mideleriyle bağlı din adamları evlerinde oturup maaş almaya devam etmektedirler.
-Aristokrattır, avukattır, kral onu parlamentoya atamıştır, İran’a gitmiştir. Yunan ve Roma’yı bilmektedir. İngiltere parlamentosundan etkilenmiştir. “Montesquieu’nun Yaşamı: Charles de Secondat baron de la Btéde et de Montesquieu (1689-1755), adından da anlaşılacağı gibi aristokrat kökenli bir düşünürdür. Fransız Devrimi’nden 100 yıl önce doğmuş ve Aydınlanma Çağı’nda yaşamıştır. Hukuk okumuş ve doğal bilimlerle ilgilenmiştir. Antik kültürle, Yunan ve Roma kültürleriyle de beslenmiştir. 1716 yılında kral tarafından parlamentoya atanmıştır. 1627 yılında Fransız Akademisi’ne seçilmiştir. Kıta Avrupa’sı ve İngiltere’yi dolaşmış, İran’da da bulunmuştur...”(s.446)
Montesquieu parlamentoyu aristokrat olduğu için savunmuştur. İslâm ülkelerini gördüğü için de kralın yönetimini şeriatın sınırları içinde görmüştür. Ona göre teorisini geliştirmiştir. Sermaye krala karşı onu desteklemiştir. Yani, onun fikirleri sermayenin işine gelmiştir.
Sermaye İran’da da benzer uygulamayı yapmıştır. Humeyni’yi krala yani İran Şahı’na karşı desteklemişti. Sermaye İran’a parlamentarizm getirecek ve ateist bir İran oluşturacaktı. Ama Humeyni galip geldi. Şimdi İran’da sermayenin istemediği bir düzen vardır. Kara listeye alınan ülkeler bunlardır. Yani, eğer sermaye orada hâkim değilse, orası anarşist ülkedir. Sonunda hesabı görülmelidir. Son olarak ABD’de kendi yıktığı kuleleri bahane edip o ülkelere saldırmaktadır. Saldıracağı ülkeleri de açıklamıştı; Afganistan, Irak, Yemen, Sudan, Libya, İran, falan filan! Bir de bu hususta Amerika’yı desteklemeyen ülkeler, yani sonunda Türkiye. Türkiye İran’la savaşa girecek, iki ülkeye silah yardımı yapacak, iki tarafı birbirine kırdıracak; ya da komşulara destek verip komşular ve süper güçler Türkiye’ye saldıracak. Türkiye şimdi onlara göre ölümlerden ölüm beğenme durumundadır.
“İnsanlık Anayasası”nı kabul ederse Türkiye kurtulur, yoksa yok olur. Bunu biz söylemiyoruz, matematik söylüyor, dış borç söylüyor... İşsizlik söylüyor, sefalet söylüyor, rüşvet söylüyor... Devleti hortumlayanlar söylüyor... Eşkıyalar söylüyor; söylüyor, söylüyor, söylüyor...
-“1721’de İran Mektupları’nı, 1734’te Romalıların Büyüklüğü ve Düşüşü Üzerine Düşünceler’i, 1734-1748 yılları arasında Yasaların Ruhu’nu yazmıştır.”(s.447)
Demek ki ilk etki Müslümanlardan olmuştur. Doğu’yu görmüş, ondan sonra yazmaya başlamıştır. Ne yazmıştır? İslâmî düşünceleri romanın kılıfı içinde anlatmıştır. Çünkü doğrudan doğruya İslâm’ı anlatsa, burjuvazinin işine gelmeyecek.
Montesquieu’nun Siyasal Görüşleri
-Montesquieu kişinin topluluğu değiştirebileceği görüşünden değiştiremeyeceği görüşüne varmıştır. “Montesquieu’nun ömrü boyunca değişen siyasal görüşleri, yazmış olduğu üç yapıtta, Aydınlanma Çağı’nın etkisi altında kaldığı insan aklına aşırı güvenden, insanın toplumsal kurumlarını değiştirebileceği yolundaki iyimser tutumundan, toplumsal kurumların oluşumunda çevrenin baş belirleyici olduğu, dolayısıyla çevrenin belirlediği tarihsel geleneksel kurumlar üzerinde oynanamayacağı yolundaki tutucu görüşe doğru kaymıştır.”(s.447)
Sosyal olaylar için Allah’ın çizdiği kader vardır. Onu değiştirmek mümkün değildir. Avrupa Uygarlığı 1500’den itibaren yükselecek, 2000’de zirveye ulaşacak, sonra çökmeye başlayacak. Bu ilâhî kaderdir, kimse değiştiremez. Hak Uygarlığı 2000 yıllarında doğacak ve 2500’e kadar gelişecek, ondan sonra yaşlanıp 3000 yıllarının sonlarında çökecektir. Yeni Hak uygarlığı doğacaktır. Bu uygarlık Kur’an’ın hidayeti ile gerçekleşecektir. Bunlar kaderdir. Ama bunun Türkiye veya Moğolistan’da mı doğacağı, şimdi mi yoksa bir müddet sonra mı olacağı hususu kişilerin çalışmasına bağlıdır. Başka bir kural olarak da diyebiliriz ki; bu iş bir işletmeden ve ocaktan başlayıp genişleyecektir. Bir iktidar bunları istismar edebilir ama gerçekleştiremez. Kişi yaptıkları ile topluluğa etki eder, ama kendi istediği istikamette değil, sosyal yapının algıladığı yönde etkilemiş olur.
-İran Mektupları’nda sözde iki İranlının Batı’yı İran’a yazdıkları mektuplarda anlatmaktadır. “1721 yılında yazdığı Acem Mektupları’nda, Paris’e gezmeye gelen iki İranlı’nın, sözde, yazdıkları mektuplarında, Fransa’nın o tarihlerdeki toplumsal kurumlarını hicvederek, kiliseyi, XIV. Louis mutlakçılığını, aristokrat sınıfın bozulmasını eleştirmektedir...”(s.447)
Montesquieu İslâmiyet’i tetkik etmiş, İslâmiyet’in kendi ülkesine nasıl baktığını görmüş, krallığı ve XIV. Louis’i tenkit ederek parlamentarizmi savunmuştur. Siyasilerin huyu budur. Kendilerinin ne yapacaklarını anlatmaktan çok, karşı tarafı eleştirir, eleştirir, sonunda kendilerinin kurtuluş olduğunu söylerler. İslâmiyet kendi kendisinin ne olduğunu söylüyor.
Biz ne yapıyoruz?
Biz onların fikirlerinin yanlışlığından çok, bizim doğru fikirlerimizi ortaya koyuyoruz. Merkezî yönetim ve ekseriyet sistemi olduktan sonra, ne yapsanız birileri ondan yararlanır, siz ortaya koyduğunuz hedefe ulaşamazsınız. Ama sizin de hedefiniz birilerini istismar ise, o zaman bize okuyup seyretmek düşer. Zavallı XIV. Louis’i de öyle konuşturan sermayedir. Böylece harcayacaktır.
-Romalıların düşüşünde, çevresel ve geleneksel değerleri değerlendirmektedir. (s.447)
İbni Haldun, iklimin topluluklara etki ettiğini, doğulu veya batılı olmamızın etkili olmadığını iddia etmiştir. Hadarî ve bedevî olmanın da toplulukları değişik şekilde etki ettiğini ele almıştır. Montesquieu bunu Roma üzerinde anlatıp krallığı yermektedir.
-“Yasaların Ruhu”nda çevrenin ve geleneğin etkisini ele almıştır. “1734-1748 yılları arasında 17 yılda yazdığı baş siyasal yapıtı olan L’esprit des lois (Yasaların Ruhu) adlı kitabında, toplumsal kurumların, anayasaların, yasaların oluşmasında çevresel, geleneksel öğeleri baş etmenler olarak görmeye başlamıştır.”(s.447)
İnkılâpları yapmak son derece zordur. Bunu peygamberler şu şekilde başarmışlardır:
- Bir kitap getirmişler ve açıklamadan onları okutmuşlardır. Halk onun etkisinde kendi zihnî melekelerini geliştirmiştir.
- Sonra öğretilenlere göre, ocaktan seviyesinden başlamak üzere küçük topluluk oluşturup örnek uygulama yapmışlardır.
- Topluluğu küçükken örgütlemişler ve düşüncelerini yaymada kullanmışlardır.
- Kendilerine örmek olan siteler oluşmuş ve bunlara katılmışlardır.
-Topluluk başka şekliyle dıştan etkilerle oluşmuştur. “Montesquieu’nun özgürlük sorununu, Fransa’da mutlak monarşinin gelişmesi üzerine doğan özgürlük bunalımını, mutlak monarşinin kralla halk arasındaki aracı kurumları kaldırmasında bularak, somut olgulara,kuramsal nedenlere dayandırarak çözmeye çalışması, gerçekten bilimsel bir tutumdur. Kendini Aydınlanma Çağı’nın spekülasyoncu tutumundan kurtararak, toplumsal sorunları kuramsal, geleneksel, çevresel koşullarla açıklamaya çalıştığı için, Montesquieu, bazı yazarlar tarafından çağdaş siyaset biliminin kurucusu sayılır.”(s.448)
Montesquieu oluşları tarihî sebeplere bağlamıştır. Dolayısıyla modern siyaset biliminin kurucusudur. İbni Haldun, 14. yüzyılın ikinci yarısında yazdığı “Mukaddime”de, sosyal olayların tarihî gelişmelerle ilgili olduğunu kalın bir cilt kitapta toplamıştır.
Montesquieu bunu kendi dönemindeki olaylara bağlamıştır, ama bugün bizim yaptığımız izahları yapabilmiş midir? “Haçlı Seferleri ile Doğu’dan teknoloji gelmiş, İstanbul fethedilince Avrupa batıya yönelmek zorunda kalmış, Amerika’yı keşfetmiş, Avrupa zengin olmaya başlamış, böylece sermaye yönetime hâkim olmaya başlamış ve önce kiliseyi yıkmış, sonra krallıklar kurmuştur. Şimdi de krallığı yıkıp parlamentarizmi getirmek istiyor.” diyebilmiş midir? Demişse, İbni Haldun’u anlamış ve çağını değerlendirmiştir Yoksa, özenmiş ama başaramamıştır. Sadece sermayeye araç olmuştur.
-Bazılarına göre, Montesquieu çevrenin ve geleneklerin etkisini açıklarken aslında aristokrasiyi savunmuştur, dolayısıyla tutucu bir düşünürdür. “Ancak öteki bazı yazarlar, Montesquieu’nun bu görünümü altında aristokratik, tutucu, önyargılı tutumuna dikkati çekerler... Sonuç olarak Montesquieu’nun çevresel, kuramsal etmenlere, önem veren bilimsel görünümlü siyaset kuramını, mutlak monarşinin zayıflattığı aristokrasinin haklarını, özgürlüklerini, ayrıcalıklarını, bir sözcükle “çıkarlarını” savunmak amacıyla kurduğu söylenmektedir.”(s.448)
İlim adamının en büyük özelliği tarafsız olmaktır. Tuttuğu tarafı savunmak ilim değildir. Ama ilim adamı ilmi tutmalı ve sadece ilmi savunmalıdır.
Şimdi biz de açıklamalarımızı yaparken, İslâm uygarlıklarının tarafını tutarak açıklıyoruz gibi gelebilir. Halbuki biz iki uygarlığı eşit şartlar içinde açıklıyoruz. Uygarlıkların ömürlerinin 1000 yıl olduğunu, 500 yıllık gecikme ile gelip gittiklerini, insanlığın oluşmasında etkin rol aldıklarını söylüyoruz. Tek taraflı konuşmuyoruz. Avrupa’yı yok farz edip fikirler yürütmüyoruz. Tam tersine, Avrupa düşünüşü içinde İslâmiyet’i anlatıyoruz. Adeta savunma durumundayız. Nitekim, Avrupalı düşünür de alıp İslâmiyet’i anlatmalı ve kritik etmeli idi. Bunu da yine Prof. Dr. İlhan Arsel yapmıştır. Kendisini Avrupalı yapmış ama İslâmiyet’i anlatmıştır. Bizde ona cevap veren 1200 sayfalık iki ciltlik bir kitap yazıp yayınladık. Şimdi bir Türk yine kendisini Avrupalı gibi görerek bize Avrupa’yı anlatıyor; biz de onu cevaplıyoruz.
Bunu niçin yapıyoruz? Batılıların İslâmiyet’i kendi dilleri içinde anlamalarını istiyoruz. Biz böyle parça parça anlatmakla sistemi kavratabilecek miyiz? Elbette hayır!
Ama “İnsanlık Anayasası” ile topluca derlenmiş ve toplanmış bir sunu süreceğiz. Yapılacak başka bir işimiz daha var, “İnsanlık Anayasası”na Kur’an’dan deliller bulmak. Mesela, “İnsanlık Anayasası” şöyle başlıyor: “ Yeryüzü insanlığındır.” Bize, deliliniz nedir? diyebilirsiniz. İşte cevabımız:
“Ey bütün insanlar!” “Yeryüzünde ne varsa hepsini birlikte sizin için yaratan O’dur.”(Bakara(2);29) “Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim.”(Bakara(2);30)
İşte Anayasamızın baştan sonuna kadar hangi âyetlere dayanılarak ortaya konduğu, bundan sonra ele alınacak bir konu olacaktır.
-Yasaların çevresel etkilerle oluştuğunu söyler. “Montesquieu’da Yasaların Ruhu, Çevresel Etmenlerin Önemi: Bu konuda yasaları doğal haklara, doğal hukuka, toplum sözleşmesi kuramlarına dayandıran çoğu Aydınlanma düşünüründen ayrılarak, çevresel etkiler üzerinde durur.”(s.448)
İlimler iki çeşittir. Biri, mevcut olan duruma nereden gelinmiştir? Diğeri de, bundan sonra nerelere gidilecektir? İster bir oluşu ele alıp incelerken olsun, isterse gelecekte olacaklar hakkında görüş bildirirken olsun, genel kurallar ortaya konur. Evet, Dünya Güneş’in etrafında döndüğü için yaz ve kış oluyor, bu doğrudur. Ama bu dönüşün ne gibi yararlarının olduğunu bilmek de o kadar doğrudur. Krallar yönetime hâkim oldular, şöyle sebeplerle hâkim oldular. O hâkimiyetin varlığı ne kadar doğru ise, böyle hakimiyete ihtiyaç olduğunu ortaya koymak ilimdir. Yani, tüme varmak ve tümden gelmek gerekir. İlletlerin yanında hikmetlerin de bilinmesi gerekir. İşte bu sermayenin işine gelmez. “Sen illetleri tesbit et, sonra otur oturduğun yerde! Gelecek hakkında ne olacağına ben karar veririm!” der.
Şimdi bizim yazdıklarımızın pek çoğu İbni Haldun’un yazdıklarının durumuna düşecektir. Bizimkiler önem vermeyecekler! Batılılar da yararlanacaklar, ama sonra bir adam çıkaracaklar ve bunları onlara söyletecekler. Biz bunu görüyoruz ve yaşıyoruz. Nitekim bizim internetteki alanlarımıza saldırıyorlar, hem de kurtlar gibi saldırıyor! Çünkü daha sonra kendi alanlarında yer verecekler. Ancak, biz bunların üzerinde durmuyoruz.
Allah Kur’an’da diyor ki; “Zikri biz indirdik, onu biz koruyacağız.”(Hicr(15);9)
Söylediklerimiz doğru ise, hiç kimse bunları yok edemez. Yok etse bile, daha iyi yapanlar çıkar. Kötü ise, yanlışsa, biz de isteriz ki; yok olsun da sırtımıza fazla günahlar binmesin. Ancak, “Adil Düzen Çalışanları” bütün bunların bilincinde olmalıdırlar.
-İklimlerin etkileri Aristo’dan beri gelmektedir. Bu sahte kuramı yenilemektedir. “Çevresel etmenlere ağırlık veren görüşlerinin esin kaynağı,besbelli Aristoteles’den beri süregelen, kuzey, güney ve orta iklim kuşaklarının insanlarının, iklimsel etkilerden dolayı, farklı karakterlere, dolayısıyla farklı siyasal kurumlara sahip oldukları yolundaki görüştür. Montesquieu’da bu sahte-bilimsel ve önyargılara dayanan kuramı, bazı değişikliklerle ve kendi önyargılarını destekleyecek biçimde yeniden ısıtıp sunmaktadır.”(s.449)
Yazar, Aristo’dan beri bilinen, İbni Haldun’un da ele aldığı ve bizim de temel varsayımımız olan bu kurala “sahte” diyor. Oysa, ben bu kuralı bu kitapları okumadan yazdım. İlmin bir kuralı vardır. Tarihteki olaylarda uygarlıklar doğmuş. Kaçı sıcak ülkelerde, kaçı orta ülkelerde, kaçı soğuk ülkelerde doğmuştur? Akınlar nereden nereye olmuştur? Hiç Orta Asya’ya Hindistan’dan giden olmuş mudur? Ancak, kuzeyden güneye durmadan akınlar olmuştur. İslâmiyet güneyde doğmuş ve yayılmış ama biraz sonra Türkler yani kuzeyliler hâkim olmuştur. Moğollar dünyaya hâkim olmuşlar ama biraz sonra İslâmiyet’i kabul etmişlerdir, Çin’e giden Moğollar da Budist olmuşlardır. Bunun neresi sahtedir? Anlamak gerçekten zordur. Batı Uygarlığı Roma’da gelişti, Berlin’de değil; ama Almanlar geliştirdiler. Teknolojinin gelişmesi ile bu kural değişebilir. Çünkü uygarlığın kaynağı sıcak ülkelere kaymıştır, bundan sonra da kuzeye kayabilir. Ama bu iklimlerin etkisi yoktur anlamını çıkarmaz. Biz Artvinli ve Kosovalıyız, ama İzmir’de yazıyoruz. Acaba neden?
-Doğuda düzlükler var, büyük devletler oluşur; batıda dağlık yerler var, küçük devletler oluşur. Batılılar özgürlüğü severler. “Montesquieu’ya göre, kuzey bölgeleri ile güney bölgeleri arasında, büyük iklim farklılıkları ola ve geniş düzlüklerin bulunduğu Asya ülkelerinde, örneğin Rusya’da, İran’da, Anadolu’da, kuzeyin sert insanları güneyin yumuşak insanlarını boyunduruk altına alır ve buralarda geniş despotik imparatorluklar ortaya çıkar... Avrupa’da birbirlerinden bağımsız küçük siyasal birimler ortaya çıkar. Bu küçük siyasal birimler, bağımsızlıklarını sürdürürler ve özgürlüklerine düşkün olurlar.”(s.449)
Uygarlığın kaynağı, iklimin müsait olması sebebiyle yakın şarkın güneyi olmuştur. Bugün dünyaya etki eden kimseler buralarda yetiştiler. Gelişmeleri ise Asya tarafında olmuştur. Uzak ülkeler olduğu için geri yansıma olmamıştır. Akdeniz havzası ise yansımalar yapmıştır. Kuzey halkı Hıristiyan oldu ve Hıristiyanlığı yaydı, Kuzey Asyalılar Müslüman oldu ve İslâmiyet’i yaydı. Doğu’da büyük imparatorluklar kuruldu hep Avrupa’yı işgal etti; Hunlar, Moğollar, Osmanlılar hep batıyı istilâ etmediler mi? Ama sonra da Avrupalılar tüm dünyayı istilâ ettiler. Hem de deniz yoluyla. Çünkü teknoloji onu getirmiştir. Coğrafî şartlar onu gerektirmiştir. Almanlar bu paylaşmada katılamadılar ama savaşları sonunda yine devreye girdiler. Kuzeyliler kazanır ama uygarlık güneylilerin uygarlığıdır. Batı Uygarlığı kurulduktan sonra o uygarlığın nimetlerinden herkes yararlanır. Artık kuzeyde oturmak bir şey ifade etmiyor.
-Montesquieu’nun görüşleri tarihsel bir gelişmeden çok, çağının ön yargılarından oluşmuştur. “Sabine, onun kuramlarını tarihsel ve çağdaş yönetim biçimlerinin incelenmesi ile tümevarımcı, nesnel bir yöntemle genel yargılara varmak yoluyla kurmaktan çok tarihten ve zamanından önyargılarına uygun örnekleri seçerek kurduğunu söyler.”(s.449
Her düşünür çağının etkisinde kalır. Çünkü orada yaşıyor ve görüyor. Geride olanlar tahminden ibarettir, gelecekte olanlar da tahmindir. Biz de çağımızın etkisindeyiz.
Acaba yüz yıl önce gelseydik, ne düşünürdük? Türkiye’de değil de Nijerya’da doğsaydık, ne düşünürdük? Kimse diyebilir mi ki, aynı şeyleri düşünürdük.
Kur’an okumasaydık, bunları düşünebilir miydik? Batı kültürünü almasaydık, bunlar düşünür müydük? Bugün yaygın olan ateizm, geçmişin sihrinden daha çirkin ve aptalca bir düşünüş olacaktır. Bugün kim onun etkisinden kurtulabiliyor?
-Yasaları yalnız iklimler belirlemez, din ve gelenekler de belirler. “Montesquieu yasaların, anayasanın, siyasal düzenin, siyasal kurumların biçimini salt coğrafya (iklim, çevre) etmenlerinin belirlediğini söylemez. Bunlar yanı sıra maddi, tinsel birçok öğeler, din, gelenek, ekonomi de, yasaları belirleyen etmenler arasındadır. Tüm bu etmenler birlikte yasaların ruhunu oluştururlar.”(s.449)
Ateist Avrupa Katolikliğe dayanarak Avrupa Birliğini, kurmuyor. Hattâ Protestanlığı da Katoliklik saymaktadır, çünkü kendisinden ayrılmadır. Ortodoksluğu ise İslâmiyet gibi görmektedir. Yunanlılarla Türkiye’yi bunun için çatıştırmaktadır. İkisinden de böylece kurtulma yönündedirler. Rusya Avrupa için İran kadar yabancıdır. O halde Montesquieu burada da tamamen haklıdır. Kur’an çevre ve sosyal etkilerin dışındadır ama içtihatlarla oluşmuş fıkıh tamamen çevre ve iklim şartları içindedir. Meselâ, zinada recm Kur’an’da olmadığı halde, bütün fıkıh kitapları müesseseyi yaşatmışlardır. Neden? Çünkü o topluluğun zinaya karşı aşırı infiali vardır. Hz. Peygamber’in recmettiği doğru olabilir. Ama ya âyet sonra gelmişse. O zaman uygulama kalkmış demektir. Bu etki altındaki yorumu da biz kötü bir şey görmüyoruz. Topluluğu iyiye götürmek için kötü olmayan anlayışlarına dokunmamak gerekir. Türkiye’de Kur’an Kursları iyi olmasa bile kötü değildir. Sabahtan akşama kadar tüm gün caz müziği dinliyor da, Kur’an’dan bir müzik sesi dinlese ne olur? Ona saldırmak tüm inkılâpları alt-üst eder, o topluluğa doğruları anlatamazsınız. Tarikatlar ve Hıristiyanlık böyle yayılmıştır. Hattâ bunlara tavizler de vermişlerdir. Bu taviz vermeseydiler de insanlık hâlâ sihir döneminde mi yaşasaydı?
-Yasalar coğrafî ve sosyal yapıya uygun olmalıdır. ““Yasalar, ülkenin coğrafi konumuna, soğuk, sıcak ya da ılıman oluşuna, toprağın niteliğine,engebelerine, büyüklüğüne, halkın yaşama biçimine, çiftçi, avcı ya da çoban oluşuna, halkın dinine, eğilimlerine, zenginlik düzeyine, sayısına, ticaret hayatına, örf ve adetlerine uygun olmalıdır... Tümü birlikte “yasaların ruhu” denilen şeyi meydana getirir... Bunların tümü birlikte “yasaların ruhu” denilen şeyi meydana getirir.” (Yasaların Ruhu, I. I)”(s.449, 450)
İbni Haldun tüm tarihi coğrafî ve sosyal şartlarla açıklamıştır. Uygarlığın neden ırmak kenarlarında doğduğunu izah etmiştir. Uygarlığın bir merkezden yayıldığını söylemiştir. Uygarlığın çobanların çiftçiler üzerindeki karışmaları ile doğduğunu söylemiştir. Bütün bunlar, tarihin coğrafî ve sosyal etkinlikler sonunda geliştiğini açık olarak belirtmiştir. Montesquieu’nun benzer açıklamaları neden ilmî sayılmıyor. Kaşgarlı Mahmut Lugat’ını Bağdat’ta yazmıştır, Kaşgar’da değil. Şartlara göre hükümler değiştiği içindir, değişik kitaplar ve peygamberler gelmiştir. Kur’an ise tek kitap olmuş ama onun yanında içtihat ve icma müesseseleri getirilmiştir. İlmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıklarını ortaya koyarak, bunlardaki çokluk ile uygarlık yarış üzerine oturtulmuştur.
-Her ülkenin yasası farklıdır. “Montesquieu, her ülkenin yasalarının, anayasasının, siyasal kurumlarının, bu etmenlerin o ülkedeki durumlarına göre belirleneceğini söyler.”(s.450)
Birbirini çok yakından bilen insanlar arasında biyolojik ve psikolojik yakınlıklarla, tüm yaşayış saatlerinde birlikte olmaları nedeniyle bir birlik doğar. Bu birlik ikili ilişkileri oluşturur. Koca, anne, baba, kardeşler, gelin, damat, akrabalar, hizmetçiler, konuklar aile içinde özel yerlere sahiptirler. Karı ile koca arasında, anne ile çocuk arasında kurulan bağlar genelde belli ise de, yakından bakıldığında her bağ tamamen özeldir. Her ailede karı-koca veya baba-çocuk gibi ikili ilişkiler farklı şekilde kurulur ve dengelenir. Bu itibarla mikroda her aile farklıdır. Ama aralarında bir denge vardır. Herkes kendi işini, hak ve görevlerini çekişmeli de olsa belirlemiştir. Birbirine etki etmektedirler.
Bucakta ise devamlı olarak ikili ilişkiler yoktur. Her gün değişik kimselerle karşılaşılmaktadır. Onlarla hissî, fikrî, amelî ve sosyal ilişkiler içine girilmektedir. Ne var ki, karşılaşılan insanlar birbirini tanımakta, ilişkiler hafızada yerleşmekte, özel ve genel ilişkiler şeklini almaktadır. Ocakta tercih hakkın yoktur. Oysa, bucakta aynı işi yapan değişik insanlar vardır ve sen ilişkini istediğinle ilişki kurabiliyorsun. Bu da insanlar arasında yarış doğurmaktadır. İnsan çevresine kendisini beğendirmek, sevdirmek istemektedir. Onları korkutmak veya onlarla tartışmak ve yarışmak istemektedir. İşte bu istek insanı ikili varlık hâline getirmektedir. Toplulukta başka, kendi içinde başka bir varlık. Böylece topluluk kendilerini değişik şekilde arz eden insanların oluşturduğu bir düzen oluşturmaktadır. Ayrı ayrı kimsenin inanmadığı şeyler bir araya gelince herkes inanmış görünmektedir. İşte, İslâm ile îman arasındaki fark budur. İslâm görünen insanları, îman ise gerçek insanları simgeler.
Topluluk daha da çoğalırsa insanlar birbirlerini tanımaz olurlar ve sosyal ilişkiler de kalkar. Ne var ki, temsilciler aracılığı ile sosyal ilişkiler doğabilmektedir. Her bucaktan gelen temsilciler ilde merkez bucağı oluşturmakta, böylece ildekiler birbirlerini tanıyamazlar ama ortak tanıyanları vardır. Bunlarla ikili ilişkiler kurabilirler. Bundan başka ilçe merkezlerinde ise halk merkez bucaktakileri tanırlar ama merkez bucaktakiler halkı tanımazlar. İşte tüm sosyal ve ikili ilişkiler bunun üzerinde kurulur.
Devlete seviyesine gelinirse, kişiler arasındaki ilişki iki kademeli olmuştur. Yani, ancak tanıdığın tanıdığı aracılığı ile ikili ilişki sağlanır. Aynı dili bildikleri için, karşılaşan iki kişi anlaşabilmektedir. İkili ilişkiyi doğrudan kurabilmektedir. Oysa, diğer ulus halkı ile artık ikili ilişki kuramamaktadır. Ancak tercümanlar aracılığı ile ilişki kurabilmektedir. İki dili bilse bile, insan bir dil içinde düşündüğü için kendi kendine tercüman olarak ilişki kurabilmektedir.
İşte bu özelliklerden dolayı, insanlar ocak içinde yaşarlar, bucak içinde çalışırlar, il içinde iç güvenliği sağlarlar, ülke içinde dış savunmalarını yaparlar, insanlık içinde de uygarlıklarını geliştirirler. Ocak, bucak, insanlık barışa; il ve ülke ise savaşa dayalıdır. Her ocağın ayrı yapısı vardır, her bucağın ayrı yapısı vardır. İnsanlar yaşama kurallarını ocaklarda kendileri oluştururlar, yahut sosyal grup olarak dayanışma içinde ekoller hâlinde oluştururlar. Kamu hukuku her bucakta ayrı ayrı oluşur, özel hukuk ise tüm insanlık içinde ama çoklu sosyal gruplar arasında ayrı ayrı oluşur. Kamu hukuku coğrafyaya göre, özel hukuk ise sosyal gruplara göre oluşur.
İşte İslâmiyet’in getirdiği bu son derece makul, dengeli, gerçekçi ve ileri hukuk anlayışını insanlık hâlâ anlayamamıştır. Devletler kanunları ile bir taraftan bucakların iç işlerine karışmakta, diğer taraftan insanlık içinde de bölücülük yapmaktadırlar. Oysa, beyin veya kalp hücrelere karışmaz. O genel olarak organların hareketini düzenler ve kanı dolaştırır. Hücreler kan ile alışveriş yaparlar. Her hücre kendi iç düzenini kendisi kurar.
-Her ülke için en iyi yasa farklıdır. Gelenekler en iyi yasaları oluşturur. Birincisi doğru, ikincisi tutucudur. “Böyle bir kuramdan iki önemli sonuç çıkmaktadır: Birinci olarak, evrensel bir en iyi yönetim biçiminden söz edilemez; fakat farklı ülkelere, farklı uluslara, farklı yönetimler uygun düşebilir. İkinci olarak, herhangi bir ülkedeki geleneksel yasalar, geleneksel yönetim biçimi, o ülkenin koşullarına en uygun olanlardır. Bu iki sonuçtan birincisi, siyasal düşünceler tarihi boyunca karşılaşılan her yerde ve her zaman için en iyi yönetim biçimi tartışmalarıyla karşılaştırıldığında, daha bilimsel bir yaklaşımın ürünü olarak görünür. Bu noktada Montesquieu’nun çağdaş siyaset bilimine katkısı yadsınamaz. İkinci sonuç ise, Montesquieu’nun eline, tutucu siyasal görüşlerini destekleyecek bir araç vermektedir...”(s.450)
Her bucağın kamu yasaları farklıdır. İlde, il ve ilçe merkez bucaklarının kamu yasaları aynıdır. Ülkede, ülke ve bölge merkez bucaklarının kamu yasaları aynıdır. İnsanlıkta, insanlık ve kıta merkez bucaklarının kamu yasaları aynıdır. Özel yasalar özel sözleşmelerden oluşur. Aynı sosyal grubun tamamlayıcı yasaları aynıdır. Bunun anlamı şudur, eğer iki kişi sözleşme yapmışsa, o sözleşmede yazılanlar geçerlidir. Ama herhangi bir mesele sözleşmelerinde yazılı değilse, eksik olan hükümler konusunda mensup oldukları sosyal gruplarda oluşmuş hükümler geçerlidir. Önce bucak, yoksa il, yoksa ülke, yoksa insanlık arası sosyal grup hükümleri geçerlidir. Yani, bunlar tamamlayıcı hükümleri içerir. İspat külfeti kime ait değilse, onun mensup olduğu sosyal grubun hükümleri geçerli olur.
Oluşmuş ve topluluğu ileri götürmüş olan yasalar en uygun yasalardır. Ancak, topluluk gelişince yapısı değişir, eskiden çok iyi olan kurallar yeni hayata uymayabilir, dolayısıyla değişmeleri gerekir. O halde statik iyi yasalar yoktur. Coğrafî yerlere göre nasıl yasalar değişikse, bir toplulukta da yasalar zamanla değişiklik içinde olacaktır. Ancak bu değişme böyle parmak hesabı olunca yasa olmaktan çıkar. O halde, değişme olmalıdır, ama gerektiğinde değişme olmalıdır. Şimdi bunun nasıl sağlandığını açıklayalım:
- Genel olarak ne sosyal gruplar (mezhepler, ekoller) yapılarını değiştirebilirler, ne de bucaklar kendi kamu hukuklarını kolay kolay değiştirebilirler. Sosyal yapı tutucudur. Değişme yeni mezheplerin oluşması ile, yeni bucakların kurulması ile olur.
- Mevcut yasalar sorunları çözmeyince insanlar yeni yasa arayışına girerler. İnsanlar bu yeni yasaları uygulayacak sosyal grup oluştururlar, yahut kendilerine yeni bucaklar kurarlar. Sorunları çözmüşlerse, diğer bucaklar da kendilerini fesheder ve yeni bucak olarak teşkilâtlanabilirler. Bu önce taşra bucaklarında gerçekleşir, sonra il ve ilçe merkez bucaklarında gerçekleşir, sonra ülke ve bölge merkez bucaklarında gerçekleşir, nihayet insanlık ve kıta merkez bucaklarında gerçekleşir. Yeni işletmeler oluştururlar, yeni mezhepler geliştirirler.
İşte içtihat ve icma sistemine bunun için ihtiyaç vardır. Lâikliğe ve demokrasiye bunun için ihtiyaç vardır. Ekonomide liberalliğe bunun için ihtiyaç vardır. Sovyetler başlangıçta ikinci süper devlet oldular, ama tekel olduğu için gelişme yapamadılar ve dağıldılar. Kapitalizm çoklu yarış içinde uygarlıkta hamleler yapmaktadır.