ADİL DÜZEN İNSANLIK ANAYASASI
Süleyman Karagülle
1909 Okunma
7GEREKÇE-4-

II. BÖLÜM

İLKEL TOPLULUKTAN UYGAR TOPLUMA GEÇİŞ AŞAMASINDA EKONOMİK, TOPLUMSAL, DÜŞÜNSEL VE İDEOLOJİK

YAPILARIN ETKİLEŞİMİ

“Tarih, enerjinin toplumsal yapıya dönüştürülmesi sürecidir.”

Carleton S. Coon

 

-İnsanlık, ilkel geçiş ve uygarlık aşamasına geçirmiştir. İlkel aşama ve uygar aşama çok farklıdır. “İlkel topluluğun ekonomik, toplumsal, düşünsel yapıları ile bu yapılar arasındaki etkileşimler “Birinci Bölüm”de ele alınıp saptanmaya çalışıldı. İlkel topluluğun söz konusu bölümde betimlenen yapısıyla, uygar toplumun “Üçüncü Bölüm”de betimlenecek olan yapısı arasında olağanüstü büyük farklılıklar vardır. Bu farklılıkların hemen tümünün temelleri ilkel topluluktan uygar topluma geçiş aşamasında, bu çalışmada “geçiş toplumu” denen toplumda atılmıştır.”(s.125)

Hayvanları insan sayar, hayvanların insanlaştığını kabul ederseniz, mesele çok farklı görünür. İnsan öncesi hayvanların biyolojik evrimle bedenen insana çok benzemiş olması evrimcileri yanıltmıştır. Bugün ilmen kesin olarak biliniyor ki, biyolojik evrim sıçramalı olmuştur ve insanlar bir tek anne-babadan türemişlerdir. Matematik ile müsbet ilmi ve ihtimaliyat hesabını bilmeyenler hata yapmaya devam ederler. Halbuki          en çok muhtemeli kabul etmektir. Oysa, genetik kodlamada en çok muhtemel değil        matematikman sıfırdır. Çünkü ihtimaliyatta istediğin kadar düşük olarak bulursun. Yeni ilmî buluş bu ihtimaliyatı düşürmektedir. İlmî buluşlar da bitmemektedir.

İnsanlık üç dönem geçirmiştir. Göçebelik, tarım ve sanayi dönemi. Bu üç dönemin sosyal kanunları farklıdır. Biri gaza, birisi katıya, biri de sıvıya benzer.

Bunun dışında insanlık toplayıcılık, avcılık, çobanlık, çiftçilik dönemleri ile pazar, tüccar, emek ve ortaklık mübadeleleri biçimlerini geçirmiştir.

İlimde görenek, tedris, tartışma, deneme ve karşılaştırma dönemlerini geçirmiştir.

Yönetimde ocak, bucak, il, ülke ve insanlık dönemlerini yaşamış ve yaşamaktadır.

Dinde yönetim dini, şeriat dini ve içtihat dini olmak üzere üç ana devreleri geçirmiştir.

İnsan, insan olarak ilk yaratıldığı günde hangi biyolojik ve psikolojik yapıya sahip idiyse bugün de aynı biyolojik ve psikolojik yapıya sahiptir. Kendi çocuklarımız üzerinde yapacağımız deneyler bunu kesin olarak kanıtlar. En ilkel bir kabilenin çocuğunu alıp da kendimize süt evlat yapsak, bu çocuk bizim çocuklarımızdan farklı olmayacaktır. İki yaşında, üç yaşındaki bir çocuk hiçbir evrim eğitimi almamıştır. Buna rağmen onun nasıl bugünkü insan yapısında olduğunu hemen müşahede ederiz.

 

-Geçiş dönemi İÖ 10 000’de başlamış, 3 000’de sona ermiştir. Hâlâ devam eden yerler de vardır. Geçiş hızlı olmuştur. “İlkel topluluktan uygar topluma “geçiş aşaması” arkeologların teknolojik ölçütle yaptıkları sınıflandırmaya göre mezolitiği ve neolitiği kapsar. Bazı antropologlar, tarihçiler ve toplumbilimciler ise aynı döneme “barbarlık çağı”, bu dönemin topluluklarına da “barbar toplum” adlarını vermektedirler. Bu çalışmada “geçiş aşaması” ve “geçiş toplumu” terimleri benimsenmiştir. Geçiş aşaması İ.Ö. 10 binden az sonra başlar, Yakındoğu’da ilk uygar toplumların görülmesiyle, İ.Ö. 3000 dolaylarında sona erer. İlkel topluluktan uygar topluma geçiş, dünyanın öteki bölgelerinde İ.S. 1500 dolaylarına dek süren, çeşitli toplulukların sıraları geldikçe uygarlık seline kapıldıkları, her bölgede farklı bir tarihte yinelenen bir süreç olarak görülür...”(s.125-126)

İnsanlık 10 000 yıl önce “tarım dönemi”ne geçti, yani göçebeliği bıraktı. Çobanlıkla ekimi birleştirdi. 3000 yıl önce de yazıyı buldu. Tarih sahnesine girdi. “Mübadele dönemi”ne geçti. MS 2000 yıl kadar devam etti.

Şimdi “sanayi dönemi”ne geçmektedir. Yazı döneminden bilgisayar dönemine geçmektedir. Böylece insanlığın geçirmiş olduğu dönemleri dört döneme ayırabiliriz: 1. Göçebe dönemi, 2. Tarım dönemi, 3. Mübadele dönemi, 4. Sanayi dönemi.

“Geçiş dönemi”ni “tarım dönemi” olarak ele alabiliriz.

Tam uymamakla beraber; 1. Eski taş, 2. Orta taş, 3. Yeni taş ve 4. Maden dönemleri şeklinde de sıralayabiliriz.

 

1. Paleolitikten Mezolitiğe:

Uzman Avcılıktan Avcılık ve Toplayıcılığa Geri Adım (s.126)

İnsanlık toplayıcılık dönemini sürdürürken soğuklar gelmiş ve yemiş kalmamıştı. İnsanlar toplayıcılıktan avcılığa geçtiler. Böylece her tarafa yayıldılar. Bununla beraber hâlâ toplayıcılık dönemlerinde olan insanlar vardı. İklimin müsait olduğu yerlerde evrim yapmadılar. Hayatlarını o yaşayış içinde sürdürdüler. Av hayvanları bitip de yeniden havalar da iyileşince çobanlık dönemine geçildi. Sırf avcılığa devam eden yerler yine kaldı. Ama bu durum daha çok balıkla geçinen kimseler için sözkonusu oldu. Avcılık dönemine geçemeyen ve toplayıcılıkla yaşayanlar kolaylıkla çobanlığa geçebildiler. Çünkü çobanlık avcılıkla bütünleşmişti. Böylece iki çeşit çobanlık toplulukları oluştu. Bunun etkisi hâlâ devam etmektedir. Geri dönüş sözkonusu değildir.

 

a. Yukarı Paleolitik Kültürlerin Mezolitik Topluluklara Etkisi (Eski Taştan Orta Taşa Geçiş)

-Yerleşmeye başlayan orta taş toplulukları eski taş topluluklarından sanat gibi buluşları devralmışlardır. “Gerçekten mezolitik topluluklar, buzul çağı koşullarının artı besin ve bol boş zaman sağlayan bereketli avcılık olanaklarına sahip olmamalarına karşın, bu olanakların ürünü olan “sanat” etkinliklerini sürdürebilmişlerdir...”(s.126-127)

Toplayıcılık dönemi ile çobanlık dönemi yarı göçebelik dönemidir. Şöyle ki, insanlar mevsimlik göç yaparlar. İklim değişikliği olunca göç ederler. Avcılar ise maceraperest topluluklardır. Avları kovalayarak fizana kadar gidebilirlerdi. Hayvanlara kalacakları yer, kendilerine çardaklar yapan bu topluluklar o kadar sık olarak uzaklara gitmemişlerdir. Bu yerleşik tarım döneminden tamamen farklıdır. Tarım döneminde toprak mülkiyeti başlamıştır. Sınırlar çizilmiştir. Tarım dönemi çobanlık dönemi ile tam bir bütünlük içindedir.

 

-Yeniden toplayıcılığa geçme geri gidiş değildir. Avcılığın buluşlarını değerlendirmişlerdir. “Mezolitikte görülen bu değişiklik, açıkça, geriye atılmış bir adım olarak görülür. Böyle olmakla birlikte, bir önceki adımın izi üzerine çakışan bir geri adım değildir... Geçim biçimleri avcı ve toplayıcı takımlardan farklı olarak; oku yayı, taş uçlu mızrağı,kemik ve geyik boynuzu araçları, oltaları, zıpkınlarıyla uzman avcıların geliştirdikleri donanıma dayanmaktadırlar...”(s.127)

Bu dönem toplayıcılık dönemi değil, çobanlık dönemidir. Meyveler yine toplanıyor. Bunun yanında hayvan da beslenerek sütünden yararlanıyorlardı. Henüz kente inmemiş Kırgızlar bugün bu hayatı yaşarlar. Birçok meyveleri toplayarak reçel yaparlar. Hayvanlarla da geçinirler.

 

b. Orta Taş Döneminde Geçim, Yaşam ve Düşün Biçimleri

-Orta taşın ana özelliği küçük taş parçalarıdır. Bunlar mermi olarak kullanılıyordu. “Mozelitiğin tipik araçları minitaşlardır. Minitaşlar araç yapımında bir gerilemedeğildir...” (s.127-128)

Taşın istenilen hedefe vurulması için aynı büyüklükte hatta aynı şekildeki taş parçaları olmalıdır. Ayrıca büyük öldürücü kırıcı taşlar yerine küçük küçük soyucu ve kesici bıçak taşlar kullanılmıştır. Çobanlık döneminde yün kırpmak için kullanılmış olabilir.

 

-Takım avının yerini yaylı kişisel av almıştır. “Yukarı paleolitik uzman avcı toplulukları belli hayvan türlerini takım avıyla çok sayılarda avlanma yöntemleri geliştirmişlerdi. Bu yöntem içinde daha çok bireysel av silahı olan yayın yeri azdı. Buzulların eriyip buzul kıyısı iri bozkır hayvanlarının gidişiyle ve bozkırların yerini ormanların; bizon, rengeyiği, mamut, yabanıl at sürülerinin yerini geyik, karaca, yaban domuzu vb. orman hayvanlarının almasıyla, takım avının yerini yayın kullanıldığı tekil av almıştır...” (s.128)

Burada yazar, çobanlık dönemine geçmeden havaların ısınmasıyla insanların tekrar toplayıcılık dönemine dönüşünü ifade etmektedir. Havaların ısınmasıyla toplayıcılık döneminde yaşayan insanlar daha çok çoğalmış olabilirler. Yeryüzünün bazı yerlerinde çobanlığa geçmeden kişisel avcılık ve toplayıcılığa devam etmiş olabilirler. Hangi çeşit bir üretim biçimini uygulamak gerektiğini insanlar bulundukları yerde kendileri karar vermişlerdir.

Kışın        çu     ırmağının en sıcak yerine inerler. Yazın ise         Aal toyun eteklerine kadar çıkarlar. Tamamen mevsimlere göre sürü halinde gezen bu topluluk şimdi ot kesmeyi biliyor, ama tarımı bilmiyor, meyveciliği bilmiyor. Bununla beraber son yıllarda dağçalar yapmışlardır. Bahçe yapıyorlar. Bütün sorun geçimlerini sağlamadır.

Ancak bizim üzerinde durduğumuz konu, bir zamanlar insanlar et yemiyordu, sonra et yemeye başladılar. Bir zamanlar hayvanlarla beraber yaşamıyordu, sonra hayvanlarla birlikte yaşamaya başladılar. Bir zamanlar üretim aracı olarak toprak bölüşülmemişti, sonra bölüşüp aralarında sınır koydular ve bunu çocuklarına böldüler. Toprak mirası doğdu.

İnsanlık bu safhaları geçirdi. Kim yeni teknoloji bulmuşsa o hâkim güç oldu. Her yeni buluş eski buluşu ortadan kaldırmamış, her zaman karma hayat olmuştur. Bu karmalık değişik sosyal ve tabiî çevrelerin etkisiyle farklı olmuştur. Bugün yaşayan bir yeri incelediğimiz zaman o topluluğun yapı statüsü çıkar, bununla o topluluğun geçmişi aydınlatılabilir.

Artvin ili, Camili Bucağı örneği bu bakımdan çok önemlidir. Bu bölge 1950’ye kadar tamamen tarım dönemini yaşamıştır. Halkı Müslüman olunca Hıristiyanlar oradan göç etmiştir. Oranın halkı bir tür tecrit edilmiştir. Elli yıl kadar Rus istilâsında kalmıştır. Sonra da üç tarafı dağlarla çevrili olduğu için 1950’ye kadar dışarıyla ilişkisi olmamıştır. 1950’den sonra göç vermemiş ve göç almamıştır. Şimdi yeniden yeni göç akınına uğrama tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bu değişme olmadan buranın töresi tesbit edilmelidir.

Hemen hemen bütün bucakların durumu budur. Belli merkezleri finanse edip oradaki okumuşların araştırma yapmalarına imkân verilmelidir.

 

-Orta taş döneminde köpek evcilleştirilmiştir. Balık avcılığı yarı yerleşiğe geçirmiştir. “Bazı yazarlar, yay ile ava yardımcı olan köpeğin evcilleştirilmesiyle ve hayvansal yiyecekler yanı sıra bitkisel yiyecek kaynaklarından da yararlanılmasıyla; yukarı paleolitik uzman avcı topluluklarınkine yakın bir etkinliğin sağlanabildiği görüşündedirler... Balıkçılıkta uzmanlaşma az çok yerleşik toplulukların ortaya çıkmalarına yol açmıştır.” (s.128-129)

Avcılık döneminde köpekler artık kemiklere gelmişler ve insanlara zarar vermemişlerdir. Köpekler avları insanlara göstermeye başlamışlardır. Yani, insanlar köpekleri ehlileştirmemiş, köpekler ehlî olduklarını insanlara kanıtlamışlardır.

Zihinleri henüz fazla bilgilerle dolmamış olan insanlar, bir şeyi yeni buldular mı onu sonuna kadar denerler. Kabağın pişirilmesiyle tatlılaştığını gören insanlar her şeyi pişirip yemeyi denemişlerdir. Bu arada balığı da pişirip yemişlerdir. Bakmışlar ki tatlı gelmiş, böylece avcılığa geçişi kolayca sağlamıştır. Avcılık döneminde köpek ehlileşince, diğer bütün hayvanları ehlileştirerek onlarla birlikte olmayı denemişlerdir. Böylece çobanlık dönemine geçilmiştir. Çobanlık döneminde ancak yerinde yapılan avcılıklarla daha çok kişisel avcılıklara devam edilmiştir. Bu sebepledir ki balıkçılık günümüzde de gelir kaynağıdır. Oysa diğer avcılıklar artık sadece hobi şeklinde yapılmaktadır.

 

-Ortaçağda balta bulunmuştur. ““Balta”ların bulunması teknolojik alandaki en büyük başarıyı oluşturur...” (s.129)

Hayvanlar yazın otluyor, ama kışın kuru otla geçindirmek zorunda kalıyordu. Toplayıcılık döneminden kalma meyveleri kurutma, toprağa gömme yöntemleri yanında, otları kurutup da kışın hayvanlara yedirme sistemi de gelişmiştir. Ormanları açıp da meralar hâline getirme de çobanlık döneminin önemli meşgalesi olmuştur. Bu sebepledir ki taş baltalar keşfedilmiştir.

 

-Ortataş döneminde değişik yerlerde değişik yapılar oluşturmuşlardır. “Yakındoğu mezolitiğini temsil eden Natufiyalılar, ilkin mağaralarda, sonra köylerde yerleşik yaşama geçmişler, böylece neolitiğe giden yolları hazırlamışlardır.” (s.129-130)

Her yerin halkı bulundukları yere göre bir uyarlama sağlamışlardır. Yeni bir buluş yapan önce kendisi uygular, ısrar eder, çevre direnir. Belki çocukları babalarının yolundan giderler. Zamanla o yeni uygulama o çevrede yaygınlaşır. Bu ilerleme evrimin olması için yeterli değildir. Gıda türünde değişme olmalıdır. Avcılıktan çobanlığa geçilmiştir. Süt gıda olmuştur. Tarım dönemine geçilmesi gıda türünde değişiklik yapmadı. Üretim biçimi değişti. Toprak mülkiyeti oluştu. Halk artık yerleşti.

 

-Orta taşta fazla kadın heykellerine (venüslere) rastlanmaz. Soy baba erkildir. “Mezolitik çağdan önceki yukarı paleolitik dönemden ve mezolitik çağdan sonraki neolitik dönemden günümüze çok sayıda “venüs” heykelcikleri kaldığı halde; bu dönemden o kadar bol kalmamış olması, kadınların toplulukta erkeklerden daha saygın bir konuma sahip olduklarını gösteren bir işaretin bulunmaması biçiminde yorumlanır... Kaldı ki, çağdaş ilkel avcı toplulukların büyük çoğunluğunun baba soy zinciri olmaları tarihsel avcı toplulukların da baba soy zincirli olmaları olasılığını artıran bir kanıttır.” (s.130-131)

“Allah”ın adı “Hâlik”, “Fâtır” yani var eden, ortaya çıkaran şeklinde hâlâ ifade edilmektedir. İlk dönemlerde kavramlar bu kadar çeşitlenmiş değildir. Var eden ile doğuranı belki de aynı kelime ile ifade ediyorlardı. “Allah”ın adı olan “Hâlik” ve “Velîd” aynı idi.

Allah’ı müşahhas olarak resimlemek için insanlar kadın heykelini kullandılar. Kadının yanında iki aslan gibi canlı varlıkları koyarak yalnız hâlik değil, aynı zamanda ordusu ile güçlü olduğu anlamında aslanlar konmuştur. Çobanlık döneminde artık iller oluşmuştur. Çünkü sürülerin korunması için bir güvenlik teşkilâtına ihtiyaç olmuştur. 100 kadar bucak bir araya gelerek kendilerine merkezî bir bucak kurmuştur. Bu bucak hırsızlık yapanları yakalayıp tecziye etmektedir. İşte bu arada bucaklarda farklı diller oluşmaya başladı. Farklı dil demek, Allah’ın farklı isimlerle çağrılması demektir. Artık Allah’ı kadın heykelleri ile temsil geleneği azalmıştır.

 

-Takım avcılığı orta taşta önemini yitirmiştir. “Ortak avcılığın, önderlerin yetişmesine ideal bir ortam sunduğu söylenir... Öte yandan takım avcılığı da yukarı paleolitikteki önemini yitirmiştir.” (s.131-132)

Avcılık döneminde daha çok iri hayvanlar yaşamıştır. Çünkü ormanları iri idi. Sıcak iklimde gelişmiş ormanların içinde hayatlarını binlerce yıl sürdürmüşlerdi.

Çobanlık döneminde ise daha çok çayırlık hayvanları vardı. Avcılık takım avcılığından kişi avcılığına geçmiştir. Takım avcılığının sona ermesiyle ocak başkanlarının otoriteleri de azalmıştır. Ancak toplayıcılık döneminde de dahil olmak üzere kamu payı her zaman ortak pay olmuştur. Bununla bir taraftan başkanlar kendi giderlerini karşılar, diğer taraftan kendi başlarına geçinemeyen insanları doyururlar. Yiyecekleri bölüştürme yerine başkanın sofrası herkese açıktır. Evlerinde yiyecek bulamayanlar ve misafirler aileleri ile gelip burada yemeklerini yerler. Bu gelenek Anadolu’da hâlâ devam etmektedir. Misafir odası herkese açıktır. Halk oda sahibine bağışlarda bulunur, gelen geçen de ağa sofrasında karınlarını doyurur.

Toplayıcılık döneminde halk topladıkları meyveleri başkana verirlerdi. Ayrıca kuru meyveden de ona pay ayırırlardı. Avcılık döneminde deriler önemli araç olmuştur. Başkanlara derilerden pay verirlerdi. Çobanlık döneminde ise halk hayvanlarını kamuya hibe eder, çobanlar onları misafireten otlatırlardı. Böylece sosyal denge oluşurdu.

 

-Ortataşta sihirsel düşünüş vardır. “Kısaca, yukarı paleolitik toplulukların düşünsel kalıtının mezolitikte geliştirilmemiş olsa bile gerilememiş olduğunu düşünebiliriz. Ve bu düşünsel kalıt tüm belirtileriyle “sihirsel düşünüş”ün sürdüğünü göstermektedir.” (s.133)

Sihirsel düşünüşün esası, insanlara ve insanların takdis ettiği eşyada bir güce inanma anlamındadır. İnsanda güç vardır. İnsan eşyalara güç de kazandırmaktadır. Ancak bu güç herkeste vardır ve herkes de bu gücü eşyalara kazandırabilir. Ancak bilgi ve imkân eksikliği bu eşitliği ortadan kaldırır. Buradaki yanılma kişilere ayrıcalık tanımadır. Bu da bütün topluluklarda vardır. Şirk ve küfür kıyamete kadar varlığını sürdürecektir.

 

-Avrupa orta taş halkı yeni taşa geçme hareketliliğini gösterdiler. Heykeller, ölülere kırmız toprak ve ağır taş koyma bunların kanıtıdır. “Avrupa mezolitik topluluklarından farklı olarak Yakındoğu’nun mezolitik topluluklarının ekonomik, toplumsal, düşünsel yapıları; devşirmecilikle uğraşan  ve bu yolla neolitiğe geçişi başaran topluluklar oldukları için,büyük bir hareketlilik gösterir. Bu hareketliliğin ürünleri olarak insan ve hayvan heykelciklerini, ... ölünün üzerine kırmızı aşı boyası dökülmüş, ölünün kalkmasından korkulduğu için olacak üzerine ağır taşlar konmuş mezarları görürüz...” (s.133-134)

Avrupa gecikmiş olarak orta taşa geçmiştir. Yani başka yerden aktarmıştır. Bir sistemi dışarıdan aktardığınızda ya onda değişiklik yapar ve daha üstün bir oluşa geçersiniz, yahut başaramaz ve helâk olursunuz. Çünkü başka toplulukları hele çökme zamanlarında kopya edip yaşamak mümkün değildir. Mısır Mezopotamya’yı geliştirerek kopya etti. İbraniler Mısır’ı geliştirerek aldılar; Grekler de öyle, Müslümanlar öyle, Batılılar öyle.

Bugün biz de muasır medeniyetin fevkine çıkabilirsek varlığımızı sürdüreceğiz. Yoksa sonumuz Osmanlıların sonundan daha kötü, Endülüs’ün sonu gibi olacaktır.

 

-Orta taş döneminde mübadeleye doğru adımlar vardır. “Mezolitik toplulukların, örneğin yabanıl tahılları devşirmek için belli mevsimde bu tahılların bulunduğu yerde geçici kamplar kurup; devşirme zamanı geçince bu kez avlanacak bölgelerde geçici kamplar oluşturmaları, bu toplulukları deniz kabukları vb. önemli olmayan alışveriş ilişkilerine sokmuştur...”(s.134)

Mübadele toplayıcılık döneminden başlamıştır. Âlet yapma, kumaş dokuma gibi meslekleri herkes başaramazdı. Bunun için değişmelere o günden başlanmıştır. Yavaş yavaş gelişmiştir. Araçlar çoğaldıkça ve bu sayede hayat çeşitlenince mübadele de o nisbette gelişecektir. Para olarak toplayıcılık döneminde kuru yemiş kullanılır. Bizde hâlâ cevizin para gibi geçerli olduğu yer ve zaman olmaktadır.

Avcılık döneminde de deri para olmuştur. Aynı deri ile pazarlık yapılmaktadır, bucağımda. Çobanlık döneminde koyun para olmuştur. Hayvan para olmuştur. Bucağımda, “Bir kız vereyim”, “Bir koyun vereyim” deyişleri hâlâ sürmektedir. Ancak bunların hiçbirisi mübadele döneminin geldiğini haber vermez. Bu dönemlerde herkes kendi işinde çalışır ve artık değerleri mübadeleye sokardı.

Mübadele döneminde kişi bütün ürününü satar, kendisi bununla diğer ürünleri alır ve tüketirdi. Çobanlık döneminde, hatta çiftçilik döneminde de böyle mübadele dönemi yoktur.

 

c. Mezolitik Toplulukların Çıkmazları

-Orta taş dönemi de artı değere sahip değildir. Değişmeye elverişli değildir. “Üretimin bilinmediği asalak bir ekonomide çalışmanın verimliliği, tutsak alınan kişinin kendini beslemesinden öte bir artı sağlayabilecek durumda değildir...” (s.134-135)

İnsanlık her dönemde her sahada daima ilerlemektedir. Ancak sistem değişikliği ancak olağanüstü hallerinde olmaktadır. Avcılık dönemindeki “tedris sistemi” devam etmiştir. Ancak kendilerinde sistem değişikliği olmamıştır. Çünkü tedris sistemi ihtiyaçlarını karşılamıştır. Dinde ise önemli değişiklik olarak öğle namazlarını kılmaya başlamalardır. Bu amaçla otlattıkları hayvanları öğle vakti su başına getiriyor ve suluyorlardı. Bu sulamada düzenin sağlanabilmesi için çoban olmayanların su başına gelmiş olmaları gerekir.

Böylece akşam toplantısı (namazı) toplayıcılık, sabah namazı avcılık, öğle namazı da çobanlık dönemlerinin armağanıdır. Avcılık döneminde ise haftalık toplantılar başlamıştı. Daha sonraki dönemlerde de devam etmiştir. Toplayıcılık döneminde “Allah” daha çok meyve veren doğurganlık vasfı ile biliniyordu. Avcılık döneminde savaşsal güç ile tanıştıktan sonra, çobanlık döneminde ise hayvanlarla yakın ilişki kurunca insanın üstünde meziyetleri olduğunu görünce Allah’ın da daha çok manevî tarafını bilmeğe başladılar. Toplayıcılıkta “Güneş”i tanrılaştırdılar, avcılıkta “kurd”u tanrılaştırdılar, çobanlıkta ise “ineği” tanrılaştırdılar. “Güneşin Rabb’i”, “Kurdun Rabb’i”, “İneğin Rabb’i” tanrıları iken izafet düştü ve Güneş, kurt, inek tanrı imiş gibi hareket etmeye başladılar.

 

-Orta taş dönemi halkı yeni taşa zor geçmişlerdir. “Avrupa’nın avcılıkta uzmanlaşmış yukarı paleolitik toplulukları bu değişikliklere kendilerini uyarlayamamış, avcılıkta ısrar ederek toplayıcılığa ağırlık verilmesi gereken bir avcı ve toplayıcı ekonomiye geçememişlerdi...” (s.135)

İnsanlar meyve toplayarak yaşarken nüfusları artmış ve bulundukları yerlere sığamaz olmuşlardır. Bu yetmiyormuş gibi bir de buzul çağı gelmiş ve meyveleri kurutmuştu. Avcılığa geçerek yeni hayata uyarlanan topluluklar yaşamış ve çoğalmış, diğerleri ise yok olmuşlar veya kenar köşelerde kalmışlardır. Bu sefer insanlar yine çoğalmış ve avcılık dönemi bitmiştir. Bu yetmiyormuş gibi sıcaklar başlayıp her taraf çayır olmuş, ama onu otlayan hayvanlar insanlar yüzünden kalmamıştı. Bu sefer insanlar çobanlık dönemine geçtiler. Böylece başarıya ulaştılar. Yayıldılar ve çoğaldılar. Bu merhaleye veya döneme geçmeyen topluluklar ya helâk oldular, ya da kenar ve köşelerde sıkıştılar. Hayvanlar çoğalıp otlar yetmeyince, üstelik kuraklık dönemi de başlayınca, işte o zaman insanlar tarım dönemine geçtiler.

 

-Tarıma Ortadoğu’da geçilmiştir. “i.Ö. 80002de Natufiya kültürlü toplulukların yaşadıkları Lavant’ta görülen sıcaklığın artması ve kuraklık, onları, devşirilen tahılları ilkin sulayarak, sonra ekerek çoğaltmaya zorlamıştır.” (s.135-136)

Avrupa halkı oralarda avcılıkla hayata başlamıştır. Sıcak iklimlerde Mısır, Mezopotamya, Hindistan ve Çin’de toplayıcılıkla yaşamaya başlayan insanlar, buzullar döneminde avcılığa geçmişler, Avrupa ve Orta Asya’ya doğru yayılmışlardır. Oralarda avcılıkla işe başlamışlardır. Oralardaki halkların toplayıcılıktan haberleri yoktu. Otlar gelişince avcılıktan çobanlığa geçmişlerdir. Oysa güney halkları soğuklardan o derece müteessir olmadıkları için toplayıcılığa devam etmiştir. Kuzeylilerden çobanlığı da öğrenince, çobanlıkla toplayıcılığın birleşmesi sayesinde tarımcılık doğmuştur. Bu sebeple tarımcılık Ortadoğu’da ortaya çıkmıştır.

 

2. Mezolitikten Neolitiğe: Asalak Ekonomiden Üretici Ekonomiye

-İnsanlar orta taştan yeni taşa geçtiklerinde cilâlı çapa ve el baltaları görülmektedir. Aynı zamanda tarım da kendisini göstermektedir. Çobanlık mı tarım mı önce, tartışmalıdır. “Asalak ekonomiden üretici ekonomiye geçiş, insanlık tarihinin en büyük olayı olarak görülür. Üretime geçiş, bazı yazarlara göre mezolitikte, bazılarına göre neolitikte gerçekleştirilmiştir... Bazı yazarlar yerleşik yaşamın tarıma; bazıları tarımın yerleşik yaşama yol açtığını öne sürerler. Ağır basan görüş, mezolitikten neolitiğe geçilirken asalak ekonomiden üretici ekonomiye geçildiği yolundadır.Gerçekten en önemli cilalıtaş araçların, çapanın ve baltanın görüldüğü neolitik çağda dünyanın bazı bölgelerinde insanlar bitkileri ve hayvanları evcilleştirip ürettikleri yerleşik köy yaşamına geçmiş bulunuyorlardı.” (s.136-137)

İnsanların bazı bitkileri evcilleştirmiş olmaları tarım dönemine geçme demek değildir. Tarım dönemi çobanlıktan sonra gelen bir dönemdir. Köyümdeki tarım dönemini tasvir edersem tarım dönemi çok kolay anlaşılır. Tarım döneminde topraklar aileler arasında bölüşülmüştür. Her ailenin kendi toprağı vardır. Aileler kalabalıktır. Aileler bölününce toprağı erkek kardeşler arasında eşit olarak bölerler. Kızlara üst maldan çeyiz katılır, toprak verilmez. Topraklar genel olarak dört çeşittir. Ormanlar, çayırlıklar, tarlalar ve meskûn yerler. Her ailenin birbirinden uzak bu dört toprak çeşidinden toprağı vardır. Ayrıca sadece mera olarak kullandıkları yaylalar vardır. Buralar sadece köylere göre bölünmüş olup ailelere veya mahallelere göre bölünmüş değildir. Burada hâlâ çobanlık dönemi hukuku geçerlidir.

Köylerdeki ormanlar herkese açıktır, her zaman herkes hayvan otlatabilir, ama buralarda ağaçları kesemez. Halk bu ormanları ağaç olarak kesip kereste yapar, ağaç ve çalı kesip odun yapar, hayvanlara yaprak keser ve kurutur, kışın yedirir. Hayvanların yemedikleri yaprakları keser veya dökülmüş kuru yaprakları toplar ve hayvanların altına serer. Hem hayvanları ıslaklıktan kurtarır hem yem yapar. Ormanlardaki meyveleri toplamak serbesttir. Toplayıcılık döneminden kalan bir mülkiyet anlayışı vardır. Hatta bu anlayışı tarladaki dikili meyvelere kadar götürmektedirler. Eğer toplanmaya başlanmışsa ağaca çıkıp meyve yemek herkese serbesttir. Bununla beraber ceviz ağaçlarından ceviz toplamak serbest değildir. Başkalarının mülkünde de ceviz ağacı olmaktadır. Bu yine toplayıcılık zamanından kalan bir hukuktur.

Çayırlıklarda ot kesilir. İşe yaramayan otlar ayıklanıp hayvanların altına serilir ve gübre yapılır. Sonbaharda ot kesildikten sonra hayvanlar otlatılır. Tarlalar ekilir. İnsanın ihtiyacı olan her şey birlikte ekilir ve kaldırılır. Sapları hayvanlara yem yapılır. Hububatı, sebzeleri ve meyveleri kurutulur, turşu yapılır, pekmez yapılır. Yemek artıklarından ot kısmı ineklere, et kısmı tavuklara yem yapılır. Bir evde inek beslenir, keçi beslenir, koyun beslenir, tavuk beslenir. At veya katır bulundurulur. Arı kovanları olur.

Hâsılı, tarım döneni büyük aile ekonomisidir. Bütün ihtiyaçlar öz üretimden giderilir. Boş olarak attıkları hiçbir şey yoktur. İşte “tarım dönemi” budur.

Tarım dönemi ideal bir hayatın misâlidir. Hiç kimseye muhtaç değilsin. Toprağında olan hiçbir şeyi boşa atmıyorsun. Hayatın garantilidir. İşten atılacağım diye korkmuyorsun, kıtlıktan korkmuyorsun. Çünkü iki senelik mahsulün ambardadır. Her gün komşularla berabersin. Ekonomik hayatın ne kadar bağımsızsa, evlilik dıştan olduğu için de sosyal hayatın o kadar iç içedir. Burada en korkulan şey ölümdür. Bu cennet hayatını bir gün terk edip gidersin. Aile bağı son derece büyüktür. Bu cennet hayatın bir çıkmazı vardır. Yaşamak için kalabalık aileye ihtiyaç vardır. Ama sonra torunlar büyüyüp de aile ayrılacağı zaman toprak sorunu ortaya çıkar. Bu da toprak ve evlilik kavgalarına sebep olur, kan gütme olayını başlatır. Bu kavgalar başlayınca da ister istemez cennet vatanı terk etmek zorunda kalınır.

 

a. Yarı Göçebe Avcılık ve Toplayıcılıktan Çiftçiliğe

-Tarım dönemine geçmeden insanlar yerleşmişlerdir. “Ancak bazı özel durumlar dışında, toprağa emek dökülmediği, bir toplumsal artı sağlanarak barınakların geliştirilip içlerinin eşyalarla doldurulmadığı ve devşirilen tahılların yazgısının bölgenin yıllık iklim değişikliklerinin keyfine kaldığı bir ortamda bu yerleşmelerin kalıcı olması beklenemeyeceği için, yarı göçebe bir avcılık ve toplayıcılık ekonomisinin geliştirildiği kabul edildi.” (s.137-139)

Tarım dönemi hayvancılıkla bütünleşmiş olarak ancak anlam kazanır. Tam yerleşme toprak mülkiyeti ile doğar. Bir yerde toplu olarak uzun zaman kalmış olsalar bile; toplayıcılık, avcılık, çobanlık dönemi yerleşik dönem değildir. Çobanlık dönemi yarı yerleşik dönemdir. Meralar artık ocaklar ve bucaklar arasında bölünmüştür. Mevsim mevsim göçler vardır. Bucağımda hâlâ başka bucakların meralarına gidip hayvan otlatanlar vardır.

 

aa. Toplayıcılıktan “Devşiriciliğe”

-Tarımdan önce ormanlar açıldı. “Öte yandan neolitik bitki evcilleştirme yöntemlerinin kısa denebilecek bir süre içinde Eski Dünya’nın birbirinden çok uzak ve çok geniş bölgelerine yayılmasının tarımın ilk biçimlerinden olan “tarla açma tarımı”nın sonucu olduğu anlaşıldı...” (s.139)

Çobanlık döneminde insanlar otları kesmeye başladılar. Çayırlıklara su verdiler. Ormanları açıp çayırlık yaptılar. Belki de bazı çayırlıkları bölüştüler. Meyvelerini yedikleri mesela çileğin yapraklarını hayvanlara otlattılar. Henüz toprak mülkiyeti yoktur. Mülkiyetin temeli “bu senin” demek değil, devretme hakkının da bulunmasıdır, mirasa kalmasıdır.

 

-Ortadoğu’da toplayıcılıktan çiftçiliğe geçildiği görüşü hâkimdir. “Yakındoğu arkeolojisinin gelişmesi; ilkin bitkilerin evcilleştirildiğini, hayvanların evcilleştirilmesinin tahıl tarımı artığı ürünlerle gerçekleştirildiğini ortaya koymuştur...”(s.139-140)

Çobanlığı avcılar buldular, tarım dönemine geçmeden önce buldular. Bunu daha çok toplayıcılıkla geçimin mümkün olmadığı kuzey halkları başardılar. Sıcak ülkelerde yaşayanlar toplayıcılıktan avcılığı yaşamadan çobanlığa geçtiler. Evrim yaparak çiftçiliğe ulaştılar. Kuzeyliler tarımı sonraları güneylilerden öğrendiler.

 

-Ortadoğu’da değirmen taşları ve kadın heykelleri bulunmuştur. “Yakındoğu’nun mezolitik topluluklarının, ileride güçlü bir ana tanrıça kültüne doğru gelişecek olan pek çok kadın heykelcikleri bırakmış olmaları bunun kanıtlarından biridir. Yabanıl taneliler birlikte devşirilmiş olsa bile, bu devşiriciliğin (bulunan taş değirmenlerin ortaya koyduğu gibi) tahıl öğütmek vb. ev ekonomisi içindeki uzantıları kadınların işi olmalı.” (s.140)

Toplayıcı topluluklarda “Doğurganlığın Rabb’i” olan “Allah” kadın heykelleri ile tasvir edilmiş ve bu gelenek sürüp gitmiştir. Avcılık hayatını geliştiren kuzeyliler ise Allah’a başka çeşit adlar vermişlerdir. Daha çok kuvvetle ilgili ad verilmiş olacaktır. Türkçedeki “tanrı” kelimesi bunun tanığıdır.

Avcılıkta tan vakti çok önemlidir. Çünkü gece göremezsiniz, gündüz de av dışarı çıkmaz. Oysa sabah vakti hareket zamanıdır. Türkçedeki “rab” manâsında olan “ısı” aynı zamanda sıcaklık anlamındadır. Kuzeyde ortalığın ısınması ilkbahardır ve çok önemli tabiat olayıdır. Isının Uygur Türkçesinde karşılığı “idi”dir. Diyo, Huda, God gibi kelimeler hep buradan türemiştir. Isının doğurganlıkla çok yakın ilişkisi olduğu, dolayısıyla avcılık döneminde de tanrının hâlıkiyet anlayışının devam ettiğine şahit oluyoruz. “Sahip” kelimsi “Issı” şeklinde geçmektedir “Vinsi”nin dönüşmesi olarak görebiliriz. O zaman “Venüs” kelimesinin avcılarca ifadesidir. “Sıcaklık” kelimesi “Allah geldi” anlamında kullanılmıştır. Bu da Allah’ı kadın şeklinde değil, bir güç şeklinde anladıklarının delili olmaktadır.

 

-Kadınlar toplayıcılık, erkekler avcılık yapmışlardır. Kuraklığın gelmesi su kenarlarına toplanmalarına sebep oldu. “Erkeklerin avcılıkla kadınların toplayıcılıkla uğraşmalarına yol açan, birinci toplumsal işbölümünün kadınların toplayıcılıkta uzmanlaşmalarına yol açtığını görmüştük... Havaların ısınması, suların azalması Ortadoğu’nun mezolitik avcı ve toplayıcılarının yamaçlardaki su kıyılarında ve vadilerde toplanmalarına yol açmıştır.” (s.141)

Avcılık döneminde toplanan mahsul kadınların bir tür erkeklere ikramı şeklinde olmuştur. Erkekler toplayıcılığa vakit harcamazlardı. Toplayıcılık döneminde hayvanları otlatmak erkeklerin işi olmuştur. Çünkü onları aynı zamanda yabanilerden ve hırsızlardan da korurlardı. Mamafih şimdi olduğu gibi güçlü erkeklerin yanında çocuklar ve kadınlar da otlatmaya katılırlardı. Onlar daha çok ayak işlerini yaparlardı Orman açmak ve ot kesmek erkeğe ait olmakla beraber, kadınlar da yardım ederlerdi. Kuru otları hayvanlara vermek, onların ahırını temizlemek, süt sağmak, yem vermek kadınların işi idi.

Bugün Artvin/ Borçka’daki köyümde öyle işler vardır ki, bu işleri erkeğin yapması ayıptır. Mesela, erkek ip eğirmez ve örgü örmez. Öyle işler de vardır ki, onları da kadınlar yapmaz. Mesela, kadınlar sapan sürmezler. Bazı işler de vardır ki, o işleri de erkek ve kadın birlikte yaparlar. Mesela, çapa birlikte yapılır. Tarlaların dışında herkesin sebzesini yetiştirdiği bostanı vardır. Bunu kesinlikle kadın yapar, erkek karışmaz.

Buradan şu anlaşılıyor ki, avcılık döneminin izleri çobanlık döneminde devam etmiş ancak yumuşamıştır. Bilhassa yeni işler ortak yapılmaya başlanmıştır.

 

bb. Devşiricilikten Çiftçiliğe

-Tarımın eski dünyada bir merkezden yapılmış olması olasılığı vardır. “Asalak ekonomiden üretici ekonomiye, ilkin dünyanın tek bir yerinde geçilip, tüm dünyaya buradan yayıldığı yolundaki eski tekmerkezci kuram geçerliliğini oldukça yitirmiştir...” (s.142)

Toplayıcılık insanı zaten bir anne-babadan doğmuş ve yayılmıştır. Avcılığın da bu şekilde yayıldığını kabul etmememiz için sebep yoktur.   

Tarımın Yakındoğu’da başladığı kesindir. Irak’ta Şanider, Kerim Şehir, Müallefat ve Jarmo yerleşim yerleri ortaya çıkarılmıştır. Buralar tarım dönemine geçmeye doğru gidilen yerlerdir. Jarmo kerpiçten oluşmuş 20-25 evden oluşan bir köydür. Ziftle sıkıştırılmış taşlardan oluşan orak, cilalı taş balta, el değirmeni, havan, vazo vardır. Tahıl ve evcil hayvan kalıntıları bulunmaktadır. Taş veya çamur kolye, bir kadın heykelciği bulundu. Radyokarbon tarihleme İÖ 6500 yıllarını vermiştir. İşte bu köy tarım dönemine geçmiş köydür ki, aynı zamanda hayvancılık da yapmaktadır. Kadın heykeli tek Tanrı’yı tersim etmektedir.

 

-Filistin’de Natufia İÖ 10 000 yıllık bir yerleşime sahiptir. Baştan avcılıkla geçinmişlerdir. Balıkçılık yaparlardı. Tarımcılık yapmamış olsalar bile köy hayatına geçmişledir. 50 kadar yuvarlak kulübeden oluşuyor.(s.143-144)

Bunların avcılık döneminde yerleşik hayata geçmiş olduğu anlaşılıyor.

Tarım dönemine geçemedikleri görülüyor.

 

-Şam Mureybet’te İÖ 8640-8350 arası 200 yuvarlak evlik bir yerleşim bölgesi dışardan getirilen tahıl türü ile geçindikleri anlaşılmaktadır. (s.144)

Hayvancılığa geçilmişse tarım dönemine geçmemişlerdir demektir. Zaten buğday türü de yabanıldır.

 

-Jericho Filistin’deki Natufia’da oluşmuş bir kasabadır. 10 metre çapında, 8.5 metre yüksekliğinde bir kule korunmuştur. 3*4*700 metrelik sur vardır. Ürdün’de tarım yapılan tek evdir. Arpa ve buğday var, evcil hayvan yok. İÖ 7350’de terkedilmiştir. 2000 nüfuslu ticarete dayalı bir kent olmuştur. (s.144-145)

Burası çobanlıkla ve tarımcılıkla çevreyi koruyan bir merkezdir. Geçim kaynakları vergi olarak aldığı tahıllardır. Çobanlık döneminin merkezi olarak ele alınabilir.

 

-Urfa’nın Bozova yakınındaki Gölbaşı kıyısındaki Biris Mezarlığı da devşiriciliğin son dönemlerini gösterir. İÖ onbinler civarı sanılmaktadır.(s.145)

Tarihlendirme işleminden ve daha detaylı bilgilerden sonra değerlendirilebilir.

 

-İÖ 7000 dolaylarında Ergani’nin Çayönü Tepesi’nde bakır kalıntılı, koyun ve tahıl kalıntıları olan merkezi bir yere rastlanmıştır. (s.145)

Burası da çobanlık veya tarım döneminin bir merkezidir. Burası sonradan da oturum yeri olarak kullanılmış, bakır o zamandan kalmıştır. Yahut bakır madeni bulunmuş olabilir.

 

-İÖ 6000-5000 arası Ergani-Diyarbakır arası Ekinciler Köyü Girikhaciyan kalıntılarında boyalı çömleklere bulunmuştur.(s.145)

Çömlekçilik çok önceleri başlamış olabilir. Pişirilmediği için günümüze kadar kalmış olabilir. Burada boyama yapıldığı için kalmıştır.

 

-Jericho’da İÖ 7000 yıllarında birden çömlekçiliğe geçilmiştir. Bunlar kadın ve erkek kafatasları üzerinde heykeller bırakmışlardır. “İ.Ö. 7000 içlerine uzanan bu dönemde, Jericho birbirine dayanmış kerpiç evlerden oluşan, çıkmaz sokakları olan bir yerleşme yeridir...”(s.146)

Pişmemiş çömlek kültünü pişirmek suretiyle kalıcı hâle geçirmişlerdir. Bunların ne manâ taşıdıkları günümüz topluluklarının anlayışları ile değerlendirilmelidir. Heykelin ve resmin yasaklandığı İslâm dini topluluklarında ataların heykelleri kültü yoktur. Bundan dolayı bu konuda başka topluluklar incelenmelidir. Bununla beraber ana-babanın hâtırası ölüm günlerinde anılır, ruhların gelip zaman zaman ziyaret ettikleri inancı vardır. Hattâ çocuklar anne-babalarına fatiha okusunlar diye dindar yetiştirilirler.

 

-Beidha’da ise yerleşim yerinin dışında mabedimsi yer bulunmuştur. Yarı yenmiş et parçaları vardır. Pişirilmiş heykellere rastlanır ama çömlekçilik henüz yoktur. “Adından da anlaşılacağı gibi ÇÖNB döneminde balçık hatta pişirilmiş heykelcikler vardır; ama daha çömlekçilik yoktur.” (s.146)

İlk insanlar yazıdan önce şekillerle görüşleri ifade ediyorlardı. Tanrı adı bir heykel idi. Yazı ile fikirleri açıklama çok sonra başlamıştır. Taşa sertliğinden dolayı kolay şekil verilemiyordu. Tahtalar ise günümüze kadar gelmemiştir. Balçıkla şekillendirmeden, hele pişirildikten sonra bize daha çok yorumlayabileceğimiz araçlar bırakmışlardır. En eski medeniyetin Yakındoğu’da ortaya çıkması, biraz da en eski kalıntıların orada olmasından dolayı bize öyle geliyor. Birçok keşifler vardır ki, onun yaygınlaşmasından çok önce keşfedilmiştir, ama insanlık onu benimsememiştir. Unutulup gitmiştir.

Bizim yazdıklarımız da Allah isterse öyle olur.

Kimi buluşlar da asırlar sonra yeniden yayılmaya başlar.

 

-Mısır’da Nil kenarına inerek Fayum ve Merimde’de balıkçılığın yanında tarım köyleri kurmuşlardır. “Filistin’de ve Anadolu’da devşiricilikten tarıma geçme yolunda görülen gelişmelere benzer gelişmelerle Mısır’da da karşılaşılmıştır...” (s.146)

Burada avcılıktan sonra bu inme başlamıştır. Ortataş devri görülmüyor. Öğrenme yoluyla medenileşme sözkonusudur. Araplar göçebe hâlinde yaşarlar. Tüm Arabistan çölünü dolaşırlar. Rastladıkları kimselerle sohbet eder, başlarından geçenleri anlatırlar. Bu sayede Arapça dili doğmuştur. Mekke gibi panayır yerleri de vardır. Göçebe ve avcı toplulukların da böyle birileri ile yakın ilişkiler kurmuş olmaları ve ortak dilleri muhafaza etmeleri çok muhtemeldir. Bir şey bir yerde bulununca bu komşuluk ilişkileri nedeniyle her tarafa hemen yayılıyordu. Halk kendisine uygun olanı benimsiyordu.

 

-Tarım dönemine İÖ 8000-5000 yılları arasında toplayıcılık ve avcılıktan yerleşim düzenine geçmişler. İÖ 5000-3000 arasında da uygarlığa geçmişlerdir. “Bütün bu bulgular Yakındoğu’nun dağlık bölgelerinin yamaçlarında ırmak vadilerinde, İ.Ö. (8000-5000 dolaylarında, avcılık ve toplayıcılıktan tarıma geçildiğini;...” (s.147)

Toplayıcılıktan sonra avcılığa, avcılıktan sonra çobanlığa, çobanlıktan sonra tarımcılığa geçilmiştir. Eskitaş, ortataş, yenitaş ve çömlekçilik çağları şeklinde bunları ifade edebiliriz. Yalnız burada işaret etmemiz gereken bir husus vardır. Bu insanlık için de böyle olmuştur. Her yerde bu aşamalar böyle olmuştur anlamı çıkmaz. Toplayıcılık sıcak yerlerde başlamış, havalar soğuyunca buralarda avcılık bulunmuştur, ama gelişmesi kuzeyde olmuştur. Havalar ısınınca çobanlık kuzeyde keşfedilmiş ama güneye sarkarak tarımcılığa geçilmiştir. Tarımcılık sulanarak yapılan ziraat olarak algılanırsa bunların nehir kenarlarında olması gerekir.

 

-Küçük sulama bahçe ziraatı İÖ 8000 yıllarında başlamıştır. Çapa ziraatı şeklinde gelişmiştir. Büyük sulama ziraatı İÖ 5000 yıllarını beklemiştir. Sapanla sürme ve yağmurla sulama tahıl ziraatı ise İÖ 2000 yıllarında gerçekleşti. Bunlar uygarlıktan sonraki dönemdir. “Ancak tarımın bu son iki biçimi uygar toplumda görünür.”(s.147-148)

İnsan Mezopotamya’da yaratıldı. Toplayıcılıkla işe başladı. Oradan Mısır’a, Hindistan’a ve Çin’e geçti. Kuraklık başlayınca avcılığa geçti. Avcılık kuzeyde yerleşme imkânını sağladı. Avcılık döneminde yeryüzünün tümü insanlarla doldu. Buzullar eriyince kuzeyde çobanlığa geçildi. Güneye kadar belki de çobanlık inmeden kuzeyde ormanlarda evrimleşerek tarım dönemine geçildi. Buna en uygun yer Kafkasya ve Karadeniz havzası olmalıdır. İşte buradan güneye inen Sümerler oraya tarım dönemini götürdüler. Böylece küçük bahçe sulama teknikleri Mezopotamyalılarda vardır. Bunu büyük sulama tekniğine çevirdiler ve uygarlık dediğimiz şey doğdu. Yani yazılı tarih dönemi başladı.

 

cc. Küçük Sulama Tarımı ve Yerleşik Çiftçilik

-Irmakların kenarında küçük sulama tarımını yapan Jarmo, Jericho, Çatalhöyük, Fırat, Dicle, Kızılırmak kenarlarında avcılığın yanında çobanlık ve tarımı birlikte yürüten köyler oluşmuştur. (s.149)

Bu köyler tarım dönemi köyleridir. Çiftçilikle birleşik haldedir.

 

dd. Tarla Açma Tarımı ve Göçebe Çiftçilik

-Kabağa benzeyen su testilerinden anlaşıldığı üzere sıcak ülkeden gelen halk Tuna Nehri boyunca tarla açarak köyler oluşturdular. On yılda bir değiştirdiler. Tekrar eski yerlere geldiler. (s.149-150)

Bugün nadas sistemi olarak bilinen orman açma ve terk etme işi hâlâ sürüp gitmektedir. Karadeniz sahilleri ile çevresi ve ırmak havzaları bol yağmur yağan yerlerdir. Bu yörelerdeki arazileri boş bıraktığınızda on yıl içinde yeniden orman olur. Tekrar açılarak ziraat yapılır. Asıl tarımcılık buralarda gelişmiştir. Buralarda yeşilliklerden çürüyenler ve hayvan gübresi kullanılmıştır. Bu sayede tarlalar her yıl ekilmeye başlanmıştır.

 

-Tarım yerleşik köyleri oluşturmuştur. “Tarla açma tarımı yarı göçebe bir tarıma; aynı zamanda tarımın göçebelik yöntemleriyle dünyaya yayılmasına yol açmıştır... Sulama yapılabilen ya da sulama yapılmamakla birlikte toprağın gücünü tazelemenin öteki yöntemlerinin geliştirildiği yerlerde yerleşik köylerin oluşması; ...” (s.150-151)

Orman açılıp tarla hâline getirilir, teraslanır. Gübrelenir, taşları ayıklanır. Bu suretle altın yumurtlayan tavuk olur. Bu da toprakların bölüşülmesini zorunlu kılar. Bu durum taşınmaz mülkiyetini doğurur. Yeni bir dünya başlar.

Tahıldan önce üzüm yetiştirilmiştir. Üzüm suyu sıkılır ve pekmez yapılır. İkindiye kadar meyve toplayan çiftçiler akşama doğru Güneş batmadan cenderelerle üzümlerini sıkar ve tulumlara doldururlardı, yahut pekmez yaparlardı. Arapçadaki “asır” kelimesi “sıkma” anlamına gelir. Böylece tarım döneminde akşam, sabah ve öğleye bir de “ikindi” eklenmiş oldu. Yerleşik köyler oluştu ve halk artık yerleştiği yeri terk etmedi. Bu da bilgi ve imar birikimine sebep oldu. Mübadele işleri arttı. Ayrıca yağmacı çobanlar zaman zaman köyleri işgal edip yerleştiler. Bu yolla iki sınıf halk ortaya çıktı.

 

b. Çiftçilikten ve Avcılıktan Çobanlığa Geçiş

-Bazı çiftçiler tarımı bırakıp daha kolay olan çobanlığa geçtiler. “Bu toplulukların zahmetli olan toprak işleme, ekin biçme işlerine yanaşmayıp, hayvan yetiştirmeyi benimseyerek; avcı ve toplayıcı yaşam biçimlerine daha uygun olan sürücülüğe geçip çobanlığı yeğlemeleri daha olasıdır...”(s.151-152)

Bu tamamen hatalı bir varsayımdır. Tarım ileri bir hayattır. Önce gıda bakımından hem hayvanî hem nebatî gıda almış olmaları sebebiyle tam beslenmedir. Bu seviyede beslenme bugünkü kentlerde bile gerçekleşemiyor. Ondan sonra kendi kendine yeterli olan bir hayattır. Güvenceli bir hayattır. Temiz yataklarda yatma ve temiz yeme bakımından da çobanlıktan çok daha ileri seviyede olan bir hayattır. Tarımcılığı bırakıp da çobanlığa geçme hemen hemen imkânsızdır. Anadolu’ya gelen Türklerin bir kısmı tarım toplumu idi. Bir kısmı yörük dediğimiz çoban toplumlar idi. Sürekli olarak çobanlar yerleşmeye başladılar. Ama tarımcılardan çobanlığa dönen olmamıştır. Bu kadar büyük hatanın nasıl yapıldığını çözmüş değilim. Çobanlık dönemi sürerken nüfus arttı, otlar yetmedi. Bir de kuraklık başlayınca insanlar hem kendi yiyeceklerini hem de hayvanlarının yiyeceklerini ekip biçerek sağladılar. Bu cümlenin aksi söylenemez.

 

-Çiftçi-çoban ayırımı topluluklar arası işbölümünü doğurdu. “Sonuç olarak, sürücülüğün çiftçilikten ayrılmasıyla, insanlığın en  önemli işbölümlerinden biri olan ikinci toplumsal işbölümü gerçekleşmiş; çiftçi ve çoban topluluklar birbirlerinden farklılaşmışlardır...” (s.152)

Çobanların bir kısmı tarıma geçmekle beraber bir kısmı çobanlıkta kaldı. Bu durum günümüze kadar geldi. Böylece insanlararası işbölümü ortaya çıktı. Çobanlar et ve süt sattılar, çiftçiler de bunun karşılığında tahıl ve sebze verdiler. Böylece ticarete doğru da yol alınmaya başlandı. Ayrıca daha güçlü ve dayanıklı olan çobanlar zaman zaman köyleri yağmalamaya başladılar. Bu merhalede köyler birleşmeye başlayarak kendilerini koruma durumunda oldular. Bazan da birleşerek sınıflı organizasyona gittiler.

 

-İÖ 6000 yıllarında 500 sene süren kuraklık olmuştur. (s.152)

İşte bu kuraklık halkı çobanlıktan sulamalı çiftçiliğine doğru götürmüştür. Böylece tenhalaşmaya başlayan bozkırlar çobanlara yeter olmuştur. Ancak bu dönemde köy hayatı başlamış ve daha ileri bir teknoloji ile tarım dönemine geçilmiştir.

 

-Klan toplulukları ile çiftçilerde köye, çobanlarda aşirete geçilmiş oldu. “Bu değişiklikler, toplumsal yapıda çiftçi topluluklarda görülen klandan köy toplumuna, çoban topluluklarda görülen klandan aşirete geçiş ile düşünsel yapıda sihirden dine geçiş başlıkları altında özetlenebilir.”(s.152-153)

Toplayıcılıkta mevcut olan “ocak” dediğimiz “aşiret” topluluklarına, çobanlık zamanında aşiretlerin birliği olarak “bucak” dediğimiz “kabile” topluluklarına, çobanlıkta “il” dediğimiz “şa’b” topluluklarına geçmişlerdir.

Toplayıcılıktan avcılığa geçiş döneminde toplayıcı topluluklar yine kalmıştı. Avcılarla toplayıcılar arasındaki savaş bucakları oluşturulmuştur. Çobanlığa geçince de bu sefer çobanlarla avcılar arasında sorun başlamıştır. Bu sorunlar “il teşkilâtı” ile çözüldü. Güvenliği sağlayan “merkezî kent” oluşturuldu. Halk bunlara vergi verdi. Bunlar da yağmacılarla savaşarak çevreyi onlardan korumaya başladı.

Çobanlıktan tarıma geçince bunlar arasındaki çatışmada il teşkilâtı yetersiz kaldı ve “devlet teşkilâtı” oluştu. İlde sadece güvenlik görevlileri savaştığı halde, devlette tüm halk asker edildi. Mezopotamya, Mısır, Hint ve Çin’de “kent devletleri” oluştu. Avrupa ve Orta Asya’da ise Germenler ve Moğollar, Slavlar ve Türkler “bozkır devletleri”ni kurdular. Bozkır devletler, kent devletlerinin taklidi idi. Tamamen “yerinden yönetim” vardı. İller veya bucaklar seviyesindeki halk vergi vererek kendi güvenliklerini koruyordu. Savaşlar koruyanlar arasında olur, galip gelen vergi almayı istihkak ederdi. Halkın kendi yapılarına karışmazlardı.

 

c.  Klandan Köy Toplumuna ve Klandan Aşirete Geçiş

aa. Klandan Köy Toplumuna ve Klandan Aileye Geçiş

-Köylerdeki kerpiç evler yıkılmış, sonra onun üstüne yenileri yapılmış ve böylece katmanlar oluşturularak bize tarih sahifelerini bırakmışlardır. “...Yakındoğu’nun pek azı açılmış binlerce höyüğünden biliyoruz.”(s.153)

Bir yerleşim yeri seçilirken çeşitli etmenler etki etmektedir. Şüphesiz bunların başında su gelmektedir. Ondan sonra da sel veya kayma gibi âfetlerin olabileceği bir yer olmaması gerekir. Kar, tipi ve rüzgâra karşı korunmalı olmalıdır. Dış saldırılara karşı da güvenlik sözkonusudur. Bundan dolayı yerleşik yer kolay kolay terk edilmez.

 

-Rusya’da, Tuna’da ve Türkiye’de rastlanan büyük evler klan hayatının bir kanıtıdır. “Yakındoğu’da, örneğin Çayönü Tepesi’nde görülen büyük yapılar da, doğal ailelerden çok klanların barındığı evler olarak yorumlanırlar...”(s.153)

Tarım dönemine geçmeyen topluluklarda taşınmaz mülkiyeti yoktur. Evler de çadır ve çardaklardan ibaret olduğu için elimizde kanıtları bulunmamaktadır. Büyük evler daha çok toplanma yerleridir, belki de birer barınma evleridir. Yahut bunlar merkez sitelerdir. Bunlara bakarak bütün halkın buralarda yaşadığını farz etmek hatalıdır. Bunlar topluluğun ortak hizmetini karşılayan birer dershane veya mabet olabilir.

 

-Çiftçilik aileleri doğurmuştur. “Topraklar topluluğun mülkü olup; değişen durumlara göre, ailelere ekip biçmeleri için bölüştürülür. Bir tarla parçası bir doğal ailenin ortak çabasıyla işlenebilir...”(s.154)

Çadır ve çardakların yanında mabetler veya toplantı yerleri kerpiçten yapılmaya başlanmıştır. Avrupa’ya giden halkımız yani Türk işçileri kendilerine ev almadan mescitler satın aldılar. İstanbul’a göçen Anadolu halkı gecekondu mahallelerinde görkemli mabetler inşa ettiler. Refah ilerledikçe kendilerine de evler yapmaya başladılar.

Aile, ilk insanın varlığından beri vardır. Herkesin eşi vardır, çocukları vardır. Ancak üretim kollektif olabilir, bazan sofra da bir olabilir. Ama her karı-kocanın bir çardağı, yurtta bir köşesi vardır. Küçük çocuklar orada bulunur, cinsi ilişkiler orada yapılır. İnsanla hayvan arasındaki en büyük fark utanmadır. Hayvanlar açıkta birleştikleri halde insanlar daima saklanarak, korunarak birleşirler. Hayasızlık Avrupa Medeniyeti’nin habisleşmiş şeklidir.

“Aile”nin en küçük topluluk olan “ocak” ile ilişkisi topluluklara göre başka türlü düzenlenmiştir. Evlilik müessesesi, bucak içinde ve değişik ocaklar arası ilişkilerde önemli rolünü hep oynamıştır.

 

-Ailelerde ise bazan totem, bazan ata, bazan doğa güçleri tanrılaştırılarak aileler arası birlik sağlanmıştır. “Sihirden dine, totemden tanrısal varlıklara geçiş karmaşık, çok yollu ve olgusal düzeyde yeterince açık olarak ortaya çıkarılamamış bir geçiş olmakla birlikte; bazen totemlerin, bazen ataların, bazen doğa güçlerinin tanrılaştırılmalarıyla, sonunda köyün tüm ailelerini kapsayan inanç sistemlerinin ortaya çıktığını görüyoruz.”(s.154-155)

Topluluğun oluşabilmesi için halkın o topluluk için canını vermesi gerekir. Yoksa diğer topluluklar hemen o topluluğu yok ederler. Bir toprak uğrunda ölme varsa, o toprak vatandır. Bu da ancak âhiret inancı ve Allah inancı ile mümkündür. Zamanımıza kadar gelen bir anlayışla aynı atadan gelmiş olanlar birlik oluşturur, birbirlerini korur ve birbirlerinin uğrunda can verirler. Bu anlayışı dinî anlayışlar yıkmıştır. Dinlere göre insan adalet için savaşacaktır, ölünce de cennete gidecektir. Dinler her zaman vardır. Dine karşı inançlar da her zaman vardır. Dinin tahrif edilmesi de vardır. Din sonradan ortaya çıkmış değildir.

 

bb. Klandan Aşirete Geçiş

-Tarım topluluklarında bölünme toprak kavgalarına sebep olduğu için çekişmelidir. Oysa çoban topluluklarında bölünme dayanışmalıdır. Çoban toplulukları arasındaki düzen ile tarım toplulukları arasındaki düzen farklıdır.(s.155)

Devletlerarası savaş geçici yağmalamadan ziyade, halkı vergi karşılığı koruma savaşıdır. Yani, devletler; burasının vergisini ben alacağım, ben koruyacağım; diğerleri de buranın vergisini ben alacağım, ben koruyacağım demektedir. Bu tarımda da çobanlıkta da böyledir. Ancak tarımda müdahale daha fazla olabilmektedir. İşte bu sebepledir ki, ilk devletler son derece demokratiktir ve yapıları da insanîdir. Savaş yöneticiler arasında olur, o da ehil olanın tesbiti anlamındadır. Düello bunun tipik örneğidir. Bugün olduğu gibi yatak odalarına kadar girme ve zorla insanları savaşa götürme, 20. yüzyılın melanetidir. Bu sebeple bu düzen batacaktır.

 

d. Yeni Dünya Neolitiği

-Yeni Dünya’ya (Amerika’ya) insanlar Bering Boğazı’ndan geçerek İÖ 12 bin yıllarında kuzeye, 10 binde ortaya, 9 bin yıllarında güneye ulaştılar. (s.155-156)

Demek ki, Amerika’ya geçiş çobanlık döneminde olmalıdır.

 

-Amerika’ya ortataş döneminde geçilmiştir. Yenitaş orada farklı gelişmiştir. (s.156)

İnsanın tek atadan var edildiği, tahıl ve hayvanların da tek atadan türedikleri varsayımını bu belirtiler pekiştirmektedir. İklim aynı iklim, hayvan aynı hayvan olduğu halde, neden aynı evrimler gerçekleşmedi? İnsan öncesi hayvan o kıtada yaratılmadı. Gerek yoktu. Çünkü insanın evrimi için o hayvanlar yaratılıyordu.

 

-Yeni Dünya ve Avustralya’da çobanlık devresini yaşayamamışlar. Daha çok mabetler etrafında toplanma var. Bakır ve kalay var, tunç ve demir yok. İÖ 7000 yıllarında bitkiler evcilleştirilmiştir. Tahıl olarak mısır ancak 5000 veya 3000 yıl evvel bulunmuştur. İÖ 1500 dolaylarında yerleşik hayata geçilmiştir.(s.156-157)

Gerek Amerika gerekse Avustralya halkı çobanlık dönemine geçememiştir. Bunun sebebi gerek tahıl, gerekse hayvan türünü oraya götürememişlerdir. Gecikmeli de olsa yeni dünyada da eski dünyaya paralel bir uygarlığa gidilmiştir. Bu oralarda da peygamberlerin gelmiş olmasına delâlet eder.

 

3. Neolitik (Yenitaş) Toplumun Geçim, Yaşam ve Düşün Biçimleri

-Yenitaş dönemi hayvansal ve bitkisel üretim biçimidir. “Geniş anlamıyla neolitik, “besin üretici” toplulukları niteler. Besin üreticiliği, insanlığın geçim biçiminde bir “devrim” olarak görülmektedir... Besin üretimi bitkisel ve hayvansal besin üretimi olmak üzere iki türdür; buna gire, besin üretiminin çiftçi ve çoban topluluklarına etkileri farklı olmuştur.”(s.157-158)

Bitkiler üretim yapan canlılardır. Hayvanlar ise bitkilerin üretimini tüketen varlıklardır. İlk bakışta tüketicilerin üreticiler kadar önemi olmadığı gibi gelirse de, bir mutfaktan çok tuvalet önemlidir. Mutfaksız evde hayat olabilir, oturma odasında da yemek pişirilir; ama tuvaletsiz evde yaşanmaz. Toplayıcılık ve avcılık dönemi de önemli görevdir. İnsanın ilk görevidir. Ancak çobanlık, hele çiftçilik döneminde bitki ve hayvanların türlerini değiştirmek suretiyle üretici olmaya başladılar. Unutmamak gerekir ki, tarla açmak canlıların bir kısmını yok edip diğer canlılara daha çok imkân sağlamaktır. Bu bakımdan birine asalak ekonomi demek yanlıştır. Hepsi asalak ekonomidir. İnsanlar için önemli bir gelişme şudur. Gıdaları depolama imkânını buldular. Canlılar âlemini kendi istikametinde değiştirdiler.

 

a. Neolitik (Yenitaş) Çiftçilerde Geçim, Yaşam ve Düşün Biçimleri

-Çiftçilerde toprak vatan olmuştur. “Neolitik çiftçilikte, toprak, yalnız o an için yararlanılan bir yer değil; üzerinde ev bark kurulup yaşanılan, sürekli emek  dökülen, topluluğun geleceğinin geçiminin güvencesi, topluluğun ve insanların anılarının yaşandığı bir yer olan, elden çıkarmamak için gerekirse ölümün göze alındığı bir “vatan” olma yoluna girecektir...”(s.158)

İnsanlar geliştikçe bir taraftan birlik kuvvetlenmiş, diğer taraftan da toprak mülkiyeti ile kişi özerkliğe kavuşmuştur. İnsanın bir taraftan topluluk üyesi, diğer taraftan bağımsız kişi olması en önemli özelliği olup, diğer hayvanlarda ikisi birden yoktur. Bu özelliği bakımından ilk insan ile bugünkü insan arasında fark yoktur. Bugünkü insan topluluğun sağladığı imkanla Amerika’da istediği kimse ile evinden görüşebiliyor. Bu hürriyetine sağlanan imkândır. Ama diğer taraftan da her adımı bir kurala tâbi, bu da onun bir topluluk üyesi olma bakımdan girdiği yüktür. Toplayıcılık döneminde ikisi de gevşek idi.

 

-Tarım ekonomisinde kadınlar dokuma ve çömlekçilikte ileri gitmişlerdir. Erkekler ise marangozluk ve silah yapımında ileri gitmişlerdir. Boş zamanları olmuştur. “Tarımsal üretimin ritmi, yoğun tarım mevsimleri dışında insanlara oldukça uzun bir “boş zaman” bırakabilmiştir. Bu boş zamanlarda insanlar başka işlerle uğraşma olanağı bulabilmişlerdir.Bu olanağın ilk ürünü çömlekçilik,dokumacılık gibi kadınlar tarafından yapılan iki önemli neolitik zanaatın ortaya çıkması olmuştur... Erkekler de araç, silah yapmakla ve doğramacılıkla uğraşmışlardır...” (s.158-159)

Darboğaza girildiği zaman nüfus azalmaya başlar ve sıkıntılı günler geçer. Bu arada insanlar düşünüp yeni bir keşifte bulunurlar. Bu keşif emeğin verimini artırır. Yani, daha az emekle daha çok besin temin edilir. İnsanların böylece boş zamanları olur. Bu da gelişmeyi süratlendirir. Böylece burada nüfus artar. Nüfus ile üretim arasında denge oluşur. Kişilerin boş vakitleri kalmaz. Kalsa bile verim azami seviyeye ulaşmıştır. Aynı sistemde yeni buluşlar işe yaramaz. Sonra “azalan verim kanunu” sebebiyle verim düşmeye başlar. Nüfus aynı süratle düşmez. Dolayısıyla açlık ve sefalet başlar. Zaman geçtikçe topluluk çöker. Bu arada insanlar yeni buluş ile sahneye çıkarlar. Başka bir ifade ile, yeni buluş sahipleri hâkim olmaya başlar, böylece evrim olur. Yeniliğe uymayanlar helâk olup giderler. Tarım döneminin yeni buluşları arasında çömlekçilik vardır. Tekstil gelişmiştir. Marangozluk ve silah üretimi de gelişmiştir.

 

-Tarım döneminde kadınlar daha çok çalışmışlardır. “Kadınların tahıl üretiminin ve hayvan yetiştiriciliğinin ev ekonomisi içindeki uzantıları olan öğütme, pişirme ve yoğun tarım mevsimleri dışında çömlek kaplar yapma,  örme, dokuma gibi işlerle de uğraşmalarına bakarak; köylerde, neolitik ekonominin daha çok kadınların çalışmalarına dayandığı söylenebilir.” (s.159-160)

Toprak mülkiyeti ile oluşan depolanmış besin onun yağmacılarını da çoğaltmıştır. Sabit yerin korunması önemli sorun olmuştur. Erkekler daha çok savunma işleri ile uğraşır, zor olan işleri yaparlar. Bundan dolayı hafif işleri ve hamallık işlerini ise kadınlar yüklenmeye başladılar. Karadeniz’in bazı köylerinde erkek arkasına sepet almaz. Böyle bir şey yapması çok ayıptır. Erkek her zaman silah ile gezer. Çünkü devamlı pusu kurulmakta ve insanlar öldürülmektedir. Eğer erkek yük taşısa pusuya karşı koyamaz.

 

-Kadın evi yönetmiştir, ama köyü erkek yönetmiştir. “Ekonomik alanda önemli bir rol oynamaları, kadınların toplumsal saygınlığını büyük ölçüde artırmış olmalı. Ancak, erkekler de geleneksel statülerinin, saygınlıklarını sürdürmek çabasındadırlar...” (s.160)

Kadın çocuk doğurma ve süt verme erkine sahiptir. Erkekte ise bu yoktur. Buna karşılık erkek kadından daha kuvvetli ve dayanıklıdır. Bu sebeple ev işlerini ve evde yapılacak işleri kadın yapar, dışarıdaki ağır işleri erkek yapar, koruma ve savunmayı erkek yapar. Bu durum ilk insan Hz. Adem ve eşi Havva arasında böyledir, bugün de böyledir.

Bunu değiştirmek ancak biyolojik değişiklikle olur ki, buna hiçbir zaman gücümüz yetmeyecektir. Kadının kendi işlerini yapması için örgütlenemeye gerek olmadığı halde, erkek ağır işleri başarmak için bucak seviyesinde örgütlenmek zorundadır. Hele savunma bakımından devlet örgütlenmesine kadar ulaşmak zorundadır. Kamu örgütü erkeklerin örgütü olduğu için orada erkeklerin hâkim olması kadar normal ne olabilir? Bu böyledir ve böyle kalacaktır.

Devlet erkekler içindir, erkekler kadınlar içindir, kadınlar da çocuklar içindir. Devleti bir ağaca benzetirsek; erkek gövde ile dallar ve yapraklardır. Kadın ise taç ve çanak yaprakları ile çiçektir. Çocuklar ise meyvedir. Kadınlar üsttedir ama rüzgârlara karşı gövde koyar. Anaerkil aile her zaman vardır, ama anaerkil topluluk hiçbir zaman yoktur.

 

-Köylerin çevresinde toprak yığma, hendek kazıma sanatı o tarihlerde başlamıştır. Erkek savaş işleriyle daha çok meşguldü. “Avcı ve toplayıcı dönemin kalıntısı toplumsal örgütler olan klanlar, toplu çalışmaları erkeklerin örgütlediği birimlerdir. Köyün oluşmasında gereken toplu çalışma da erkeklerin önderliğinde klanlarca gerçekleştirilmiş olmalı...”(s.161)

İlk günden itibaren insan insanla savaşmaktadır. Nüfus dengesi için bunu Allah vazetmiş, sosyal evrim için bunu vazetmiştir. Tarım döneminde bu çatışmalar had safhaya ulaşmıştır. Bir taraftan iç yağmacılar ve hırsızlar, diğer tarafından işgal edip yağma yapanlar ve hazıra konanlar bu devrede en etkin rol oynamıştır. Bugün de bu durum pek değişmemiştir, aynen böyle devam ediyor. Erkek üretimde daha az rol oynamıştır.

 

-Kadın erkeğin üstüne çıkamamış, özel mülkiyetle hepten sönmüştür. “Yerleşme, mal birikimi ile yağmacılığın başlaması çok geçmeden savunma ve saldırı işlerini üstlenen erkekleri yine ön plana çıkaracak; özel mülkiyetin gelişmesiyle de kadının parlamaya başlayan yıldızı yarı yolda sönecektir.”(s.162)

Kadının evdeki yeri her zaman erkeğin üstündedir. Evin dışında ise kadın ikinci derecededir. Şöyle diyelim; erkeklerin yanında başka kadınların yeri yoktur, çünkü ilişkileri yoktur. Kadının yanında da başka erkeklerin fazla yeri yoktur,çünkü ilişkileri yoktur. Ne var ki, topluluk erkeklerin topluluğu olduğu için kendi aralarında büyük topluluklar oluşturmuştur. Kadın ise kendi ocağında kalmıştır. Kadının erkekten geri olduğu iddiası da tamamen yanlıştır. Diyelim ki, kadınlardan büyük sanatçılar yetişmemiştir, ilim adamları yetişememiştir. Ama büyük sanatçıları, büyük ilim adamlarını onlar doğurdular ve yetiştirdiler. Asıl üretenler kadınlardır. Erkekler üretimin meyvesini toplamışlardır.

 

-Öz üretim sınıflaşmayı önlemiştir. “Bir başka deyişle, neolitik toplum, siyasal farklılaşmaya yol açacak bir ekonomik ve toplumsal yapıya sahip değildir.” (s.162-163)

İki çeşit tarım toplumu vardır. Biri, aile ekonomisine müsait tarım toplumudur. Diğeri de, kollektif üretimi gerçekleştiren tarım toplumudur. Ovalarda sulanmayan yerlerde yapılan tarım birlikte tarımı zorunlu kılar. Buralarda sınıflar oluşmuştur. Oysa ormanlık yerlerde aile ziraatı yapıldığı için herkes eşittir. Yaşlılar birlikte karar alırlar. Başlarına geçirdikleri kişilerin ancak bir hakem olma durumu ve konumu vardır.

 

-Kan bağının yanında yer bağı başlamış, hatta daha da baskın olmuştur. “Birleşmiş birkaç klandan oluşmuşsa, yer bağı, köyün birliği için kan bağından önemli görülmeye başlanacaktır...” (s.163)

İnsanlar arasında ortaya çıkan hakları dört noktada topluyoruz. Yakınlık hukuku, komşuluk hukuku, emek hukuku ve sözleşme hukuku. Bu dört hak ilk insanın yaratılışında başlar. Zamanla değişik şekilde gelişerek biçimlenir.

 

-Yenitaş döneminde çadır yurdu kadar bir vatan yurdu oluşmuştur. “Tarımsal üretimle ve yer bağının oluşmasıyla, toprak tarımcı topluluklar için ölüm kalım durumu olmuş; savunma yolunda uğrunda ölünen bir “vatan” olmuştur...”(163-164)

Mülkiyet kavramı ilk insanda vardır.

“Bu benimdir!” duygusu ve konusu beşikteki çocuktan başlar. Çocuğun elinden sevdiği bir şeyi aldığınız zaman ağlamaya başlar. Bir-iki yaşındaki çocuk kardeşine verilenin kendisine verilmesini ister, başkasına verilmesine karşı çıkar. Hepsi onun olmalıdır. Tarım döneminde bu mülkiyet anlayışı daha çok genişlemiştir. Artık yerleşilen, sevilen ve sahiplenilen yer olmuştur.

 

-Yenitaş döneminde sıkı sosyal bağlar oluşmuştur, yasaklara uyma ve kan gütme müesseseleri doğmuştur. “Davranışların düzenlenmesi, toplumsal davranış biçimlerinin gelişmesine; giderek yardımlaşma, dayanışma, kan gütme gibi kurumların gelişmesine yol açacaktır. Kısacası, bireysel gereksinimlere ve eğilimlere toplumsal çıkış kapıları hazırlayacak ve toplumsal kurumları geliştirecektir.”(s.164)

İnsanın varolmasından beri insan ibadetlerle eğitilmektedir. Bütün topluluklarda ibadet vardır. Namaz kılarak vakitlerini düzenlemektedir. Zekât vererek geçimlerini düzenlemektedir. Oruç tutarak nefislerine hâkim olmayı öğrenmektedir. İnsanlar taşınma ve savaşma eğitimiyle de dayanışmayı öğrenmişlerdir. Tarım döneminde toprak mülkiyeti doğmuş, başkalarının mülküne saygılı olmayı da öğrenmişlerdir. Herkesin tarlası var. Kimse kimsenin tarlasından bir şey almaz. Halk atadan beri aynı komşularla birlikte yaşar. Bucaktakiler hep birbirini tanırlar. Ocaktakiler birbirlerinin bütün özel hayatını bilirler. Büyük bir sosyal baskı oluşmuştur. Kız alışverişi ve sınır kavgaları sebebiyle adam öldürmeler, sonra da yakınların birbirini koruması sebebiyle kan gütmeler ortaya çıkmıştır. Bu denge devletlerin oluşmasına ve savaşlara kadar gelişmiştir.

 

-Yenitaş dönemi günlük yaşama yerine geleceği güvene alma inancını pekiştirmiştir. “Ekonomik ve toplumsal konularda ilerisini düşünücü, kendini tutucu davranış alışkanlıkları,neolitik insanın düşüncesine de önemli bir boyut kazandıracaktır. Daha önce halde yaşayan insan, geleceği düşünerek üçboyutlu bir zaman kavramına sahip olacaktır...”(s.164)

İnsan her zaman geleceğini düşünmüştür. Toplayıcılık zamanlarında mevsim mevsim değişen günler için meyvelerini kurutmayı, turşu yapmayı, kuru yemişleri depolamayı, fare ve benzeri hayvanlardan korumayı hep tasarlamış ve her zaman gelecek için tedbir alma ihtiyacını duymuştur. İnsan kalıcı hafızası olan varlıktır, her zaman geçmişin hikâyelerini dinlemiştir. Ölen atalarının hafızada yok olmadığını bilmiştir.

Avcılık zamanında da etleri kurutmaya çalışmıştır. Kavurma yapmıştır. Yağı eritip saklamıştır. Çobanlık döneminde peynir, kuru et, yoğurt, lor hep bu saklama endişesi ile geliştirilmiştir. Bugün komşusuna ikram ederse, yarın da onun ona ikram edeceğini bilmiştir. Bugün birisine bir kötülük yaparsa yarın onun da ona kötülük yapacağını hep öğrenmiştir.

Hâsılı, insan daima Allah’a ve âhirete inanmıştır. Daima tedbir almış, ama daima nefsine hâkim olamayıp günah işlemiştir. İyi insan ve kötü insan hep varolmuştur. Peygamberler hep gelmiş ve insanlara doğru yolu göstermişlerdir. Mezarlardan da bunun böyle olduğunu zaten görüyoruz. Tarım döneminde bu husus daha da önem kazanmış olabilir.

 

-Yenitaş döneminde bitkilerin ilkbaharda canlanması ile öldükten sonra dirilme görüşüne varılmıştır. “İnsanlar olsun, hayvanlar olsun, bitkiler olsun doğup, büyüyüp, ölüyorlar. Ancak, bitkiler hayvanlardan ve insanlardan farklı olarak, gelecek ilkbaharda yeniden doğmak üzere ölürler... Neolitikte insan, insan yaşamı ile bitki yaşamı arasında benzerlik kurunca, öldükten sonra toprağın altında bir süre yaşayan tohumun yeniden doğması gibi, kendinin de öldükten sonra toprağın altında bir başka yaşam sürüp yeniden doğacağına inanmaya başlamış görünüyor...” (s.164-165-166)

Önce şunun bilinmesi gerekir ki, ilk insan toplayıcılık döneminde bitkilerin meyveleri mevsim mevsim verdiğini görmüştür. Otların sıcakta kuruduğunu, yağmur yağınca yeniden yeşerdiğini görmüştür. Soğuk yerlerde kışın yaprakların döküldüğünü, otların kuruduğunu, ilkbaharda yeniden çiçeklendiğini görmüştür. Hayvanların otlayarak geçindiklerini de bilmiştir. Zaten insan hiçbir zaman toplayıcılığı bırakmamıştır. Dolayısıyla dinî düşüncenin bu anlayıştan geldiği kabul edilse bile, ilk insan da aynı şeylere şahit olmuştur.

Kur’an insanlara hep bu benzetmelerle âhireti delillendirmektedir.

Modern kelâmda da âhiret kavramı benzer şekilde kanıtlanmaktadır.

  1. Bizim üç boyutlu mekânımız beş boyutlu Kâinat içinde dört boyutlu bir uzay çizmektedir. Yaşadığımız hiçbir şey ne yeniden varolmakta, ne de yok olmaktadır. Sadece bizim bindiğimiz gemi seyahat emektedir. Doğum, bu gemiye binmedir. Ölüm de, bu gemiden inmedir. O halde inenlerin başka bir gemide buluşmamaları için bir engel yoktur. Kâinatımıza kıyas.
  2. Hiçbir şey yoktan var olmaz veya hiçbir şey varken yok olmaz. Rûhumuz da vardır. O halde, öldükten sonra bedenimiz gibi o rûhun da yok olmaması gerekir. Bu bedenimizde var olduğu gibi benzer başka bedende de varlığını sürdürebilir. Bu durumda öldükten sonra hayatın olmadığını söylemek, var olanın yok olduğunu kabul etmek demektir ki; bu bizim varlık varsayımımıza aykırıdır.
  3. Kâinat’ta hayat teorisi vardır. Her şey doğar, gelişir, yaşar ve ölür. Bu ölüm yok olma değil, daha iyi doğumun olması içindir. Yani, evrim içindir. Eski binayı yıkmazsanız yeni yapı yapamazsınız. Ölüm daha iyi doğum içindir. Zaten “evrim teorisi” de budur. Kâinat da doğmuştur, gelişmiştir, yaşamakta ve yaşlanmaktadır; ölecektir. Entropinin büyümesi ile bunun böyle olduğunu kesinlikle biliyoruz. O halde ölüm de daha gelişmiş bir Kâinat’ın doğumu içindir. Kıyametten sonra yeniden daha gelişmiş Kâinat varolacaktır.
  4. İlk insandan bugüne kadar herkes öldükten sonra yaşamayı istiyor ve buna arzuludur. Kâinat’ta yalancılık yoktur. Yani, insanlara bu duygunun verilmiş olması onun varolmasına en büyük delildir. Yoksa herkes ölüp kurtulalım diye de isteyebilirdi. Yani, insanın duyguları öyle kodlanırdı.

Bu ilmî delillerin yanında peygamberler gelmiş, âhireti haber vermiş, gelecekte olacakları da haber vermiş ve gelecekte olacaklar olmuştur. Öyleyse âhiret de olacaktır. Yoksa tüm tarih aldatmacadan ibaret olur. Bundan dolayı, dinsel duyguların sonradan geliştiği, Şamanlıkla evrimleştiği iddiası külliyen yanlıştır.

Din bir ilim değildir. Sigaranın kötülüğünü bilen doktor içmeye devam eder. Din onu sigaradan vazgeçirecek îmandır, eğitimdir. Bununla beraber sigaranın zararlılığını insana ilim öğretir, ama ondan vazgeçmeyi din sağlar. Din ile ilim hayatın iki iç ve dış yüzüdür. Biri varolmadan diğeri bir işe yaramaz. Sihir ise insanlara veya bazı işlemlere farklı güçler yüklemektir. Onlarda olmayan güçler ile etkileri vehmederek yanılmaktır, kanmaktır, kandırmaktır. Dinin ve ilmin bozuk şeklidir. Küfürdür. Her devirde varolmuştur. Bugün de vardır. Hâlâ insanlara hatta onların heykellerine tapılmaktadır. İşte sihir odur. Yalana bile bile inanmaktır. Zaten küfrün manâsı da budur. Bile bile gerçeği gizlemek küfürdür.

 

-Yenitaşta kadın rahibeler de görülmeye başlar. “Bu gelişmeler sonucunda, avcı ve toplayıcı sihirci sanatçıların din adamlarına dönüşmüş olmaları gerekir... Ayrıca, uygar toplumun başlarında saygınlıkları oldukça yüksek görülen, sonra azalmaya başlamış olsa da dinsel kurumlardan (İslâmlığa dek) hiçbir zaman eksik olmamış olan kadın din adamları (rahibeler) de topluluğun yaşamına bu dönemde girmiş olmalılar...” (s.167)

İlk insandan bugüne kadar topluluğun başkanı savaşçı olması nedeniyle erkek olmuştur. Bu sebepledir ki peygamberler de hep başkan olmuşlardır. Bununla beraber, başkan olmak ayrıcalıklı bir varlık olmak demek değildir. Bütün peygamberler, “Ben sizin gibi bir beşerim” demişlerdir. Bunun yanında Allah katında kadın-erkek ayırımı da yoktur. İbadetlere katılma, cemaat içinde olma ve ibadet şekilleri üzerinde hiçbir fark gözetilmemiştir.

İslâmiyet’te de kadın sadece Cuma namazlarına imam olamaz. Çünkü Cuma namazı siyasi namazdır. Kadın bu namaza katılmak zorunda değildir, ama katılabilir. Diğer namazlar, oruçlar, zekâtlar ve hac farzlarında kadınla erkek arasında hiçbir fark yoktur. Mabetler aynı zamanda yönetim merkezleri olmuştur. Savaş dışındaki kamu hizmetlerinde erkekler gibi kadınlar da görev almışlardır. Dolayısıyla mabetlerde rahipler olduğu gibi rahibeler de olmuştur.

Kadınların mescide gitmemeleri Osmanlıların bir geleneğidir. Bu uygulama da belki son zamanların eseridir. Hayatın karmaşasında kadınların devam edememesi sonucudur. Ocak ve bucak teşkilâtlarının kalkması sonucudur. Nitekim, şimdi erkekler de beş vakit namazı camide kılamıyor, cumalara da gelemiyorlar.

 

-Yenitaş dönemi, saldırıdan çok savunma durumundadır, barışçıdır. Kendine yeterlidir. İçe dönüktür. Toplumsal artı üretme gizli gücüne sahip olmakla beraber, durağandır. Sihirsel ve dinsel düşünüş yan yanadır. “Özetle, neolitik köy toplulukları üretici ekonomiye geçmişlerdir. Geçim biçimleri “bitkisel ve hayvansal besin üreticiliği”ne dayanmaktadır... Kadın evin yöneticisi olarak görünür; ama köyün yöneticisi değildir. Köy çapındaki savunma, saldırı ve ortak çalışma işlerini erkekler örgütlemektedir. Köyde bir siyasal farklılaşma yoktur. Saldırmadan çok “savunma” durumundadırlar  ve  savaşçı olmaktan çok “barışçı”dırlar. Bu koşullarda “kendine yeterli”, “içe kapalı”, “eşitlikçi”, ve bunlardan dolayı da “durağan” bir “yerleşik köy yaşamı”dır... Dolayısıyla bu dönemde “sihirsel ve dinsel düşünüş yanyana”dır...” (s.168-169)

İnsan, dışa karşı barışçı, ama kendi içinde kan gütmecidir.

Bucağımda jandarma her gün dayak atar ses çıkarmaz, ama komşusu bir fiske değdirse ölümle neticelenir. Çünkü sorun toprak sebebiyle artık içe dönmüştür.

“Durağandır” sözü de doğru değildir. Tarım döneminin birçok buluşları ve gelişmeleri vardır. Uzun ömürlüdür diyebiliriz. Çünkü gerçekten gelmiş ve gelecek üretim biçimleri içinde ideal bir üretim biçimidir. Toprak sonsuz olsaydı her halde kimse tarımcılıktan vazgeçmeyecekti.

Sanayi dönemi henüz “Herkese Aş ve Herkese İş” sorununu çözememiştir. Nüfus regülasyonunu yapamamıştır. Teknikteki olağanüstü başarısını sosyal yapıda gerçekleştirememiştir. Dinsel ve sihirsel düşünüş yan yana yürümüştür. Yani, küfürle îman beraber olmuştur. Bu her zaman böyle olmuştur. Şimdi de böyledir.

Türkiye’de halkın tarikat liderlerine nasıl taptığını, Mehdileri ve İsaları nasıl beklediğini görmek için araştırma yapmaya gerek yoktur. Benzer şekilde parti liderlerine ve ölmüş diktatörlere nasıl ubudiyet ettiklerini görmek için de gerilere gitmeğe gerek yoktur. Bunlar sihirsel düşüncelerdir. İlmin ve dinin dejenerasyonudur.

 

b. Yenitaş Çobanlarda Geçim Yaşamı ve Düşün Biçimleri

-Yenitaşın çobanları avcılıkla tarımcılık arasında bir yaşam ve düşünüşe sahip idiler. “Geçim,yaşam ve düşün biçimlerinin konumu, avcı ve toplayıcı takımlarla neolitik köy toplumu arasında bir yerdedir.” (s.169)

Toplayıcılıktan avcılığa geçen insanlığın yeni sahalara yayılmaları nedeniyle avcılar toplayıcılardan daha çok yer tutmakta idiler. Yani, toplayıcılar azınlık durumunda bulunuyorlardı. Oysa çobanlıktan tarım dönemine geçilince tarım halkı azınlık durumunu korumuştur. Tarım evrimleşmiş ama genişleyememiştir. Gerçi çobanlar da tarımı sonraları öğreneceklerdir. Ancak çobanlık yine de uzun zaman sürüp gidecektir. Çobanlar tarımcılardan aldıkları bilgilerle çobanlığı devlet aşamasına getireceklerdir. Başka tür bir yönetim doğacaktır. Çobanlık varlığını sürdürecektir.

 

-Çobanlarda artı değer olmadığı için zanaatlarını geliştirememişlerdir. (s.169)

Çobanlar gezgin oldukları için zanaatta gelişme olmamıştır. “Yuvarlanan taş yosun tutmaz” sözü bunlar için söylenmiştir.

 

-Çobanlık klan yaşayışını pekiştirmiş, erkeğin değerini yüceltmiştir. “Sürünün güdülmesi ortak emeği gerektirir. Bu nedenle neolitik çobanlarda klanın yapısı daha pekişmiş görünür.  Sürüyü gütme, hayvanlara bakma erkeklerin işidir. Bu durum erkeklerin saygınlıklarını artırmıştır... Sürü üzerinde tasarruf erkeklerin hakkıdır...” (s.169-170)

Çobanlığa avcılıktan geçen topluluklarda dıştan evlenme vardır. Ocak birliği hükmünü sürdürmektedir. Bucak başkanları oluşmuş, eski statü sürmektedir. Avcılık azalmışsa da, yağmacılık çoğalmıştır. Dolayısıyla ilin üstündeki seviyede olan devletler çobanlarda da yetişmiştir. Ancak bu daha geç tarihlerde oluşmuştur.

 

-Çobanlarda yer bağına değil, kan bağına bağlı bir gelişme vardır. “Göçebe çoban topluluklar, avcı ve toplayıcı toplulukların kandaş klan örgütlenmesini sürdürürler. Kan bağı, bu toplulukların yaşamlarında büyük önem taşır...”(s.170-171)

Avcılıktan kalma bucak teşkilâtı çobanlık döneminde de devam etmiştir. Ancak sürüleri hırsızlardan koruyabilmek, yahut otlaklara sahip olabilmek için dayanışmaya ihtiyaç hâsıl olmuş ve merkez bucaklar oluşturulmuştur. Bu merkez bucakları o çevrenin güvenliğini sağlarlar. Henüz savaşlar yoktur, esaret yoktur. Çünkü çevreleri ile aynı dili konuşmaktadırlar.

 

-Bölünen klanlar arası kan bağı korunmuş ve daha üst kuruluşlar oluşmuştur. “Çoban topluluklar kan bağlarını sürdüreceklerdir. Bu durum, sonuçta, aynı klandan kopan klanların oluşturdukları bir klanlar birliği olan kabilenin ortaya  çıkmasına yol açar. Klanlar arasındaki ilişki, ortak savunma ya da ortak saldırı işbirliğidir...” (s.171)

Çobanlık dönemi illerin oluştuğu dönemdir. Tarım dönemi ise insanları devlet seviyesine götürmüştür. Çünkü tarım alanlarına saldırı içten ziyade dıştan gelmiştir. Bu dönemde iç kavgaların yerini cepheler almıştır.

 

-Çobanlarda dinî düşünce gelmemiş, Şamanizm devam etmiştir. “Neolitik köylerin düşünüşlerinin etkisinde kalmadan önce yeniden dirilmeli, ötedünyalı bir düşünüş görülmez; onların etkisinden sonra ise genel anlamıyla Şamanizm olarak adlandırılabilecek bir sihirsel-dinsel karma düşünüşe, inanca sahip oldukları görülür... Şaman giysilerindeki kadınlık işaretleri ve bazı çağdaş avcı ve çoban topluluklarında kadın şamanların da bulunmaları; ...” (s.171-172)

Ocak ve bucak topluluklarında herkes herkesi tanıdığı için kadın ile erkeği ayıran bir elbiseye gerek olmamıştır. Ancak, çobanlık döneminde topluluk genişlemiş ve il seviyesine yükselmiştir. Herkes herkesi tanımaz olmuştur. Kadınlarla erkeklerin farklı elbise giymeleri, erkeklerin sakallarını uzatmaları gereklilik hâline gelmiştir. Eskiden herkes etek giymektedir. Kadınlar etek giymeye devam etmişlerdir. Erkekler ata binmişlerdir. Bunun için şalvarı geliştirmişlerdir. Böylece erkekler kadınlardan ayrılmışlardır. Şamanlar veya din adamları savaşa katılmayan zümre olmaya başlamıştır. Bunlar da şalvar giymemeyi yeğlemişlerdir. Etek kadın kıyafeti değil, toplayıcılık kıyafetidir. Menkıbelerde ölülere güç vermişler, onlar etekli tasvir edildiği için Şamanlar da onlar gibi güçlü olduklarını belirtmek için bir kıyafet geliştirmişlerdir. Bugün hâlâ cübbe giyilmektedir. Oysa dinde bunun hiçbir yeri yoktur. Bununla beraber insanların tanınma aracıdır. Her meslek farklı elbise giyer. Bugün askerler farklı elbise giymektedir. Hem de dünyada benzer kıyafet oluşmaya başlamıştır.

 

-Çobanlarda artı değer ve kendilerine yeterli hayatları yoktur. Köylerle ticari veya yağma ilişkilerine girmek zorunda kalmışlardır. “Neolitik çobanların toplumsal yapıları da, bir toplumsal artı üretmeye elverişli değildir... Kendilerine yeterli de değildir... Bu yetersizliğini, barışçı (ticari) ilişkilerle ve savaşçı (yağmacı) ilişkilerle gidermek durumundadır.”(s.172-173)

Sıcak bölgelerde tarımla uğraşıp zenginleşen halk gevşer ve tembelleşmeye başlar. Oysa, çobanlar kötü şartlar içinde varlıklarını sürdürmek için güçlü olmak zorundadırlar. Zaman zaman güneye iner, oraları istila eder ve yerleşirler. Yerli halkla birlikte yeni medeniyet oluştururlar. Dinamik yapıları ile yeni gelenler, bilgi sahibi olan eskilerle kaynaşarak ilerleme kaydederler. Türkler Anadolu’yu bu kural içinde istilâ etmiş ve yerli halkla uyuşarak bin yıla yakın ortak medeniyet oluşturmuşlardır.

 

-İbn Haldun bunu asabiyetle anlatır. “Göçebe çoban toplulukların toplumsal ve düşünsel yapıları hakkında değerli bir gözlemi İbn Haldun gerçekleştirmiş ve bu gözlemin ürünü olarak “asabiyyet” kavramını geliştirmiştir. Buna göre göçebe topluluklar “asabiyyet”in güçlü olduğu topluluklardır. Yani üyeleri arasında ayrı gayrılık yoktur, çok güçlü bir birlik ve dayanışma duygusu vardır... Bu kuramını destekleyen güzel bir tarihsel örneği Kitabı Mukaddes’den alan İbn Haldun, Mısır egemenliğinde yaşarken asabiyyetlerini yitiren İsrailoğulları’nın Musa’ya “Sen ve Allah’ın gidip Şam’ı fethedin” derlerken; kırk yıl çölde dolaşan İsrailoğulları’nda asabiyyet güçlenerek, ülkeler fethedecek yeni bir kuşağın geliştiğini söyler.” (s.173)

Kırdakilerin kenttekileri yenmeleri sadece asabiyetten gelmemektedir. Kırlarda yaşayanlar devamlı olarak dağlarda çobanlarla beraberdirler. Dayanıklıdırlar. Kentlerdekiler ise sıkıntıya dayanamazlar. Afganistan’daki yerlilerin İngiliz ve Rusları dize getirmeleri de bundandır. Şimdi Amerika’nın da dize gelmeyeceğini kimse söyleyemez. Teknolojinin ilerlemesi bile çobanları yıldırmıyor. “Tüfek icad oldu, mertlik bozuldu!” diyen şair hâlâ, “Ferman padişahın, dağlar bizimdir!” diyor. PKK sadece askerî harekâtla dize getirilememiştir.

 

-Eskitaş çobanları kendi kendilerine yeterli değildirler. Birbirlerinden alacakları bir şey yoktur. Köylerden de barışçı yoldan bir şey alamayınca savaşçılığa gitmişlerdir. “Kendilerine yetersiz bir üretim biçimleri vardır... Bu nedenle önlerindeki çıkmazı “savaşçı” yöntemlerle aşma yollarını arayacaklardır...”(s.173-174)

Çobanların köylere saldırıları köyleri birleşmeye zorlamıştır. Bir taraftan çobanlar göçebe devlet kurarken, diğer taraftan kentler de yerleşik devlet kurarlar. Mezopotamya, Mısır, Hint ve Çin devletleri böyle doğduğu gibi, İskitler ve Hunlar da böyle devletler olmuşlardır. Germen, Slav, Türk ve Moğol akınları İslâmiyet’ten sonra bile sürmüştür.

 

c. Yenitaş Toplumla Mülkiyetin Temellerinin Atılışı

-Eskitaş çobanlar artı değer üretmemiştir. Uygarlığa geçilememiştir. “Bu biçimleriyle mülkiyet türleri ve mülkiyet ilişkileri neolitik toplumun eşitlikçi yapısına uygundur ve bu yapıda kendi başına bir değişiklik yaratabilecek etmen olarak görünmemektedir. Neolitik mülkiyet türleri, bir toplumsal artı elde edilmesine elverişli değildir.”(s.176)

Sosyal oluşlar belli süreler alır. Geçiş dönemleri de budur. Çobanlarla köyler arasında başlayan çatışmalar, iki tarafın daha çok teşkilâtlanmalarına sebep olmuştur. Yani, savaş her iki tarafı daha çok birleştirmiş ve geliştirmiştir. Büyütmüştür. Ama bu hemen gerçekleşmemiş, zaman almıştır. Köylerde devlet aşaması daha önce oluşmuştur. Bunun sebepleri şunlardır:

  1. Köyler yerleşik hayat yaşadıkları için ürettiklerinden bütün biriktirdikleri birbirine ekleniyor ve kendilerinde kalıyordu.
  2. Köyler daha az savaşçı idiler, kendilerini teknikle korumak zorunda idiler. Teknik evrimleşti. Oysa beden aynı kaldı. Bu sebeple kent kıra galip geldi.
  3. Kentliler kırlara gitmiyor, kırlardakiler kentlere gelip karışıyorlardı. Dolaysıyla dıştan aşı kentlerde olmuştur.
  4. Evrim kente doğru idi. Çünkü birleşme orada sağlanıyordu. Allah da peygamberleri bunun için oralara göndermiştir.

İnsanlık tarihine baktığımızda, insanlığın belli istikametlerde plânlı bir şekilde ilerlediğini görürüz. Bunu Kâinat’ta da görürüz. O halde her şey ona göre düzenlenmiş ve yaratılmıştır. İstanbul fethedilmeseydi Amerika bulunmayacaktı. Amerika yerlileri altınları bulmuş olmasaydılar, sanayi devrimi olmayacaktı. Yahudiler zaman zaman sürülmeseydi, dünya ticaretini ellerine geçirmiş olmayacaklardı. Hâsılı, ikinci bin yıl da birinci bin yıl gibi durgun geçecekti. Evet, her şey sebep-sonuç ilişkileri ile olmakta, ama öyle ayarlanmış ve kodlanmış ki insanlık belli aşamalarla belli yerlere gelsin. Bu plan ve projeyi yakalayanlar gelecekte başarılı olacaklardır. Bunu yakalamak için de Kur’an’a başvurmak gerekir.

 

Süleyman Abi!

Alttaki başlıktan S.174)

Diğer başlığa kadar (s.176) yazılmamış...

 

d. Yenitaş Topluluğun Toplumsal Artı Üretme Gizilgücü

-Devşirmecilik biriktirme ve ambarlamayı yeni çağa bırakmıştır. “Ama hiç değilse,devşirmeciliğin neolitik topluluklara “biriktirme”, “ambarlama” yöntemlerini ve kavramlarını bıraktığı söylenebilir.” (s.176)

İnsan ilk yaratıldığı günden itibaren bazı yiyecekleri depolama işine başlamıştır. Gıda biriktirme işi başka canlılarda vardır. Ne var ki, onların biriktirmesi donuktur. Oysa insan biriktirme şeklini ve biçimini hep geliştirmiştir. Zamanımızdaki soğuk hava depoları ve dondurucuları bunların aşamasıdır.

 

-Yenitaş dönemindeki artı değerler israf edilerek heder edilir. “Saklanabileceğin ötesinde bir yiyecek fazlası ise, genellikle aşırı tüketimle yok edilir... “Örgütlü aşırı tüketim” olarak adlandırılabilecek bir biçimde “tüketildiğini” gösteriyor.”(s.177-178)

Halk boş zamanını ve varlığını israfla harcar. Bugün gençliğin vakti oyun veya uyuşturucuda harcanmaktadır. Köylerdeki artı değerler düğünlerde ve başlık paralarında heder edilmektedir. Dinlerin etkisi veya yenilmişliğin tesiri ile bazı topluluklar boş zamanlarını ve artan vakitlerini yararlı işlerde harcarlar, o zaman evrim olur. Yunanlılar felsefede, Müslümanlar sosyal ilimlerde, Avrupalılar müsbet ilimlerde bu zamanlarını harcadılar ve medeniyetler böyle doğdu. Geleceğimizi mamur etmek ve yeni bir medeniyet kurmak istiyorsak, insanlığa bu heyecanı vermemiz gerekir. Bunu nasıl vereceğiz? Küçük bir topluluk kendisinde bu heyecanı var edecek, sonra bu heyecan dalga dalga yayılacaktır. Peygamberlerin yaptığı bundan başka bir şey değildir. Bediüzzaman da bunu yapmıştır.

 

-Yenitaşta ticaret gelişmemiştir. Ama ambarlama ticarete hazırlık yapmıştır. “neolitik çiftçiliğin kendine yeterliliği bir toplumsal artı, bir artı ürün üretmeyi kışkırtacak alışverişin gelişmesine de olanak vermez...” (s.178)

Değiştirme her zaman vardır. İkili mübadele ilk insandan beri mevcuttur. Pazar mübadelesinde halk mallarını bir yerde topluyor ve orada alışveriş yapıyorlar. Bunun dışında burada kimileri sadece kendi kullanmadığı malları üretiyor ve satıyor, karşılığında diğer malları satın alıyordu. Çobanlıkta ve tarımcılıkta henüz böyle bir gelişme sözkonusu değildir.

 

-Çobanlar çiftçileri artı üretime zorlamıştır. Bu da insanlığı uygar topluluğa doğru götürmüştür. (s.179)

Çobanlar kendilerinden olmayan şeyleri köylerden almak zorunda idiler. Bu talep de köylülerin artı üretim yapmalarını sağlamıştır. Çobanlar bu taleplerini karşılayabilmek amacıyla köylülere daha bol ve kaliteli hayvansal ürün verir oldular. Asıl insanlığı uygarlığa götüren şey tarımın da çoraklaşması ve yeterli olmaması, nüfusun artması olmuştur.

 

4. İlkel Topluluktan Uygar Topluma Geçiş

-Yenitaş toplumlar kendi işgücü ile uygarlığa geçememişlerdir. “İster çiftçi ister çoban olsunlar, neolitik toplulukların kendi iç gelişmeleri ile ilkel topluluktan uygar topluma geçme yeteneğine sahip olmadıkları anlaşılmıştır...” (s.179)

İnsanlar uygarlığa 3500 yıl önce geçtiler deniyor. Felsefe ancak 3000 yıl sonra doğdu. Elektronik çağ da ancak 2500 sene sonra geldi. Bir medeniyetin doğması, gelişmesi ve batması en az 1000 sene sürer. Göçebelik 10 000 yıl sürmüşse, tarımcılık da 10 000 yıl sürmüştür. Gecikmeli ilerleme olduğunu iddia etmek hatalıdır. Bütün devirler kendi içlerinde kendi süratinde gelişmiştir. Durağanlık insan öncesi hayvanlardadır.

 

-Uygarlık iç ve dış etkilerle gelişmiştir. “Neolitik geçiş topluluklarının uygar topluma geçişleri, yapılarının iç gelişmesiyle değil; doğal ve toplumsal dış etkilerle gerçekleşmiştir...” (s.179)

Bütün değişmeler iç ve dış etkilerle olmuştur. Toplayıcılıkla yaşayan halk buzulların gelmesiyle avcılığa geçmiş, ama avcılık gelişmesini kuzeylerde gerçekleştirmiştir. Güneyde toplayıcılar durağan olmuşlardır. Sıcaklar başlayınca kuzeydekiler çobanlığa başlamışlar, ama çobanlığın tarımcılığa dönüşmesi dış etkilerle güneyde olmuştur. Tarımcılıktan kır toplumuna geçiş de çoban kuzeylilerin baskısı ve toprakların çoraklaşmasıyla olmuştur.

 

a. Çobanlarla Çiftçiler Arasındaki Savaşçı ve Barışçı İlişkiler

-Çobanlarla çiftçiler arasında barışçı ve savaşçı ilişkilerden savaşçı ilişki başarıya ulaşmıştır. “Uygar topluma geçme yolunda ilk çabalar, neolitik çiftçilerle çobanlar arasındaki barışçı ve savaşçı ilişkilerin ürünü olarak ortaya çıkmıştır... Uygarlaşma yolundaki bu iki atılımdan ilki yarı yolda kalmış; ikincisi başarıya ulaşmıştır.”(s.180)

Barışçı ilişkiler yeni düzen getirmez, sadece düzende ilerleme kaydeder. Savaşçı ilişkiler ise yeni düzenin kurulmasına sebep olur. Fethedenler fethettikleri ülkede kendi düzenlerini kurmak isterler. Yerlilerle yaşayabilmek için de kendi düzenleri ile onların düzenini birleştirmek zorundadırlar. Savaş bu sebeple medeniyetlerin doğmasında ve yayılmasında etkin bir araçtır. Savaşa karşı çıkanlar savaşın bu fonksiyonunu unutuyorlar.

 

aa. Barışçı İlişkiler ve Ticaretin Doğuşu

-Çobanlarla çiftçiler arasında ticaret ve savaş ilişkileri olmuş, savaş ilişkileri uygarlığa götürmüştür. “İkinci toplumsal işbölümüyle (çiftçi-çoban farklılaşmasıyla) topluluklar arası barışçı ve savaşçı ilişkilerin yoğun, sistemli ilişkiler biçimini almasına yol açacak koşullar oluştu...” (s.181)

Çiftçilerle çobanlar arasında komşuluk ilişkileri olmuş veya karışım ilişkisi olmuştur. Uygarlığı karışım ilişkisi doğurmuştur. Bu karışım evlilik, göç, esirler veya istila yoluyla olmuş olabilir. Türkler Almanya’ya savaşla gitmediler, işçi olarak gittiler.

 

-Ticaret ilişkilerinde daha çok göçebeler yararlanmışlardır. “Daha avcılık ve toplayıcılık döneminde, taş ocaklarına yakın yerde yaşayan bazı toplulukların sert taş ya da taş araç alışverişiyle uğraştıkları biliniyor... Yerleşik köy toplulukları, bu kaynaklara yakın iseler kendi gereksinimleri için kullanmış; yakın çevrelerindeki topluluklara “satmak” dışında bu olanaktan yeterince yararlanamamışlardır.  Bu olanaklardan yararlanma durumunda olanlar daha çok  göçebe topluluklardır.”(s.181)

Çobanlar kendi zaruri ihtiyaçlarını sağlamak için bunları çiftçilerden satın almak zorunda kalmışlardır. Bunu sağlayabilmeleri için onlara bir şey satmak zorunluğu vardı. Bunlara daha çok kürk eşyalarla, yağ ve et gibi yiyeceklerdi. Et ve yağ çiftçilerde de vardı, ancak kalitesi düşüktü. Böylece lüks hayat başlamış oldu. Lüks hayat halkı birbiriyle yarıştırmaya başlar.

Benim bucağımda köylüler arasında lüks hayattan ziyade, lüks misafirhaneler yapma yarışı vardır. Çünkü diğer hayat herkes tarafından çok iyi bilinmektedir. Oysa misafirhaneye yabancılar gelmektedir. Kendilerini onlara beğendirme arzusu vardır. Giyim için de durum aynıdır. Kadın ve erkeğin özel misafirlik elbiseleri vardır, toplantıya veya dışarıya onunla gider. Yiyeceğin iyisini misafir için saklar. Hanımların değerlisi misafirlere karşı evi iyi gösterendir. Dıştan evliliğin zorunlu sonucudur bu.

Çobanlar her zaman köylülere kız vermek istemişlerdir. Oysa köyden kıra hiçbir kız gitmez. Gitse de işe yaramaz. Çünkü oradakilerin yaptıklarını yapamazlar. Çobanlar her zaman bir fırsatını bulup köyde yerleşmek istemişledir. Buna izin veren köyler büyümüştür.

 

-Göçebe topluluklarda köylülerin ne tür etki yaptıkları bilinmemektedir. “Çoban topluluklar kendilerine yetersiz ekonomilerinden dolayı yerleşik çiftçi topluluklarıyla alışveriş ilişkileri kurmak zorundadırlar... Bunun sonucunda çiftçi topluluklarla giriştikleri alışveriş, ticaretle uğraşan çoban toplulukların yapısında ne gibi değişikliklere yol açmıştır bilemeyiz. Çünkü göçebe topluluklar yaşam biçimleri hakkında gerilerinde pek az arkeolojik belge bırakırlar...”(s.181-182)

Anadolu’ya gelen Türkler göçebe ve köylü olarak gelmişlerdir. Göçebeler çoban olarak dağlarda yaşamışlardır. Ben İzmir’e geldiğimde Tırazlı Köyü’nde tek bir ev bile yoktu. Çobanlıkla yaşıyorlardı. Sütçüler köyünde yerleşmemiş halk çoktu. Şimdi hemen hepsi yerleşik hâle geldiler. Bunlar üzerinde yapılacak araştırmalar bize bu ilişkileri ortaya koyar. Ancak çoban-çiftçi arasındaki psikolojik ilişki ile köylü-kentli arasındaki psikolojik ilişki aynıdır. Bu bakımdan çoban-çiftçi arasındaki ilişkileri tahmin edebiliyorum. İlmin esası, bırakılan izleri değerlendirmek, analoji yapmak, psikoloji ve sosyoloji ilimlerinden yararlanmaktır. Çiftçileri beğenmeme, ama yan cebime koy kabilinden oralara gitmeyi arzulama!..

Kırgızistan’da Kırgızlar h3alâ göçebe hayatı yaşıyorlar. Ruslar ise tarım hayatı yaşıyorlar. Türkiye Türklerinden Kırgız kızı alanlar vardı. Kırgızların bundan sevindiklerini görmüştüm. Bunun manâsını sonra anladım. Meğer Oğuzlar Kırgızların kızlarını almazlarmış. Yani, köylüler kentlileri aşağı görürlermiş. Yine Kırgızistan’da Ahıskalı Türkler vardı. Türkçe konuşan ama dağlardan gelen Kürtlerin kızlarını köylerden gelen Ahıskalılar almazmış. Sosyalizm bile bu durumu asla değiştirmemiş.

Serbest kentleşme bu çemberlerin hepsini yırtmıştır. Bir insanın bedeninde nasıl anti şjenelr varsa, toplulukların yapılarında da aynı şeyler vardır. Yabancıları kabul etmez. Ama bazı kanları bazı bedenler kabul eder. A’nın kanını B kabul ederse de, B’ninkini A kabul etmeyebilir.

 

-Çobanların köylere etkisi Filistin’deki Jericho ile Konya’daki Çatalhöyük yerleşim yerlerinde incelenmiştir. “Çiftçi ve çoban topluluklar arası alışveriş ilişkilerinin çobanlar üzerindeki etkileri belgelendirilememiş; ama yerleşik çiftçi topluluklar üzerindeki etkileri belgelendirilebilmiştir. Bu tür bir alışverişin geliştirdiği iki yerleşme yeri çıkarılıp iyice incelenmiştir...”(s.182)

Gelişme rutin ilişkilerde değil, istisnai ilişkilerde ortaya çıkar. Genel olarak çobanlar kendi dağlarında, köylüler de kendi kırlarında yaşarlar. Birbirlerini iterler, kabul etmezler. Ama istisnai köyler de oluşabilir. Bu yerler de daha çok savunma merkezleridir. Bunlar suni köylerdir. Yani, değişik çobanlardan gelen kimseler bir merkez kurar ve oradan çevrenin güvenliğini sağlarlar. Böyle bir köy kuran kimse kabiliyetli ve becerikli kimseleri yanına alır. Böylece ayrıcalıklı bir köy oluşur. Bu köy zamanla büyüyerek kentleşir. Bahsedilen köyler böyle köylerdir. Ne var ki, bu köyleri incelemek o zamanki köyleri incelemek demek değildir. Sadece Çankaya’yı inceleyip Türkiye hakkında karar vermeye benzer. Bununla beraber bu husus dikkate alınmak şartıyla birçok bilgiler edinilebilir.

 

-Jericho-I İÖ 8500 yıl önce Natufiyalı bir köy, çobanlık dönemi köyü idi. Jericho-II İÖ 8500-7000 arası bir tarım köyü olmuştur. Çömlek öncesi tarımı temsil eder. 4 metre civarında yuvarlak evler yer almıştır. Evler muntazam yerleşmiştir. Tarım ve ticarete dayanır. Jericho-II B katmanı İÖ 7000 dolaylarında bitişik dörtgen evler ve geniş avlusu var. Keçi besleniyor. Ticaret merkezidir. 2000 dolaylarında nüfusu vardır. (s.182)

Yuvarlak evler yapmaları sebebiyle bu halkın çadırlardan buraya geldikleri anlaşılmaktadır. Yurt denen çadır hayatı çobanların hayatıdır. Yani, tarımdan önce çobanlık yaptıkları anlaşılmaktadır. Bitişik evler ise toplayıcılık döneminin kalıntısıdır. Çadırların uzak kurulması, hayvanlarının yakınlarında olması arzusundan doğmaktadır.

Hâlâ Doğu Anadolu’da hayvanlarla birlikte yaşanır. Bucağımda ahır alttadır, üstte evler vardır. Yaylalarda ise ahırla yaylalar iç içedir. Önce ahıra girilir. Oradan geçilerek odaya girilir. Çobanlık dönemlerinde dahi ticaret merkezleri oluşmuştur. Bunlar önce açık pazar yeri olmuş, sonra dükkanların bulunduğu yere dönüşmüştür.

Arap Yarımadası’ndaki Mekke şehri bunlardan biridir. Dükkan bile yoktur. Ukaz denen bir pazaryeri vardır. Mallar orada alınıp satılır. Mekke tüccarları dünyanın her tarafından mal alıp mal satarlardı. Daha Hz. Peygamber zamanında Hicrî beşinci yılda Çin’e giden Mekke tüccarları orada Medine dışındaki ilk mescidi inşa ettiler. O yer günümüzde de hâlâ cami olarak vardır. Oysa Arabistan bir bedevi ülkesi idi. Devlet dönemine henüz geçilmemişti.

 

-Lut Gölü’nün güneyindeki Beidha kasabası İÖ 5000 dolaylarında bir ticaret ve zanaat merkezi idi. (s.183)

Burası da eski bir köydür. Buranın özelliği de özel köy olmasıdır. Yani, değişik kabilelerden gelen halkın oluşturduğu bir köy. Dolayısıyla göç kabul eden köydür. İnsanlıkta bir kural vardır. Göç kabul eden yer gelişir, göç veren yer fakirleşir. Borç veren ülke zengin olur, borç alan ülke fakir olur. İlk bakışta tersi olması gerekir gibi görünür ama bu böyledir.

 

-Çatalhöyük’te İÖ 7000 yıllarında inek besleyen merkezi site oluşmuştur. Sulama ziraatı yapılmaktadır. (s.183)

Avcıların kuzeyde keşfettikleri çobanlık toplayıcılıkla geçinen güney halkının işine gelmiş ve tarım dönemine geçmişlerdir. Tarım zamanla tekniğini geliştirerek kuzeye doğru kaymıştır. Bugün Sibirya’ya kadar ulaşmıştır. Kuzeyde yazın Güneş daha çok baktığı için zayıf da olsa oranın bitkileri ile orada da ziraat yapılabilir.

 

-Çatalhöyük İÖ 6500-5500 yılları arasında 5000 nüfuslu kasaba olmuştur. Volkan camı üretmektedirler. Ticaret merkezidir. Dinsel merkezdir. Bakır taşından boncuk yapılmaktadır. Bakır karışımı da vardır. “Çatalhöyük İ.Ö. 6500-5500 arasında gelişti. O tarihler için olağanüstü büyüklükte bir kasabaydı; 140 dönümden daha geniş bir alanı kapsıyordu. Bin evden, beş-altı bin kişiden oluştuğu sanılıyor. Kasaba Niğde ilinin Aksaray ilçesi yanındaki volkanik bir dağ olan Hasan Dağı’nı görebiliyordu. Buradan obsidyen (volkan camı) çıkarıp obsidyen ticaretini denetimine almış olduğu sanılıyor... Kasaba halkı arasında usta ağaç işçileri, dokumacılar, taş cilalayıcılar ve çömlekçiler bulunduğunun kanıtları vardır. Bakırtaşından boncuklar yapılıp biraz bakır ergitilmiş...” (183-184)

Hayvanlar doğuştan tam olarak programlanmış olarak yaratılırlar. Kendilerinde bir gelişme olmaz. İnsanların ise baştan beyinleri boştur. Zamanla doldurulmaktadır. Hatırlama ve unutma olayları cereyan etmektedir. İnsanı iyi anlamak için biraz Kelâm ilmine girmek gerekir.

Peygamberlerin “Allah” dediği şeye filozoflar “tabiat” demişlerdir. Böylece ister “Allah” diyelim, ister “tabiat” diyelim, bir kuvvetin varlığı kabul edilmiş bulunmaktadır. Eskiden değişik ve birbirine zıt tabiat kuvvetleri kabul edilerek onların çatışması ile denge oluşmuş olduğu kabul edilirdi. Oysa müsbet ilimlerin gelişmesi ve bilhassa Matematik ile Kâinat arasında paralellik kurulunca, Kâinat’ın bir bütün olarak tek varlık olarak kendi içinde dengeli olduğu ve her şeyin amaçlara uygun düzenlendiği anlaşılmıştır. Yani, tabiatın tekliği hususunda ihtilâf kalmamıştır. Cansızlar aynı kuvantumların birleşmesinden oluşmuştur. Canlılar da aynı DNA çiftinden oluşmuşlardır. Zıtlık yok, denge var. O halde filozoflarla peygamberler arasında bir ayrılık kalmamıştır. Hâlâ açığa çıkmamış olan bir husus şudur. Filozoflar tabiatı kör bir kuvvet kabul ediyor. Peygamberler ise Allah’ı şuurlu ve iradeli bir varlık olarak görüyor. Tabii ki bu büyük bir farktır. Şimdi bunun cevabını ortaya koyalım. Tabiatta bir bütünlük vardır. İnsan da tabiatın bir parçasıdır. İnsanda şuur vardır. O halde tabiatta da şuur vardır. Her parçasında olmasa bile, insan denilen bir yerde şuur vardır. O halde “tabiat şuursuzdur” demek yanlıştır. Olsa olsa, “tabiatta şuur vardır ama parça parçadır” demiş olurlar.

Demek ki, filozoflarla ihtilâfımız; “Tanrı yoktur şeklinde değil de, tek tanrı mı çok tanrı mı, insan tanrı mı yoksa insan dışında tanrı mı?” tartışmasına varırız. İnsanı tanrı kabul etmek, yahut çok tanrı kabul etmek, sonra da onların yarattığı Kâinat’ı tek varlık olarak görmek büyük çelişki olur. O halde insanın nasıl bedeni ve ruhu varsa; Kâinat bir bedense, onun da ruhu vardır ve o da Allah’tır. Bizden farkı; biz kendi bedenimizi kendimiz yaratmadığımız halde, O kendi bedenini kendisi var etmiştir. Yahut, başka birisi var etmiştir.

Şimdi Eriha’daki kentten daha açık bir şekilde şuurlu ve iradeli bir Tanrı’yı kabul ettikten sonra O’nun insanlarla ilişkili olup olmadığını sorabiliriz. Her gün O’nunla ilişkiliyiz.

  1. Her an yaşarken aklımıza değişik fikirler gelmektedir. Aynı şartlar içinde olduğumuz halde, değişik zamanlarda veya değişik kimselerde aynı fikirler gelememektedir. O halde aklımıza değişik fikirlerin gelmesini tabiat kanunu ile izah edemeyiz. Demek ki, Allah herkese her an “ilham” etmektedir.
  2. İçimizde bir arzu doğar. Biz onu yapmak isteriz, faaliyete geçeriz. Bir de bakmışız ki, beklemediğimiz yerlerden bize yardımlar gelir ve o işi başarırız. Tembellik yaptığımız, ilgilenmediğimiz zaman işimiz bozulur. O halde, bizim rûhi arzumuz ve bu arzuya göre davranışımızdaki başarımız, bizim Allah’a olan isteğimizi duyurmamız demektir. Yani, herkes her an Allah’tan “ilham” almakta ve herkes her an Allah’a dua etmekte ve duası da kabul olmaktadır.
  3. Rüya görmekteyiz. Rüya bizim ile Allah arasında kurulan bir köprüdür. Herkes kendisi bir rüya görmüştür ve rüyası çıkmaktadır. Gelecekte olacaklar haber verilmektedir.
  4. Nihayet, biz diğer insanlarla konuştuğumuzda başka bir şuurlu varlıkla konuşmaktayız. Ama varlığın arkasında bir güç olduğunu biliyoruz. Mesela, onu yalancı sayabiliyoruz. Hata ettiğini kabul ediyoruz. Demek ki o mutlak şuur değildir. Bizim de arkamızda olan bir üst şuurla irtibat kuruyoruz. Karşımızdaki insan bir televizyon gibidir. Bozukluklar neşriyatta değil de ekranda olabilir.

Tarihte peygamberler gelmiştir. Onlara da birtakım ilhamlar gelmiştir. İlim adamlarına da ilhamlar gelmiştir. Ne var ki, ilim adamları eşyalar üzerinde deneme yapmışlar, peygamberler insan üzerinde deneme yapmışlardır. Bugün Hazreti İsa iki milyar başlıdır yani iki milyar Hıristiyan vardır. 2000 sene sonra iki milyar insana hükmetme gücü nereden bulunmuştur? Çevresinde bulunanlara nasıl bir inanışla inandırmıştır ki, 2000 yıl sonra, 500 senelik ateizm savaşından sonra bile, çanlar hâlâ gür sesleri ile çalmaktadır.

Bugünkü Medeniyetleri düşünün. Buda’yı çıkarın; Çin’de ne kalır? Hz. Musa’yı ve Hz. Davud’u çıkarın; İsrail’de ne kalır? Hz. İsa’yı çıkarın; Avrupa’da ne kalır? Kur’an’ı çıkarın; insanlığın elinde ne kalır? İşte bugünkü medeniyetimiz nasıl peygamberlerin medeniyeti ise; aynı şekilde toplayıcılık, avcılık, çobanlık ve tarımcılık medeniyetleri de peygamberlerin medeniyetidir. Bu ilerlemeler onların gösterdiği yolda olmuştur. Bütün oluşlar dinî merkezlerde gerçekleşmiştir. İlk insandan beri kolye, küpe, yüzük sözkonusudur. Bunun sebebi nedir?

Kadın-erkek ayırımına her zaman gerek olmuştur. Sakal bu işi çözmüştür. Ama kadının evli olup olmadığının belirtilmesi gerekmiştir. Bu sebeple her zaman evli kadınlar bir takı takarak evli olduklarını belirlemişlerdir. Hâlâ düğünlerde bilezikler alınır. Hâlâ evli kadınlar yüzük takarlar. Bu takılar boncuk şeklinde olmuştur. Kıymetli taşlardan yapılması geleneği olmuştur. Parlatmak için ateşe tutmuşlardır. Yahut ateşe düşen bakır taşı ergimiştir. Böylece maden bulunmuş olmaktadır. Peygamberler evlilerin boncuk takmasını emretmiştir. Ama bu ileride madenlerin keşfine neden olmuştur. İslâmiyet kıbleye doğru namaz kılınmasını emretmiştir. Ama bu kıble tesbiti enlem ve boylam ilmi için coğrafya ve astronomiyi öğretmiştir. İnsanlar ibadetleri yerine getirelim diye keşifler yapmışlar, sonunda ilim doğmuş, ilim de medeniyeti doğurmuştur.

 

-Çatalhöyük rahiplerin ve şamanların merkezi gibi görünür. “Sunaklarda süs eşyaları, kaplar, tören bıçakları, obsidyen aynalar bulundu. Hawkes bu gömüleri,kasabadaki kasabadaki toplumsal farklılaşmanın işareti olarak; rahiplerin ve şamanların kasabanın elitini oluşturdukları biçiminde yorumlamaktadır.” (s.184)

Dinler sosyal merkezlerdir. İslâmiyet’ten evvel Kâbe sadece mabet değil, halkın gelip ziyaret ettiği ama aynı zamanda alışveriş yaptığı ve şiirler okuduğu bir merkez idi. Kentin başkanı yoktu ama düzeni vardı. Mekke kenti İslâmiyet’ten sonra da bu görevi sürdürmektedir. Kur’an’da halk ticaretini yapsın diye haccın emrolunduğu yazılmaktadır. Buradan anlaşılıyor ki, Çatalhöyük sıradan bir köy veya kasaba değildir. Sosyal merkezdir. Medine Mescidi de bir mabetti, bir medrese idi, bir toplanma yeri idi.

 

-Atakültü Jericho’da da vardır. Çatalhöyük’te tanrıça iki leopar arasında gösterilmektedir. Eşi boğalarla ve boğa boynuzları ile gösterilmektedir. “Jericho’da görülen bu atakültü yanı sıra “anatanrıça kültü” de gelişmektedir. Anatanrıça verimlilik kültünü simgeler ve verimlilik kültü hem insanlarla hem hayvanlarla ilgilidir. Anatanrıçanın insan biçiminde gösterilmesine karşılık; tanrı koç, leopar, boğa gibi erkek hayvanlar biçiminde gösterilir. Tanrıça heykelciklerinden birisi Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenmektedir. Bu bir karış büyüklükteki balçık heykelcik, tanrıçayı, iki leopardan uluşan bir taht üzerinde oturan,son derece şişman ama o derece görkemli, çocuk doğuran bir “matriark” gibi göstermektedir. Tanrıçanın eşi, boğalarla ve sunak duvarlarına gömülmüş dizi dizi boğa boynuzlarıyla temsil edilmektedir. Sunağın duvarlarında geometrik desenler, resimler ve kabartma resimler vardır.” (s.184)

Mezarların yapılması atalara tapma şeklinde anlaşılmamalıdır. Yapılan iş insanların öteki dünyaya inanışlarını ifade şeklidir. İyi saydıkları kimseleri takdis etmektedirler. Genel olarak onlardan istimdat edilir, yahut onun gücü gösterilir. Allah insanları öyle yaratmıştır ki, insan topluluk oluştursun istenir. Biri birisine bağlandı mı, saygı göstermeye başladı mı, bunlar toplulukta güç oluştururlar ve diğer insanları da kendilerine çekerler. Böylece o kimse gerçekten güç kazanmış olur. Bağlananlar çoğaldıkça gücü de artar. Diğer insanlardan farklı bir güce erişir. Çevredekiler onu olduğundan daha güçlü göstererek aslında kendi durumlarını yüceltirler. İngiltere’deki kral budur. Lordlar o kralı yüceltiyorlar ki, kendileri de imtiyazlı olsunlar. Diktatörler de böyledir. Topluluklar böyle oluşmaktadır.

Böyle birisi öldüğü zaman onun yerine geçen kişide genellikle böyle bir güç olmaz ve o topluluk dağılma durumuna girer. Bunu önlemek için ölenin yerini, mezarını kutsileştirirler ve halk önce ona taptırılır. Sonra yavaş yavaş yeni başkanı kabullenmeye başlarlar. İşte atakült denen şey budur. Başkanlık soya intikal etmeye başlar. Halk o soyda bir üstünlük olduğuna inandırılır. İşte peygamberler hep bunlarla savaşmışlardır. İnsanların sadece Allah’a ibadet etmelerini istemişlerdir. Başkanlara itaati Allah emrettiği için gerekli görmüşlerdir.

Sorun hâlâ çözülmüş değildir. Tüm uğraşmalara rağmen denge bulunamamıştır. Kur’an bunu “imamet” müessesesi ile çözmüştür. İki kişi bir araya gelince, ikisine de karşı tarafa biat etme vecibesini getirmiştir. Başkanı hâkim değil, hâdim yapmıştır. Böylece başkanlık şerefli bir makam olduğu gibi aynı zamanda külfetli bir iş olmuştur. Başkan halkına sağladığı asgari geçim şartları içinde yaşayacaktır. İnsanlar başkana değil topluluğa itaat edeceklerdir. Çünkü başkan değil, topluluk Allah’ın halifesidir.

“Ana tanrıça” diye bir şey yoktur. Tanrı kadın şeklinde tasvir edilmiştir. Toplayıcılık döneminin imajları içinde her şeyi var eden hâlık, her şeyi doğuran gibi düşünülmüştür. Aslında Kur’an’da geçen “Rahmân” ve “Rahîm” sıfatları da döl yatağı olan rahimden gelmektedir. Bir annenin çocuğuna karşı duyduğu his ve duyguları temsil etmektedir. Yazının olmadığı bir dönemde kadının, hele hamile kadının Tanrı’yı temsil etmesi ne kadar Kur’an’ın ifade ettiği rahmân ve rahîm sıfatlarına uygundur. Çevresindeki hayvanlar onun gücünü ve kuvvetini, belki de melekleri tersim etmektedir. İnsanlar mücerret varlık ve düşüncelerini benzetme usûlü ile müşahhas varlıklarla temsil etmişlerdir. Resmini veya heykelini yapmışlardır. Aslında tanrıça kavramı da zaten burardan gelmiştir.

Bizim iddiamız; o günkü insan, bugünkü insan gibi Allah’ın görünmez bir güç olduğunu bilmektedir. Çünkü peygamberler onlara öyle öğretmişlerdir. Sıfatları şekillerle tasvir etmişler, sonra da o şekillere tapmışlardır. Mustafa Kemal’in heykeline tapanlar hangi mantıkla tapıyorlarsa onlar da Allah’ı temsil eden sıfatlara aynı mantıkla tapıyorlar. Acaba bugün ona tapanlar heykelin de onunla bir olduğuna mı inanıyorlar? Rûhun yaşadığına mı inanıyorlar? Hayır! İnsanları bâtıla taptırmak için kendileri o bâtıla tapmış gibi görünüyorlar. “Hatır” diyorlar. Acaba hatır nedir? Eğer aslolan onun düşünceleri ise; bu düşünceler onun heykelinde değil, yazılarında görülür, eserlerinde görülür.

 

-Jericho ve Çatalhöyük uygarlık aşamasına geçememiştir. “Ne Jericho ne de Çatalhöyük uygar topluma geçememişler;... Gerçekten, bilim adamları bu iki kasaba toplumunu da uygarlık saymamaktadırlar.” (s.184-185)

Uygarlığın tanımı yazılar ile belirtiliyor. Yazılarını okuyunca o insanların beyinlerini okumuş oluyoruz. Onların bizim gibi düşündüklerini görüyoruz. O zaman onlara “uygar” demek zorunda kalıyoruz. Oysa insan Hz. Adem’den beri uygardır. Eskimolara bile gitseniz, onları sizin kadar medenî görürsünüz. Hattâ sizden biraz daha ileri olabilirler. Çünkü daha insancıldırlar. Demek ki, burada diyeceğimiz şey şudur; bu kasabalar yazıyı keşfedememişlerdir.

 

-Jericho ve Çatalhöyük’te sınıfsal farklılaşma başlamış ise de uygarlık seviyesine ulaşmamıştır. “Jericho’nun ve Çatalhöyük’ün uygar topluma geçme yolundaki atılımlarının yarıda kalış nedenlerini anlamak için, kısaca, ekonomik toplumsal düşünsel yapılarına bakmalıyız...” (s.185)

Tarım dönemine geçen halk, çobanlık ve avcılık döneminin izlerini sürmüştür. Tarih ekonomik yapıyla sosyal yapıyı peş peşe geliştirir. Bir yerde sosyal yapı oluşunca orada süratle yeni ekonomik yapı oluşur. Eski sosyal yapı yeni ekonomik yapıya uyum sağlayamaz. Ekonomide de çökme başlar. Bu arada yeni sosyal yapı oluşur. Yeni sosyal yapı yeni ekonomik yapıyı oluşturur. Demek ki, ekonomik ve sosyal yapılar birbirini izler. Ne var ki, ekonomik yapıyı halk kendi zekâsı ile geliştirir. Çünkü ihtiyacı vardır. Denemeler yapılır, sonunda en uygunu bulununca herkes onu yapar. Oysa sosyal yapı böyle değildir. Onun için peygamberlere ihtiyaç vardır. Tarihte hep böyle olmuştur. Kur’an ve Tevrat bunların hikâyeleri ile doludur.

Jericho ve Çatalhöyük’te uygar topluma geçilemedi, çünkü Allah peygamberleri oraya göndermedi. Sosyal yapı değişmeyince ekonomik yapıda bir ilerleme sağlanamadı.

İslâmiyet sosyal yapıyı değiştirdi. O yapıya dayalı olarak Avrupa ekonomik yapıyı değiştirdi. Ne var ki, yeni ekonomik yapı eski sosyal yapıyla ayakta duramıyor ve çöküyor. Bu çöküş ancak yeni sosyal yapı ile düzelebilir.

Kur’an; yeni kitap gelmeyecek, yeni peygamber gelmeyecek, diyor; ve görüyoruz ki ikisi de gelmiyor. Peki, yeni sosyal yapıyı kim getirecek? Kur’an’a göre; Kur’an’a dayanarak çalışacak olan “müsbet ilim adamları” bu düzeni getirecektir. Peygamberlerin yerini bu ilim adamları almıştır. Hazırladığımız yüz sahifelik anayasa bu çalışmaların bir mahsulüdür. Bizim yazarın bu kitabını kritik etmemizin sebebi de, “İnsanlık Anayasası”nın dayandığı ilkelerin daha iyi anlaşılmasıdır. Yeterli olmayan câri anayasaların hatalarını ortaya koymaktır.

 

-Jericho ve Çatalhöyük’te sel suları yoktu, dış istilalar yoktu, onun için uygarlığa geçemediler. “Doğal çevreyle ilgili olanı... açıkçası ırmak sel yataklarında bulunmamalarıdır... Toplumsal çevre ile ilgili olan neden, fetihe ve kaba güce dayanan belirgin bir toplumsal tabakalaşmanın görülmemesidir...” (s.185-186)

Sosyal evrim ancak peygamberler sayesinde mümkün olmuştur. İnsanlık bugün ulaştığı sosyoloji ve psikoloji ilimlerine rağmen hâlâ Tevrat ve Kur’an’ın hükümleri ile yönetilmektedir. Bir-iki asırdır güya kendileri hukuk yapmakta iseler de, hep aynı kısır döngü içindeler ve her yıl değiştiriyorlar. Oysa Tevrat 4000 yıl öncesinin hukukudur. Kur’an 1400 yıllık hukuktur. Hâlâ kuralları taptazedir. Allah insana teknik zekâ vermiş ama sosyal zekâ vermemiş, onu kitaplara ve peygamberlere muhtaç etmiştir. İnsanlık ancak Kur’an’a sarılmakla kurtulacaktır.

 

-Jericho ve Çatalhöyük’te ekonomi ticarete dayanıyordu. Askeri güç sadece savunmadan ibaretti. Bu sebeple Mezopotamya ve Mısır’da gelişen medeniyetlerden ancak 2000 sene sonra buralar uygarlığa geçebildi. “Toplumsal artının tarımdan çok ticaretten sağlanmış olması; bu toplulukları uygarlaşma yolunda çıkmaz sokaklara sokmuştur...”(s.186)

Yani, Hz. İsa’dan önce 1000 yıllarında, yani Davut Peygamber ile. Oysa uygarlık Mezopotamya’da 3500, Mısır’da ise 3000 yıl önce başlamıştır. Kim ne derse desin, medeniyet bir yerde doğdu, oradan yayıldı ve orası da peygamberlerin vatanı idi. Sonraki medeniyetler de yine sonra gelen peygamberlerle gelişti. Bunun başka bir izahı yoktur. İnananlar her zaman muzaffer olmuşlardır. Ateistlerin medeniyeti sosyalizm olmuştur. Ateizmin insanlığa ne kazandırdığını bir asır sonra tarihler kocaman bir boşluk olarak yazacaklardır.

 

 

 



© 2024 - Akevler