ADİL DÜZEN İNSANLIK ANAYASASI
Süleyman Karagülle
1590 Okunma
21ANAYASA-GENEL HİZMET-3-

İŞLETMEDE ASKERİ YÖNETİM

Ortaklıklar dört çeşittir:

  1. Tesis Ortaklığı; tamamen hukuk düzenine göre yönetilir.
  2. Emek Ortaklığı; kısmen askeri düzene göre yönetilir.
  3. Sermaye Ortaklığı; tamamen hukuk düzenine göre yönetilir.
  4. Hizmet Ortaklığı; hizmete göre askeri veya hukuki düzene göre yönetilir.

Ortak iş yapılıyor ve bir ekip yapıyorsa iş askeri disiplinle yönetilir. Askeri disiplinlerden ayrılan bazı farklar vardır.

  1. Askeri disiplinde süreklilik olduğu halde, işletmede ise sadece o işte iken disiplin vardır.
  2. Askeri düzene ömür boyu katılınır veya katılınmaz, işletmelere ise girip çıkma serbesttir.
  3. Askerlikte savaştan kaçanlar öldürülür. İşletmelerde işi bırakanlar zarar vermişlerse kendilerine ödetilir.
  4. Askeri düzende sorumluluk bedenidir. İşletmelerde sorumluluk mâlidir.
  5. Ekip başına kayıtsız şartsız itaat edilir. İşletme esnasında son karar daima ekip başınındır. Ne derse o yapılır.
  6. Sorumluluk yine kollektiftir. O ekip başını seçmiş olanlar onun hatalarına da iştirak etmiş olur.
  7. İzin almadan iş terk edilemez.
  8. Ekip başının istediği kimseyi ekip dışına çıkarma yetkisi vardır.

Futbolda baş hakem ne ise işte de ekip başı odur. Bir fark vardır. Futbolda hakemin verdiği karar kesindir. Oysa eğer şeriat düzeni olsa hakem maçı istediği gibi yönetir. Ancak sonra mağdur olanlar hakemlere giderler ve haklı iseler, mağlup ilân edilenler galip olmuş olurlar.

Mağdur olanlar sonra hakemlere gider mağduriyetlerini giderirler. Ekip başı tarafından görevden uzaklaştırılmamış olsa dahi, eğer bir kimse iş yaparken zarar vermiş ise o zarar tazmin olunur. Bilgisizlikten olmuşsa ilmî, beceriksizlikten olmuşsa meslekî, ihmalden olmuşsa dinî, kasden olmuşsa sosyal dayanışma ortaklığı tazmin eder.

Şimdi işletmeler için askeri düzeni yeniden hatırlayalım.

  1. Askerlikte kuvvetli kimse haklı odur. İşletmede de yetkili kimse haklı odur. Onun dediği yapılır.
  2. Askerlikte hâkim olan üsttür. İşletmede de hâkim olan ekip başıdır.
  3. Askerlikte ortak sorumluluk vardır. İşletmede de üretimden mâli sorumluluk vardır. Yani üretim iyi olmamışsa bütün çalışanlar aynı şekilde zarar görmüş olurlar. Ücret yerine ortaklık bu demektir.
  4. Askerlikte sonuçtan sorumluluk vardır. Davranıştan sorumluluk yoktur. İş başarıya ulaşmışsa, zarar görülmemişse, ortağın baş sorumluyu dinlememesi sorumluluğu biter. Baş sorumlu dinlememiş de sonuç kötü olmuşsa o zaman dinlemeyen sorumludur. Kasden zarar vermiş sayılır ve sosyal dayanışma ortakları zararı tazmin ederler.

Trafiğe giren herkes askeri disipline girmiş olur. Trafik görevlilerine itaat eder. Trafik kurallarından, işaretlerinden önce gelir trafik polisinin talimatları. Çünkü burada askeri düzen vardır. Ancak trafik işlemi bittikten ve o yolun sonuna geldikten sonra uğradığı haksızlıklardan dolayı hakemlere gider ve tazminatını alır. Polis ise ceza yazmaz. Cezalık bir iş yapmışsa bunu trafik polisleri değil de mesleki dayanışma sorumluları sorumlu tutar ve cezalandırmaları için hakemlere gidebilirler. Polisi dinlemediği takdirde bir zarar doğmamışsa kişi tecziye edilemez. Ancak polisi dinlemediğinden dolayı bir zarar doğmuşsa, trafik tıkanmışsa, yahut kaza olmuşsa, o zaman dinlemeyen sorumlu olup kasden suç işlemiş duruma düşer. Siyasi dayanışma onu öder.

Bir hastahanede bir ekip tarafından ameliyat yapılıyor. Tüm yetki ekip başına aittir. Ekip başı dinlenerek yapılan hatalar ekip tarafından yapılmış olur ve birlikte dayanışma ortaklıklarınca ödenir. Ekip başını dinlemeyen olur ama sonuç başarılı olursa kimse sorumlu tutulamaz. Çünkü suç yoktur. Ama biri dinlemez ve sonuç kötü neticelenirse, bu sonuca o dinlemeyen kişinin sebep olduğu sabit olur. Hakemler nezdinde aksi ispatlanırsa sorumluluktan kurtulur. Bu takdirde başka sorumlu bulunmuş olur.

Görülüyor ki, bir adil düzen işletmesi sadece lafla kurulamaz. Bütün hükümleri ile yeni fıkha ihtiyaç vardır. Bin yıl önce tedvin edilen fıkıh da bugünkü sorunları çözemez. Batı hukuku da eski bir hukuktur. Zaten batı hukuku yoktur. Roma hukuku, Tevrat hukukudur. Modern hukuk, İslâm hukukudur. Aralarındaki fark bir kitaptır. Yani biri kanunlara dayanıyor; diğeri ise akdidir, sözleşmelere dayanır. Batı hukuku da şeriat hukukudur ki biz işletme sözleşmelerini yapıyoruz. Geçerli oluyor. Adil düzen kurulabiliyor. Yoksa Roma’da veya Sovyetlerde olsaydık böyle bir kooperatif kuramazdık. Adil düzencilerin işi siyasilere yıkmaları tamamen siyasidir. Adil düzen merkezi yönetimle oluşmaz. Halk kendisi işletmeler kurmalıdır ve faaliyete geçmelidir. Partiler iktidar olunması için değil, adil düzenin işletmeler seviyesinde kurulması için araç olmalıdır. Din ve ekonomi istismar edilerek siyaset yapılmamalıdır. Siyaset istismar edilerek dinî, ilmî ve ekonomik işletmeler kurulmalıdır. Bununla beraber oy rüşvet aracı olmamalıdır. Siyaset tebliğ aracı olmalıdır. Yani siyasiler bizi dinlerlerse biz onlara oy vermeliyiz. Bizi desteklemeleri, bize hazine yardımı yapmaları için oy verirsek, o zaman adil düzeni değil, zalim düzeni kendi ellerimizle getirmiş oluruz.

 

DESTEKLENECEK SİYASİ PARTİLER

Kooperatifin genel hizmet payından siyasi partilerin desteklenmesi için bir fon ayrılacaktır. Ortaklar hangi partiyi desteklemek istiyorlarsa bu paylar o partiler arasında bölüştürülecektir. Böylece ülkemizde ekonomik bağımlılığı halka dayalı bir siyaset oluşacaktır. Şimdiki siyasi partiler ise ya devletten yardım alarak iktidarın emrindeler, yahut dışarıdan büyük sermayeden yardım alarak onların emrindedirler. Oysa önerdiğimiz sistemde desteği halktan alacaklardır. Ama zengin halktan değil, herkesten. Kooperatifler bunun için siyasete pay ayıracaklardır.

Bununla birlikte tarihi seyir vardır.

  1. Göçebelik zamanında yönetim tamamen askeri idi. Hukuk düzeni yoktu.
  2. Tarım dönemine geçilince site devletleri doğdu. Yönetim demokratikleşmekle beraber yöneticiler ya Allah tarafından gönderilen peygamberler oluyor veya eskiden olduğu gibi hanedanlar oluyordu.
  3. Büyük dinlerin doğması ile hanedanın dışında yönetim şekilleri denendi. İlk dört halifede cumhuriyet uygulandı. Ancak 20. yüzyıla kadar hep hanedanlar yönetti.
  4. 20. yüzyılın başında hanedanlar yıkıldı, yerine diktatörler geldi.
  5. 20. yüzyılın sonunda diktatörler gitti, parti başkanları geldi. Yani yönetim hep askeri yönetim olarak kaldı.

Bundan sonra demokratik yönetim gelecektir. Artık partileri liderler değil sistemler yönetecektir. Değişik görüşlü partiler olacaktır. Sistemleri geliştireceklerdir. Halk bu sistemlere oy verecektir. Burada sorun şudur; mevcut partiler mi sistemleşeceklerdir, yoksa yeni partiler mi kurulacaktır? İşte bu merhalede bizim görevlerimiz olacaktır.

Değişik sistemlere göre siyasi partilere programları üretip bu partilere örnek parti programlarını vermeliyiz . Bugünün partilerini fikir bakımından şöyle sıralayabiliriz:

  1. Kuvvetin üstünlüğüne inanan merkezi partiler.

Hakkın üstünlüğüne inanan yerinden yönetim partileri.

  1. Sermayeyi hâkim kılan kapitalist partiler.

Siyaseti hâkim kılan sosyalist partiler.

  1. Globalliği hâkim kılan hümanist partiler.

Ulusu hâkim kılan nasyonalist partiler.

  1. Denge düzenini ilme dayatan adil düzen partileri.

Denge düzenini felsefeye dayatan lâik partiler.

İlk üç grup bir arada değişik şekillerde bulunarak 8 çeşit parti doğabilir. Son iki grup ise telifçi yani bütün görüşleri bir araya getirdikleri için sadece birer varyanta sahiptirler. Dolayısıyla on kadar parti projesi ortaya çıkar. Bizim yazacağımız parti programları bunlardan birini değil, hepsinin görüşlerini karşılaştırıcı olmalıdır. Yani bunu sosyalistler nasıl çözerler, liberalistler nasıl çözerler? Hepsini ortaya koymalıyız. Bu ilmî çalışmayı yapabilmemiz için “Mala-Mal Marketleri”ni kurmalıyız.

Burada bizim seçtiğimiz parti “Adil Düzen Partisi” yani “ilmi parti”dir. Çünkü biz Kur’an’ı ve diğer kitapları dayanak yaparak çözümler üreteceğiz. Ama bize en yakın olan parti “lâik parti”dir. Lâik parti ile Adil Düzen Partisi arasında sonuçta hiçbir fark yoktur. Biz de onlar da ilme dayanmaktadırlar. Elimizde tuttuğumuz meşale “müsbet ilim”dir. Sadece delilleri öğrenirken, hem peygamberler hem de filozoflardan yararlanıyoruz. Delillerimiz çok daha geniştir. Ama delilleri değerlendirirken aynı usûlü takip ediyoruz. Bu da “deney ve tahkik metodu”dur.   

Lâik düzen ile İslâm düzeni arasında sadece inanç farkı vardır. Her ikisi aklî ve naklî delilleri kabul eder. Her ikisi bütün delilleri değerlendirerek sonuçlara varır. Her ikisi de sonunda deneyerek vardığı sonuçların doğruluğunu inceler. Mesela, her ikisi de hem Kur’an’ı hem de Marx’ın Kapital’ini incelerler, kendine göre değerlendirir, sonuçlara varır. Sonuçları dener ve doğru sonuca varıp varmadığını tahkik eder. Aralarında şu farklar vardır. Sonuç hatalı ise;

  1. Müslüman; “Kur’an’ı ben yanlış anladım.” der. Kur’an’ı yeniden anlamaya çalışır. Kur’an Allah’ın sözüdür, onda hata yoktur, şeklinde inanır.
  2. Lâik kimse ise; “Bu konuda Kur’an hata etmiş!” der. “Ben başka kaynaklardan yararlanayım.” der.

Biri “yanlış anladım” diyor, diğeri “yanlış var” diyor. Sonuç deneyle uymayanları yanlış kabul ediyor. Hakem daima müsbet ilimdir. Burada kimin haklı olduğu karalardaki isabet yüzdesi ile belirlenir. Biz her zaman istatistik sonuçlarına göre tartışmaya hazırız. Yani Kur’an’ın getirdiklerini deneyelim, Marx’ın dediklerini deneyelim. Onun dedikleri doğru ise biz Marx’a uymayı kabul ediyoruz. Sizden ise bir şey istemiyoruz. Hesabı Allah’a verirsiniz.

 

 

ADİL DÜZENDE GENEL HİZMETLER

X

TESCİL HİZMETİ

 

İnsan kendi başına hür yaşayan bir varlıktır. Ne var ki, bu hürriyetini ancak topluluk içinde  kullanabilmektedir. Kayığa binip denize açılan biri tamamen hürdür, ne isterse yapar. Yahut dağ başına çıkıp tek başına kalan insan da hürdür. Takip olunmaz. Suçlu olsa bile yerleşik sahalara inip insanların mallarına, canlarına, işlerine ve ırzlarına dokunmuyorsa orada yaşaması bize zarar vermediği için takip etmeyiz. Ne var ki, böyle bir hürriyet bugün hemen hemen mümkün olmadığı gibi tercih eden de yoktur. Herkes hürriyetini ancak topluluk içinde kullanabilmektedir. Seyahat hürriyetine sahip bir kimse gideceği araç bulamazsa, gittiği yerde kalacağı yer bulamazsa nasıl seyahat edecektir. O halde kişi hürriyetini ancak topluluk içinde kullana bilmektedir. O halde bu imkanlardan yararlanabilmesi için bazı görevleri olması gerekir. Bakkaldan pirinç alan kimse nasıl parasını ödüyorsa ve bu onun hürriyetini kısıtlama anlamına gelmiyorsa, kişinin topluluk içinde bazı kurallara uyması da onun hürriyetini kısıtlamak anlamında değil tam tersine kendisine verilen hürriyetin bir bedeli olarak kurallara kendisinin de uymasıdır.

Bu tarih boyunca hep böyle olmuştur. Bugün de hiçbir kanuni müeyyide sözkonusu olmadığı halde çocuklar anne-babalarına itaat etmektedirler. Karı-koca arasında bir denge oluşmakta ve aile o denge içinde varlığını sürdürmektedir. Toplulukta da hürriyetler ile yasaklar arasında bir dengenin kurulması gerekir. Bu dengenin başında topluluk bir başkan seçmekte ve ona itaat etmektedir. Çıkan nizalarda hakemlere gidilip bu nizalar hakemler tarafından çözülmektedir. Bu yönetim biçiminin kötü tarafı başkanın ne karar vereceğini önceden bilmediği, hakemlerin ne karar vereceği önceden bilinmediği için kişiler kendi davranışlarını baştan ayarlayamıyorlar.

Biz bugün varsayınız ki ateşin yakacağını veya ısıtacağını bilmesek, o zaman ondan yaralanma imkanımız olmaz. Oysa ateşin yakacağını bilirsek korunuruz, ısıtacağını bilirsek yararlanırız. Bu sebepledir ki toplulukta kurallar olmak zorundadır ve bu kurallara herkes uymalıdır. Denebilir ki, kuralın türü önemli değildir. Önemli olan kuralların varolması ve kişilerin o kurallara uymasıdır. Bunun için geliştirilmiş kural kaynakları şunlardır:

  1. Kişi davranış kurallarını kendisi koyar ve yaşar. Bu kuralları değiştirme yetkisine sahiptir. Ancak kurallar yürürlükte iken ona uyma zorunluğu vardır.
  2. Kişi anlaşmalar yapar veya sona erdirir ama sona erdirmeden önce ona uymak zorundadır.
  3. Mevcut kurallar müphemse, yetersizse, başkanın dediğine taraflar uyacaklardır. Bu da bir kuraldır. Sonunda kişiler o kişinin görüşlerini ve karakterini öğrenir ona göre davranırlar.
  4. Yöneticiler ve uygulayıcılar gelecekte yapılacaklar hususunda karar alırlar. İşlerin aksamaması için başkanlara başvurulur, onlar sorunları çözerler. Haksızlığa uğrayanlar hakemlere giderler. Hakemlerden birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçer; iki hakem baş hakemi seçer. Bunların aldığı kararlara taraflar uyarlar.

Nuh Peygamberden önce insanlar göçebe halinde yaşarken yazılı hukukları yoktu. Ama kesin kurallar olarak oluşmuş örfleri vardı. Bugün bile bir Kırgız ile konuştuğun zaman, “Biz Kırgızlarda bu böyledir.” der ve onu kanundan veya kitaptan üstün tutar. Şeriat düzeni geldikten sonra serbestçe yapılan sözleşmeler örfün ve adetin yerini aldı. Bununla beraber sözleşmelerin yorumu yine hakemlere aittir.

İslâmiyet’te meclislerin toplanarak ekseriyet kararı ile kanun yapmaları sözkonusu değildir. Kanunlar serbest sözleşmelerle oluşur. Kural şudur:

YERİNDEN YÖNETİM İLKESİ VARDIR.

Kişi kendisi ile ilgili kararları kendisi alır. Kendi kararlarına uymak zorundadır, ama kararlarında serbesttir.

Ocak kendisi ile ilgili karaları kendisi alır. Bucakların veya ilin veya devletin veya insanlığın aldığı kararlar ocak içinde geçerli değildir.

Bucaklar kendileri ile ilgili kararları kendileri alırlar. İl, devlet veya insanlık karışamaz.

İl kendi iç işleri ile ilgili kararları kendisi alır. Devlet veya insanlık kararları iller içinde geçerli değildir.

Ülke, ülke içinde uygulanacak kararları kendisi alır. İnsanlık kararları devletleri iç işlerinde bağlamaz.

Buna “yerinden yönetim ilkesi” denir.

Kişi bucağındaki köylerin merkez ocaklarında ve bu ocakları birbirine bağlayan yollarda dolaşma serbestisine sahiptir. İşte kişi buralarda iken yaptığı işlerde bucak kararlarına uymak zorundadır.

Kişi ilinin bütün ilçe merkezlerinde ve bunları bağlayan yol ve kenarlarında dolaşmak ve yerleşmek hakkına sahiptir. Burada il kararlarına uymak zorundadır.

Kişi ülkesinin bütün bölgelerinde ve bu bölgeleri birbirine bağlayan yerlerde dolaşmak ve oralarda yerleşmek hakkına sahiptir. Buralarda da ülke kanunlarına uymak zorundadır.

Kişi kıta merkezleri ile bunları birbirine bağlayan yollarda ve bunların çevresinde yerleşmek ve dolaşmak hakkına sahiptir. Burada da insanlık hukukuna uymak zorundadır.

Merkezlerin başka bir görevi de çıkacak ihtilafların hallidir. Ocaklar arası ihtilafları bucak merkezleri, bucaklar arası ihtilafları il merkezleri, iller arası ihtilafları devlet merkezleri, devletler arası ihtilafları insanlık merkezleri çözer.

Ocaklarda bekleme, bucaklarda koruma, illerde iç güvenlik, devletlerde dış savunma silahlı kuvvetleri vardır. İnsanlığın silahlı kuvvetleri yoktur. Devletler arasında çıkan ihtilafları uluslararası hakemler çözer. Uymayan devlet olursa, isteyen devletlerin katılması ile savaş yapılır. Savaşan devletler o devleti yıkıp yağmalarlar.

Yani, insanlık içinde denge savaşla kaimdir. Adil devletler hakem kararlarına uyarlar. Zalim devletler hakem kararlarına bakmazlar. Allah diyor ki; Dünyayı ben yarattım, kıyamete kadar adil devletleri zalim devletlere galip getireceğim. Gerçi zalim devletlerin de yaşamalarına imkan vereceğim. Bu adil devletlerin gevşeyip bozulmalarını önlemek içindir.

Uluslararası yargı vardır, ama uluslararası kazai icra yoktur. Kazai icra savaştır. Haksız devlete karşı isteyen devletler savaşırlar ve o ülkeyi yağmalarlar.

İller arası ihtilaflar askeri güçlerle, bucaklar arası ihtilaflar güvenlik güçleri ile zorla çözülür. Bunlar arasında iç savaşlara müsade edilmez. Bölünmez bütünlük bu demektir.

İnsanlar başkalarının bucak ve ocaklarına, il ve ülkelerine de gidip gelebilirler. Ne var ki, bir bucağa girmek için o bucaktan birisinin zımnen de olsa davetlisi olmak gerekir. Ocaklar için de durum budur. Davetli davet edenin serbestliğine, hak ve vecibelerine sahiptir.

Şimdi burada ocak, bucak, il ve devletlerin nasıl kurulabileceğini de ortaya koymamız gerekir. Savaş sonunda kurulan devletlerden bahsetmeyeceğiz. Biz barışla yeni kurumların nasıl kurulacağından bahsedeceğiz.

Nüfusu en az 30 kişi olan aileler bir araya gelerek kendilerine bir ocak başkanını seçerler. Bu ocak başkanı bir ocak sözleşmesini yapar. Bucağa başvurarak bucaktan kendilerine düşecek toprak talep eder. Bucağın iskana açılmış boş arazilerinden bir yer verilir. Burada kendilerine meskenler kurarak aşiretlerini kurmuş olurlar. Yahut ilçedeki komisyoncuların elinde toptan kiralık apartmanlar olur. Onu kiralarlar, ocaklarını kurmuş olurlar. Paraları varsa satın alırlar. Oradaki sahiplere başka yerden daire verilir. Kural şudur: Ocak kuramamış kimselerin meskenleri cari değerle ocak kuranlara satılır veya kiralanır, öncelik hakları vardır.

Kooperatifimizde bu kural çok önemlidir ve şöyle çalışır. Kooperatif taşınmazların tapularını dayanışma ortaklıkları içinde tutar. Sözleşmelere uygun olarak ortaklara temlik eder veya ortaklardan alır. Kooperatife ortak olan bir kimse bir ocağa dahil olmak zorundadır. Ortak hangi ocağa mensup ise ancak o ocakta mesken sahibi olur. Mesken ortaklığı serbesttir. Birden fazla mesken edinmek kooperatifte her zaman mümkündür. Ancak o meskeni içinde kendisi veya bir başkası oturmadıkça ona sahip olamaz. Orada oturan herkes kiracı da olsa ocak kararlarına uymak zorundadır.

Bucak kurmak isteyenler birleşerek bir dayanışma kooperatifini kurarlar. Kooperatifin temsilcileri ortaklar bulurlar. Her temsilcinin en az 30 ortağı vardır. Ortaklık ilden bucak arsasını ister. Halktan veya hazineden satın alırlar. Bin hanelik bir site projesini yaparlar. Ortakların tasarrufları ile altyapı yapılır, binalar yapılır. Sitenin ana sözleşmesi kooperatifin ana sözleşmesidir. Binalar tamamlandıkça ocaklar şeklinde ortaklara teslim edilir. Sözleşme yapıp ocak kurabilenlere öncelik verilerek yapılar teslim edilir. Kendilerinden kira alınmaya başlanır. Bedelleri tamamladıkça kendilerine tamamen temlik edilir. Tapu verilmez. Bir ocağa değişik gruplar talipse, kimler daha çok hisse sahibi iseler onlara öncelik verilir.

Böylece serbest olarak yapılan ana sözleşmelerle ocak ve bucak siteleri kurulmuş olur. Bu teşkilatlanma sözleşmelerinde ortaklara bedeni cezalar konamaz. Adil Düzen olsa bu cezalar da konur. Bunun dışında bugün Adil Düzen sitelerinin kurulmasına hiçbir kanuni engel yoktur. Bu siteler kurulmadan makroda adil düzene geçilemez. Önce hücreler, sonra beden.

Kooperatif olarak il veya devlet kurulamaz. Biz bunu burada siyasi partilerin programlarında yer alması için anlatacağız. Bu hükümleri parti programlarına geçirenlere ortakların destek vermesi için anlatacağız. Topluluklar ileride ne yapılması gerektiğini bilmezlerse karanlık çevrelerin ağlarına takılabilirler. Bu sebepledir ki, uygulama yapmasak da, o hususta bizim bir çalışmamız olmasa da, bizi ilgilendiren hususlarda bilgimizin olması şarttır.

Bir devlet içinde yeni il kurmak isteyen yüksek tahsilli on kurucu birleşerek;

  1. Kendilerine bir merkez seçerler ve orası aynı zamanda teşebbüslerinin merkezidir.
  2. Ana sözleşmelerini hazırlar ve kurucu olarak imzalarlar.
  3. İş bölümünü yapar ve başkanlarını seçerler.
  4. Devlete başvurup bilgi verirler ve üye toplamağa başlarlar.

Halka başvurarak kurucuları ve sözleşmeleri ile il merkezinin adresini bildirerek bu ilin kurulmasını isteyenleri dâvet ederler. Sayıları bir ocak kuracak kadar olduğunda o merkezdeki evler istimlak edilerek kendilerine verilir ve bir ocak kurmuş olurlar. Bedellerini kendileri öderler. Ortak kaydetmeye devam ederler ve sayıları bir bucak kadar olmuşsa çevreleri istimlak edilerek onlara temlik edilir. Bedellerini kendileri öderler.

Bundan sonra ülkede illerini tanıtmaya ve duyurmaya başlarlar. Yeter derecede güçlü hâle geldiklerini hissettiklerinde devlete başvurarak plebisit (kamuoyu yoklaması) yapılmasını isterler.

Ülke halkına sorulur. Yabancı devlettekiler buna katılamazlar.

  1. Bu il kurulursa, ben içerde kalırsam oradan göç ederim. Onların ilinde oturmam.
  2. Bu il kurulursa ben oraya göç ederim. Başka ilde oturmam.
  3. Benim için değişmez. Dışarıda kalırsam göç etmem, içeride kalırsam da göç etmem.

Bunların adresleri de bellidir. Bu sorma alenidir.

Bundan sonra kuruculara kendi ilinizin sınırını çiziniz denir.

Sınır içinde kalanların sayısından ili istemeyenlerin sayısı çıkarılır, il içinde kalmayıp ili isteyenlerin sayısı eklenir, buranın nüfusu 300 bin ile 1 milyon arasında kalırsa o il kurulmuş olur. Az olursa kurulmamış olur. Çok olursa da kurulmamış olur. Bundan sonra bu bucak da dağıtılır. Burada oturan ve ayrı olmak isteyenler de o yerlerden sürülür. Kurucular o toprakların illerinden sürülmüş olurlar.

Görülüyor ki, bir ilin anayasası da oradakilerin ittifakı ile kabul edilmiş olmaktadır.

Devlet kurmak isteyenler de benzer yolu takip ederler. Kurucuları, sözleşmeleri ve merkezleri belli olduktan sonra; önce bu amaçla bir ocak, sonra bir bucak, sonra da bir il kurarlar. Ondan sonra tüm insanlık içinde plebisit yapılarak devlet oluşturulur. Seçilen bölgenin nüfusu 30 milyondan fazla ve 100 milyondan azsa devlet kurulmuş olur. Yoksa o il de dağıtılır. Halkı o illerden sürülür. Kurucular ülkelerin dışına çıkarılırlar.

Burada da görülüyor ki, barış içinde de ayrı devlet kurulabilmektedir.

Kamu hukukunda sözleşmelerin ekseriyet kararı olmadan nasıl yapıldığı burada anlatıldıktan sonra özel hukuka geçebiliriz. Ancak il veya devlet sözleşmelerinde ekseriyet sistemi kabul edilmişse artık o devlette o kurallara uyulur. Halk bu anayasalarını zorla değiştirme yetkisine sahip değildir. Ancak halk o ili terk eder ve nüfusu 30 binden aşağı düşerse il veya halk o ülkeyi terk eder de nüfusu 300 binden aşağı düşerse devlet tasfiye olunur. Halk ekseriyetin arzusu ile komşular tarafından bölüşülür. Her devlet sınırı kendisi çizer ve göç etmeyeceklerin sayısı ile oraya göç edenlerin sayısı kendisine düşecek topraktan fazla ise ona verilir. Yoksa sınırını küçültmek zorundadır. Hiç almayabilir.

Özel hukukta ise dayanışma ortaklıkları sözleşmeler yaparlar. Kuruluşta kamu aşağıdan başlayıp birleşerek büyür. Özel hukukta merkezden başlar.

Üstün ehliyetli on kişi birleşerek bir üniversite kurar. Halk üniversitelerden birisini kendilerine seçmek zorundadır. Her üniversite bir sözleşmeler sistemini oluşturur. İşte bir üniversitenin hazırladığı hukuk onun dayanışmasına girenler için özel hukuktur. Hangi üniversitenin hukukunu kabul ederse özel hukukta o hükümlere tabi olur.

Her üniversitenin Mekke’de bir temsilcisi vardır. Bu temsilciler orada 10 kadar merkez üniversiteleri oluştururlar. Yani her üniversite bir merkez üniversite ile birlikte çalışır. Merkez üniversiteler ilmi olarak beşeri kuralları tesbit ederler. Milli üniversiteler bunları mahalli şartlara göre geliştirirler.

Üniversiteler ayrı ayrı tedvin ettikleri halde ortak hükümler o ülkenin icmaları olur. Merkez üniversitelerin ittifak ettiği hükümler insanlık icmaları olur. Bunlar zamanla değişirler. Merkez üniversiteleri ile yeryüzündeki bütün üniversitelerin ittifak ettikleri hususlar insanlığın değişmez icmaları olur. Bunlar ise bin senede bir yeni medeniyetler oluştukça yenilenir. Hiç ihtilaf edilmemiş hususlar hiç değişmezler.

İllerdeki yüksek ehliyetliler kendilerine bir üniversiteyi seçer ve onların içtihatlarına göre projeler üretir. Dışına da çıkabilir. Ancak zikredilmeyen hususlarda o sözleşmede o üniversitenin şirası uygulanmış olur.

Bucaklarda da üstün ehliyetliler özel sözleşmeler yaparlar ve istediklerini yazarlar. Sözleşmede özel hüküm yoksa bağlı bulundukları il okulunun görüşleri uygulanır.

Kişi kendi işlerinde de istediği gibi içtihat yapar. Ancak bunu yazmak ve yayınlamak zorundadır. Yayınlanmayan hususlarda seçtiği orta ehliyetlinin içtihatlarına göre hareket eder.

Uygulamada herkes kendi özel hukuku ile ilzam olunur. İspat külfeti kime ait değilse onun hükümleri uygulanır. Bu bir karışıklığa sebep olmaz. İslâmiyet’te bir yarım bin yıl böyle uygulandı. Bugün de serbest sözleşme vardır. Uluslararası davalarda bu sistem uygulanmaktadır.

İşte herkes ili içinde ilçe, ülke içinde bölge, insanlık içinde kıta merkezlerine serbest dolaşabilmekte, yol kenarlarında yerleşebilmektedir. Buralarda veya izinli olarak girdiği her yerde başka insanlarla özel sözleşmeler yapar ve bu sözleşmeler insanlık hukukunun teminatı altındadır. Ayrıca herkes girdiği yerin kamu hukukuna tâbidir.

Bütün bunların geçerli olması için resmen yazılmış olması gerekir. Bu yazılma işlerini halk yapamaz. Halk sözleşmeler yapar. Ama sonra notere gider ve orada yazdırır. Şimdi sözleşmeleri kim yapacaktır?

Sözleşmeleri taraflar yapacaklardır. Tamamen istedikleri gibi istedikleri şekilde yapacaklardır. Ancak bu sözleşmelerin hukuki dile çevrilmesi ve muhasebeleştirilmesi gerekir. İşte bunu kim yapacaktır?

İlçede herkesin bir noteri vardır. Noterlerin her semtte birer temsilcisi vardır. Halk sözleşmeyi yaptıktan sonra hemen semtteki noter temsilcilerine verirler. Bu sözleşme standart bir sözleşme ise sadece ‘evet’ veya ‘hayır’ veya belli rakam veya kelime yerleştirilerek doldurulacaksa doldurulur ve dosyalanır. İlçedeki noter zaman zaman semtlere gelerek bunları gözden geçirir. Hata varsa uyarır. Düzeltmeler yapar.

Sözleşme standart sözleşme değilse yine temsilci alır, bunu dosyalar, ama bunun fotokopisini notere gönderir. Noter inceler, eksiklerini tamamlar, yanlışlarını düzeltir, temsilcisine iade eder. Temsilciler taraflara anlatırlar. Noterin tashihlerini kabul ederse dosyalanır. Yoksa evraklar iade edilir, kendileri başka noter ararlar.

İlçedeki noter sorunu çözemezse, bölgedeki mütehassıs noterlere göndertir ve çözümlerini isterler. Onlar da çözmezse, kıta merkezindeki yetkili notere çözdürürler.

Sözleşmelerde taraflar birini başkan yaparlar. Başkanın noteri bu işleri takip eder. Bununla beraber sonuçlar ilgili herkesin evraktaki özel dosyasına girer. İsteyen ortak kendi noterine de inceletebilir. Noterler arasında ihtilaf olursa hakemler hallederler.

Burada çok önemli bir kural konacaktır. Sorunlar yerinde çözülür. Çözülemezse merkezlerden yardım istenir. Yerinde çözülebilen sorunlara merkez karışamaz.

Sözleşmelerin usûlüne göre hazırlanması hizmetini gören kuruluşa “tescil kuruluşu” diyoruz.

Ortaklık ve işletmelerin tüm yazışmaları birer sözleşme mahiyetindedir. Bunlar tarafından yapılır. Bir işletmede bir yazı o işletmenin tescil ortağı tarafından hazırlanır. Kişileri ilgilendiren yazılar evrak kaydına gider. Ortaklıkları ilgilendiren yazılar zimömet muhasebesine gider. İşletmeleri ilgilendiren yazılar işletme muhasebelerine gider. Hukuki dile dönüşmüş olarak gider. Orada muhasebeleştirilir.

Eskiden iki kişi arasında sözle de anlaşma yapılınca bu bitiyordu. Şimdi ise sözlü, hatta yazılı anlaşmaların bile bir kıymeti yoktur. Her şeyden önce hukuk dili ile yazılmalıdır. Ancak bundan sonra muhasebeleştirme mümkündür. Ondan sonra muhasebe dili ile yazılmalıdır. Bundan sonra programa yüklenir ve ondan sonra kendiliğinden çalışır.

Muhasebe hizmetinde her alacaklı tanzim ettiği belgeyi kaşı tarafa imzalatır ve muhasibine verir. Ondan sonra hesap işlemleri mekaniktir. Ancak bu sayede herkesin ve her işletmenin hesabı her zaman nettir ve herkes bilgisayara bakarak işini ayarlayacaktır. Eskiden adres defterine gerek yoktu. Hafıza yetiyordu. Şimdi ise adres defteri ve telefon defteri ile ancak buluşabiliyoruz. Şimdiye kadar bilgisayara gerek kalmadan herkes kendi durumunu biliyordu. Oysa bundan sonra herkes bir iş yaparken hesaplarına hemen göz atacaktır. Kararı ondan sonra verecektir.

Bir taraftan halkın günlük konuşma diliyle konuşup anlaşmaları gerekir. Diğer taraftan kayıtlar ve muhasebe hukuk diliyle, teknik diliyle yapılmaktadır. Demek ki, konuşma diliyle hukuk ve muhasebe dillerine tercümanlar gerekiyor. Bunu yapan da “Tescil Hizmetleri”dir.

Bir toplantıda alınan kararların da böylece hukuk diline çevrilmesi gerekmektedir. Halk meclislerine ihtiyaç vardır. Bu meclisler ne yapılması gerektiğine karar verirler. Bu hususu “dini dayanışma ortaklıkları” organize eder. Yani, aslında meclisler dini cemaatlerin temsilcilerinden oluşur. Ancak İslâmiyet’te bucaklarda dini cemaatlerle ilmi cemaatler bir olduğu için orada dini cemaatlerden oluşmuş farz edebiliriz. İl, devlet ve insanlık merkezlerinde dini temsilciler değil de ilmi temsilciler meclisleri oluştururlar. İnsanlık mistisizmden pozitivizme kaymaktadır.

İsteklerin ortaya konması yeterli değildir. Bu isteklerin gerçekleşmeleri için projeler yapılmalıdır. Bu projeler sonra uygulanmalıdır. Elde edilen ürünlerin bölüşülmesi sözkonusudur. Bütün bunlar için dayanışma kontrollerinin denetiminde işletmelerde alınan kararlarla gerçekleşmektedir. Bunların hukuk diliyle ifade edilmiş olması şarttır. Demek ki, tescil hizmetinde bir taraftan halkın anlaşmaları hukuki dile çevrilmekte, diğer taraftan resmi görevlilerin veya heyetlerin aldıkları kararları da hukuk diliyle metinleştirmektedir.

Burada asıl önemli olan husus, Adil Düzende her şey kuvvet düzenine göre ters çalışır. Kuvvet düzeninde taraflar önce notere giderler, onlardan aldığı bilgilere göre notere anlaşmaları yazdırırlar. Oysa Adil Düzende kişiler notere gitmezler. Kendileri anlaşmalarını kendi imkanları ile yazarlar, imzalarlar ve tescil hizmetlisine verirler. Tescil hizmetlisi onu hukuk diline çevirir. Eksik varsa onu sorarak alacağı beyanlarla tamamlar. Böylece halkı noterlerin yorum cenderesine sokmaz. Hakemler resmi belgelerden önce özel olarak anlaşmayı esas alır, doğru hukuki dil ile yazılmış mıdır, yoksa hata mı vardır? Muhasebeye doğru geçmiş midir? Ona bakarlar.

Hukuk dilinin ve muhasebe dilinin oluşma şekli ise üniversitelere aittir. Üniversiteler kendi ülkelerinin hukuk dillerini ayrı ayrı oluştururlar. Zamanla icmalarla ülkenin ortak dili oluşur. Demokrasi bağırarak çağırarak, beş yılda bir yapılan seçimlerle gelmez. Demokrasi halkın alternatifleri oluşturabilmeleri ve halkın bu alternatifleri seçebilmeleri ve değiştirebilmeleri ile gerçekleşir.

Halk önce ocak, bucak, il ve devletleri oluşturabiliyor. Oluşturamayanlar oluşmuş devlet, il, bucak ve ocakları seçebiliyor.

Bu da yetmiyor. Halk dayanışma ortaklıkları oluşturabiliyor ve sonra istediğini seçebiliyor veya değiştirebiliyor. Halk hizmetlisini, doktorunu, muhasibini kendisi seçiyor ve değiştirebiliyor. Yine halk istediği ortaklığın pay belgesini alıyor, işletmelere ortak oluyor veya satıyor, ortaklıktan çıkabiliyor. Bunun için senetlerin kârsız alınıp satıldığı senetlerin piyasada dolaşması gerekir. Bunu da kasa hizmetleri görmektedir.

Demek ki, demokrasinin dört ayağı vardır:

  1. Kişi ocağını ve bucağını seçebilmektedir. Yensini kurabilmektedir.
  2. Kişi okulunu seçebilmekle istediği hukuk sistemini seçmiş olabilmektedir. Üniversite kurabilmektedir.
  3. Kişi hizmetlisini seçebilmektedir. Bedeli kamu tarafından ödenmektedir.
  4. Kişi tasarrufların veya alışverişlerini istediği işletmelerde değerlendirebilmektedir. Senetler kooperatifin kefaletinde çıkmaktadır.

Bütün bu işlemlerin dinamik olabilmesi yani yenilerin gelebilmesi, eskilerin tasfiye edilebilmesi için yazılı metinlerin oluşması gerekir. Bunu da “tescil hizmeti” yapmaktadır.

Her işletmenin bir “tescil hizmetlisi” vardır. Semtlerde bunlar tescil görevlisi temsilcileridir. İlçelerde bunlar tescil görevlileridir. Bölgelerde bunlar tescil mütehassıslarıdır. Kıtalarda bunlar tescil müçtehitleridir.

Küçük işletmelerde tecil temsilcileri, orta işletmelerde tescil görevlileri, büyük işletmelerde tecil mütehassısları, üstün işletmelerde tescil müçtehitleri hizmet yüklenir ve hizmet ortaklığı şeklinde hizmetlerini yürütürler.

İşletmelerden alınan genel hizmet paylarının yarısı orada hizmet verenlere bölüştürülür. Diğer yarısı küçük işletmelerinki bucak, orta işletmelerinki il, büyük işletmelerinki devlet, üstün işletmelerinki insanlık merkezinde bir fonda toplanır. Bu fon kişilere tescil hizmeti veren hizmet görevlilerine bölüştürülür. Hizmet görevlileri hizmet verdikleri kişi sayısınca pay alırlar.

Küçük işletmelerdeki tescil temsilcileri gelirlerinin tümünden beşte birini ilçedeki sorumlu hizmet görevlilerine verirler. Orta işletmelerdeki gelirlerin beşte birini işletmedeki temsilcilerine bölüştürürler. Kalanın beşte birini bölgedeki mütehassıslara bölüştürürler. Temsilciler aynı zamanda başka işler de yaparak geçinirler. Büyük işletmelerdeki hizmet sorumluları gelirlerinin beşte birini kıtadaki müçtehit alimle bölüşürler. Böylece tescil hizmeti kendi kendisini finanse edecektir. Hepsi de üretimden pay almış olacaklardır. Bu hizmeti kooperatifler gerçekleştireceklerdir.

Kooperatifte her hizmet yargının denetimindedir. Şöyle ki, herhangi bir yanlış kayıt dolayısıyla bir zarar ortaya çıkarsa zarara sebebiyet veren hizmetlinin akilesi onu tazmin edecektir.

Tescil hizmetinin başka esası, tahrif ve sahtekarlıklar da önlenmiş olacaktır. Tescilin tanzim edip gönderdiği belge kayıtlara hemen gireceği ve birkaç yerde kopyası olacağı için sonra tahrif de edilemeyecektir.

Sözleşmelerin standartlaştırılması konusu tarihi araştırmayı gerektirmektedir. İnsanlık Mezopotamya’da yazıyı bulmuş ve o tarihten beri birçok sözleşmeler yazılı hâle getirilmiştir. Mezopotamya’da serbest sözleşmelerle oluşan mukavele tipleri zamanla site hukukunu ve sonraları da devlet hukukunu oluşturmuştur. Mısır’da bu serbest sözleşme yerine hükümdarın fermanları şekline dönüşmüş, böylece resmi hukuk oluşmuştur.

Sonra İbranilerde bu Allah’ın kitabı olarak Tevrat resmi sözleşme olmuştur.

Kur’an geldiğinde birtakım yenilikler yaptı.

  1. Kur’an’ı bir tavsiye kitabi hâline getirdi. Kendisi hukuk koymadı, hukukun ilkelerini koydu. Buna göre içtihat yapmalarını istedi.
  2. Sözleşmelere uyulmasını emretti.
  3. Kabile ve aşiret başkanlarına itaat edilmesini emretti. Hicreti serbest bıraktı.
  4. Niza halinde hakemlere gidilmesini önerdi. Hakem kararlarına uyulmasını istedi.

Böylece tam demokratik düzeni kurdu. Müçtehitler dört asır çalışarak hukuku ürettiler. Mezhepler doğdu. Tarihi gelişmeler içtihatta duraklamayı meydana getirdi.

İlk dört halife zamanlarında Sünnet Müslümanları vardır. Halk kendi isteğiyle Müslüman oluyor, Müslüman olanlar da kendi istekleri ile sünnete uyuyorlardı.

İkinci devre ise Arap Halifeleri Devridir. İçtihat tamamen serbesttir. İçtihat yapılıyor ve hukuk ekolleri oluşuyordu. Bu dönemde Sünni ve Şii siyasi bölünme dışında Sünnilerde dört mezhep ortaya çıktı.

  1. Hanefiler kıyası esas alarak sorunları çözdüler.
  2. Malikiler örfü esas alarak sorunları çözdüler.
  3. Şafii iki mezhebin mukayesesinden yeni mezhep oluşturdu.
  4. Hambeli sünneti esas alarak mezhebini kurdu.

Üçüncü devre Türk hakanlarının hükümran olduğu devredir. Bu devrede içtihat yasaklandı. Durgun bir dönem geldi ve beş-altı asır uygulandı. İslâm Medeniyeti’ni oluşturdu.

Dördüncü devre ise içtihatların yetersiz devresidir. Osmanlı dönemi devresidir. İslâm’ın getirdiği hukuk düzeni yeryüzünde inkılâp yapmış ve bugünkü büyük medeniyeti oluşturmuştur. Ne var ki, o içtihat sistemi kendi oluşturduğu medeniyetin gerisinde kalmış, ihtiyaçlara cevap vermemiştir. İşte bu sebepledir ki Osmanlılar “fetva dönemi”ni getirmişler, “çok hukuklu sistem”den “tek hukuklu sistem”e dönmüşlerdir. Kanunnameler icat etmişlerdir. Batı da bunları izlemiştir. Batı ilim ve teknik başarısını hukuk ve teşkilatta gösterememiş, İslâm hukukunun ve teşkilatın kötü bir taklitçisi olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti bin yıllık mevzuatı kökünden yenilemesi için Osmanlı mevzuatını ortadan kaldırmış, yerine batı kanunlarını tercüme etmiştir. Bu hukuk sistemi asla muvaffak olmamıştır. Çünkü;

  1. Hukukun aslı İslâmi idi ama batıda geliştiği için milli değildi. Türk ulusunun sorunlarını çözmüyordu.
  2. Değişik kanunlar değişik ülkelerden tercüme edildiği için aralarında uyum yoktu, çelişkiler vardı.
  3. Tercümeler alelacele yapıldığı için hukuk dili ile tercüme edilmemiş, yorumlanmaya müsait olmayan metinler oluşmuştur Müesseselerle hukuk arasında uyum olmadığı için ne halk, ne devlet, ne de mahkemeler tarafından ortak bir anlayışa geçememiştir. İfadesini bile almadan dokunulmazlığı olan milletvekillerini cezalandırabiliyor, tarafı olmayan davalara bakabiliyor.
  4. Esasen Avrupa bu hukuk düzeni ile kendi sorunlarını çözmemiştir. Boşluklarını örf veya içtihatla çözmektedir. Türkiye’nin sorunlarını çözmez durumdadır. Savaş budur.

İşte Akevler Ekolü bu duruma şu yorumu getirmektedir:

Mustafa Kemal batıdan kanunları neden tercüme ettirdi?

  1. Tercüme esasen çok önce başlamıştı. Mustafa Kemal tamamladı. Çünkü çelişkiler ortadan kalkmalıydı.
  2. Batılılar hukukun geriliğinden bahsederek durmadan bize saldırıyor, iç işlerimize karışıyorlardı. İşte biz de sizin kanunlarınızı uyguluyoruz diyerek onların müdahale bahanelerini yok etti.
  3. Halkımız Osmanlının şeriat hukukuna körü körüne bağlı idi. Yeni mevzuat oluşturulamıyordu. Kapalı içtihat kapısı bir türlü açılamıyordu. Medeni kanunu tercüme etmekle bu tutuculuğu ortadan kaldırıyordu.
  4. Yeni mevzuatla halkı uykudan uyandırıyordu.

O gün yapılan bu uygulama ne kadar doğru ise, bugün de buna devam etmek o kadar yanlıştır. Yeni hukuk sistemi oluşturulmalıdır. Bunun için aşağıdaki yol takip edilmelidir.

  1. Onbin senelik tarım hukuku bugün sorunlara cevap vermiyor. Tarım hukuku birbirini tanıyan insanların sürekli ilişkilerini düzenliyor. Oysa şimdi sanayi döneminde birbirini tanımayan insanların geçici ilişkilerini düzenliyor. O halde bugünkü hukuk dünyada uygulanabilirliğini yitirmiştir. Yeniden hukukumuzu düzenlememiz gerekmektedir.
  2. Yeni hukuk nasıl oluşacaktır? Kur’an Allah’ın sözüdür. Her asır ve çağ için nâzil olmuştur. Orada her türlü sorunların çözümü vardır. O halde Kur’an ve onun ilimleri öğrenilmeli, sorunlar onun yardımı ile çözülmelidir.
  3. Kur’an’ı zamanımızın sorunlarını çözerek yorumlamamız gerekmektedir. Bu sorunlar da batının geliştirdiği müsbet ve sosyal ilimlerde vardır. O halde Kur’an’ı asrın müsbet ve sosyal ilimlerinin ışığında yorumlayıp anlamamız gerekmektedir.
  4. Bu hukuk makroda değil mikroda oluşturulacak ocak ve bucak sitelerinde denenmelidir. Kooperatiflerde denenmelidir. Böylece çözüm söz konusudur. Yoksa çözümler ilmi olmaz.

 

MÜSBET İLMİN GETİRDİĞİ BAZI KURALLAR VARDIR.

Birinci kural, kâinatta evrim vardır. Hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Her şey evrimleşerek daha iyisine gidilmelidir.

İkinci kural, evrim denemelerle elde edilir. Düşüneceksiniz, planlayacaksınız, uygulayacaksınız. Hatalarınızı göreceksiniz, yeniden proje yapacaksınız.      

Üçüncü kural, durağanlık yoktur. Sosyal olaylar laboratuarlarda denenmediği için değişik kooperatifler kurulacak, o kooperatifler ayrı ayrı sözleşmelerle faaliyet gösterecek, ilim adamları sonuçları değerlendirerek projeler üretmelidirler.

Dördüncü kural, yarış kuralıdır. Pek çok hukuk sistemleri oluşacak, bu sistemler birbirleriyle yarışacak, hatta çatışacak başaran evrimi sağlayacaktır. Sosyalizm kapitalizme alternatif olmak istemiş ama başaramamış. Kapitalizm yeni alternatifi bekliyor. İşte bu da Adil Düzen olacaktır.

Kooperatifimiz adi ortaklık sözleşmeleri hazırlayarak kurmakta olduğu teşebbüslerde uygulamakta, elde ettiği sonuçlara göre yenilemektedir. Böylece yeni hukuk mektebini oluşturmaya çalışmaktadır. Bizimle konuları tartışacak seviyede bir alim henüz ortaya çıkmadı. Sıkıntımız bundandır.

İslâm hukukundan önce gelişmiş Roma hukuku vardır. Roma hukuku başlangıçta Oniki Levha Kanunları olarak ortaya çıkar. Bunların da Tevrat’tan aktarma olduğu anlaşılıyor. Yunanistan’da Solon Kanunları Mısır’dan aktarmadır. Nihayet yine Hıristiyanlığın tesiri ile Roma’da hukuk forumlarında sivil hukukçular tarafından geliştirilmiştir. Her yanı ile kaynağı dindir. Bizans İmparatorluğu tamamen o hukuka dayanmış, kodeksler oluşturmuştur. İslâmiyet’in batıya etki etmeye başlaması ile batı yeni medeniyete giderken, İslâm hukukunu kendisine adapte etmek istemiş, Napolyon Bonapart bu hukuku tabii hukuk olarak tedvin etmiştir. Daha sonraları değişik ülkelerde İslâm ve Roma hukuk sentezleri yapılmıştır. Son asırlarda kanunlar meclisten çıkmaya başlamıştır.

Bugün kanunların meclislerde yapıldığı iddia ediliyor. Bu tamamen uydurmadır. Kanunları hükümetler hazırlar, meclislere onaylatır. Hükümetler kanunları üniversitelere değil bürokratlara hazırlatmaktadır. Dışarıdan tercüme edilerek meclise gelmektedir. Yani, bugün dünyanın hiçbir yerinde meclisler kanun hazırlamamaktadır. Sadece onaylamaktadır. Bu da hükümetlerin istedikleri zaman kanunları değiştirebilmeleri sebebiyle kanunlar kanun olmaktan çıkıyor ve kararlar şekline dönüşüyor. Bu değişmeler sadece yolsuzlukların kaynağı olmaktadır.

Bugün yeryüzünde dört çeşit hastalık insanlığı tehdit ediyor. Bir tanesi bile insanlığı tarihten silmeye yeterli durumdadır.

  1. İnsanlık hava, toprak, su ve canlı kirlenmesine maruzdur. Kirlilik yıldan yıla artmaktadır. İnsanlık buna ancak bir veya iki asır dayanabilir.
  2. İnsanlık doğum kontrolü, tedavi tababeti, serbest cinsi ilişki, kitle imha savaşları sebebiyle neslini dejenere etmektedir. Nesil inkırazı ile karşı karşıyadır.
  3. İnsanlık kimyasal silah, biyolojik silah, atom silahı, tahrip edici silahlarla barut fıçısı haline gelmiş bir dünya üzerinde yaşamaktadır. Bir kıvılcım arzı ortadan kaldırabilir.
  4. İnsanlık rüşvet mafyası, arazi mafyası, iş mafyası ve dağ mafyası ile anarşiye doğru yuvarlanmaktadır.

Bu hastalıklara sadece Türkiye maruz değildir. Tüm dünya maruzdur. O halde insanlık buna çareler aramalıdır. Özel sektör veya devlet sektörü tarafından oluşturulan üniversiteler çözüm üretmiyorlar. Tam tersine hayatla ilişkisi olmayan dersleri çocuklara ezberletiyorlar. Eskiden medreseler de öyle idi. Devlet medreselere müdahale etmiyor, ama hayatla ilişkili bir şey de öğretmiyorlardı. Bugünkü batı üniversiteleri o durumdadır. O halde bu üniversitelerden bir şey ummak mümkün değildir. Yapılacak iş halkın kendisinin hukuk ekollerini üretmesidir. Kooperatifler kurmalı ve kendi sitelerinde kendi hukukunu üretmelidir.

Daha ileri giderek konsinye satış yerlerini tesis etmek, halka hizmet vermek ve bu hizmet ile halkla ilişki kurulması gerekir. Bu ilişkilerde yavaş yavaş hukuk doğacaktır. Bugün evlilik hukukunda zorunlu maddeler vardır. Bu hususta maddeler koyamayız. Ama cinsi ilişki serbesttir, hatta evlilere bile serbesttir. Böyle olunca biz evlilik dışı ilişkilerle ilgili hukuku geliştiririz ve böylece yeni medeniyetin aile hukukunu da tanzim edebiliriz. Kooperatifin desteğini almaları için bizim tedvin ettiğimiz hukuk içinde yer almalarını şart koşarız.

Hukukun iki tarafı vardır. Biri kurallara uyanları mükâfatlandırmak, diğeri ise kuralara uymayanları cezalandırmaktır. Kooperatifler kurallara uyanları mükafatlandırmak suretiyle insanları kurallara alıştırmış olur. Devlet kurallara uymayanları cezalandırmak suretiyle kuralları tesis etmeye çalışır.

Gelecek dünyanın düzeninde kurallara uyanları mükafatlandırma sistemi ocak ve bucaklarda uygulanacak, kurallara uymayanları cezalandırmak ise il ve devlet seviyesinde olacaktır. Biz ocak ve bucak yerine kooperatiflerin kurulmasını öneriyoruz. Burada mükafatlandırma sözkonusudur. Başarılı olacaktır.

Kooperatiflerde üretilecek sözleşmelerle gelecek bin yıla ait hukukun temelleri atılacaktır. Bu kooperatiflerde başarılı olan sistem geleceğin hukuk sistemi olacaktır. Bunu denemek insanların borçlarıdır. Kendilerine farzdır.

Müslümanların iki görevi vardır:

Biri öğrenip yaşamak diğeri ise öğretip göstermektir.

Yani, İslâmiyet’i yaymaktır. Savaşla değil barışla bu işi yapmaktır. Savaş sadece savunma aracıdır. İşte gösterebilmemiz için bin ortaklı siteler oluşturmamız gerektiği gibi; marketleri kurarak da bu sistemi göstermekle yükümlüyüz.

Bunu nasıl yapacağız? İnsanları ortak edeceğiz. Onlarla alışveriş yapacağız. Onlara karşılıksız genel hizmetlerini yapacağız. Böylece üzerimizde farz olan vecibeyi karşılayacağız. Her birimizin bir ortaklık kurarak orada deneme yapmamız bugün bizlere farzdır. Burada gaye para kazanma değil, Adil Düzeni oluşturma olmalıdır. Ne var ki, başarıyı ekonomik verilerle ölçmeliyiz. Eğer ortaklığımız kâr ediyorsa, o halde sistem sorunları çözüyor demektir. Etmiyorsa, hatamız var, yeniden deneyeceğiz.

Denemeler tüm imkanlarla olmaz. İnanmış kimseler bir araya gelecekler, zamanlarının bir kısmını ve maddi imkanlarının bir kısmını bir işletmeye koyacaklar, aralarından birini de işleri yürütmek için görevlendirecekler, sonunda sistem uygulanacak; başarırsak devam edecek, başaramazsak başka kişi ile devam edilecektir. Aynı kimseye aynı sorumluluk başarısızlıktan sonra verilmemelidir. Ancak yeni sorumlu kendisinden yararlanabilir.

Biz bu amaçla İzmir’de 1967’de Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi’ni kurduk. Gayemiz şu idi. Ortakları zarara sokmadan, çalışmada ve yaşamada birbirleriyle anlaşabilecekleri bir araya getirerek aralarında iktisadi ve içtimai dayanışmayı gerçekleştirmekti.

Bizim bu çalışmalarımızın sonunda aşağıdaki sonuçlara gidilmiştir:

  1. Akevler sitesi oluşmuştur. Örnek site olmuş, Türkiye toplu konut siteleri ile dolmuştur. Ayrıca Sütçüler’de de köy oluşmuştur. Ancak site adil düzen sitesi olamamıştır.
  2. Özdemir Çelik Döküm Fabrikası iflastan kurtarılmıştır. Dayanışma örneği verilmiştir. Henüz ortak çalışması yapılamamıştır.
  3. Adil Düzen teorisi geliştirilmiştir. Bir siyasi parti tarafından dünyaya duyurulmuştur. Henüz Adil Düzen Partisi kurulamamıştır.
  4. Risale-i Nûrun şirketleşmesinde etkili olunmuş, bugün Konya Holdingleri seviyesine varılmıştır. Adil Düzene göre işletmeler kurulamamıştır.

Ortaklarımıza vâdettiğimiz bütün vecibeler yerine getirilmiştir. Hâlen kooperatif durmaktadır. Krizden etkilenmemektedir. Ama atılım da yapamamaktadır.

20. asrın ilk üçte birinde, artık yaşlanmış ve 140 yaşlarına ulaşmış olan İslâm Medeniyeti’nin cenazesi kaldırılmıştır. İkinci üçte birinde ise, bir dinlenme devresi, uyuma devresi geçirilmiştir. Son üçte birinde ise, Kur’an Medeniyeti’ni yeniden kurmak isteyenler atılım göstermişlerdir. Mevcut düzen içinde son derece başarılı olmuşlardır. Bundan sonra gelecek üçte bir asırlık dönemde müesseseler tamamen şeriat düzenine uygun olacaktır. İşte bunun için yeni sözleşmelere ihtiyaç vardır. Bu sözleşmeleri hazırlama görevi de Akevler Genel Hizmetlerine ait olacaktır.

Şimdi Akevler’deki sözleşmeleri hazırlamak, muhasebeleştirmek ve ortakların emrine sunmak görevini yüklenen ilklerin ücretleri ne olacaktır? Onu belirtmeye çalışalım.

Kooperatif ona yakın tescil ortaklığı kurucularını atayacaktır. Her ortağa bir tescil altın gramı olarak kredi tanıyacaktır. Adil Düzene göre herhangi biri herhangi bir konuda sözleşme hazırlarsa bu sözleşme sözleşme sorumlularına pazarlanacaktır. Ortak o sene kendisine verilen altın gramdan fazlasını kullanamaz. Sözleşmeyi beğenip o sözleşme ile teşebbüs kurmak isteyen aynı ag ile sözleşmeyi satın alacaktır. Firma faaliyete geçtiğinde tescil payı alınacaktır. Paylar aşağıdaki şekilde bölüşülecektir.

Kasada biriken tescil nakdi o zamana kadar verilen tescil gramına bölünürse, bir tescil gramının değeri ortaya çıkar. İsteyen ortak bunu her zaman çekebilir. İsteyen ortak çekmez, zamanla gelip artanla beraber çeker.

Ancak tesis altın grama ayrıca uzun zaman kalmış olmaları sebebiyle  bir pay yüklenir. Buda gelen nakdin tutarı olan altın gram değerinin beşte bir kadar herkesin altın gramı artırılarak yapılır.

Bunu bir misalle açıklayalım. Şu durumlar vardır.

  1. Tg  Kooperatifte bulunan sözleşmelerin ag cinsinden satın alış değeri.
  2. Sg  Kooperatiften satın alıp faaliyete geçenlerin kullandıkları hisse senetlerinin Ag değerleri toplamı.
  3. Ng  Bankada biriken nakit miktarı.
  4. Dn  Bugün gelen nakit.
  5. Ds  Bugün satılan miktar, demektir.
  6. Ds/Tg  Günlük kârı ifade eder. Herkesin senetteki payı o kadar artırılarak satılan senetteki eksilme kapatılır.

Mevcut Ng/Tg’ye bölünerek o gün alsalar, kendilerine verilecek miktar belirlenmiş olur.

İsteyen bu payını alır ve Tg’den düşülür. İsteyen bekler, değerlenmesi ile birlikte alır.

İşte böylece oluşmuş bir sistem birçok alimin çalışmasına yardım edecektir. Gelecek bin yılın hukuku böyle hazırlanacaktır.