23.09.2009
Harekât Ordusu, 31 Mart ayaklanmasını bastırmak için İstanbul’a girdikten sonra tam üç gün boyunca, Birinci Ordu’nun Beyazıt’taki karargâhının bacalarından duman tüttü.
Bulunan bütün “jurnalleri” yaktılar.
O sıralarda “jurnal” yazmak öyle bir hastalıktı ki bu hastalıktan nasibini almayan çok az “dürüst” insan kalmıştı.
Hatta Harekât Ordusu’nun komutanı Mahmut Şevket Paşa’nın yazdığı jurnallerin bile bulunduğu söylenirdi.
Abdülhamit vesveseli bir adamdı, “düşmanlarını” sürekli izlemek isterdi.
Bana sorarsanız “yıkılmasında” bu vesveseli merakı da büyük rol oynadı.
Her jurnali okurdu.
İttihatçıların Selanik’te başlattıkları hareketin Anadolu’da halkın arasında çok fazla bir taraftarı yoktu ama “jurnalleri” tek tek okuyan Abdülhamit “büyük bir kalkışma” olduğuna inandı.
Çünkü bütün o “jurnaller” gerçeği olduğundan “daha büyük” gösteren büyüteçler gibiydi ve padişahın aklını karıştırıyordu.
Bütün olayları öyle “ince ince” öğrenmeye kalkmasa da siyasi tabloya daha geniş bir açıdan bakabilse belki de öyle çabucak pes etmez, tahttan o kadar çabuk devrilmezdi.
Çünkü bazen “her ayrıntıyı” öğrenme tutkusu, insanın “bütünü” görmesini engelleyebilir.
Bizim Cumhuriyet sadece İttihatçıların hastalıklarını “tevarüs” etmedi, Osmanlı padişahlarının hastalıklarını da devraldı.
Kendi halkını izleme hastalığına kendisini fazla kaptırdı.
Dün Zaman gazetesi manşetten vermişti, bugün de biz haberin devamının peşine düştük, İstanbul Üniversitesi’nde, Birinci Ordu’ya “meslektaşları” hakkında rapor yazan profesör ajanlar varmış.
Bir ordu, üniversite profesörlerini niye izler?
Profesörlerin görüşlerinden, ilişkilerinden, düşüncelerinden orduya ne?
Ordu, “kendisi gibi düşünmeyen” herkesi izlemek ve fişlemek istiyor.
Bunu yapıyor da.
Sonunda da dengesini kaybedip ülkenin “düşmanlarla” kuşatıldığını zannediyor çünkü orduya göre “kendisi gibi düşünmeyen” herkes bu vatanın düşmanı.
Dengesini kaybeden sadece ordu değil elbette yargı da dengesini kaybediyor.
Milliyet gazetesi de harika bir haber yakalamıştı.
Yargıtay, Güneydoğu’da taş atan göstericilere ateş açıp, kaldırımda duran birini öldüren çavuşun beraatına karar vermiş.
Kararın gerekçesi ise korkunç.
“Bölgedeki şartları gözönüne alarak” vermişler bu kararı ve “telaşa” kapılan çavuşun suçlu olmadığına kanaat getirmişler.
Yargıtay’a göre “her bölgede” yasalar farklı anlaşılan, Marmara bölgesinde birini vurursan “suç olabilir” ama Güneydoğu’da vurursan suç değil.
Ayrıca, gösteriler sırasında asayiş güçlerinin “telaşlanması” da öldürmek için geçerli bir neden, bundan sonra gösterici vuran her devlet görevlisi Yargıtay’ın bu kararına dayanılarak “telaştan” beraat ettirilecek.
Vurulan kurbanın ailesi şimdi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gideceğini açıkladı, bu karar büyük bir ihtimalle Avrupa’dan dönecek.
Çavuşu beraat ettiren yargıçlar Avrupa’da mahkûm olacak.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, sık sık bizim yargının “hukuka” uymadığına karar veriyor ama bizim devlet hukukunu bir türlü çağdaş düzeye getiremiyor.
Bizim devlet, ordusuyla, yargısıyla, bürokrasisiyle “yüz yıl” öncede yaşıyor.
Sanki bu devleti yüz yıl önce mumyalamışlar, öyle kaskatı kalmış.
Zaman geçiyor, koşullar değişiyor, bizim devlet aynı devlet, biraz İttihatçı, biraz padişah.
İyi de insanlar değişti, artık kimse “tebaa” olmak istemiyor.
Zaten orduyla yargının niye “tebaası” olacağız ki?
Millete hizmetle yükümlü kurumlar neden milletin “efendisi” olsunlar?
Bunlar, bu çağda geçerliliği olmayan davranış biçimleri, bizim devletin kendi halkından ödü patlayabilir, bu korkuyla kendi halkını korkutmaya, sindirmeye uğraşabilir ama bu halk artık devletten korkmuyor.
Sadece sıkılıyor bu devletin yaptıklarından.
Sıkıntı, duyguların en tehlikelisidir bence, öfkelenmekten, kızmaktan çok daha “radikal” sonuçlar verir.
Öfkelenmek, kızmak, sinirlenmek her şeye rağmen bir “ilişki biçimini” sürdüren duygulardır ama “sıkıntı” tam tersine “ilişkiyi” değiştirme isteği yaratır.
Bunun öyle bağıra çağıra “deklare” edilmesine de gerek yoktur, insanların yüzündeki müstehzi ifade genişlemeye başlar, “en korkutucu sözler” gülümsemeyle daha sonra kahkahayla karşılanır.
Şu anda halkın devlete bakışı böyle sanırım.
Sıkıntıyla ve küçümseyerek bakıyorlar, her davranışın, her sözün nedenini biliyorlar ve artık aldırmıyorlar.
Fransız Devrimi’nin en genç liderlerinden Saint-Just, “devrim, silahların değil yasaların patlamasıdır” demişti.
Sanırım o sözü biraz değiştirebiliriz, “devrim, sıkıntının patlamasıdır.”
Sıkıntıyı patlattılar ve devlet çok yakında bu yüzden değişmek zorunda kalacak.
Y O R U M :
“KALICIKLARIN” KOYNUNDAKİ KARADELİKLER:
İnsanlık için “ yerleşik /kaim” olmanın en can sıkıcı yanı sanırım, güven için oluşturdukları devlet aygıtıdır. Terminatör film dizisinin işlediği, “ kendini idrak eden bilgisayarların insanlığa hükmetmeye başlaması” gibi.
Devlette de öyle: Varlık aleminde kalıcı olmaya çalışan her şey, terminatör (yok edici) kurgusuna girip, kendini üretenleri boğazlamaya kalkıyor.
Akan zamanda, tutunan kurumlar ola-bilir –mi; tutunsa dahi nereye tutunacak?!
Bütün gücüyle, “kalıcılardan” (cennette ademin vesvesesi)olmaya çalışırken; “yasakları” ihlal etmeyi de göze almak; güzellikten (ilk heyecan/büyük zafer)sürgünlüğün başladığı yer değil mi?! Suikastların siparişçileri hedeflerin yakınları değil mi?
Büyük heyecandan sonra , kalıcılığın inşaatına başlanır: Silahlarıyla, toplarıyla, mahkemeleriyle, hasiphaneleriyle, künyeleriyle, ihbarcılarıyla bütün alet, edevat ve elamanlarıyla …”aşağılara” indirilmek: korkutarak, can yakarak düzen sağlanır.Çünkü , yapının hücresi insan, “çok zalim ve acelecidir”.Düzen (kalıcılığın sürmesi), sevgiden “indirilme” gibidir; sevgi düzensizlik değil!!
Bu “filmi” kaç kez göreceğiz?! Kaç kez üçül ”indirilmeden” (Adem, Havva, İblis metaforu) sonra, yine bir haltlar edip kurumsal ”indirilmelere” vesile ve tanık olacağız?!
“Birbirlerinize düşmanlar olarak yer yüzene / muhtaçlıklar diyarına inin!!!”
Tarihte toz olmuş, “kaim” kurum ve bireylerlerine bakar mısınız lütfen?..Zamanın her türlü entrikasıyla durumlarını sürdürmeye çalışmışlardı..Lakin, zaman onları geride bırakıp anışığını yitirmelerinden dolayı toza dönüştüler.
Varlığın merkezi; karadeliğini oluşturuyor.
Bu tespitin doğruluğuna, yıkanmaya girdiğimiz küvet suyunun, zamanla(an’dan sonra / kullanıldıktan sonra) pisuardan atılmasının zorunluluğu metaforunda (eğretileme/istiare) günlük yaşamımızda hep tanık oluyoruz. Yün kazak güvesini yünden imal ediyor. Naftalinler (korucuyu elan ve aygıtlar), kapalı dolaplar( bin bir eziyet!) o renkli kazağın bir “mevsim” daha sahibine (bürokrasiye/kirli suya/ışığını yitirmiş-kapalı yerde kalamayan- kazağın yününe) hizmet etmesi için imal edilmiştir.
Durma düşersin, koş varırsın.
Yaşamı gözleyenler, onun değişerek aktığını idrak ettiklerinde, kendileriyle beraber her şeyin toza dönüşeceğini bilmelerine rağmen durmadılar; değişkenliğe uyumlu model ve yapılar tasarlama peşine koyuldular. “Kervanlar” yolda düzelecek tarzda biçimlenmeliydi. Değişmeyen unsurlar zorlamalarda kırılmaması için dokularındaki sertliği daha esnek “gevşek” hale getirmeliler ki tarihin virajlarında kırılma veya savrulma ile karşılaşmasınlar.
İlkelerin, minimal olduğu (artık bu tarz küçüklüklere nano diyorlar; yani küçümseme anlaşılmasın!) yükte hafif, etkide güçlü; kalıcılık sendromlarını aşmış; küçüklük ölçeğinde yapılacaklar ile büyüklük ölçeğinde yapılacakları bilen ve bu sebeple parçalanma dağılma korkuları duymayan; özündeki eklemleme yapısını geliştirmiş (sonsuz yapılarla montajlanabilen); merkezi sürekli değişen (bağrında çıkacak karadeliğe yerleşke tutmayan); şeffaf (içine ışık alıp fotosentez yapabilen); başkalarıyla birliktelik kurup neslinin gücünü melezleştirerek artırabilen (kendisindeki iyiyi aktif gen haline getirmiş);yasakları az, özgürlükleri sayımsız/düzensiz/sıkıştırılıp hap haline getirilmemiş-ilaca dönüştürülmemiş-bir birleşikler organizasyonu…
Tüm bu sayılanlardan sonra yine sürprizler olmayacak değil tabii. Ama belki de kaba tekrardan kurtulacak insanlık.
Şimdi de “karşı” taraftaki taşlayanlara bakalım:
Taş atan çocuk bunu alışkanlık haline getirdiğinde; karşısındaki hedef devlet veya devlete ait bir görevliyse ne yapmalı sorunsalının cevabı işin cılkı çıktığında Ahmet Altan’ın yakındığı gibi olur.Bir gazetenin içinde olduğumuz zaman onun taşlanmasının hoşgörülüğüne ne kadar katlanırız?! Zina eden erkeğe veya kadına taşlama cezası veren yobaz yönetimlere küfür ve tiksintiyle bakmayanımız var mı?! Kürtler çocuklarını golyat’a mı gazlıyor? Kentlerin mutasyonuna doğu illerindeki ağalık “laboratuarlarında” oluşturulmuş mutanlar mı sebep oluyor: Gecekondular, otoparklar, kapkaçlar, “serbest” tüm alanların iç edilmesi; medeni sıranın gasbedilip öne geçilmesi; yoğun doğumlu evlilikler; kent merkezlerinin meralaşması; aciz kalan yönetimler…”Su” yolunu buluncaya kadar vay halimize. Düzenin bağrında kara delik doğar da karmaşanın bağrı var mı ayrıca bundan ne doğacak?
Son söz:
Denizlerde eko sistemin koruyuculuğunun en üstünde köpek balıkları varmış; aktif yapı böyle canlı kalıyormuş. Ya da denizler ve yanardağlar 12 bin yılda bir affa uğrayıp, özgürlüğün tadını çıkarmak için yeryüzünde seğirtiyorlarmış.