Tarihi gelişmelerinden, geçirdikleri maceralardan, yaşadıkları coğrafyalardan ve benzer sebeplerden dolayı milletler, değişik karakterlere sahiptir. Devesine binmiş bedevinin hikmetli sözleri, insanı şaşırtacak ölçüde irticalen okuduğu şiirleri tesadüfi değildir; yukarıdan alev boşaltan güneşten, aşağıdan ateş üfleyen çölden hayale sığınmasının bir sonucudur bu.
Bilimlerin doğmalarında ve gelişmelerinde milletlerin özelliklerinin önemli etkileri olmuştur. Mesela İngilizler tarihi gelişimlerini bir adada tamamlamışlardır. Adanın imkanları kıtalara göre çok sınırlıdır; bütün insanlar gibi İngilizlerin de ihtiyaçları sonsuzdur. Bu sonsuz ihtiyaçlarını, adanın sınırlı imkanlarıyla karşılamak zorunda kaldıklarından, tutumluluk İngilizlerin milli karakteri olmuştur. Her şeyden ameli fayda beklediklerinden pragmatik (faydacı) felsefeyi geliştirip benimsediler. Tutumluluk ve faydacılık, modern iktisat ilminin doğumuna sebep olmuştur; bundan da insanlık istifade etmektedir. Bu iki unsur aynı zamanda emperyalizmin tetikleyicisi olduğu için de insanlık sıkıntısını çekmektedir.
Biz tarih sahnesine insan denizi olan Çin'in yanı başında çıktık. Nüfuslarımız arasındaki fark, kıyaslanamayacak kadar büyüktü. Ancak teşkilatla, sıkı disiplinle varlığımızı koruyacağımıza inandığımızdan devletimize sıkı sıkıya bağlandık. Düşmanın ne zaman, nereden görüneceği belli olmadığından her an uyanık olmak mecburiyetini hissediyor, "Su uyur düşman uyumaz" gibi sözleri hayat prensibi haline getiriyorduk. Görünen düşman da göz açıp kapayıncaya kadar kısa zamanda obaları yakıyor, insanları öldürüyor, hayvanları götürüyordu. Bunun için kadınlar, çocuklar, herkes devlette görev alıyor, düşman görününce ne yapacağını biliyor, böylece devlet, halk bütünleşmesi gerçekleşiyor, devlet milletin vicdanında yer alıyordu.
İslamiyet'i benimseyince Hıristiyan dünyasıyla ölüm kalım savaşına girdik; dinimizi, varlığımızı ancak devletimizle koruyacağımıza inandık. Devlet ve milleti beraber anar olduk; "Allah devlete ve millete zeval vermesin" sözünü dualarımızdan eksik etmedik. Eski devlet geleneğimiz İslamiyet'in engin manalarıyla derin muhtevalara kavuştu. Devlet başkanımızın arkasında "Veliyyün külli mazlumin" ibaresi yer aldı. Devletimizin koruyuculuğu tebaasını aşıyor, eşref-i mahlukat olan insanın rengine, cinsine bakmayan bir hüviyete kavuşuyordu.
Devleti oluşturan bir başka unsur da kuvvettir. Kutadgu Bilig'de "Yaban eşeğini alt etmek için aslan olmak gerek" gibi deyişlerle devletin gücüne işaret edilmiştir. Devletin mihrakını oluşturan güç, kanun hakimiyetiyle meşruiyet kazanır. Bu da onu zorbalıktan ayırır. Bunun içindir ki medeniyetimizde adil yöneticiler övülmüş, zalimler kötülenmiş, "Devlet küfürle değil, zulümle yıkılır" sözü kelam-ı kibar haline gelmiştir. Kuvvet ve kanun bir arada olunca, adalet kendiliğinden tecelli eder ve biz devletten sadece adalet bekleriz; zira biliriz ki vatandaşına adaletle hükmeden devlet, müşfik devlettir.
Adaletten yoksun olan şefkatin en büyük zulüm olacağını da unutmamak lazımdır. Çünkü o zaman birine müşfik davranılırken, diğerinin hakkı ketmedilir. Fakat hatırdan çıkarmamak gerekir ki kaideler ve müesseseler manzumesi olan devlete ruh veren aydınlardır; çünkü bürokratlar, siyasiler onların arasından çıkar. Bu aydınlar milletin değerleriyle yoğrulmamışsa, hizmet aşkı taşımıyorlarsa, güzelim kaide ve müesseselerden doğan devlet, zulüm makinesine dönüşür. m.niyazi@zaman.com.tr
Yorum:
Dergimizin adı “Adil Düzen Dergisi” olduğundan dolayı, haftalardan beri “hangi yazar” bu derginin benimsediği misyona uygun yazılar yazıyor diye düşünüyordum…
Düşünmesine düşünüyor ama bulamıyordum…
Dünya, devlet, düzen, sistem, nizam ve hepsinden daha önemlisi “adalet” meselelerini gerçekten kendine “mesele/sorun” edip de bu yönde “çare ve çözümler içeren” yazılar yazan yüzlerce/binlerce yazardan kaç yazarımız var?!.
Bildiğim kadarıyla yok gibi bir şey!
Yok olunca, dergimizin yorumcuları arasına katılmakta geciktim…
*
Adalet mülkün/yönetimin/devletin esası/temeli ise;
bu temel üzere yazılarını döşeyen kaç yazar var?!.
*
12 Eylül haftasındayız ya; 12 Eylül yazıları yazan yazar çok!
Ama 12 Eylüllerin ve 28 Şubatların olmaması için çare ve çözüm yazan yok!
*
“Adil Düzen Dergisi” için yazılarını değerlendirmeye layık yazar bulabilmeyi düşünüyorken; arada sırada (haftada bir gün) Zaman gazetesinde yazılar yazan Prof. Dr. Mehmed Niyazi’nin “Devlet ve Adalet” başlıklı yazısı gözüme ilişti; okudum…
Yazar, kısmen benim derdime derman olabilirdi…
Geçmişteki bazı yazıları hatırıma geldi…
Yazarın zaman zaman hiç olmazsa “tesbit ve teşhis” olarak meselenin bam teline basabilen biri olmakla birlikte, “tedavi, çare, çözüm” merhalesine geçemiyor…
Ama bir tarihçi olarak zaman zaman çok güzel tesbit ve değerlendirmeler içeren yazılar yazıyor…
*
Üstadımız Süleyman Karagülle’nin hedefi “Adil Düzen Dergisi” için “Otuz Yazar-Otuz Yorumcu” olmasına rağmen; her ne hikmet veya sebepse, 14 sayıdan beri bir türlü bu sayıya ulaşamıyoruz!..
Ne dersiniz?
Yeteri kadar “YAZAR” mı yok?
Yoksa yeterince “YORUMCU” mu yok?
Bana sorarsanız, her ikisinin de kıtlığını çekiyoruz…
Eskilerin deyimiyle “kaht-ı rical”, Arapların deyişiyle “ezmetü rical”, bilinen tabiriyle “adam kıtlığı” yani “yazar ve yorumcu kıtlığı” meselesidir meselemiz…
*
Üsdadımızı anmışken, onun son zamanlardaki bir-iki tesbitini hatırlatmadan geçemeyeceğim.
*
Birincisi ve en önemlisi:
“Din, ekonomi ve de siyaset” alanlarında gruplar, topluluklar, cemaatler, partiler, tarikatlar, holdingler vs oluştu ama; “İLİM” alanında özellikle “dünya, devlet, düzen, sistem, nizam ve adalet” üzere “düşünen, araştıran, yazan, anlatan ve yazıp anlattıklarını amele/uygulamaya” dönüştürmeye çalışan, yani çare ve çözümler üreten “gruplar, topluluklar, cemaatler, partiler, tarikatlar, holdingler vs” nerede, nerede, nerede?!.
Bu konuda “ilim ve amel” olmayınca, yeterince “yazar ve yorumcu” da yok!
*
İkincisi de:
Tarikat ehlinin, Diyanet teşkilatı mensuplarının, kırka varan gruplarıyla Nur Şakirtleri ve Fethullah Gülen taraftarlarının, İlâhiyat ve İmam-Hatip camiasının ve de özellikle “gömleklerini çıkaran eski Millî Görüşçüler”in “din-ekonomi-siyaset” sonrasında “gerçek ilim ve adalet üzere tesis edilecek bir düzen, özellikle de ADİL DÜZEN” diye bir dertleri var mı?!.
Göründüğü kadarıyla yok!!!
Yoksa hepsi sadece kendine, kendilerine, kendi gruplarına, kendi mensuplarına mı Müslüman?!.
*
Yine Üstadın tesbitiyle söylüyor ve hatırlatıyorum:
Yukarıda sayılan bütün “kişiler veya topluluklar” -belki- kendilerini kurtardılar!
Ama aslolan “halkın kurtarılması” değil midir; halkımız kurtarıldı mı?
Halkımızın ana sorunları çözüme kavuşturuldu mu?
Hayır! Hayır! Hayır!
*
Üstadın veya bendenizin bu tesbitlerini doğru buluyorsanız, bu bahsi Batılı Müslüman bir düşünürün tesbiti ile bitirmeme müsaade ediniz.
Yazar, “İslâm’ın Vaadettikleri” kitabının başlarında şöyle diyor:
“İslâmiyet (İslâm Düzeni) gelecek; önünde tek engel kaldı: Müslümanlar!”
Bu sözdeki tesbite katılıyorsanız, ne dersiniz; bu “Müslümanlar” kim ola ki?!.
Dikkat edin, sakın hâ siz o Müslümanlardan olmayın…
*
Yazarımızın yani “Mehmed Niyazi”nin yazısının “yorum”una gelince; yukarıda “ana ve asıl/esas mesele” konusunda o kadar çok şey hazdım ki; bu sefer yazıya ayrıca yorum yazmak içimden gelmiyor. Size sadece -vurguları bendenize ait olmak üzere- yazarın yazısının son üç paragrafını aktarırsam, yukarıda yazdıklarım bir kere daha iyi anlaşılacaktır ümidindeyim:
İslamiyet'i benimseyince Hıristiyan dünyasıyla ölüm kalım savaşına girdik; dinimizi, varlığımızı ancak devletimizle koruyacağımıza inandık. Devlet ve milleti beraber anar olduk; "Allah devlete ve millete zeval vermesin" sözünü dualarımızdan eksik etmedik. Eski devlet geleneğimiz İslamiyet'in engin manalarıyla derin muhtevalara kavuştu. Devlet başkanımızın arkasında "Veliyyün külli mazlumin" ibaresi yer aldı. Devletimizin koruyuculuğu tebaasını aşıyor, eşref-i mahlukat olan insanın rengine, cinsine bakmayan bir hüviyete kavuşuyordu.
Devleti oluşturan bir başka unsur da kuvvettir. Kutadgu Bilig'de "Yaban eşeğini alt etmek için aslan olmak gerek" gibi deyişlerle devletin gücüne işaret edilmiştir. Devletin mihrakını oluşturan güç, kanun hakimiyetiyle meşruiyet kazanır. Bu da onu zorbalıktan ayırır. Bunun içindir ki medeniyetimizde adil yöneticiler övülmüş, zalimler kötülenmiş, "Devlet küfürle değil, zulümle yıkılır" sözü kelam-ı kibar haline gelmiştir. Kuvvet ve kanun bir arada olunca, adalet kendiliğinden tecelli eder ve biz devletten sadece adalet bekleriz; zira biliriz ki vatandaşına adaletle hükmeden devlet, müşfik devlettir.
Adaletten yoksun olan şefkatin en büyük zulüm olacağını da unutmamak lazımdır. Çünkü o zaman birine müşfik davranılırken, diğerinin hakkı ketmedilir. Fakat hatırdan çıkarmamak gerekir ki kaideler ve müesseseler manzumesi olan devlete ruh veren aydınlardır (yazarlardır); çünkü bürokratlar, siyasiler onların arasından çıkar. Bu aydınlar (ve de yazarlar) milletin değerleriyle yoğrulmamışsa, hizmet aşkı taşımıyorlarsa, güzelim kaide ve müesseselerden doğan devlet, zulüm makinesine dönüşür.