10.09.2009
"Demokratik açılım" diyoruz ya... Bununla "Açılım"ın sadece "Kürt sorunu"nu çözme amacı taşımadığını anlatmak istiyoruz.
Yani ortada bir demokratikleşme paketi bulunması gerekiyor.
Hatta bir sistem restorasyonu bulunması gerekiyor.
Çünkü Türkiye'de devlet-toplum ilişkisindeki sancı, bir tek Kürt sorunu alanında ortaya çıkmıyor.
Din-devlet-toplum ilişkileri ile devletin etnik tavrı sistemin aşağı-yukarı ana koordinatlarını belirliyor ve bu, kuruluştan bu yana sancı üretiyor.
Şu sıralar "Demokratik açılım"ın, Kürt sorununa yönelik boyutu ön planda.
Bu, uluslararası ilişkilerin de Türkiye'yi bazı adımlar atmaya yönelttiği bir alan.
Artı terör var ve terör can alıyor ve kan sendromu içinde ülkenin, insanlarımızın canı acıyor. Artı, can acıması, bugüne kadar Allah'ın lütfu olarak yaşanmayan kalbi ayrışmalar, kopuşlar riskini getiriyor.
Onun için, "açılım"ı sağlıklı bir yönde ilerletmek herkesin temel hassasiyeti olmalı.
Ama "Demokratik açılım" tanımlamasının içine giren diğer problemli alanları da ihmal etmeden.
Başlığa "Dilipak açılımı" ifadesini koydum.
Sembolik bir nitelik taşıdığını düşünüyorum.
Abdurrahman Dilipak'ın evi satıldı.
Bu bir cezalandırma idi.
Bir tazminat mahkûmiyeti...
Nasıl olmuştu bu iş?
İşte, neredeyse bütün Cumhuriyet tarihine yayılan inanç özgürlüğü sancısının bir örneği yaşanmıştı burada.
Bir yazar, ülkenin yaşadığı olumsuz bir sürecin mimarları arasında değerlendirdiği bir kişi ölünce, ona hakkını helal etmediğini ilan etmişti.
Olan buydu.
Böyle bir tavrı tasvip etmeyebilirsiniz, hadiseyi, "ölüye saygı" gibi öncelikler içinde görebilir ve "Kim olursa olsun bu denmemeliydi" diye düşünebilirsiniz.
Ama bir insanın "Hakkımı helal etmiyorum" deme hakkına da saygı göstermek durumundasınız.
Ya da demokratik-laik diye nitelenen bir ülkede, hiç kimseyi, hakkını helal etmeye zorlama hakkınız bulunamaz.
Ne var "Hakkımı helal etmiyorum" sözcüğünde hakaret olarak...
Din görevlileri musalla taşındaki insan için "helallik" isterler.
Helalliği vermek kadar vermemek de söz konusu.
Zaten "helallik" istemenin iç anlamı burada yatıyor.
Musallaya konup, insanlara "Hakkınızı helal ediyor musunuz" diye sorulduğunda onlardan helallik alabilmek, hayat boyunca gösterilen bir duyarlılığı gerektirir.
Bu, İslam içinde bir yorumdur.
Böyle bir merasim, İslam içinde anlam taşıyor.
Ahirete inanç çerçevesinde bir anlam ifade ediyor.
Türkiye'de bu meselenin sorun haline gelmesinin sebebi, bu tür merasimlerde rol almanın, adeta resmi görev gibi addedilmesidir.
Vaktiyle, "Tanrı'yı insan yarattı" diyen İmran Öktem'in cenazesinin kıldırılması-kıldırılmaması ülke gündemini sarsan bir konu olmuştu.
Din görevlisi, hayatı boyunca İslam'la savaşmış bir insanın cenaze namazını bile kıldırmakla yükümlü sayılıyor.
Ve Abdurrahman Dilipak, bir 28 Şubat mimarı için, önüne arkasına bir yığın gerekçe ekleyerek "Hakkımı helal etmiyorum" dediği için 230 milyar lira tazminata mahkûm ediliyor, ödeyemediği için de evi satılıyor.
"Helal edileceeeek, et", üslubunda sözüm ona bir demokrasi bu.
Haaa, "Demokratik açılım" buralara gelecek mi?
Bilmem ki, kim getirebilir buralara?
Yazıp duruyorum, Cumhurbaşkanı'nın ve Başbakan'ın eşlerine kimi resmi mehafilde hâlâ başörtüsü ambargosu uygulanıyor. Hâlâ başörtülü bir bayan milletvekili seçilemiyor. Hâlâ üniversitelere başörtülü girilemiyor. Hâlâ AK Parti'nin göğsünde hakkında, laiklik karşıtı eylemlerin odağı yaftası asılı duruyor.
Ve "Hakkımı helal etmiyorum" dediği için Dilipak'ın evi satılıyor.
Şöyle en bıçkın din karşıtını gözleyin.
Öldüğünde ne olacak?
Hangi caminin musallasına konacak, hangi mü'minlerden namazını kılmaları, haklarını helal etmeleri istenecek?
Evet, böyle olacak.
Dilipak çıkıp "Hakkımı helal etmiyorum" diye yazdığında da evi satılacak.
Aziz Nesinlik diyorlar ya öyle bir iş bizim demokrasimizin açılımları...
Kim bilir, bir gün belki, inanç özgürlüğü alanında açılımlar yapmak için de uluslararası konjonktür müsait hale gelecektir.
Yorum:
Sorunlarımıza çözüm bulmak için önümüze getirilen meseleleri uluslararası konjonktür gereği gibi masum bir ifade ile geçiştirmek aslında hiçbir sorunumuzu talimat gelmedikçe gündeme dahi getiremediğimizi gösteriyor. Bu toplum ancak aşağılık kompleksinden kurtulup kendi aklıyla düşünme özgüvenini elde eder ve uluslararası konjonktür falan takmazsa o zaman kıpırdanmaya başlayabilir. Ancak şuandaki yurtiçi konjonktürde bu pek mümkün görünmüyor.
Detaylarda boğulup sistemi bütünüyle ele alıp alternatif sistemleri ortaya koyup tartışmadıkça bir gıdım ilerleyemeyiz. Sanıyorum sonraki nesiller doğruyu bulduklarında bu suni gündemlerin bizleri nasıl oyaladığını görüp hayrete düşeceklerdir. Bu nasıl bir akıl tutulmasıdır yahu?