18.08.2009
Türk olmak- Çok uluslu bir imparatorluğun kalıntıları üzerinde bir "ulus devlet" oluşturmak, çok zor bir şeydir.
Hele bu devletin; "merkezi yapılı", bir devlet olması zorunluluğu olursa, zorluk katlanarak artar. Ne derece doğru olduğu bilinmeyen, bir "tevatür" vardır. Cumhuriyetimizin ilk yıllarında; yerel yönetimlere ağırlık veren, bir yapı oluşturma niyeti varmış.
Fakat, özellikle Şeyh Sait ayaklanmasının ardından; "ülke bölünür", korkusuyla, bu projeden vazgeçildiği ve merkezi yapının güçlendirildiği, söylenir. Ve 1920'lerin; yoksul Türkiye Cumhuriyeti, böylesine ağır bir projeyi, yaşama geçirmek zorunda idi.
Odönemin aydın ve siyasetçileri arasında; çok sayıda, "ırkçı" olduğunu biliriz. Kimileri, "Müslümanlıkla" Türklüğü, aynı şey olarak görüyor ve bunun üzerinden, ilginç bir ırkçılık yapıyorlardı. Kimileri; tüm etnik özellikleri görmezden gelerek, Müslüman halkı, Türk sayıyorlardı. Kimileri; Anadolu'daki, gayrımüslim halkın, ırk olarak Türk olduğunu, fakat farklı dinleri benimsediklerini, dile getiriyordu.
"Bir ulus yaratma" projesi, heyecan verici bir projedir. (En azından, ben heyecanlanıyorum). Bugünkü bilgi birikimimiz ve anlayışımızla, "ilkel" de gelse; Türk Tarih Tezi; aynı biçimde, "Güneş-dil Teorisi"; gibi çabalar, hep "Ulus yaratma" çabaları arasında değerlendirilmelidir. Aynı zamanda, "dilimizi yabancı dillerin boyunduruğu altından kurtarma", görevi verilen; Türk Dilini Tetkik Cemiyeti, (12 Eylül'e kadar Türk Dil Kurumu); Türk tarihini, doğru bir biçimde belirlemek için kurulan; "Türk Tarihini Tetkik Cemiyeti", (eski Türk Tarih Kurumu), aynı çabaların başka tezahürleridir. Atatürk'ün, mirasının nemasının bir bölümünü; bu iki "cemiyete" bırakması, çok anlamlıdır. Aynı biçimde, bu iki cemiyeti, "devlet dairesi" olarak kurmadığı ve bürokrasi dışına taşımak istemesi de, değerlendirilmelidir.
Fakat sahte Atatürkçü ve yarı faşist 12 Eylül yönetimi; Atatürk'ün mirasına da tecavüz ederek, bu iki cemiyeti, devlet dairesi yaptı. (Fakat, Atatürk'ün parasını almaya devam ettiler). Türkiye'de; bu tecavüze, hiçbir muhafazakar hükümet, cesaret edemezdi. Zaten, böyle bir "bahane" bulsalar; o iktidarın dayandığı parti, anında kapatılır ve yöneticileri cezalandırılır...
Kimi araştırmacılar; (çoğu iyi niyetli olarak), 23 Nisan 1920'de, Ankara'da çalışmalarına başlayan Meclis'e; "Türkiye Büyük Millet Meclisi" değil; örneğin, "Anadolu Halkı Meclisi" vb. gibi bir isim konulsa, daha iyi olurdu derler. Aynı biçimde; devletimizin adını, "Türkiye Cumhuriyeti" değil; örneğin, "Anadolu Cumhuriyeti" koysaydık, yıllar sonra ortaya çıkan etnik çatışmalar olmazdı, diye düşünürler.
Hatta, rahmetli Turgut Özal'ın da, böyle bir düşünceyi dile getirdiği söylenir. Bunca yıl sonra, böyle düşünceler ileri sürmek, kolaydır. Fakat o günlerin Türkiye'sinde;(ya da Osmanlı İmparatorluğu'nda), uluslaşma çabalarının, tüm sorunları derin biçimlerde yaşanıyordu. Sevr Antlaşması; Doğu'da, bağımsız bir Ermenistan kurulmasını öngörüyordu. Aynı biçimde; Güneydoğu'da, ilerde bağımsızlığını kazanabilecek, bir Kürdistan'dan bahsediliyordu. Tüm bunlara ek olarak ve çok ilginç bir biçimde; Batı Anadolu'nun değişik merkezlerinde, bir "Çerkez Ulusçuluğu", yeşertilmeye çabalanıyordu.
Balıkesir ve Manyas yörelerinde ayaklanarak, kardeş kanı dökülmesine neden olan, Ahmet Aznavur da Çerkez'di; Düzce Hendek ayaklanmasının ardındaki, milletvekili Sefer bey de Çerkez'di; bu ayaklanmaların bastırılmasında, birinci dereceden rol oynayan Ethem Bey de, Çerkez'di. Ahmet Anzavur'a, "paşalık" unvanı veren, Sultan Vahdettin'in; "vatan haini" olmadığını yazanlara, çok şaşırıyorum. İşte ülkenin bu koşullarında; "Türkiye" dışında, bir isim kullanılmasının, çok ciddi sakıncaları olabilirdi.
Bu yazıyı yazmak için daktilomun başına oturduğumda; başka bir şeyler yazmayı düşünüyordum. (çok şaşırıyorlar ama; ben, hâlâ daktilo kullanıyor ve gerek yazılarımı, gerek diğer dilekçe vb. gibi şeyleri, daktilo ile yazıyorum. Arada sırada, bilgisayarla yazmıyor değilim.
Fakat, daktilolarıma şerit bulabildiğim sürece, ağırlık daktilo olacak). Aslında, beni daktilomun başına oturtan şey; Genelkurmay Başkanımız Sayın İlker Başbuğ'un, bilgilendirme toplantısında yaptığı konuşmada; Atatürk'ün millet tanımına, daha doğrusu, "Türk" tanımına getirdiği açıklamaya değinerek; farklı millet (ulus), tanımlarını anlatmaktı.
Fakat işin bu boyutuna, bu yazı çerçevesinde, yer kalmadı. Bir başka yazımda, bunları anlatacağım. Atatürk'ün, "Türkiye Cumhuriyetini kuran (ve orada yaşayan) insanlara, Türk denir", gibisinden yaptığı açıklamalar; o günlerin koşulları dikkate alınarak, değerlendirilmelidir. Bunun dışında, bir açıklama yapmak, "öküz altında buzağı aramak"tan başka bir şey değildir.
O günlerin Anadolu'su; Kafkaslar'dan ve Rumeli'den gelen insanlarımızın, "yurt tutmaya" geldikleri, bir ülkedir ve böylesine karışık bir etnik yapı içinde; "ırkçılığa" yer olmadığı, açıktır. Hele, Rumeli kökenli ve sarı saçlı ve mavi gözlü bir Mustafa Kemal'in ırkçı olduğunu düşünmek; tek kelimeyle, gülünçtür...
Yorum:
Yerinden Yönetim ve Nisbi Temsil
Yeryüzünde var olan insan, hayvan, bitki ve cansız varlıkların bir takım özellikleri vardır. Bunlar kendi aralarında ortak bazı noktalara sahip oldukları gibi, kendilerine mahsus bir takım ayrı özellikleri de vardır. Mesela insan için dil, din ve yönetim çok önemli olan hususlardır. Hukuk, ahlak ve ekonominin önemi de yadsınamaz. Dikkat edilirse burada insana mahsus saydığımız özellikler hep irade ile sonradan elde edilip uygulanan şeylerdir. Yani ırk gibi doğuştan getirdiğimiz irade dışı bir vasıf değildir. Öyleyse dil, din, hukuk, ahlak ve ekonomi başka şey, ırk başka bir şeydir. Din, dil, ahlak, hukuk ve ekonominin görüşüldüğü bir yerde ırktan bahsedilemez. Bu özelliklerin çalıştığı bir tolumda ırkın yeri olmaz. Çünkü ırk, ancak erkek veya kadın olmak gibi apayrı bir tasnifin içinde kendisine yer bulabilir. Cinsiyete dayalı bir toplum kurulmadığı gibi, ırka dayalı bir toplum kurulamaz. Erkekler sadece erkekler veya sadece kadınlar birleşerek ve bunu merkez yaparak bir toplum oluşturamazlar. Eğer yaparlarsa o ölü doğmuş bir canlı gibidir. Onun için ırkçılık yapmak, doğru değil, yanlıştır, gelişmişlik değil, ilkelliktir.
Bugün geldiğimiz noktada birbirinden çok farklı, fakat benzer tarafları da olan bir takım yönetim biçimleri vardır. Bunları bir gözden geçirelim dediğimiz zaman armutla elmaların bir araya getirilip toplandığını görüyoruz. Mesela ırk ile din, birisi irade dışı diğeri ise iradeli bir şey olması dolayısıyla buna güzel bir örnektir. İnsanların renkleri ve simaları değil, düşünceleri ve yaptıkları şeyler değer taşır.
Yönetimlerde merkezden yönetim, yerinden yönetim, yönetimde çoğunluk sistemi ve nispi sistem gibi uygulamalar var. Mesela iktidar muhalefet uygulaması böyle bir şeydir. İktidar çoğunluktur onun dediği olur, muhalefetin dediği ise olmaz. Yani bu medeniyetin ürettiği “azınlıklar”, teorisi ve pratiğiyle yoka mahkûm edilmiş olan varlıklardır. İnsanlar birbirlerine saygı duyacaklarına göre ve bireyde asıl olan özgürlük olduğuna göre, bir de buna dinde, dilde ve kültürde çoğulculuk eklendiği zaman merkezden yönetim değil, yerinden yönetimin esas olduğu görülür. Yönetimde de çoğunluk değil, nispi temsil sisteminin uygulanması gerekli ve faydalı olduğu anlaşılır.
Devletin resmi bir dili vardır. Fakat bu dilin dışında toplumda konuşulan diğer diller hiçbir zaman ve hiçbir yerde yasaklanamaz. Din ve inanç özgürlüğü bulunan bir yerde Müslümanlar, Yahudiler, Hıristiyanlar ve ateistler vatandaşlık nimetini birlikte paylaştıkları gibi, orada mescit, sinagog, kilise ve puthane de özgür bir şekilde var olacaktır. Din devlet ve din dünya ayrımı yapılmadan ve din yasakları konulmadan herkes yine özgür bir şekilde inancını yaşayacaktır.
İnsan hayatı fizikteki karışım değil, kimyadaki bileşimdir. Onun için hayat din, ilim, idare ve ekonomi bileşenlerinin meydana getirdiği un helvası, tam bileşen helva gibi bir hayattır. Ama bugün insanlar devlet inşa etmede yani un helvasını yapmada çok cahiller, bu hiç helvaya benzemiyor, bu uzviyet çalışmıyor, evet devlet adına felç olmuş bir yapı ile karşı karşıyayız. Devlet millet kaynaşması yok. Yani bireyler ve millet devletin eli, ayağı, gözü ve kulağı değil. “Sen bana karışamazsın” felsefesinin bulunduğu yerde ve nerede nasıl karışılır, nerede ve nasıl karışılmazın bilinmediği bir yerde uzviyetten bahsedilemez ve organik vatandaşlıktan söz edilemez.
İnsan hayatında adem-i merkeziyet esastır. Yani toplum yerinden yönetim sistemine dayanacaktır. Burada ülkenin özel şartlarından bahsedilebilir. Bugünün bilmediği yine bir şey var. Hayatta sağlık ve hastalık, normal ve anormal hal, azimet ve ruhsat durumları vardır. Ancak hastalık sağlık gibi devamlı olmaz. Anormal hal, normalmiş gibi bir ömür boyu süremez. Din yönetimle, yönetim dinle barışık olmazsa, ilim dinle, din ilimle barışık olmazsa veya toplum toplumu meydana getiren kurumlar arasında barışı sağlayamazsa orada uzviyet hasta demektir. Dindeki hastalık da siyasette kendisini gösterebilir. Dini bir şikâyet dışarıya ırkçılık olarak aksedebilir. Bir ülke her alanda normal olmalıdır. Anormalliklerin yaşandığı, dil, din ve geleneklerin yasaklandığı bir ülke normal kabul edilmez. Onun için en küçüğünden en büyüğüne kadar yerleşim birimleri yeniden yapılanmalıdır. En büyük şemsiye de devletin şemsiyesi olup bütün bölgeler, iller, ilçeler ve köyler onun altında toplanacaktır.
Bir kurum, hem devlete hem de millete çift yünlü hizmet verdiği zaman faydalı olur. Birey ve toplum meselesi paradaki yazı tuğra gibi çift yönlüdür ve iç içedir. Bucak birey ise il toplumdur, il birey ise devlet toplumdur. Bunlar bir vücut gibi hep birbirine bağlıdırlar. Bu bakımdan mesela belediyesi olan yerlerdeki muhtarlıklar halka zerre kadar faydası olmayan, fakat suçluları veya kanun kaçaklarını bulmak için devlete faydalı olan görevliler olarak görülebilir. Bunları tek taraflı çalışmaktan kurtarmak gerekir.
Geçici olanla devamlı olan; dini olanla, ilmi olan; bireysel olanla toplumsal olan; yöresel olanla küresel olan; kamusal alanla, kamusal olmayan alan, adalet olanla zulüm olan ayrılmadıkça, o ülkede kargaşa ve huzursuzluk bitmez. Onun için biz yerinden yönetim ve yönetimde nispi temsil diyoruz. Okullarda din ile bilim okutulsun diyoruz. Çünkü bugünkü anormalliklerin ve her tür hastalıkların altında yatan bu din bilim ikilisidir. Hem din, herkesin yaşadığı bir şeydir. Ahmet’in yemesiyle Mehmet’in karnı doymadığı gibi, Ali’nin bilmesi ve yapmasıyla, Veli de bilmiş ve yapmış sayılmaz. Şu okullar din içi okullar, şu okullar ise din dışı okullar olmakla, toplumda iki çeşit insan üretilmiştir. Böylece dinde temsil yolu açılmıştır ki, bu her halde sen öğrenme ben senin yerine öğreniyorum, sen ibadet etme ben senin yerine yapıyorum demek gibi bir şey olur ve olmaktadır.
Yakın tarihimizdeki bazı siyasi isyanların, ırk ve ırkçılıktan ziyade din, kültür ve düşünce farkından kaynaklandığı, daha doğrusu Osmanlının yıkılışı ile birlikte yeni bir devletin doğuşu hakkında meseleyi kavrayamayanlar, doğru teşhis koyup doğru tahlil yapamayanlar böyle bir yola başvurmuş olabilirler kanaatindeyim. Ancak devletin de belki bazı hataları olmuş olabilir. Devlet sosyal bir olaydır. Sosyal olaylar da sosyal kanunlarla orta çıkar. Sosyal kanunları koyan da Allah’tır. Onun için devlete küsülmez. Eğer devlet asi olmuş ve isyan etmiş bir evlat gibi ise onu sokağa atmak daha zararlıdır. Onu eğitmeğe, sahip çıkıp düzeltmeye çalışmak en çıkar yoldur, diyorum. Dün devlete küsenler, bugün zararını bizzat kendileri, ya da onların uzantıları olan evlatları ve torunları çekiyor. Her şeyi konuşa, konuşa, ama acele etmeden, herkesin ve her kesimin görüşlerini açıklamasıyla ve açık, açık görüşerek, hele kuşdili ile değil, dobra, dobra seslenerek, birlik ve beraberlik içinde, çünkü bizim kültürümüzde vatandaşlık kardeşliği vardır, iyi niyet, ihlâs ve samimiyetle düzlüğe çıkacağımıza inanıyorum.