16 Ağustos 2009 Pazar
Zekât kimlere verilir
Zekâtı Ramazan'da ödemek şart olmasa da mükelleflerin çoğu bu mübarek ayda zekâtlarını da öderler. Buna bağlı olarak zekâtla ilgili sorular da çoğalır.
Kendisine sorulmayan, tahsili ve yetişmişliği bakımından sorulmaya da ehil olmayan bazı şahıslar da bu günlerde köşelerinde bilir bilmez yazıp çiziyor, "Dinimizde şu şöyledir, bu böyledir" diye ahkâm kesiyorlar.
Bir konuda "Dinimizde bu böyledir" diyebilmek için konu üzerinde ittifakın (geçerli, tartışmasız icmâ'ın) bulunması gerekir. İcma bulunmayan, müctehidler arasında tartışmalı (ihtilaflı, farklı anlaşılmış) konularda "Dinimizde yerine, şu mezhebe, bu müctehide, o alime… göre şöyledir" demek gerekir.
Yetkisi olmadığı halde bu konuda yazan birisi "Zekâtın ancak yoksullara ve doğrudan kendilerine verilmesi gerektiğini, hayır kuruluşlarına zekât verilemeyeceğini, bu kuruluşlarda çalışanların ücretleri ile kuruluşa ait masrafların zekâttan karşılanmasının caiz olmadığını" yazmıştı. Yazdığı bir şey değil "Dinimizde bu böyledir" diye de kayıt koymuştu. Halbuki bu fetva, bazı alimlere aittir ve bazı ilmihal (fıkıh) kitaplarında vardır, ama bunları caiz gören alimler ve kitaplar da mevcuttur.
Hayrettin karaman "Zekât konusunda iyi bir özet okumak için benim “İslam'ın Işığında Günün Meseleleri” isimli kitabıma bakılabilir." demektedir.
Durumu, kitabı bulup okumaya müsait olmayanlar için birkaç yazıda bir özet yapmak faydalı olacaktır.
Kur'an-ı Kerim'de zekâtın yalnızca yoksullara değil, başka yerlere de verileceği açıkça ifade edilmiştir:
"Zekâtlar, Allah'tan bir farz olarak yoksullara, düşkünlere, zekât memûrlarına, kalbleri Müslümanlığa ısındırılacaklara verilir; kölelerin, borçluların, Allah yolunda olanların ve yolda kalanların uğrunda sarfedilir. Allah Bilen'dir, Hakîm'dir." (Tevbe: 9/60).
Yoksullara doğrudan zekâtı vermek caiz olduğu gibi biri (vekil) aracılığı ile vermek de caizdir. Günümüzde zekâtı toplayıp tam yerine ve dengeli olarak ulaştırmak için kurulmuş dernek, vakıf v.b.'ne de zekât verilir; hatta büyük yerleşim merkezlerinde buna zaruret vardır; mükelleflerin ehlini bulup vermeleri önemli bir zorluk arzetmektedir.
Laik ülkelerde devlet bu işe karışmadığı için Müslümanların, sivil kuruluşlarla aynı işi yapmaları zaruret halini almıştır ve bu kuruluşların masrafı da zekâttan ödenir.
20 Ağustos 2009 Perşembe
Zekâtın sarf yerleri
“Dinimize göre zekât yalnızca fakirlere verilir ve bunu da yükümlü olanların doğrudan yoksulları bulup vermesi gerekir” diyenlerin yanlış söylediklerini, dinimize göre zekâtın, bazı durumlarda yoksul olmayanlara da verilmesinin caiz, hatta gerekli olduğunu, ayrıca zekât borçlusunun bizat vermek yerine bir vekil aracılığı ile vermesinin de caiz olduğunu, bu vekilin hakiki şahıslar olabileceği gibi hükmi şahıslar (vakıflar, dernekler…) de olabileceğini açıklamaya devam ediyorum.
Zengin hatta gayr-i müslim oldukları halde kendilerine zekât verilen guruplardan biri de „müllefe-i kulûb“ dur (kalbleri kazanılmak istenenler: el-muellefetü kulûbuhum).
Zekâtın sarf yerlerini gösteren âyette zikredilen bu sınıfın içinde, Hz. Peygamber (s.a.) zamanındaki tatbikata göre şu kimseler yer almıştır: a) Kendisinin veya kavim ve kabilesinin bu sayede müslüman olacağı umulan kimseler; meselâ Mekke fethinde Hz. Peygamber (s.a.) Safvân b. Ümeyye'ye gıyabında eman vermiş, dört aylık mühlet tanımış, sonra Safvân müslümanlarla beraber Huneyn gazvesine katılmış, kendisine bir sürü kıymetli deve verilmiş, nihayet Safvân iyi bir müslüman olmuştur. b) Kötülüklerini önlemek için, dilinden ve elinden zarar gelecek kimseler. c) İslâm'a yeni giren ve mâlî yardım ile İslâm'da sebat etmeleri temin edilecek kimseler; çünkü bu gibi ferd ve topluluklar eski imkân ve muhitlerini kaybedecekleri için sıkıntıya düşüp yardıma, desteklenmeye ihtiyaç duyabilirler. d) Henüz müslüman olmamış benzerlerini İslâm'a çekmek için, itibar sahibi, lider durumunda olan sağlam müslümanlar; Adiy b. Hâtem, el–Zibirkan b. Bedr gibi. e) Yeni müslüman olan ve henüz İslâm'a tam intibak edememiş bulunan, kâfir iken lider, başkan, itibarlı kişi durumunda olan müslümanlar. f) Sınır başlarında yaşayan müslümanlar ile zekâttan imtina edenleri itâate getirmek için kendilerinden istifâde edilecek müslümanlar. (Nevevî, el–Mecmû', c. VI. s. 196–198; Kardâvî, Fıkhu'z-zekât, s. 595–596.)
Hanefîlere ve bazı Şâfiî ve Mâlikî fakihlere göre Hz. Peygamber'den (s.a.) sonra müellefe–i kulûba zekât verilemez; bunlar, bu tatbikatın Hz. Ebû Bekr'in hilâfetinde Hz. Ömer'in müdahalesiyle sona erdiğini ve sahâbenin bu tasarrufa itiraz etmemeleriyle icmâ meydana geldiğini ve İslâm'ın güçlenmesi ile buna ihtiyaç da kalmadığını ileri sürmüşlerdir. (Kâsânî, Bedâyi', c. II, s. 45).
Buna karşı Hanbelîler ve diğer bazı fakihler bu hükmü ortadan kaldıran bir delilin bulunmadığını, mezkûr tasarrufun, ülül–emrin takdîrine bağlı bir uygulama tasarrufu olduğunu, bahis mevzûu şahıslar ve zamana ait bulunduğunu, devleti idare edenler gerekli gördüğünde başka yer ve zamanlarda müessesenin işletilmesine mânî teşkil etmeyeceğini, İslâm'ın zaman zaman buna ihtiyacı olabileceğini haklı olarak iddiâ etmişlerdir (Ebû Ubeyd, el–Emvâl, s. 607; İbn Kudâme, el–Muğnî, s. III, s. 666).
Günümüzde bu fasıldan, milletlerarası münâsebetlerde, müslümanların lehine hareket etmesini temin maksadıyla, bazı gayr–ı müslim ülkelere, İslâm'ın yayılmasını temin maksadıyla bazı heyet, cemiyet ve topluluklara, İslâm'ı müdafaa etmeleri için bazı kalem ve söz sahiplerine, İslâm'a karşı olan cereyan ve faaliyetler karşısında güçlü olabilmeleri, kendilerini koruyabilmeleri için bilhassa yeni müslüman olmuş, ferd ve toplumlara harcama yapılabileceği yerinde olarak ifade edilmiştir (Kardâvî, age., s. 609).
Yorum:
Toplulukların, devletlerin sağlıklı işleyebilmesi ekonomik ve sosyal yapılarının doğru kurulması ve işletilmesi ile mümkündür. Konuyla ilgili çalışmaların sadece Liberalizm devamında Kapitalizm, Sosyalizm devamında Komünizm teori ve pratiklerinin değerlendirilmesi ile çözülemez. İnsanlığın sorunları insanlığın bilgi/teorik ve pratik birikimlerinin doğru değerlendirilmesi ile mümkündür. Bundan dolayı varsa başka ekonomik sistemler hatta alt sistemler gibi İslam/peygamberler medeniyetlerinin ekonomik görüşlerinin de değerlendirilmesi gerekir. Bu yönden bakıldığında vahiy ve akıl birlikteliği önem kazanmaktadır. Bu aşamada 20. y.y.’ın çözümlerinin eski medeniyetler oluşurken yürütülen yöntem, çalışma ve çözümlerinin doğal olarak farklı olduğunu iyi kavramak gerekir. Günümüzden önceki İslam medeniyetleri peygamberler medeniyeti idi. Kitapları vardı. Önce onu öğreniyorlar. Sonra göç ediyor sitelerini kuruyorlar. Sonra da onlara saldıranlara savaş yapıyorlardı. Bugün ise k,itap var. Ancak peygamber yok. Peygamber olmadığından dolayı peygamberlerin işini yapma görevi âlimlere verilmiştir. Demek ki, önce âlimler bir araya gelecekler, Kur’an’ı cağın ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde bilimsel yöntemlerle öğrenecekler, yorumlayacaklar sona site kuracaklar ve site de denemeler/uygulamalar yapacaklar. Kendilerine saldırtan olursa bunun savunmasını yapacaklardır. Devlet olarak da tam demokratik, laik, sosyal, liberal, bağımsız, etkin, saygın yargı sistemini kurduktan sonra kendilerine saldıran olursa kendilerini savunacaklardır. Bu çalışmaların denemelerinin yapılması gerekir. Zor kullanmadan, baskı yapmadan, istismar etmeden, devletin kendini savunma modelini zedelemeden, devletin düzenini bozmadan barış içinde bu çalışmaların yapılması gerekir. Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye'de de çalışmalar yapılmaktadır. Ancak bu çalışmaları bazı önemli eksikleri vardır. Çalışma yapanların birbirinden haberi olmaması, çalışmaların ortak çalışmalara dönüştürülememesi, çalışmaların dar anlamda din/inanç bazında kalmsı /ekonomik ilke/kriterlerle yapılmaması, sistem bazında yenilik getiren çalışmalar olmaması bunlardan bazılardır. Bu eksiklikleri gören Akevler Adil Düzen çalışanları sistem geliştirme çalışmalarını yaparken bu değerlendirmelerin sistemi/düzeni oluşturan bütün halkın /ilgililerin barış içinde, barışı hedefleyerek bilimsel temelde katılımı ile birlikte oluşturacaklarını belirlemiş ve çalışmalarını bu yönde yapmaktadır.
Günümüzde en müşkül, karışık konulardan belki de temel konulardan biri zekât' ile vergi arasındaki ilişkidir. Bu konuda ayrıntıda birçok görüş olmakla birlikte klasik görüşleri dört grupta toplamak mümkündür. Birinci görüşe göre zekât ile vergi farklı konulardır. Zekât İslam dini/inancı ilgilidir. Dolayısı ile vergi devlete, zekât da dinle/inançla ilgili alanlara /Kur'an'da klasik olarak anlaşılan yerlere verilir. İkinci görüş, zekât ile vergi birbiri ile ilişkilidir, hatta önemli ölçüde benzerdir. Dolayısı ile vergi verenlerin zekât yükümlülükleri kalmaz. Üçüncü görüş zekât din/inançsaldır ve devletle ilişkilidir. Devlet islam dini/inancı ile ilgili değilse zekâtta yoktur. Dördüncü görüş ve günümüzde bana göre seçenek olarak değerlendirilmesi gereken görüş ise zekât ve vergi birbiri ile ilişkili ve önemli ölçüde benzer alanlardır. Ancak günümüzdeki vergi anlayışı ile zekât anlayışı arasında bağdaşlaştırılması gereken ciddi sorunlar vardır. İnsanımız hem ağır vergi vermekte ve hem de zekât vermeye çalışmaktadır. Bu da kişileri zor durumda bırakmaktadır. Doğru ve dürüst çalışan, hem vergisini hem de zekâtını verenler verdiklerinin karşılığını hak olarak alamamaktadırlar. Zekât veya vergi verenlerin verdikleri oranlarda ekonomik kredilerden ve ekonomik haklardan yararlandırılması ve verdiklerinin kaydedilmesi gerekir.Bu konuda hem devlet hem de kişiler açısından sorunlar vardır. Zekâtlar kayıt altına alınmamaktadır. Kim, kimse ne kadar, nasıl vermekte ve bunlar ne olmaktadır bu bilinmemektedir. Bu aşamada verilen zekâtların zekât vergi arasındaki sorunların giderilmesi konusunda değerlendirilmesi en hızlı ve pratik çözüm olarak gözükmektedir. Yani zekât vergi ikilemi arasındaki sorunların çözümü acil sorunlardandır. Kişiler devleti kendi devletleri olarak görmeli devlet de vatandaşlarını kendi vatandaşları olarak sözde değil kanun ve uygulamada değerlendirerek mağdur etmemelidir. Vergi barışı bana göre bu şekilde anlaşılmalıdır.
Devletin vergi politikası zekât politikası ile arasında genelde üç sorun vardır. Birincisi zekât-vergi oranları arasındaki uçurumdur. Ortalama iki kat fark vardır. Zekât oranları insanların kaldırabileceği ölçütlerde iken vergi oranları çok ağırdır, çeşitlidir, insanların ödemede sıkıntı çekmelerine hatta yanlış da mazeret olup vergi kaçırmalarına neden olmaktadır. İkincisi vergiye konu olan mal -para konusundaki sorundur. Üçüncüsü toplanma şeklindeki farklılıklardır. Üçüncüsü dağıtımındaki farklılıktır.
Kur'an açısından konuya bakıldığında klasik yorumları değerlendirmekle beraber günümüz sorunlarını çözücü açılımların sağlanması ve bu konudaki çalışmaların bilimsel ortamlarda değerlendirilmesi gerekir.
Kur'an'da ekonomik yapı temelde "zekât", "sadaka", "karzı hasen" "infak" kavramları ve buna destek kavramlarla açıklanmaktadır. "Zekâtı veriniz"..., "onların mallarından sadaka al" anlamındaki ayetler konuyla ilgili temel ayetlerdir. Burada "salât=Namaz" kavramının sosyal hayattaki karşılığı toplantıdır, toplumun sosyal yapılanmasıdır. Namazı kılarlar, yani toplantılar yaparlar demektir. "Zekât" kavramı da ekonomik kamu düzenidir. "Zekâtı verirler" yani, kamu düzenini kurarlar vergilerini verirler.. demektir. Ardından "Allah ve resulüne itaat ederler" denmektedir. Yani hakemlerden oluşan mahkemelerin kararlarına uyarlar demektir. Bu ayetlerin yanında en çok konu edilen ayet sadakalarla ile ilgili ayettir. "Sadakalar, sadece, fakirler, miskinler, ona amil olanlar ile kalpleri muellef olanların, rikab ve ğarimler için, Allah’ın sebili ve sebilin ibni içindir. Allah’tan bir feride olarak (böyledir.), Allah, âlimdir, hâkimdir". 9/60 Öztürkçe anlamı ile "Üleşler, yalnız, darda olanlar, yoksullar, ona çalışanlar ile yürekleri barışık olanların, kullar ve borçlular için, Allah’ın yolu ve yolun çalışanları içindir. Allah’tan bir bölüştürme olarak. Allah bilendir, kesendir." Günümüz anlamıyla “Sadakalar, sadece fakirler, yoksullar, üzerinde çalışanlar, kalpleri telif edilmiş olanlar içindir. Köleler ve borçlular hakkında, Allah yolunda ve yolda olanlar hakkında harcanır.”
Ayetle ilgili farklı görüşlerin değerlendirilmesi gerekir. Bize göre sadakalar (zekât da sadakadır) bunlara dağıtılır. Allah’tan bölüşmedir. Allah bilendir hükmedendir. Sadaka Cuma imamlarının toplamış olduğu zekâtlardan oluşur. Bunun taksimi Kur’an’da yapılmış olup başkanların veya meclislerin üzerinde değişiklik yapma yetkileri yoktur görüşündeyiz. Allah’tan bölüştürülmüştür. Ve bunu Allah bilerek yapmıştır. Hüküm onundur. Böylece kabile bütçelerinin kabile yöneticileri tarafından bölüştürülmesi yerine kurallar içinde bölüşmeyi uygulama söz konusudur. Burada sadaka bir “lam”ın altında dört ve iki “fi”nin altında dört olmak üzere bölüştürülmüştür. “fi”leri ayrı “li”leri ayrı grup olarak düşündüğümüzde sekiz gruba eşit olarak bölüştürülür. Ama "harfi cer"ler esas alınarak bölüştürülmesi yapılacak olunursa o zaman üçe inecek. Birinci grupta dört, diğer gruplarda ikişer grup olarak. “Fi”nin iki defa iadesi bu şekilde bölüştürmenin daha uygun olduğunu belirtir. Fakir, serveti "vasat servet"in altında olan kimsedir. Bu ölçüm bucak, il, devlet, insanlık ölçeklerinde yapılabilir. Bir kabile içinde insanlar zenginliklerine göre sıralanırlar. Ortadan üstündeki olanlar zengin, altındakiler fakirdirler. Bu servete taşınmazlar dâhil değildir. Çünkü başka yerde mallarından sadaka al denmektedir. Taşınmazlar mülk olup mal değildir. “Lam” harfinden dolayı tüm fakirlere çok veya az fakir olup olmadığı gözetilmeksizin eşit olarak bölüştürülür. Miskin, fakir olduğu halde geliri vasat gelirin yarısının altında olan kimsedir. Yine gelirlere göre kabile halkı sıralanır. Alttan dörtte birinde olanın üstünde olanlar yoksul sayılmaz. Altında olanlar yoksul olurlar. Onlara da daha az yoksul veya daha çok yoksul ayırımı yapılmadan eşit olarak bölüştürülür. Bu şekilde bölüştürmemizin hükmü bunların “kuralsız çoğulla çoğaltılmış” olması, “amilin” ise kabile içinde kamu hizmeti yapan kimselerdir. Yani sadakayı toplayan ve sadakayı harcayan kimselerdir. Dolayısı ile bütün görevliler buradan paylarını alırlar. Başkanın ücreti de buradan verilir. Kurallı erkek çoğulu ile çoğaltıldığı için herkesin eşit olarak değil verdikleri hizmetlere göre bölüştürülür. Kalpleri telif olunmuş olan kimseler kendilerini topluluğa vermiş olan kimselerdir. Bunların mümin olmamaları şartı yoktur. Dolayısı ile topluluk içinde halka hizmet veren seçkin kimselerdir bunlar. Öğretmenler, din adamları, şairler, sanatçılar bu fasıldan pay alırlar. Bunlara bu paylar eşit olarak bölüştürülür. Onlardan herhangi bir iş istenmez. Yaptıkları iş takip edilmez. Yani, öğretmen istediğine istediği dersi istediği zaman verir vermezse de vermez. Bunların kimler olacağı kurallarla belirlenecektir. Kurallarla belirlenmesini gösteren harfi tariflerdir. Fakir ve miskinlerdekini yukarıda izah ettik. Amilin ve müelliflerin oluşması içinde kural koymamız gerekmektedir. Müelleflere konacak kural seçilmedir, biattir. Yani, halkın kalpleri onlara telif edilmiştir. Amillerin görevlendirilmeleri ise yine kurallarla olacaktır bu kuralları da emaneti ehline verilmesini emr eder Allah emrine uyarak imtihan ve ehliyete göre verilecektir. “rikab” ve “ğarimin” bir “fi” de toplanmıştır. “ğarimin” borçlular demektir fi harfi ile getirilmesi borçluya değil alacaklısına verildiği içindir. Dolayısı ile temlik yok, borcun ortadan kalması için harcama var. Ğarimin kelimesini kurallı çoğulla çoğaltmıştır. Dayanışma ortaklıkları içinde borçlanmış kimselerdir. Bir vakıf kurulacak, bu vakfın gelirleri ile iflas etmiş olan borçlular iflastan kurtarılacaktır. Bir kimse vadesi geldiği halde borcunu ödeyemezse alacaklını talebi üzerine malı olup olmadığına bakılmaksızın iflasına hük olunur. Mallarına el konmaz. İflas eden faliyetine devam der. İflasın hükmü borçlanamamadır. Yani kredi verilmez ve kimse ona borç veremez. Verirse mahkemeye gidip dava açamaz. İşçi ise önce çalıştıracak parasını sonra ödeyecek, çalıştıransa önce para verecek sonra çalıştıracak. Borcunu ödediği zaman itibarı iade edilir. Ve iflas kaldırılır. İşte bu fasılda toplana miktar en çok iflas edenin itibarını iade etmek için harcanır. Yani en önce en az borcu kalanın ki ödenir. Sonra gerisin geriye gider ve para bitince yardımda biter. Köleler içinde durum benzerdir. Kölelerin bir kısmı vardır ki, doğrudan doğruya sahiplerinin evlerinde yaşarlar. Onlar aile ferdi gibidirler. Aile fertlerinin yediklerini yer giydiklerini giyerler. Bir de “mezun köleler” vardır. Sahibi ile köle arasında anlaşma yapılır. Her ay veya her yıl belirli miktarda ödemede bulunmak şartı ile köle serbest bırakılır. Fazla kazanç kendisine ait olup dileidği gibi harcar. Sahibinin üzerinde nafaka yükümlülüğü yoktur. Ancak iş yapamaz hale gelince ya azad eder ya yeninde bakmakla yükümlü olur. Üçüncü durumda olan köleler ise mükateptirler. Mükateb köleler kendi bedellerini taksit taksit ödeyerek hür hale gelirler taksitleri bitince hür hale gelirler. Çalışma bakımında n onlar da mezun köleler gibidir. İşte bu fasılda olan meblağlar mükatebler destek olmak üzere harcanır. En az borcu kalan kölenin borcu ödenir hür hale getirilir. Ondan sonra daha fazla borcu olana doğru gidilir. Böylece en fazla köle hür hale getirilir. İkisinin bir “fi”de toplanmış olması hükümlerini aynı olması ve birinde müstahak yoksa diğeri de kullanılması içindir. Yani köle yoksa borçlu, borçlu yoksa köle faslına aktarılması içindir. Üçüncü grup ise vakıflar grubudur. Ortak işler iki gruba ayrılır: birisi kamu görevlerdir. Diğeri genel hizmetlerdir. Kamu görevlerinde son söz görevliye aittir. Onun vereceği karar geçerli olur. Genel hizmetlerde ise son söz hizmet alana aittir. Onu dediği geçerli olur. “Amiline aleyha” ve “muellefei kulup” kamu görevlerini ifa edenlerdir. “sebilullah” ise genel hizmetlerdir.. vakıf statüsü ile yönetilir. Yani kendilerinin özel bütçeleri vardır. Gelirleri vardır sözleşmeleri varıdr Allah yolunda denmektedir. Sebil kelimesi kullanılmıştır. Sebil ağ şeklinde olan yollar demektir. İnsanların ve araçların gitmesi için kullanılmakta olan kara deniz hava ve demir yolları buna dâhil olduğu gibi sular kanalizasyon elektrik ve gaz yolları da buna dahildir. Her türlü ilişki vasıtası sebilullahtır. Yollar dahil olunca istasyonlar da garajlar da santraller da dahil olmuş olur: dolayısı ile mescitler de dahil olmuş olur her türlü halka açık yerler sebilullah hükmündedir. “Vebnissebil”, “ibn” Arapça’da oğlu manasında olduğu gibi orada çalışan veya görev gören erkek olsun kadın olsun herkesi içine alır. “İbnissebil” vakıfta çalışanlar demektir. Kabile bütçesinin üçte biri bu vakıflara ayrılır. Yarısı orada çalışanlara, yani, sürücülere temizleyicilere bakıcılara verilir. Diğer yarısı da buradaki araçların ve yolların bakımı için gerekli olan malzeme temin edilir. Burada şu soru sorulabilir. Bu fasıldan cami inşaatı yapılabilir. Bu fasıldan cami inşaatı yapılamaz. Caminin bakımı yapılır ama inşaatı yapılamaz. Yol da yapılamaz. Yolun bakımı yapılır. Her şeyin zekâtı kendi cinsine harcanmalıdır. Zekât madem ki mallardan alınıyor o halde mallar için harcanmalıdır. Yatırımlar ise, yatırımlardan alınan vergilerden harcanmalıdır. Kamu toprakları satmalı ondan elde ettiği karşılığı o toprakların imarına harcamalı yani yolu, suyu, camiyi, okulu yapmalıdır. Biz bunu kıyas yolu ile tespit ediliyoruz. Bir araziye ihya ile malik olunacağı icma ile sabittir. Bir yer ancak altyapısı ile ihya edilmiş olur. O halde toprağa sahip olmak için altyapı payına iştirak etmesi gerekir. Satılan arazinin bedelini beşe bölüştürüyoruz. Beşte biri, bucak merkezinde o siteye, yapılması gereken altyapı hizmetlerine harcanıyor.1/5’i bucak altyapısında harcanır. 1/5’i il altyapısında harcanır. 1/5’i devlet alt yapısında 1/5’i de insanlık altyapısında harcanır. Böylece bir tarlanın imarı demek orada üretilmiş olan malın bütün dünyaya sevk edilmesi anlamını taşır. Ve o yer ona göre değerlenir. Bir bucağın gelirlerini böylece bölüştürüldükten sonra başka ayetlerde devletin gelirlerinin bölüştürülmesi anlatılıyor. Buna Enfal veya fey deniyor. İl gelirlerinin nasıl paylaştırılacağı ise Kur’an’da belirtilmemiştir. Tarım gelirlerinin de nerede harcanacağı bildirilmemiştir. Biz tarım gelirlerini il’e ayırmış oluyoruz. Çünkü aradadır. Hem nispet hem de illet sebepleri ile aradadır. İl’de ikisinin arasındadır. Bir de usulde doldurma sistemi geçerlidir. 5 kişi olsa 5 sandalye bulunsa dördüne yer gösterilirse beşincisine göstermeye gerek kalmaz. Bu tarım gelirlerinin nasıl paylaştırılacağı hususu da Kur’an’da yoktur. Burada da yarısını sadakaya göre yasını da enfale göre bölüştürmek suretiyle çözmüş oluyoruz. Yoksul ve fakir de bölüştürme eşit olarak yapılmaktadır. Ancak biri her üç merkeze göre yoksula hepsinden ayrı ayrı üç defa hem ile, hem de bucağına göre fakirse her ikisinden fakirlik payını alacağından beş defa pay almış olacak. Ama öylesi olacak ki, yalnız mesela il’de fakirdir sadece bir pay alacak. Dolayısı ile bölüşmede kademeli hak sahibi olma ortaya çıkacaktır.
Sadakaların taksimi ayetinden bildiğimiz gibi zekâtta sadakadır. O halde sadaka ödenen vergi demektir. Buradaki “huz” emri kime verilmektedir. Buradaki huz emri Cuma namazını kıldıran imama yani bucak başkanına verilmektedir. Çünkü eğer başka bir karine yoksa Kur’an’da muhatap alınan resul bucak başkanıdır. Ödenen vergi o başkana olan sadaktı ifade eder. Başkana vergi verdikçe o bucakta onun yama hakkı doğar. Eğer başkana sadık değilse o bucağı terk etmesi gerekmektedir. “Mallarından al” ifadesinde gelirden değil de sermayeden alınacağını gösterir. Yapılardan değil, tüketilen mallardan alınacağını gösterir. Emvalihim marifedir. Mim de belli nispeti ifade eder. Bu nispet kıyas ve istinbat yolu ile 1/40 olarak bulunur. 1/5 ganimetler için Kur’an’da zikredilmiştir. Madenler için kıyasla 1/5 tespit edilmiştir. Kaynakları tükenen mallardan 1/5 alınır. Arazi gibi özel mülkiyete ait olup tükenmeyen kaynaktan elde edilen hasıladan yarılanarak 1/10 alınır. Ortak mülkiyetten elde edilen hasıladan 1/20 alınır. Hasıladan değil de sermayeden alınınca bir daha bölünür ve 1/40 alınır. Sünnet ve icmada bu yöndedir. (9/103)
Zekâtla Kur'an'da ki ayetlerin bir bölümü Tövbe suresindedir. Konuyla ilgili bazı ayetleri anlamlandırmamız şöyledir: “Tövbe eder, selatı ikame eder zekâtı ita ederlerse dinde kardeşlerinizdir. Bilen kavim için ayetleri tafsil ediyoruz”(9/11). Burada iman eder denmeyip tövbe eder denmektedir. Yani Müslim olurlarsa denmektedir. Barışı kabul edip sözleşmelere uymaları yeterlidir. Ancak ayrıca salâtı ikame etmeleri ve zekât vermeleri kendilerinden istenmiştir. Salât toplantılar yapmadır, zekât ise, ortak bütçe oluşturmadır. Bunu kendi aralarında yapacaklar, yani düzenleri olacak, kitapları olacaktır. Dinde kardeşleriniz demek, düzende kardeşleriniz demektir imanda kardeşleriniz demek değildir. Bilen kavme bunları tafsil ediyoruz demekle bu ayetlerin ancak diğer ilimleri de bilen kimseler tarafından anlaşılacağı belirtilmiştir. Yahut bilecek kavme ayetleri açıklıyoruz denmiş olur, o takdirde öğrenmek isteyenlere öğretiyoruz denmiş olur. (9/11)
“Allah’ın mescidini Allah ve ahirete iman etmiş, salâtı ikame etmiş zekâtı ita etmiş ve Allah’tan başka kimseden haşyet etmeyen kimse imar edebilir.” Yani, insanlık merkezi olan Mekke’nin ve toplantı yeri olan harem mescidinin yönetimi ve bakımı bu gruba aittir. Allah ve ahirete iman etmek hakkı üstün tutup sorumlular iman etmek demektir salâtı ikam etmek toplantılara katılmak demektir. Zekâtı ita vergi vermek demektir. Allah’tan başkasından haşyet etmeyen ibaresi ile burasını yönetme nöbetlilere yani askerlere ait olduğunu ifade etmiş olur. Savaşa katılmayanları siyasi yönetime katılma yetkileri yoktur. Böyle olan kimseler ihtida edebilirler, doğru yolu bulabilirler. Burada Allah’ın mescidi deyince sadece Kâbe değil bütün bucaklardaki Cuma mescitleri ve ocaklardaki, beş vakit mescitleri girmiş olur. Bu hüküm yalnız nöbetlilerin yönetme yetkileri olduğu hükmü bütün kuruluş kademelerinde geçerlidir. (9/18)
“Sadakalarda sana lemz edenler vardır. Ondan verilirse hoşlanırlar. Eğer verilmezse kızarlar.” Sadaka, sadakati bağlılığı ifade eder. Zengin olanlar zekât vererek başkana bağlılığı göstermiş olurlar. Başkan da toplana zekâtı adil bir şekilde dağıtmakla topluluğa sadakati göstermiş olur. Gerek toplanma yerleri gerekse bölüştürme yerleri çok olmakla beraber birbirine bağlı olduklarından dişi kurallı çoğulla çoğaltılmıştır, marifedir yani toplanma yerleri de ve dağıtılma yerleri de bellidir. Başkanın takdiri ile bölüştürme yetkisi vardır başkanın sadakayı bölüştürme de payın kimlere ne payın verileceği başkanın takdirine bırakılmıştır. Ama miktarı ise, şariatça belirlenmiştir. Onun için sen verisen demiyor da verilirse yani şeriat paylarına göre hoşlarına giderse iyi yoksa canları sıkılır. (9/58)
Bir diğer konu da zekâtın niçin ay takvimine göre verildiği konusudur. Daha açık bir anlatımla islamda bazı ibadetler güneşe göre bazı ibadetler de ay'a göre yapılmaktadır. Bu anlayış ve uygulamaların bizim açımızdan önemi vardır. Kameri aylar Mezopotamya’dan beri kullanılmaktadır. Avcılık döneminde insanlar geceleri avlarken aylara göre kendilerini ayarlarlar idi. Kur’an’da da oruç, hac ve sermayenin zekâtı ay takvimine göre farz kılınmıştır. Hep aynı aylarda ibadet yapıldığı taktirde diğer şemsi ayların zamanında bir durgunluk ve sadece o aylarda hareketlilik olmuş olur. Bu da gerek ekonomik gerek sağlık bakımından sarsıntılara sebep olur. Zekât ekonomik krizi önleyemez. “Karzı hasen” müessesesine yani bankaya faizsiz yatırıldığı taktirde kenzden kurtulunmuş olur. Yani parası olan harcayabilir, harcamayan karzı hasen müessesine yatırır.
Faizli sistemdeki vergi ce kredi ile zekât ve karzı hasen müessesesi anlayışı konusu da tartışılan bir diğer konudur. Faizli sistemde önce krediler alınmakta sonra faizler ödenmektedir. Zekâtta ise, önce faiz ödenmekte sonra kredi verilmektedir. Böylece krediyi ödeyemediği zaman da üstüne gidilmemektedir. Sadece kredi kesilmektedir. Borçlanma ehliyeti kaldırılmakta ama mallarına dokunulmaktadır. Bu yazıda son cümle olarak Türkiye'deki herkerse özellikle de ekonomi, hukuk bilginlerine Zekât -vergi konusundaki sorunlar ve cözümler konusundaki çalışmalarının ortak bir zeminde değerlendirilmesi görevi düşmektedir. Bu konudaki ortamı sağlamak çözüm üretme noktasındaki hükümete, iktidar partisine, meclisteki siyasi partilere, bütün partilere ve çözüm önerisi olan sivil-askeri tüm kuruluşlara düşmektedir. Bu ortam sağlanmalı ve kimin ne teorisi ve pratiği, önerisi varsa ortaya koymalıdır. Zekât-vergi konusunun sigorta, kredi ve ilişkideki konularla ortak değerlendirilmesi gerekir.