Barış düzeni
Her topluluğun kendi iç güvenliği vardır. Kabile/bucak içi güvenlik Hz. Âdem’den başlar. Aynı dili konuşanlar arasında güvenlik de Hz. Nuh peygamberle başlar. Dilleri ayrı olan halklar arasında da güvenliğin yani uluslararası güvenliğin tesis edilmesi gerektiği hususunu ortaya atan ise Hz. İbrahim’dir. Mademki bütün insanların tanrısı Allah ve atası Hz. Adem birdir, o halde bütün insanlar kardeştir, barış içinde olmalıdırlar.
Bütün kaynaklar yazılarında Hz. İbrahim’in tek tanrılı din getirdiğini yazarlar. Hz. İbrahim tek tanrılı dini getirmiş; “Madem ki Tanrı’nız birdir o halde barış içinde olalım” demiştir. Hz. İbrahim tüm dünyayı barış içinde bırakacak bir “düzen” kurmak istiyor; “barış düzeni”ni, yani “İslâm dinini/düzenini” getiriyor.
Hz. Nuh peygamberden sonra devlet içinde güvenlik vardır. Önce “site devletleri”, sonra Mısır’da “ulus devlet”, İbraniler döneminden itibaren ise “imparatorluklar” oluştu. Böylece “uluslararası barış”ın temelleri atılmaya başlandı, imparatorluklar bu anlamdadır. Bu gelişmeleri Büyük İskender, Roma, Bizans, Emeviler, Abbasiler, Göktürkler, Selçuklular, Osmanlılar, İngilizler, Ruslar (Sovyetler), Amerikalılar (ABD) bugünlere kadar getirdiler.
Kur’an’ın istediği “barış düzeni” ise bazı esaslar açısından farklıdır.
1- Önce “serbest sözleşme sistemi” olacak. Halk kendi içtihatları ile yaşayacak, kendi sözleşmeleri ile topluluklar oluşturacaklardır. Ocaklar, bucaklar, iller ve ülkeler kendi serbest içtihat ve icmalarıyla oluşacaktır.
2- Herkes sözleşmelere uyarak, verdiği sözleri yerine getirerek barış içinde yaşayacaktır. Herkes özgür olacaktır. Sözleşmeler dışında insanları bağlayan hiçbir şey olmayacaktır. Kimse kimsenin amiri olmayacak, herkes yaşarken ve çalışırken özgür olacaktır.
3- Uygulamalarda sapma olup olmadığını tesbit eden “bağımsız, yansız, etkin ve saygın yargı” olacaktır; yani yargı “hakemlerden” oluşacaktır. Hakemlerin kararlarına herkes gönül rızası ile uyacaktır. Barış dünyası, “barış düzeni” böyle kurulacaktır.
4- İşte, “siyasi güç” bu merhalelerden sonra söz konusudur. Hakem kararlarına uymayanları hakem kararlarına uyacak hâle getirmek ise mü’minlerin işidir.
Birleşmiş Milletler kararları, devletler üstü emredici yargı kararları Kur’an hükümlerine aykırıdır.
Bugünkü uygulama ile İslâm hükümleri arasındaki diğer fark ise; Birleşmiş Milletler’in silahlı ordusu ya yoktur veya varsa da imtiyazlı süper güçlere aittir. Bunlar ABD, Sovyetler (Rusya), İngiltere, Fransa ve Milliyetçi Çin idi. İkinci Cihan Savaşı sonrası böyle bir statü oluşturuldu. Bunlar daimi Güvenlik Konseyi idiler, bunların “veto yetkileri” vardır. Milliyetçi Çin yenildi, sosyalist Çin ortaya çıktı. Uzun tartılmalardan sonra sosyalist Çin milliyetçi Çin’in yerine geçti! Sonra Sovyetler yıkıldı, yerine Rusya geldi! AB kuruldu, bu sefer İngiltere ve Fransa bir devlet gibi oldu ama iki oyları var!
İslâmiyet’te imtiyazlı devlet yoktur. Bir devlet 30-100 milyon arasındaki nüfusu bulundurabilir. Nüfusları bundan azsa o devletler birleşerek insanlık içinde etkili devlet olarak yer almalıdır. Nüfusları eğer yüz milyondan fazla ise her yüz milyon sayısınca devlet sayılmalı ve ona göre yeri olmalıdır. Birleşmiş Milletler yargılayıcı değil yürütücü bir birliktir. Yargı ise bağımsızdır, hakemlerden oluşur.
“Adil Düzen”de süper güçler yoktur. Hakemliği kabul eden her devlet “müslim” devlettir, barışçı devlettir, “barış hukuku”ndan yararlanır. Mü’min devletlere cizye verirlerse güvelikleri de korunur. Mü’min devletler ise asker beslerler ve dış tehlike belirince ülkelerini kendileri korurlar. Ayrıca dışarıda bir güvensizlik söz konusu olunca, hakem kararları varsa, gönüllü askerlerle oraya gidip o ülkeyi fethedip yağmalarlar. Barış düzeninde hakem kararlarına uyanların hukuku korunur, hakem kararlarına uymayanların ise hukuku korunmaz. Bir yerin cizye vermemesi hâlinde oranın yağmalanmasına doğrudan izin verilmez, hakem kararları ile yağmalanmasına karar verildikten sonra yağmalanır.