Adil Düzen sorunları eksiksiz çözmüştür
Biz prensip olarak söyleyene değil söylenen söze bakarız, her söze kulak veririz ve sözlerin ahsenine uyarız. Kavlin ahsenine uyma emri Kur’an’ın emridir. Bugünkü okumalarımdan birinde rastladım, bir yazar “tesbit ve teşhis” olarak yazısına şu sözlerle başlamış: “Devletin içindeki zehri (zalimliği, zalim düzeni/sistemi) temizlemeden o devleti on yıl boyunca yönetmeye kalkarsan, o devletin en tepesine tırmanabilmek için kendi halkına arkanı döner, devletin yardakçılığına soyunursan, o zehir (zulüm) kaçınılmaz olarak senin damarlarına da akar. Sen de zehirlenirsin (zalimleşirsin). Zehirlenmiş bir devletin zehirlenmiş bir parçası hâline gelirsin.” Parantez içindeki ilavelerim dışında, yazarın “teşhis”i böyle.
Dün, “Adil Düzen açısından yapılması gerekenler” demiştim ya; o da bugün olsun.
Türkiye, devletin bekası için her şeyi yapabileceğini defalarca gösterdi ama değişen bir şey yok, “Kürt meselesi” başta olmak üzere, “sorunlar” var olmaya devam ediyor; hem de her gün daha da büyüyerek. Silahlı PKK mukavemetini kırmak isteyen devlet güçlerinin ayrım gözetmeden uyguladığı karşı şiddet Kürt milliyetçiliğini körükledi ve PKK’nın siyasal tabanı hayal bile edemeyeceği kadar genişledi. Yani, PKK’yı rutin dışı yok etme uygulamaları, Kürt halkını onlara doğru daha çok kaydırdı. Devlet yani ordu iç güvenlik meselesine doğrudan müdahale ederse, sonuç budur. Devlet “koruculuk” uygulamasıyla kendi meşruiyetini iyice sıkıntıya soktu. Koruculuk uygulaması devletin zafiyetini oluşturdu ve doğuda halkın bir kısmını PKK ile birleşmeye zorladı. Oysa, asıl yapılması gereken “hukuk düzeni”nin bucaklarda kurulması ve ilçelerde başka ilçeler halkından “yerel güvenlik güçleri”nin oluşturulmasıdır. Devlet kendini korumak amacıyla kuralsızlığı metot edindi, halkın gözünde meşru tek silahlı güç olma özelliğini, bu sebeple de halkın desteğini kaybetti. Oysa devlet hukuki kurallara kendi çıkarları içinde uymalıdır. Devlet vatandaşlara askerî usulü ancak sıkıyönetimde uygulayabilir, onu da oranın seçilmiş yöneticilerinin isteği nispetinde uygular, sadece yargı kararı ile belirlenen kişileri yok edebilir.
“Adil (Ekonomik) Düzen” insanların yani vatandaşların sorunlarını eksiksiz çözmüştür. “Adil Düzen” savaş değil “barış” düzenidir. Kimseye zor uygulanmaz, zorlama yoktur. Katil kendisi gelip teslim olur, boynunu uzatır, cellat asar. Tutuklama yok, hapsetme yok. Suçlu gelip teslim olmazsa, hakemler kararıyla kanı heder ilan edilir ve il güvenliği onu öldürür. Yahut sürülür. Bu harp hâlidir. Burada suçsuzlara dokunulamaz. Cephe saldırısı yapılamaz. Asiler bir yere hâkim olur, orada alenen cephe kurarlarsa, toprakları ayırmışlarsa, kendi hallerine bırakılırlar. Buna “dâr-ı terk” denir. Oradan gelip saldırırlarsa, güvenliğimizi bozarlarsa, o zaman oraya saldırılır. Orası “dâr-ı kıtal”dir. Halkı kıtaldedir. Kıtalde “hukuk düzeni” yoktur. Savaşçılar her çareye başvurabilirler.
35 vatandaşımızın öldürülmesi son derece yanlıştır ama yanlışlık orduda yani askerlerde değildir. Çünkü orduya görev verilince, o askerî sistemle görevini yapar, ondan başkasını bilmez. Buradaki suç orduya görev veren sivillerin suçudur. Asıl yapılması gereken iki bakımdan farklıdır: 1) Ülke dışından saldırı olursa orası işgal edilir. Bir daha geri verilmez. Yurt dışı saldırıları yanlıştır. Oradan gelenler Türkiye’de bir zarar verirlerse tazminat ve diyet öderler; oranın devleti öder. Ödemezse, hakemlerin kararıyla savaş ilan edilir, oraya girilir ve bir daha çıkılmaz; aynen Kıbrıs örneğinde olduğu gibi yapılır. 2- İkincisi; güvenlik kuvvetleri, kim olursa olsun, hakemlerin kararı olmayan kimseleri öldüremez. Uçakla sivillere ateş açılamaz. Gelenler takip edilir. Gittikleri yerler tespit edilir. Yabancı iseler ülkeyi terk etmeleri istenir. Terk etmeyenler öldürülebilir, hapsedilemez. Suçlu olanlar cezalarını kabul etmezlerse öldürülürler. Suçun cezası çektirilir.
Velhasıl; dün de yazdım, bugün tekrar hatırlatıyorum: Ticareti yasaklayan, gümrük ve vizeler koyan, sınırlara mayın döşeyen, vatandaşını bombalatan bir “devlet ve düzen” böylesi “zulümlerle” daha ne kadar devam edebilir ki?!. Ahmet Arif, “33 Kurşun” adlı uzun şiirinin bir yerinde diyor ki; “Pasaporta ısınmamış içimiz/ Budur katlimize sebep suçumuz,/ Gayrı eşkıyaya çıkar adımız/ Kaçakçıya/ Soyguncuya/ Hayına...” Zulümle payidar olunamaz…