ARAF
MÜ’MİN NE YAPACAK?
191- Kendileri halk olunmuş olup bir şeyi halk edemeyeni mi işrak ediyorlar?
191- Kendileri yaratılmış olup bir nesneyi yaratmayanı mı ortak ediyorlar?
Kur’an baştan sonuna kadar hep Allah’a inanmak ve O’na ortak koşmak üzerinde durur. Acaba bunu niçin yapar? Bunu anlamak için tarih boyunca neler olduğunu hatırlayalım.
Âdem aleyhisselâm ve ondan sonra gelen peygamberler, insanlara nasıl yaşamaları gerektiğini öğrettiler. Peygamberler bunları Allah’tan öğrenmişler ve cemaatlerine aktarmışlardı. Onlar, peygamber olarak kendilerinin de onların benzeri bir kişi olduklarını, sadece Allah’ın bildirdiklerini onlara aktardıklarını söylüyorlardı. Söylenenlerin Allah’ın emirleri olduğunu anlatmak için deliller gösteriyorlardı. “Mucize” denilen bu delilleri peygamberler kendileri yapmıyor, Allah yapıyordu; ve bu mucizeyi de her zaman değil, sadece Allah’ın istediği zaman yapıyorlardı.
İşte bu inanışa karşı büyücüler ortaya çıktılar. Peygamberlerden öğrendiklerini kullanarak kendilerinin tanrı olduğunu veya tanrının gücüne sahip bulunduklarını ileri sürdüler. Büyü yapmaya ve halkı boş şeylere inandırmaya, onları kandırmaya başladılar. Bu da Allah’ın iradesiyle oluyordu. Allah insanları kötü yola çağıran “şeytan”a izin vermiş, o da onu görev bilmişti. Büyücüler de onun yani şeytanın insanlardan olan askerleri olmuştu.
İnsanlık tarihi boyunca peygamberler hep büyü ile mücadele ettiler.
Sonra peygamberler geldiler, insanlara şifahi olarak Allah’ın kurallarını öğrettiler. Yine deliller getirdiler, insanları inandırdılar ve gönül rızaları ile şeriata itaat ettirdiler.
Nuh Peygamber ile başlayan bu dönemin eski dönemden farkı, “kurallar dönemi” olması idi. Peygamberler, genişlemiş olan cemaatlerine ayrı ayrı Allah’ın emirlerini tebliğ etmiyor, cemaate birden Allah’ın emrini tebliğ ediyorlardı. Halk da bunları “Allah’ın emridir” diye yapıyordu. Peygamberlerin atadığı temsilciler yoktu. Halk yaptıklarının hesabını din adamlarına değil de, doğrudan Allah’a veriyordu.
Oysa, bu sistemi istismar edenler kendileri kanunlar koydular, temsilcilerini atadılar ve böylece kendi isteklerine göre halkı yönettiler. Bu “şirk”tir. Bu da Allah’ın izniyle olmuştur. Böylece “kuvvet düzeni” ile “hak düzeni” yine karşı karşıya gelmiştir.
Sonra Musa Peygamber geldi, Allah’tan Kitap getirdi. Yine delillerle o Kitab’ın Allah kitabı olduğunu ispat etti. Halk o Kitab’a uydu. Peygamberlerin kitapları açıklaması da aynı şekilde makul ölçüler içinde idi. Sonra meclisler toplandı, ekseriyet kararı ile “kanunlar” yapıldı. Devlet bu kanunlarla yönetildi. Kim güçlü ise yani kim halkı daha çok korkutabiliyorsa, onun dedikleri şeriat yerine geçti. Böylece yine “kuvvet” ile “Hak” karşı karşıya gelmiştir.
Sonra Kur’an geldi. Peygamberlerin Kitab’ı yani Kur’an’ı yorumlaması sistemi de kaldırıldı, yerine “içtihat ve icma sistemi” getirildi. Ama insanlar ne yaptılar? Önce içtihat kapısını kapattılar, sonra şeyhülislâmlar atadılar. Resmî fetvaları icat ettiler. Daha sonra da hükümdarlara ferman çıkarma hakkını verdiler. En sonunda başka ülkelerin kanunlarını aktardılar... Bunların hepsi şirk idi. Çünkü “hakk”ın karşısında “kuvvet”i koymuşlardı.
O halde, şirk demek, Allah’ın şeriatına karşı kuvvetlinin kanunlarını hâkim kılmadır.
Bu durum kıyamete kadar devam edecektir. Halk bazan Hak ile yani demokrasi ile, içtihatla ve icmalarla yönetilecek; bazan kuvvetle yöneticilerin keyfine göre yönetilecektir. Böylece “Hak” ve “kuvvet” takımlarının yarışması sürüp gidecektir.
Mü’minin görevi, Hakkın takımında yer almak, kuvvetin takımına karşı sabretmektir.
İnsan yaratılmıştır. Nasıl yaşayacağı da Yaradan tarafından belirtilmiştir. İnsan kendi kendisini yaratmadı ki, kendi kendisine düzen kursun. Ama insana “irade-i cüz’iye”si verilmiştir. Allah’ın verdiği akıl ile ilâhî düzeni kavrar ve ona göre amel eder. O halde, insanın başka insanlara hükmetme yetkisi yoktur. İnsan ancak kendi kendisine hükmeder. O halde, başkasına tahakküm eden kimse Allah’a şirk koşmakta ve kendisini tanrı yapmaktadır.
Bu durumda ne yapılacaktır? Şeriata göre hareket edilirse, o zaman şirk olmaz.
Bu nedir? Bu nasıl olacaktır? Mü’min bu durumda ne yapacaktır?
- Herkes içtihatları ile kendi fıkhını kendisi üretecek ve onunla amel edecektir.
- Herkes sözleşmeleri ile kendi şeriatını kendisi oluşturacak ve ona uyacaktır.
- Herkes kendi bucağını kendisi seçecek, oranın başkanına ve icmalarına itaat edecektir.
- Herkes kendi hakeminin seçtiği baş hakemin çizdiği sınırları kabul edecek, başkalarının hakkına tecavüz etmeyecektir.
İnsan Allah’ın halifesi olarak, kendi şeriatını kendisi koyacak ve yaşayacaktır. Hesabını da O’na verecektir. Merkezî yönetim, tahakküm yönetimi, sermayenin yönetimi, silahın yönetimi şirktir. Ekseriyetin yönetimi şirktir.
Ancak, icmalar şeriattır. Kollektif karar şekilleri ile oluşan kararlar tek düzene inanmaktır. Yoksa, ekseriyete göre hareket edersek; bugün bunun, yarın diğerinin fikirlerine uyulmuş oluruz ki, bu da şirk olur.
Buradaki şirkten maksat, insanlardır. Çünkü “hüm zamiri” eşyaya gitmez.
192- Onların bunlara nusrete istitaaları yoktur, kendi nefislerine de nusret edemezler.
192- Onlar bunlara yardım edemezler, kendi kendilerine yardıma da güçleri yetmez.
Bir kimsenin başkasına yardım edebilmesi için o kimsenin kendisinin muhtaç olduğundan fazla bir şeyinin olması gerekir. Oysa, insanlar kendi başlarına bırakıldıkları zaman hepsi birbirine eşittirler. Birbirlerine yardım edecek fazla bir şeyleri yoktur. Öyleyse, bir kişi bir başına tek olduğu zaman bir yardımda bulunamaz.
Bu durumda yardımlaşma nedir, yardım etme nedir? Bunu kavrayabilmemiz için topluluğun getirdiği kazançları göz önüne almamız ve kavramamız gerekir.
Bir insan tek başına diğerine yardım edemez. Ama iki insan sırt sırta verirse, artık düşmanlarından korunmak için güç elde etmişlerdir. Bu güç onlardan birinin değildir. Bu güç birlikten doğan bir güçtür. O gücü de var eden Allah’tır. O halde sırt sırta dayananlar, yardımı birlikten, birlikte olmaktan, birliktelikten alıyorlar; yani, Allah’tan alıyorlar demektir.
İşte bu âyet bize toplulukla ilgili çok önemli bir hususu ortaya koymaktadır.
“Bütün Hamd Allah’ındır” dediğimiz zaman bunu söylemiş oluruz. Topluluk içinde ne kadar yardım varsa, hepsinin bir araya gelmesinden doğan yardımdır ve bunun sahibi de bunu böyle yaratmış olan Allah’tır. Demek ki, insanın şirke girmemesi için o insan önce şeriata uyacak, yani içtihat edecek ve ona göre amel edecek, sözleşmeler yapacak; sözleşen insanlar ona göre aralarındaki düzenlerini kuracaklar. Başkanlarını seçecek ve onun yürütmedeki hakemliğini kabul edecekler. İnsan hakemini seçecek, onun seçeceği baş hakemin kararlarına rıza gösterecek. Ondan sonra da, birlikten doğan gücü bilecek ve onu ötekilere peşkeş çekmeyecek. Yani, topluluğun gücünü başkanın gücü kabul ederek başkanın topluluk aleyhindeki hareketlerini desteklemeyecek. Topluluk lehine kararları da topluluğun kararı olarak kabul edecek ve uyacak. Yani, gerçek mü’min olan kimse, insana değil de, insanı ve topluluğu kendisine halife yapan Allah’a ibadet edecektir. Yardımın topluluktan yani Allah’tan olduğunu kabul edip ona göre hareket edecektir. Aksi takdirde şirk içinde olur.
193- Onları hidâyete dâvet edecek olursanız size tâbi olmazlar. Onları dâvet etseniz de, sâmit olsanız da sizin için sevadır.
193- Onları doğru yola çağırsanız size uymazlar. Onları çağırsanız da, sussanız da, sizin için birdir.
Hidâyet, “hedy”den gelen bir kelimedir. Önceden gönderilen demektir. Hidâyet etmek demek, yolu göstermek demektir. Başka bir manâsı da, yola götürmek demektir.
Hidâyet burada, öncülük yapıp hedefine ulaştıracak yol üzerine koymaktır. Şirk eden kimseleri, yani tabii ve sosyal kanunları kenara itip kendileri birtakım uydurma kanunlar icat ederek dayatan kimseleri, topluluğun varlığını ve gücünü yağmalayıp heder eden kimseleri siz doğru yola çağırsanız da onlar gelmezler. Bunu bilin. Dolayısıyla, onlar gelecektir diye bir ümide kapılıp da sakın bir iş yapmayınız.
Buradaki hidâyet nedir? İnsanının yaradılış tabiatı üzerinde gerekeni yapması, vazifeleri ifa etmesi ve haklarından yararlanmasıdır. Kâinatı Allah yaratmıştır, insanı da Allah yaratmıştır. Her insana kendi aklını vermiştir. O insana ne gerekiyorsa onu bilen Allah, ona gereken aklı da vermiştir. Dolayısıyla, kimsenin kimseye hükmetme yetkisi yoktur. Hükmeden kendisini tanrı yapmış olur. Onun bu hükmünü benimseyen de şirk etmiş olur.
O yolu seçmiş olan kimseleri sizin doğru yola getirmeniz mümkün değildir.
“Tâbi olmak/ uymak” demek, arkasından gitmek demektir, yaptığını yapmak demektir. Daha önce anlattık ki, güç ile yardım birliktedir. Birlikte olma sonucunda fazla “artı değer” ortaya çıkar ve iki taraf da bu artı değerden yararlanmış olur. Kimse kimseyi götürmeyecek, götürmeye zorlamayacak. Gelen kendi isteği ile gelecek. Onun için, “size itaat etmezler” denmiyor, “size tâbi olmazlar” deniyor.
Burada bilinmesi gereken önemli nokta şudur. Allah’tan başka kimselere tapanlar dağınıklık içindedirler. Allah’ın yoluna gelmedikleri gibi, birbirlerinin yoluna da gitmezler, gidemezler. Çünkü o yollar o kadar çok ve muhteliftir ki, uymaları mümkün değildir. Bâtıl çoktur, Hak birdir. “Güneş tanrıdır!” deseniz, “Yer tanrıdır!” diyenden bir üstünlüğünüz olmaz; “Ağaç tanrıdır!” deseniz, “Hayvan tanrıdır!” diyenden bir üstünlüğünüz olmaz. “Allah” derseniz, karşısına çıkarılabilecek hiçbir varlık bulunmaz. Çünkü Kâinat tektir, sanii de tektir.
Âyette; “Sussanız da, konuşsanız da, onlara etki edemez, onları yola getiremezsiniz.” denmektedir. Yani, sizin gücünüz onları değiştirmeye yetmez. Bununla beraber, bizim görevimiz tebliğde devam etmektir. İçtihatlarımızda da onlara güvenerek bir iş yapmamamız gerekir.
Türkiye 1950’den beri Batıya güvenmekte ve kendi yolunu öyle çizmekte ama, asla bir yanıt alamamaktadır. “Biz lâik olduk! Artık Müslüman değiliz!” diye bağırıp çağırmaktadır, ama kimse onları Avrupa Birliği’ne almamaktadır. İki bâtıl birbiriyle boğuşmaktadır. Oysa, ‘biz kimseyi korkutamayız ama kimseden de korkmayız’ usûlü, bu çıkmazı çözmüş olur.
Bir kimseyi korkutmaya kalkışmak şirktir. Birini korkuttuğunda kendini tanrı yerine koydun demektir. Bir kimseden korktun, korkutanı tanrı yerine koydun demektir. Îmanın şartı, ne korkmak, ne de korkutmaktır. Allah’tan korkmak ve Allah’tan güven içinde olmak demektir. “Âmene billâhi” demek, kişi kendisini Allah ile güven altına aldı demektir.
Bu âyetteki “siz” hitabı, Allah’tan başka dâvet eden kimselerdir. Onun için, “Sussanız da, dâvet etseniz de birdir.” Etkilemez. Onlara etki edemezsiniz. denmektedir. “Sizin için birdir.” deniyor. Oysa, mü’minlerin görevi dâvettir. Onlara etki etmemiş olsak da, biz dâvet etmekle yükümlüyüz. Dâvet, tebliğ ve irşâda sonuna kadar devam edeceğiz.
194- Allah’ın dûnunda dâvet ettiğiniz kimseler sizin emsaliniz ibaddırlar. Dâvet edin de, sâdık iseniz size isticab etsinler.
194- Allah’tan başka çağırdığınız kimseler sizin benzeriniz kullardır. Çağırın da, doğru iseniz size karşılık versinler.
Topluca yapılan davranışlar ve hareketler toplu sonuçlar doğurur. Topluluğun sorununu topluluk kendisi çözer. Onların başında olan kimseler sadece birlik sağlarlar, yoksa onlar bir sorun çözmezler. Ordu verilen komutaya itaat etmese komutan ne iş yapabilir? Öyleyse, buradaki şeref ordunundur. Şeref Allah’ındır. Allah’ın şeriatınındır, düzenindir. Yoksa, şeref mahluk olan insanın değildir.
Allah burada insanı misal olarak göstermekte, ona yani insana ibadet etmenin bile ne saçma bir şey olduğunu anlatmaktadır. Bu durumda, bırakın insanın kendisine; onun resmine, heykeline, mezarına, adına tapanlara ne denir? Onların aklına ne söylenir?!.
Burada herkes diyebilir ki; biz Allah’a dua ettiğimizde de O bize cevap vermiyor.
Hayır! Allah’a dua etmek demek, insanın sosyal ve tabii kanunlara göre hareket etmesi demektir. Tabiat kanunlarının değiştiği görülmüş müdür? Sosyal kanunların değiştiği görülmüş müdür? Demek ki, her gün o kanunlara göre hareket etmekteyiz ve Allah da her gün bize cevap vermektedir. Tabii ve sosyal kanunların korunması, Allah’ın duaya cevap vermesi demektir.
İşte biz karşımızdaki insanları tabii ve sosyal kanunlara dayanarak birliğe çağırıyoruz. Bir sorunu çözerken, bir acıyı giderirken, ancak biyolojik ve fizik kanunlarına dayanarak giderebiliyoruz. Öyleyse, sosyal sorunları da sosyal kanunlara dayanarak gidereceğiz.
Kimileri diyorlar ki; Çok eşlilik olmayacak! Kölelik olmayacak!..
Böyle hükümler, tabii ve sosyal kanunlara aykırıdır. Kâinatı biz yaratsaydık, insanları biz yaratsaydık, elbette düzenimizi de biz istediğimiz gibi kendimiz koyardık. Allah’a meydan okuyabilirdik. Bu bizim eserimizdir derdik. Ama, böyle bir gücümüz yoktur. Biz kendimiz de yaratılmışız ve bizim bir şeyi yaratma gücümüz yoktur.
195- Onlarla meşyettikleri riciller onların mı, onlarla betşettikleri yedler onların mı, onlarla basar ettikleri ayınlar oların mı, onlarla sem’ ettikleri üzünleri onların mı? Şeriklerinizi dâvet edin, sonra bana keyd yapınız ve bana inzar etmeyiniz diye kavl et.
195- Onlarla yürüdükleri ayaklar onların mı, onlarla yakaladıkları eller onların mı, onlarla gördükleri gözler onların mı, onlarla işittikleri kulaklar onların mı? De ki: Ortaklarınızı çağırınız. Sonra bana oyun oynayınız. Beni bekletmeyiniz.
Burada insanın sahip olduğu eller, ayaklar, gözler ve kulaklar onların değildir. Bu uzuvların tek bir hücresini bile onlar var etmedi. Onların hepsi Allah tarafından onlara verildi. Bu durumda nasıl oluyor da, Allah’ı bırakıp onlara baş vuruyorlar? Kim olursa olsun, ne kadar güçlü olursa olsun, ne kadar iyi kimse olursa olsun; kimse kendi kendisini var etmemiştir. Her şeyi ve herkesi Allah var etmiştir. O halde Allah’a itaat etmek gerekir. Allah’a itaat etmenin yolu da, O’nun tabii ve sosyal kanunlarını öğrenip ona göre davranmaktır.
Diyeceksiniz ki; güzel ama, biz Allah’a ibadet etmeyecek miyiz? Namaz kılmayacak mıyız? Kur’an okumayacak mıyız? Evet, bütün bunlar tabii ve sosyal kanunların içindedir. Tabii ve sosyal kanunlara uymak gerekir. Bir başkana itaat da böyledir. Tabii ve sosyal kanunlar gereği onu dinleriz, ama onda tabiat üstü kuvvet addetmeyiz. Allah bizim itaat ettiğimiz o kimseyi de tabii ve sosyal kanunlar içinde yaratmıştır. İtaat da O’nun var ettiği kanunları içindedir. Biz o sebeple öyle hareket ediyoruz.
Kur’an burada dört uzuv saymıştır.
Önce hareketle ilgili eller ve ayakları saymış, sonra da gözleri ve kulakları saymıştır.
Gözler ve kulaklar “ilim” içindir, eller ve ayaklar “amel” içindir. “İlim” “amel” için olduğundan, onları sonra saymıştır. Önce ayaklardan bahsetmiştir. Çünkü ayaklar bütün vücudu hareket ettirir. Eller ise yalnız kendileri hareket ederler. Görmek, işitmek, yapmak için ayaklara ihtiyaç vardır. Oysa, ayakların ellere ihtiyaçları yoktur. Gözleri kulaklardan önce anmıştır. Çünkü gözler aklî, kulaklar ise naklî delillerin âletidir. Aklî delil naklî delile tercih edilir.
Burada dört isim ve dört fiil kullanmıştır. Hiçbirisini aynı kökten kullanmamış, her birini başka köklerden kullanmıştır. Çünkü buradaki fiiller maksatlı fiillerdir.
Meşy etmek, isteyerek yürümek demektir. Batş etmek, isteyerek tutmak demektir.
Basar, isteyerek görmektir. Sem’ de isteyerek işitmektir.
Şimdi çok önemli bir noktaya gelmiş bulunuyoruz.
Mü’min olarak;
-Yaptıklarımızdan mı sorumluyuz?
-Yoksa, düşündüklerimizden mi sorumluyuz?
El-cevap;
-Yaptıklarımızın amaçlarından sorumluyuz.
-Ben Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına uyarım; ama, bu kanunlar şeriata aykırı olsa da onlara uyarım. Çünkü, Allah bana böyle yapmamı emretmiş; aksi halde hicret et demiş.
-Ben hicret etmem, çünkü daha uyarı görevim bitmedi.
-Uyarı görevim bittiğinde, artık başka çare kalmadıysa hicret ederim.
“Bana keyd yapınız ve mühlet vermeyiniz.” diyor. İşte îmanın derecesi budur.
Dâvete hazırlanan mü’min ölümü göze almalıdır.
Fiilen düzene tamamen uymak zorunluğu vardır.
Fikren ise tam tersine, meydan okuyacaksınız.
Ne kadar tehdit ederlerse etsinler, korkmayacaksınız.
Eğer sizin göreviniz varsa, Allah sizi korur, bir şey yapamazlar. Göreviniz bitmişse, o takdirde de hayatta kalmanıza gerek kalmayacaktır. Allah’a ve âhirete îman ediyorsanız, bu dünyada olma ile âhirette olma arasında bir fark gözetmemelisiniz.
İnsanlar yakınlarını düşünerek bu tür davranışlardan kaçmaktadırlar.
Oysa, Allah her şeye kefildir ve her şeyi yerinde ve zamanında yapar.
Mü’minler sadece Allah’a güvenirler ve sadece Allah’tan korkarlar. Onun için onların bütün hedefleri; “Acaba Allah ne istiyor?”, onu bulmaktır. Ondan sonrası onlar için kolaydır, ona uyarlar.
Bununla beraber, burada önemli bir hususa işaret etmekte yarar vardır.
Allah Kur’an’da mü’minleri ikiye ayırmıştır.
- Cihat yapmayan Müslümanlar. Bunlar Rab’larına; “Rabb’imiz, bize dünyada da âhirette de hasene ver.” derler. Yani, her iki tarafını birden isterler. Dünyayı da âhireti de isterler. Kur’an bunlara “ashâb-ı yemîn” demekte ve bunların da âhirette cennete gideceklerini müjdelemektedir.
- İkinci tip mü’minler ise, evvelûn, sâbikûn, mukarrabûn olan kimselerdir. Bunlar âhreti satın almak için dünyalarını Allah’a satmışlardır. Dünyadan bekledikleri bir şey yoktur. Bunlar da ashâb-ı yemîn gibi cennettedirler, ama bunların mertebeleri daha yüksektir. Kur’an bunlar için; “Bir değildirler” diyor.
İşte bu sebepledir ki; “Bana mühlet vermeyin, yapacağınızı yapın.” diyor.
“Bize yapın” denmiyor da, “Bana yapın” diyor. Bütün mü’minleri buraya yani bu mertebeye ortak etmiyor.
Demek ki, mü’min olarak ne yapacağımıza karar verirken, seçim yapmak bize aittir;
-Ya cihad yapıp derecemizi yükselteceğiz,
-Ya da hicret edip cennete gideceğiz.
Eğer bizi dinimizde serbest bırakmıyorlarsa, hicret etmekten başka seçeneğimiz olmaz.