ARAF 113semner/08/06/2001.
بسم الله الرحمن الرحيم
فلنسئلن الذين أرسل اليهم و لنسئلن المرسلين (7/6 )
فلنقصن عليهم بعلم و ما كنا غائبين (7/7)
Bu sûrede birinci âyet Kur’an’ın lâfız ve mânâsı ile indirilişini anlatmaktadır. Ondan sonra arada “Ve” veya “Fe” kullanılmadan Kur’an’ın uygulamasını anlatmaktadır. Çünkü Kur’an’ın inişi ile uygulanışı arasında tam bir uyum vardır, çünkü Kur’an uygulanması için indirilmiştir. Yahut tam ayrılık var, çünkü biri vahye diğeri ilhama dayanmaktadır.
Üçüncü ve dördüncü âyetler Kur’an’a uymayanları helâk edeceğini bildirmektedir. Bu âyetler “Va” harfiyle bağlanmaktadır. Çünkü inzal helâkin sebebi değildir. İnkârı değerlendirmeme helâkin sebebidir. Yakınlık var ama aynılık da var. Burada geçen “Fa” cevapların tamamıdır. Herkes ümidini kesince günahını itiraf eder.
Bundan sonra yine “Fa ile başlayan beşinci âyet gelmektedir. Burada “Fa” harfi neyi ifade eder? Eğer takibiye olarak alırsak, insanların ölür ölmez hesaba çekileceğini ifade eder ki, başka âyetlerde böyle olmadığı ifade edilmektedir. Oralarda “Sümme” kullanılıyor. Başka bir yorum da, zamanın tayyi olabilir. İnsan ölür ölmez, onun için zaman geçmeden âhirete gelinir ve hesaba çekilinir.
“Fa” harfi her zaman zaman içinde tertibi gerektirmez. “Raeytü racülen ve huva yektübü.” “Bir adamı yazıyorken gördüm.” “Raeytü racülen fehüve kâne yektübü.” “Bir adam gördüm. Oy yazıyordu.” Birinci cümle kişinin hâlini bildirir. İkinci cümle ise kişinin vasfını bildirir. Yani hâli genişlemiştir. Buradaki “Fa” harfi bundan önceki anlatışı genişletmek için gelmiş olabilir. Yani biz resulleri inzal ettik, işinizde içtihat etmeniz gerekir. Geçmişte resulleri dinlemiyenleri helâk ettik. Öyleyse siz de öyle yaparsanız sizi de helâk ederiz. Çünkü biz resulleri de sorguya çekeriz, resullerin cemaatlerini de sorguya çekeriz. Demek ki bu sorguya çekme âhiretteki sorguya .çekme değil de, bu dünyada sorguya çekmedir. Burada helâki tafsil etmektedir. Helâkin sebebini anlatmaktadır.
ل La: Tekit harfidir. Eğer muhatap aksini biliyorsa, o zaman bir tekit harfi getirilir. Muhatap münkir ise yani yanlış bilgisinde musır ise iki tekit getirilir. İsim cümlelerinde başa “İnne” sonra “Le” getirilir. “İnne Zeyden Lealimün.” dersiniz. Fiil cümlesinde önce “Le” sonra “İnne” getirilir. “Leyalemenne Zeyden.” dersiniz. Burada insanlar kendilerine gelenlerden dolayı sorguya çekilmeyeceklerini sanmaktadırlar, bunda da ısrarlıdırlar, deniyor. Oysa biz elçilerimizi ve kendilerine gönderilenleri sorguya çekeriz. Sünnetimiz budur. Yalnız geçmiştekileri sorguladığımızı sanıp da gaflet ve dalâlette olmayınız denmektedir.
فلنسئلن Sual: Sehl kelimesinden dönüşmüştür. Kolayca kazanma yolu, kolayca öğrenme yolu için kullanılır. Sual etmek dilenmek demektir ve sual etmek sormak demektir. Sonraları hesaba çekmek anlamında, sorgulamak anlamında da kullanılmaya başlanmıştır. Mesuliyet kelimesi buradan gelmektedir. Kişilere ecza vermeden ve onlar üzerinde bir haksızlığa sebebiyet vermeden önce hesaba çekilme sözkonusudur. Soruşturma yargının temel kuralıdır. Yani gelişigüzel cezalandırma yerine soruşturma yapıp haksızlığı sabit olduktan sonra cezalandırma sözkonusudur. Yani topluluklar, kendi haksızlıklarını, kendi yolsuzluklarını anlayıncaya kadar onları sorgularız. Yani önce be’s veririz, sonra helâk ederiz. Be’s, bir uyarıdır, bir soruşturmadır. İnsanların hataları varsa düzeltmeleri istenir. “Fe”ye tafsil mânâsını verdiğimizde bu kelimenin mânâsı çok kolay anlaşılır. Âhirette ise soruşturma yoktur. Cin sûresinde bu açıkça ifade edilmiştir. Çünkü orada herkesin kitabı hazırlanmış, soruşturma bitmiştir. Burada “Se Es’elü” veya “Sevfe Nes’elü” denmemiştir. Sorma fiilinin âhirette olacağını belirleyen bir işaret de yoktur. “İz câehüm be’süna” demesiyle bunun dünyada olduğunu belirtmiş olmaktadır. Burada insanların sorguya çekileceği ve hallerinin kendilerine bildirileceğini ifade etmektedir.
الذين أرسل اليهم Ellezine ursile ileyhim, kendilerine elçiler gönderilen kimseler, denmektedir. İsm-i fail ile söylenmeyip ism-i mevsul ile getirilmiş olması, gönderme işinin de gönderilen kimselerin de bilinmiş olmasıdır. Gönderme işi iki şekilde cereyan ediyor. Bunlardan biri, Allah Cebrail’i göndermiş ve kimilerini peygamber kılmıştır. Onlar Allah’ın vahyini getirmişler ve yorumlamışlardır. Bu durum Kur’an’dan önce böyle idi. Oysa Kur’an da diğer kitaplar gibi Allah’tan Cebrail vasıtası ile Hz. Peygamber’e gelmiş, o da ilk uygulamasını yapmıştı. Ondan sonra ise artık peygamber gönderilmeyecek, insanlar nesilden nesile Kur’an’ı aktaracaklardır. Önceki nesil sonraki neslin Cebraili olacaktır. Kur’an böylece inkıtasız mütevatir olarak bize kadar gelmiştir. Onu yorumlayıp uygulama da icma ve içtihat yolları ile devrin insanlarına bırakılacaktır, âlimlerine bırakılmıştır. Bu sûretle irsal ya vahiy yoluyla ya da nesilden nesile intikal ve içtihatla ortaya çıkan icmalarla olmaktadır.
Burada ism-i mevsul ile yapılan mef’ullerde gönderilenler de bellidir. Bunlar sadece Hazreti Peygamber’in arkadaşları değil, Kur’an kime baliğ olmuşsa onlardır. Nitekim başka yerde “Limen beleğa” deniyor. Yahut her gün Fatiha’da okuduğumuz, mustakim sırat üzerinde olan cemaattır. Açık ifade ile biziz, çünkü Kur’an bize ulaşmıştır. Ölmüş olanların şimdi yapacakları bir şey yoktur. Daha doğmamış olanların da şimdi yapacakları birşeyleri yoktur. Henüz kendilerine Kur’an ulaşmayan kimselerin de yapacakları bir şey yoktur. Bu anda sorumlu biziz. Çünkü biz hayattayız ve biz sorumluyuz.
“Ellezine ursile ileyhim” cem olarak kullanılmıştır. Sorulacak kimseler topluluktur. Teker teker kişiler değildir. Bu da gösteriyor ki, bu âyette verilen haber, âhiretle değil de dünya ile ilgilidir. Çünkü âhirette kimse başka bir kimseden dolayı sorguya çekilmeyecektir. Dünyadaki sorumluluk cemaatçedir, âhirette ise karşılık şahsidir. Bizim bu dünyada kütü toplulukları düzeltmemiz gerekmektedir. Ya da bu topluluğu terk edip gitmek zorundayız. Biz iyi olsak bile kötü topluluklarda biz de helâk oluruz. “Elbette sorarız”ın mânâsı budur.
Peki, Allah bizleri nasıl sorguya çekmektedir? İşte O’nun be’sleri bizim için sorguya çekmedir. Onun için burada “Fe” kullanılmıştır. Yani be’sin sebebi anlatılmaktadır. Size bir sıkıntı geldiğinde bilin ki yaptıklarınızdan sorulmaktasınız. O kötülüğü düzeltmeye çalışınız. Tebliğ görevi bunun için gerekmektedir. Kaçıp kurtulacağımızı zannetmeyelim. Allah’ın be’si var, arkasından helâki vardır. Be’sin sonu helâktir. O helâka gitmeden önce de be’s ile adım adım sorguya çekilme vardır.
و Va: Burada elçilerin sorguya çekilmesiyle elçilerin geldiği halkın sorguya çekilmesi birbirine atfedilmiştir. Aralarında ilişki vardır. Ama aralarında aynılık yoktur. Elçiler aktarıcıdırlar. Kendilerine gelen vahyi ilettiler. O vahyin etkisinden sorumlu değildirler. Dolayısıyla farklıdır. Oysa cemaatler ise uygulamakla yükümlüdürler. Görevleri aktarma değil, yapmadır. Bu iki sebepten dolayı “Va” harfi getirilmiştir. Sorumluluk farklıdır, ama konu aynıdır. Aynı olaydan iki taraf da sorguya çekilmektedir. Yani bir olayda resulün görevi ile cemaatın görevi farklıdır. Ama sorumluluk konusu aynıdır. Bu sebeple “Va” harfi ile bağlantı kurulmuştur.
لنسئلن Lenes’elenne tekrar edilmiştir. Çünkü sorulan sorular farklıdır. Şekli de farklıdır. Elçilikte kişiler ayrı ayrı sorumludurlar. Sen görevini yaptın mı yapmadın mı diye sorulacaktır. Sonuç ne oldu, o bu dünyada sorulmayacaktır. Onun hesabı âhirette verilecektir. Oysa halk kendilerini düzeltip düzeltmediğinin hesabını birlikte verecektir. Bu dünyadaki sorumluluk içtimaidir. Oysa âhiretteki sorumluluk şahsidir. Bu sebeple kelime iade edilmiştir. Kur’an’da her kelime ve harf yerinde ve uygun mân^qa için kullanılmıştır.
المرسلين El Mürselin: Elçiler de sorguya çekilecektir. Burada harf-i tarifli mürsel sigası kullanılmıştır. Mürseller bellidir, ama irsal belirsizdir. Yani tek çeşit irsal yoktur. Bu da bize buradaki irsalden kasdın peygamberler olmadığını göstermektedir. Kıyamete kadar her mü’min mürseldir. Çünkü herkes İslâmiyet’i öğrenmekle ve yaşamakla mükellef olduğu gibi; öğretme ve uyarma görevi ile de yükümlüdür. Bundan da sorumluyuz. Allah Cebrail’e, Cebrail Muhammed’e, Muhammed arkadaşlarına, arkadaşları sonraki nesillere aktardılar. Onların hepsi birer elçi oldular. Nesillerden nesile gelenler hep elçidirler. Şimdi elçilik sırası bizdedir. Biz de size aktarıyoruz. Siz de sizden sonra gelenlere aktaracaksınız. Bu elçilik hizmeti kıyamete kadar sürüp gidecektir. Herkes bu elçilik hizmetinden dolayı âhirette hesap verecektir. Elinden ne geliyordu da yapmadı, onun hesabını verecektir. Görev içtimaidir, mes’uliyet ferdidir. Bu hizmette ben bir kusur yapmışsam hesabımı ben vereceğim, siz yapmışsanız siz vereceksiniz. Bu hizmet tek başına yapılacak bir hizmet olmadığı için birlikte hareket ediyoruz. Herkes kendi içtihadına göre hareketle yükümlüdür. Kimse başkasının reyi ile hareket etmez ve kimse de başkasının hesabını vermez.
ف Fa harfi gene gelmiştir. Bu harf tertib harfi olabilir. Soruşturmadan sonra soruşturmanın sonucunu bildirmeyi ifade etmektedir. Soruşturma veya sorguya çekme hakikatlerin ortaya çıkmasını sağlamak içindir. Kötülükler gelmektedir. Araştırmalar yapıyoruz, kötülükleri ortaya koyuyoruz. Bu sıkıntılar toplulukları sorguya çekme mahiyetindedir. Burada yalnız Kur’an’ın kendilerine ulaşmış kimseler sorguya çekilmiyor. Çünkü sıkıntı insanlığın sıkıntısıdır. İşte bu be’slerle insanlar sıkıntıya uğrayınca mü’minler be’sin sebeplerini araştırıp ortaya koyarlar. Ondan sonra helâk sözkonusudur. Bu âyetten sonra gelen âyetler âhiretteki soruşturmayı ortaya koyar. Zorluklar olacaktır, sıkıntılar olacaktır. O zorluk ve sıkıntı insanlara gerçekleri aramaya koyacaktır. Başaracaklar da. Ama ancak Kur’an ile başaracaklar, ancak içtihat ve icma ile başaracaklar. Onun dışındaki bütün çabalar boştur ve boşa gidecektir. Kemal Derviş’in başaracağına ihtimal bile verilemez. İşte hükümet çatladı. Başka yönden çatladı. Refahyol Hükümeti başaramadı. Oysa ekonomik başarılar elde etmişti. Çünkü Adil Düzeni unuttu. Kur’an dışında, içtihat ve icma dışında başarıya gitmek mümkün değildir.
لنقصن La Nakussane. Burada yine çift te’kit kullanılmıştır. İnsanlar zannediyorlar ki Allah insanlara doğru yolları göstermeyecektir. Peygamberler tarih oldu, kitap eskidi. Oysa Allah risaleti kıyamete kadar götürecektir. İnsanlara gerçekleri hikâye edecektir. “Kassa” kelimesi kesme kelimesi ile akrabadır. Kesik parçadan gelmiştir. Kırpmak anlamına gelir. Geçmişte cereyan eden olayları parça parça anlatma demektir. Gelecekte olayları da anlatmak kasasdır. Yani olayları peş peşe sebep sonuç ilişkileri içinde hikâye etmedir. Gerek elçilere gerekse gönderilenlere olaylar tane tane hikâye edilecektir. Onlara yol gösterilecektir. Yine buradaki kısas âhirette anlatılacaklar olmayıp dünyada anlatılacaktır. “Fa” harfi bunu kanıtlamaktadır. Âhirette olanlar ifade edilmiş olsaydı ya “Sümme” kullanılır veya “Ve” harfi kullanılırdı. Nitekim bundan sonraki âyetin başında “Ve” gelmiştir. Kasas etmek demek, bilgileri tane tane sindirte sindirte anlatmak demektir. Be’s gelince insanlar sıkıntılara girerler ve sıkıntılar içinde çıkar çare ararlar. Sonra düşünürleri ve ilim adamları çıkar, çareler ararlar. Bu arada Kur’an’ın âlimleri de çıkış yollarını ararlar. Onlara bildirirler. Sonunda kurtulup kurtulmama halkın kendilerine ait olacaktır. İnsanlık mutlaka kurtulacaktır. Ama kimi helâk olacak, kimi de kurtulmuş olacaklardır.
عليهم Aleyhim: Onlara anlatırız, hikâye ederiz diyor. Biz 1960’larda parti kuralım derken böyle gariptik. Biz”Adil Düzen” derken kimse bize kulak vermiyordu. Ama sonra parti kuruldu, uzun zaman parti de bize kulak tıkadı. Kapatıldı, hapishanelere girdiler. Hapishaneden çıktıktan sonra Erbakan bize kulak verdi. Adil Düzen oluştu. Tüm dünyaya duyurduk. Sonra terk etti. Şimdi yine Adil Düzen muhasarada. Hiç şüpheniz olmasın, günü gelince ortaya çıkacak, insanlar bunları okuyacaklardır, bunları dinleyeceklerdir. Bugün Kur’an kurslarını kapatanlar, İmama Hatip okullarını susturanlar, yarın gerçekleri öğrenecekler, yarın tüm insanlık duyacaktır. Zorla baş açtıranların zulmü yer ve gökleri inletecektir. İşte bu kelime bize bunu haber veriyor. Elbette onlara kasas edeceğiz. Allah kendisi Kitap gönderecek, iki milyar insan ona bugün inanmış olacak, milyonlar onu öğrenmek ve öğretmekle meşgul olacak da; Kur’an kurslarını kapattık diyenler, İlâhiyatları ve İmam Hatipleri susturanlar başarıya mı ulaşacak? Bu mümkün müdür? Bunlar daha güçlü, daha iyisi olsun diye böyledir. İşte sizler bu daha iyisini ve daha güzelini hazırlamak için buradasınız. Bunları okuyorsunuz. İleride daha çok okuyan çıkacaktır. Çünkü Kur’an bize bu haberi veriyor. Kısas kelimesi ile bunun peyderpey olacağı bildiriliyor.
بعلم Bi İlmin: Bu kelime Kur’an’ın ilâhi söz olduğunu ispata yeterlidir. 1400 sene önce peygamberlik sona erdi, artık bir daha kitap gelmeyecektir, derken, yerine içtihat ve icma müesseselerini koymuştur. Size inzal olunanları diyor. Bu nasıl yapılacak, bunu kim yapacak? İnsanlar bu gerçekleri nasıl öğrenecekler? Onu da bu kelime çok açık bir şekilde ifade ediyor. “Bi İlmin” diyor. İnsan bunu okuyup düşündükçe kanatlarını takıp uçuyor gibi. Evet, bütün gerçekler ilimle olacaktır. İlimle belirlenecektir. Burada “Bi” alet edatıdır. Yani ilim yoluyla kısas edecektir. Tarihçiler, sosyologlar hep Allah’ın kıssalarını takrir ediyorlar. İlim bize her şeyi haber veriyor. Çıkış yolu ise Kur’an’ın içtihat ve icma ile anlaşılması ile mümkün olacaktır. Bu icma ve içtihat da ilimle olacaktır. Kur’an’ın muasır ilimle anlaşılması ile olmaktadır. Biz bunun için “Kuran Matematiği Seminerleri” diyoruz. İlim nekiredir. Demek ki bu etki sadece ilim değil, sadece Kur’an ilmi değil. Değişik yerlerde değişik ilimler kullanılacaktır. Bu sûre bizim yapmakta olduğumuzun ne kadar hak olduğunu belirlemektedir.
و Va burada hâliyedir. Yani biz bunları ilimle anlatamaya devam edeceğiz. İnsanları dalâlette bırakmayacağız. Çünkü biz gaib değiliz. Yani Allah düzen vardı, bugün de var yarın da olacaktır. Allah’ın içtihat yoluyla ilhamı ve icma yoluyla vahyi kıyamete kadar devam edecektir. Peygamberlerin yerini ilim almıştır. Hazreti Peygamber: “Âlimler peygamberlerin varisleridir.” derken, bunu kendi kendisine söylememiştir.
غائبين Ğâlib, hazır olmayan demektir. Burada bulunmayan demektir. Allah her yerde hazır ve nâzırdır. Bulunmadığı yer veya bulunmadığı saniye yoktur. O ne uyur, ne uyuklar, ne de gaflet eder. Allah Kâinatı başıboş bırakmamıştır. Allah ne kimseyi unutur, ne de şaşırır. Kimseyi ihmal etmez. Hiçbir kimseyi veya topluluğu başıboş bırakmaz. Burada “Ve” harfi ile isim cümlesi fiil cümlesine atfedilmiştir. İsim cümlesi hâldir. “Nakussanna”daki bizin hâlidir. Kâne fiili nâkıs fiil olmalıdır. Yani kâne Türkçedeki oldu gibi mânâsını taşır. Yani biz hiçbir zaman gaip değiliz denmektedir.
بسم الله الرحمن الرحيم
و الوزن يومئذ الحق فمن ثقلت موازينه فأولئك هم المفلحون (7/8)
و من خفت موازينه فأولئك الذين خسروا أنفسهم بما كانوا باياتنا يظلمون (7/9)
و Ve: “Vezn ise o gün haktır.” cümlesini “Biz gaib değiliz.” cümlesine bağlamaktadır. Gaib olmamayı dünya için, cezalandırmayı ise âhirete bırakmaktadır.
Hâdise şöyle sıralanmaktadır. Allah peygamberlere kitaplar göndermiştir. Son kitap Kur’an’dır. Bu kitap nesilden nesile intikal edecektir. Bu risalet görevidir.
Eskiden kitaplar gelir, kitapları peygamberler anlar ve uygularlardı. Hazreti Muhammed’den sonra peygamber gelemeyecek ve yeni kitap inmeyecektir. Kur’an içtihat ve icmalarla yorumlanıp uygulanacaktır. Vahyin yerini ilim alacaktır.
Daha önce birçok kavimler helâk edilmiştir. Çünkü onlar kendilerine bildirilenlere uyup kurtulmadılar. Oysa Kur’an’dan önce ve sonra insanlar helâk edilmeden önce uyarılırlar.
Önce kötülükle uyarılırlar. Bu kötülük beklenmedik zamanda gelir ve halk şok olur.
Halk düşünmeye başlar ve kendilerinin zâlim olduklarını anlarlar. Kötülük anlayıncaya kadar devam eder.
Sonra birbirini suçlamaya başlayarak bütün pislikler dışarıya dökülür, yapılanlar ortaya çıkar.
Sonra ilim adamları ortaya çıkar, bütün olayları ve olacaklarını ortaya koyarlar. Ne yapılması gerektiğini bildirirler.
Sonra infaz safhası gelir. O safha âhiret safhasıdır. Yani helâktan sonra safhasıdır.
İki çeşit ceza vardır. Biri dünyada olan, helâkla ilgili cezadır. Bu kollektiftir. Ancak uyaranlar ve kendilerini koruyanlar bundan kurtulurlar. Diğerleri ise suçlu olsun olmasın helâk olup giderler. Bunlar mürsellerdir. İkinci ceza ise ahiretteki cezadır. Bu ise herkese ayrı ayrı sorulacak. Kimseye zerre kadar zulmedilmeyecektir.
İki “Fe” arasındaki “Ve” “Fe”lerle parantezlenmiştir. “Ve” harfinde takip gerekmediğinden âhiretle dünyadaki oluş birlikte “Ve” ile zikredilmiştir.
الوزن El-Vezn: Vezn, terzi demektir. İki ağırlığı karşılaştırmak için kullanılır. Fiil olarak da tartma demektir. Burada mastardır. Tartma haktır, deniyor. “Yevme İzin”in sonraya bırakılması, o günün âhiret günü olduğuna işarettir. Yani hesabın sorulmasının bu dünyada değil âhirette olacağını bildirmek için “vezn” öne alınmıştır. Vezni ise “o gün haktır” şeklinde tercüme ediyoruz. Tartılacak şeyler sevap ve günahlardır. Oysa sevap ve günahların ağırlıkları yoktur. Ancak muhasebede malların ağırlıkları, uzunlukları, hacimleri değil de değerleri karşılaştırılır. Borç-alacak toplamı öyle yapılır. İnsanların ise kasden işledikleri fiiller günah veya sevap olarak değerlendirilir. Ona göre borç ve alacak hesabı tutulur. Sonra toplanır. Sevap tarafı fazla gelen cennete, günah tarafı fazla gelen de cehenneme gider. Bunun ölçülerini ancak Allah ve onun öğrettikleri melekler bilir. Her insanın yaptıklarını yazan melek vardır. Ne yaparsa hemen değeri ile yazılmaktadır. Bu hesap defterine geçmektedir. Âhirete vardığımızda hesap defterimiz sağdan verilirse sevabımızın fazla, soldan verildiğinde günahımızın fazla olduğu anlaşılacaktır. Bir de arkadan verilen olacaktır. Bunlar günahı fazla olmakla beraber, iman sahibi kimselerdir. Günahlarının cezasını çektikten sonra cennete gideceklerdir. Solundan verilenler ise cehennemde cezalarını çekip bitirdikten sonra cennete gitmeyecek belki arafa alınacak kimselerdir.
Yalnız Kur’an bir sevaba on iyilik, bir günaha sadece bir günah yazılacağını söylemektedir. Böylece onda bir kadar sevap işleyenler de cennetin yolunu bulabileceklerdir. Ayrıca yine onda birden de affedeceğini başka âyetlerde bildirmektedir.
Bununla beraber, sevap ve günah kasıtla ilgilidir. Çok büyük sevap işlersiniz ama onu riya ve büyüklük için yaparsanız, günaha dönüşür. Günah işlersiniz ama kastınız iyi olur, sevap yazılır. Bu itibarla biz her zaman kılıcın sırtında yürüyoruz. Dengemizi iyi korumalıyız. Kastımız hep sevap işlemek, Allah’ın rızasını kazanmak olmalıdır. Kendimizden hiçbir zaman emin olmamalıyız. En büyük mü’min olan şeytan, basit bir kibirlilik üzerinden en melun biri oldu. Buna karşılık Ömer gibi azılı bir kâfir büyük Müslüman oldu. Her an elimizden geldiği kadar sevap tarafımıza birşeyler eklemeye çalışmalıyız. Geçmiş veya gelecek günahlarımız bizi ateşe götürebilir.
Bunun gibi hiçbir zaman günahlarımız çoktur diye ümitsiz hâle gelmemeliyiz. Sigara içmeyen bir sigara içmediği için sevap almaz. Çünkü bir sabır göstermiş değildir. Ama sigara içen sigarayı bıraksa sevap işlemiş olur. Onun sabrını gösterdiği için o zamana kadar içtiği sigaranın günahından daha çok sevap işler ve sevabın tarafını artırmış olabilir.
يوم Yevm, çağ demektir. Yevm, zaman zaman taşan büyük nehrin adıdır. Devirlere yevm denmiştir. Sonraları 24 saate yevm denmiştir. Bazan da sadece gündüz için gecenin karşılığı da yevm kullanılmaktadır. Buradaki yevm ise öldükten sonraki yevmdir. Yani âhirettir. Kâinat bundan on milyar yıl önce yaratıldı. Genişledi, büyüdü, bugünkü olgun döneme girdi. Daha on milyar yıl kadar daha yaşayabilir. Ancak sonra hiç olmazsa galaksiler bozulup kara delikte toplanacaktır. Sonra o kara delik yeniden patlayarak büyümeye başlayacaktır. İşte o gün âhiret günü olacaktır. Kâinatta evrim vardır. Basit ileriye doğru gidilir. Yeniliğin yapılabilmesi için eskisinin ölmesi gerekmektedir. İnsan bunun için ölür. Medeniyetler bunun için ölür. Kıyamet de bunun için olacaktır. Bu dünya hayatından daha ileri bir hayat oluşacaktır. Bu dünya fena dünyasıdır. Her gün ölüme doğru gidilmektedir. Biz de ölüme gidiyoruz. Oysa o dünyada ölüm yoktur. Fizikçilerin tabiri ile entropi büyümesi yoktur. Belki entropi dalgalanması olacaktır. İşte Allah hesabı o gün soracaktır. Yani cezalar o zaman infaz edilecektir.
ئذ İzin, bir kelimenin hazfidir. Yevm ile de âhiret kastedilmektedir. Burada “âhiret” kelimesi yerine “izin” kelimesinin kullanılması o günü yüceltmek içindir. “Vezn” ise âhiret gününde haktır demek daha beliğdir. O günü daha şumullü olarak düşünmeyi sağlıyor.
الحق El Hakk. Hakk, kova demektir. Onunla hayvanlar arasında veya insanlar arasında paylar bölüşülür, paylara hak denir. Hakkın bölüşülmesinde açıklık esastır. Hukuk düzeni demek açıklık düzeni demektir. Kapalı ve gizli bir şeyin olmadığı düzen demektir. Karşısı bâtıl düzendir. Bâtıl düzen bâtın düzen demektir. Yani kapalı, gizli, halkın denetiminden saklı düzen demektir. Âhirette her şey apaçıktır. İşlenmiş fiillerin değerlendirilmesi ve onların karşılaştırılması açıktır. Bu “hakk” kelimesi dünyadaki adaletin de benzer şekilde olması gerektiğini bildirmektedir. Yani iyilikler ve kötülükler değerlendirilmeli, puanlanmalı, sonunda hüküm ona göre verilmelidir. Bu değerlenme ve muhakeme herkesin gözü önünde açık olmalıdır. Kamu denetimi olmalıdır. Bunun içindir ki yargı birimi kabile içinde oluşturulur. Birbirini tanıyan ve bilen insanlar davacıdır, davalıdır, tanıktır, hakemdir. Böyle olan bir düzende adalet olur. Yoksa sosyal denetimin olmadığı bir yargılama sisteminde adalet olsa da kimse inanmaz. Allah bile adaleti açıklıkla teyit ediyor. Kendi adaletine bile ancak âhirette açıklığı ilke yapıyor.
Eşyaların objektif değerlerle fiyatlandırılmasın, ücretlerin objektif değerlerle fiyatlandırılmasını, bu âyetteki “Vezn” kelimesi ile istidlâl ediyoruz. Hakk kelimesi ile açıklık ilkesini benimsiyoruz. Gizli fiyatlar ve gizli ücretler meşru değildir. Allah mü’minlere doğruları ilham eder. Sonra siz Kur’an’ı okudukça ve onu yorumladıkça o ilhamın doğruluğunu görürsünüz. Bazen hata edersiniz. O zaman da Kur’an onu size hatırlatır ve düzeltirsiniz. Biz açıklık ülkesini yıllardır Allah’ın emridir diye uyguluyoruz. Ancak bu ilkenin bu âyetle ilişkisini burada yeniden öğreniyoruz.
ف Fa: Buradaki “Fa” tafsil “Fa”sıdır. Yani vezn, yani tartı yapılmaktadır. Ama neye yaramaktadır? İşte onu bundan sonraki iki âyet açıklamaktadır. Âhirette insanların ikiye ayrılacağını bildirmektedir. Her iki grubu ayrı ayrı “Men” ile ifade etmektedir. Kimin tartısı ağır gelirse kurtulacak, kimin tartısı hafif gelirse helâk olacak denmektedir. Tartıdan maksat günah ve sevap toplamı demektir. Günah ve sevabın ölçülür hâle getirilmesi, her şeyin ilmileştirilmesi gerektiğini ifade etmektedir. İlimlerde ilerleme ölçme ile yapılmıştır. Mesela, sıcaklık - soğukluk eskiden ölçülemiyordu. Bugün ise termometre ile çok sağlıklı bir şekilde ölçebiliyoruz. Oysa hâlâ tatlılık derecesini ölçemiyoruz. Tuzluluk derecesini ölçemiyoruz. Paranın bulunması ile fiyat ve ücret ölçülebilmektedir.
من Men: İsm-i mevsuldür. Kim anlamındadır. “Ellezin”eden farkı, ellezine hem eşya hem insan için kullanılır. Men yalnız insan gibi akıl sahipleri için kullanılır. “Ellezine”de hem fiil hem fail bellidir. “Men”de ise fiil bellidir. Fail belli değildir. Yani sevap ve günahın değerlendirilmesi objektif kurallarla olacaktır. Bu dünyada da fiyat ve ücretleri bizim objektif kurallarla tesbit etmemiz gerekir. Mesela, ambardaki stok seviyesi objektif kuraldır. Orta değer bulma objektif kuraldır. Sıralama objektif kuraldır. Yaşa göre, tahsile göre, imtihanlara göre, başarılara göre ücret biçme de objektif kurallara bağlanmalıdır.
ثقلت Sıkl, ağırlık demektir. Terzide kefenin karşı tarafına konan taş demektir. O taşı tartan şeye mevazin denmektedir. Bu âyette sevap tarafını asıl tartılacak şey kabul ediyor, günah tarafını ise tartacak taş kabul ediyor. Bunun anlamı nedir? Bunu şu şekilde açıklayabiliriz.
İnsan borçlu olarak doğar. Anne rahmine düştükten sonra önce anne-babası, sonra doğduktan sonra da tüm çevre onun büyümesi için çalışır. Kişi yaratılmakla borçlu durumdadır. 15 yaşına gelmezse borcu silinir. Ama 15 yaşına geldikten sonra borcunu ödemekle yükümlü hâle gelir. Gücü yettiğinde onun terazisinde artık borç yazılmaya başlar. Yani harcadığı miktarla borçlandırılmaz. Gücü yettiği nisbette borçlandırılır. Demek ki insan sadece günah işlemekle borçlanmaz. Zaten doğuştan beri harcadığı imkânlar nisbetinde borçludur. Ama gücü yetmediği için borç hanesine yazılmaz. Gücü yetenin borç hanesine yazılır. Dolayısıyla terazi hep aleyhedir. İnsan ancak amel-i sâlih işlemekle terazisini kendi tarafına tarttırır. Yani sevap tarafı galip gelir. Bu sevaplar için Kur’an birtakım kurallar getirmiştir.
- Namaz: Vaktin değerlendirilmesidir. Öğrenme, diğer insanlarla buluşma, ondan sonra da ona göre amel-i sâlih işlemek.
- Zekât: Malların değerlendirilmesidir. Çalışıp kazanma, kamunun payını vererek ekonomik hareketleri sağlamak.
- Oruç: Bedeni kötü isteklerden ve alışkanlıklardan korumak.
- Hac: Birlikte seyahat ederek tüm insanlık camiası arasında birliği sağlamak.
- Cihat: İyi olmak yetmez, diğer insanların da iyi olmaları için çalışmaktır. Bunun için önce öğrenmek, sonra uygulamak, sonra öğretmek, sonra da dâvet etmek gerekir. Bununla beraber, eğer hâlâ kötülüklerde ısrar ediyorlarsa onlardan ayrılıp uzaklaşmak, peşini bırakmıyorlarsa savaşma. İşte cihat budur.
Bu ara evlenip çocukları yetiştirme bizim borç ödememiz için temel ilkedir.
Şimdi bu âyetteki “sekulet” kelimesi bize şunu öğretiyor ki, boş vaktimiz yoktur. Gücümüzün yettiği kadar çalışıp Allah’a olan borcumuzu ödemeliyiz. Sevap kefemizi ağır bastırmalıyız.
موازينه Mevazinuhu, mizanın çoğuludur. Yahut mevzunun çoğuludur. Ağırlıkları veya terazileri denmiş olur. İster ağırlık olsun ister terazisi denmiş olsun, ister mastar olarak tartılar densin çoğul kullanılmıştır. Yoksa “Hu” zamiri tekildir. Burada şu kural bilinmelidir. “Men” tekil ve çoğul için kullanılır. Ona giden zamir de tekil olduğu halde çoğul anlamını taşır. Yani burada “Hu” “Hüm” anlamındadır. Yani herkesin kendi terazisi vardır ve bu terazisi kendisi için işleyecektir. Yani sorumluluk şahsidir. Bununla beraber, amel-i sâlih teker teker işlenmez. Birimizin yaptığı diğerleri ile uyum içinde olmalıdır. İşbölümü ve uyumlu işler yapmalıyız. O halde kefeye konan şeyler topluluğa aittir. Üretim kollektiftir. Sadece kasıtlar kişiseldir. O halde bu tartıda her iki tarafın katkısı vardır. Onun için zamir tekildir, ama mizan çoğuldur. Bundan sonra gelen “Ulaike hümül müflihûn” ifadesi de bunu teyit eder. Sorumluluk her ne kadar şahsi ise de, iş kollektiftir. Topluluk içinde şahsi sorumluluk. Bu sebepledir ki herkes cihat yapmakla da yükümlüdür. Yani yalnız kendi işini doğru yapmakla değil, diğer insanların da doğru yapması ile sağlanacaktır.
Bunu şöyle açıklayalım. İnsan kendisi temiz olmalıdır. Ama çevre pis ise kendisi temiz olamaz. O halde çevrenin de temizliği ile meşgul olmalıdır. Dikta rejimler insanları bir uslu köpek gibi kendilerine itaat ettirip insanları müteşebbis yapmak, aktif yapmak istemezler. Onun için onların lugatlarında cihat savaş anlamındadır ve suçtur. Oysa en büyük orduları da onlar beslerler. Oysa cihat savaş değildir. Cihat insanların iyi olmaları için dâvettir, tebliğdir, uyarıdır. Savaş sadece müdafaa sadedinde cihattır. Savaş karşıdakileri yok etmeyi hedefler, oysa cihat karşıdakileri iyileştirmeyi hedefler.
ف Fa harf-i burada cevabiyedir. “Men” şart kelimesinin cevabıdır. Hükmün tamimi için gelir. Bütün sevabı ağır gelenlerin kurtulmuş olduğunu ifade eder.
أولئك Ulaike’deki “Ke” sen anlamındadır. Kur’an’ın muhatabını belirler. Kur’an herkese ayrı ayrı hitap eder. Herkes Kur’an’ı kendisi okuyup anlamak zorundadır. Kendisi için kendisi içtihat yapmakla yükümlüdür. Onun için hitapları “Ke” olarak tek kimselere yapmaktadır. Arapçada işte sana, işte size bunu gösteriyorum anlamında işaret zamirlerinin sonunda muhatap zamirleri eklenir. Burada “Ülaike” çoğul olarak kullanılmıştır. Yani “Mevazinuhu”daki tekil zamiri burada çoğul işaret zamiri ile işaretlenmiştir. Böylece üretimin kollektif olduğu, sorumluluğun ise şahsi olduğu belirtilmiş olmaktadır.
المفلحون El Müflihun: Fellah, çiftçi demektir. Yani tarlasını ekip biçen kimseler demektir. Göçebe dönemlerinde hayat güvensizdi. Ne zaman yiyecek temin edileceği bilinmezdi. Oysa tarım dönemine geçince artık mahsul alındı. Yiyecek depolandı. Böylece hayat güven içine girdi. Diğer taraftan artık uzmanlar ortaya çıktı, konfor arttı. Felah kelimesi refah anlamında kullanılmaya başlandı. Demek ki, felah dediğimiz zaman, bir taraftan sosyal güvenceye alınmış bir hayat, diğer taraftan da konforlu hayat demektir. Adil Düzen bunu istihdaf eder. Bir taraftan insanların daha üst seviyede hayat için çalışacak yarışmalı düzen kurmak, diğer taraftan herkesin sosyal güvenliğini sağlamak, kimseyi aç veya hasta bırakmamak. Cennet hayatı da böyledir. Herkesin ihtiyaçları giderilmiştir. Hastalık yoktur. Ama cennette daha üst hayata varmak için de herkes zevkle çalışmaktadır.
و Va, burada “Men Haffet” sözünü “Men Sekulet” sözüne bağlamaktadır. İki grubu birbirinden ayırıyor. Bunlar dünyada beraber yaşıyordu. Âhirette ise ayrılacaklardır. Bu sebeple hem yakınlıkları var, hem ayrılıkları var.
خف Haff, yenilik demektir. Aslında set, dik duran ayakkabı demektir. Eski mestler için söylenmiştir. Çizme, hatta giydiğimiz ayakkabılar “Huff”dur. Su girmeyen ayakkabı. Görünüşü ağır, ama içi boş olduğu için hafif olan. Suda yüzen anlamından yenilik için kullanılmıştır. Terazinin bir sevap tarafının yukarıya çıkması anlamında kullanılmıştır. Yani insanın görevli olması ve bu görevleri yerine getirmemesi sebebiyle zaten tartmış bulunan borç tarafı sevap işlenerek bastırılmamış olarak hâlâ yukarıda duruyorsa, hâlâ kefe boşsa, onun felaha ermediğini ifade etmektedir.
موازينه Mevazinuhu kelimesi aynen yukarıdaki gibi aynı kalıptadır. Yani “Ma”ya giden zamir tekil ama ifade ettiği kimseler çoğuldur. Mevazin de çoğuldur. Üretim ortaktır. Sorumluluk şahsidir.
فأولئك Fe Ülaike de yine iyi işleyenler gibi işaret zamiridir. Öbür gruba işaret etmektedir.
الذين خسروا أنفسهم Ellezine Hasıru Enfusehüm’deki “Ellezi” ise “El Muflihun”dan farklıdır. Orada felaha erenler marife, felah nekire idi. Burada ise hem hüsrana uğrayanlar marife hem de hüsran marifedir. Bu da cezadaki kanunilik ilkesini ifade eder. İyilikler sayılmamıştır. Baştan bilinmemektedir. İnsan yeni bir iyilik keşfeder, onu işler, sevap alır. Oysa kötülükler bellidir. O kötülükleri işleyenler cezalandırılır. “Kanunsuz suç olmaz, kanunsuz ceza olmaz.” ilkesi âhirette de geçerlidir. Onun için burada “Hasiru” kelimesi ism-i mevsul ile getirilmiştir. Enfusehüm denmiş ve herkesin kendi kendisini perişan ettiği ifade edilmiştir. Burada da başka bir kural ortaya çıkmaktadır. Üretim kollektif olduğu için refah kollektiftir. Birlikte çalışanlar başarıya ulaşırlar. Kötülükte ise insan hicret ederek kendisini kurtarabilir. Kötüler arasında kalıp devam etmekle her zaman kurtulabilir. Bu sebeple âhirette kötülüğe mazeret çevre olamaz. Eğer bir memlekette kötülükten daha çok iyilik işleyebilirsen orada kal ve sevabını artır, bunu yapamıyorsan hicret et. Bu sebepledir ki, bizim bu toplulukta yapmak zorunda kaldığımız kötülükleri dengelemek için daha çok çalışmamız ve cihat yapmamız gerekir. Bunu yapmayacaksak hicret etmemiz gerekir.
خسر Hasr, yıkıntı demektir. Hasır kelimesi de buradan gelir. Kendi kendilerini perişan etmek demektir. Kişinin kendisini hüsrana uğratması ne demektir? Allah insanı borçlu yaratmıştır. Bu Asr Sûresi’nde açıkça ifade edilmektedir. Kim borçlu ve alacaklı olur? Kişiliği olan borçlu ve alacaklı olur. Deve borçlu ve alacaklı olmaz. İşte insanın şerefini yükseltmek için onu yaratmış ama onu borçlu kılmıştır. Haydi çalış ve borcunu öde demiştir. Çalışıp borcunu ödeyen kişi şerefli kişi olmuştur. Artık onun başkalarına minnet borcu yoktur. Allah onu cennetine alıp bu şerefini daha üstün bir şekilde şereflendirmiştir. Borcunu ödemek için çalışmayan insan ise ödeyenlerden farklı olsun diye cehenneme gönderilmektedir. Orada borçlu olan kimseler yer alır. Orada da çalışıp ödeme imkanı sağlanmış olabilir. İşte kendi kendini hüsrana uğratmak demek, borçlu doğan insanın borcunu ödemeye çalışmasıdır. Kendisine vâdedilen yüksek hayat yerine alçak hayatı benimsemesidir. Yerlere serilip ayaklar altında ezilmesidir.
ب Bi, sebebiyle anlamındadır. Çünkü diyor Allah, onlar bizim âyetlerimize zulmettiler. Yani kendilerine inzal olunanları değerlendirmediler. Burada yine çok önemli bir ifade kullanılmaktadır. Âyetlerimizle zulmettiler diyor. Yani haktan görünüp bâtılı işliyorlardı. Âyetlerimizi başka türlü değerlendiriyorlardı. Bu “Bi” şunu gösteriyor ki, Allah’ın âyetleri kendilerine ulaşmamışsa onların bir sorumluluğu yoktur. Bu sebepledir ki, iman dört kaynakla elde edilir.
- İnsan aklı gördükleri ve yaşadıkları hayatta Allah’ın âyetlerini görür, onları değerlendirir ve bulabildiği kadar doğru işler yapar. Bunlar hiçbir peygambere ve kitaba inanmadığı halde cennete gider.
- Peygamberlerden herhangi birinin mucizesini görür, onun Allah’ın elçisi olduğuna inanır, onun getirdiği kitaba göre amel eder. Bu da Kur’an’a ve bilmediği için diğer peygamberlere inanmasa da cennete gider.
- Son peygambere ve onun getirdiği Kur’an’a inanır. Peygamberin mucizesine haberlerine göre inanır. Kur’an’ı velilerin anladığı şekilde anlar ve inanır. Bunlar da cennete giderler.
- Kur’an’ın Allah sözü olduğuna müsbet ilimlerin miyarları içinde ispat eder, inanır ve onu ilim ile yorumlayıp anlar. Bunlara ehl-i sünnet ve icma mezhebinde olanlar denmektedir. Bunlar da cennete gider.
Çünkü bunların hiçbirisi Allah’a âyetleri ile zulmetmediler. Allah’ın âyetlerine kim zulmetti? Bütün bu dört kaynak kendilerine geldiği halde, bundan yararlanmadılar. Bunlara gerekli yeri vermediler. İşte onlar hüsrana uğrayacaklardır. Mü’minin görevidir her şeyi araştırıp bulmak, sonra da bulduklarına göre amel etmek. Bizim de görevimizdir, Kur’an’ı tüm insanlığa ulaştırmak. Yoksa bize gelen âyetlere zulmetmiş oluruz.
ما Ma, ism-i mevsuldür. Sılada zamirin olması gerekir. Burada zamirin yerine kendisi geçmiştir. “A’tini bima darabte biyedike.” “Elinle dövdüğünü bana ver.” Demektir. “A’tini bima darbte bihi, darabte biyedik.” anlamındadır. “Bima kanu yezlimune bihi, hayatına yezlimun.” anlamındadır. Yani burada “Yezlimune Bihi” kelimeleri hazf olmuştur.
Âyetlerle zulmetmek, üzerinde hassasiyetle durmamız gerekmektedir. Ortaçağ Avrupa Hıristiyanlık mezalimi, O’nun âyetleri ile zulmetmeleridir. Din uğrunda yapılan her türlü zulümler, O’nun âyetleri ile zulümdür. Müsbet ilim de Allah’ın âyetleridir. Müsbet ilim adına yapılan zulüm de onun âyetleri ile zulümdür. Bu âyet bizi çok önemli bir noktaya çekmektedir. İnsanlar baskı ile veya çıkar sebebiyle bir şeyi benimserlerse onu istismar ederler ve kendi çıkarları için bozarlar. Zorla Atatürkçülük yaptırılmaktadır. Ama böyle yapmakla aslında İslâmî olan Mustafa Kemal’in;
Hakimiyet-i Milliye,
Kuvva-yı Milliye,
Vahdet-i Kuvva,
Müsbet İlim ilkeleri ayaklar altına alınıyor. Mustafa Kemal içki, fuhuş, rüşvet, hırsızlık gibi kötülüklerin yaygınlaştırılması için araç olarak kullanılıyor. Allah’ın âyetlerini de insanlar böyle yapıyor. İşte cehennem bunlar için vardır.
“Yevme izin” kelimesi ile bütün bunlar âhiret için söylenmiştir. Ama bunların kısmen de olsa dünyada tezahür etmeyeceğine işaret yoktur. Kendilerini hüsrana uğratma bu dünyada helâk etmek şeklinde anlaşılabileceği gibi; iflah etme de helâktan kurtulma anlamında olabilir. Bu takdirde bu sûredeki geçmiş âyetlerin hepsi hep dünyevi olaylardan bahsetmiş olabilir. Hepsi de âhiret için olabilir. Biz ilk âyetleri dünyevi için, bu âyetleri de uhrevi olarak seçtik. Her üçü de doğrudur.
و لقد مكناكم فى الأرض و جعلنا لكم فيها معايش قليلا ما تشكرون (7/10)
و لقد خلقناكم ثم صورناكم ثم قلنا للملائكة اسجدوا لأدم فسجدوا إلا إبليس لم يكن من الساجدين (7/11)
و لقد Va La QaD: Dillerin üretilmesi vardır, kullanılması vardır, anlamı vardır, kavranması vardır. Üretilmesi toplulukça yapılır. Yani, o dili bilen herkes onu o mânâsıyla anlar. Herhangi mânâyı kasdetmeden de o kelime veya kural onu ifade eder. Buna lugat mânâsı denir. Yani, bir şeyi söylemek isteyen o kelimeyi o mânâda söyler. Cümleyi söylediğiniz zaman siz o malzemeyi kullanıp bir şey üretmiş olursunuz. Diyelim ki, patatesi, suyu, yağı, tuzu birleştirip pişirdiniz, yemek oldu. Bu sizin yaptığınız yemektir. Ama bu çorba sizin tam istediğiniz gibi olmayabilir. Patatesin sizin bilmediğiniz bir özelliği olabilir. Suyun içinde sizin bilmediğiniz, hatta istemediğiniz özellik olabilir. Tuz fazla gelebilir. Sonra da o patatesi yiyen onu kaşıkla yer, elle yer, ekmekle yer, sıcak yer, soğuk yer. Onun için de farklı durum vardır.
Kur’an’ın dili Arapçadır. Ancak Allah Araplara dili öğretirken, Kur’an’ın indireceği şekline göre öğretti. O halde Kur’an dilinin vâzıı da bizzat Allah’tır. Bu vâzıın bir kısmını Kur’an’dan önce yapmıştır. Bir kısmını da Kur’an’ın içinde yapmıştır. Kur’an’ın delâlet ettiği mânâ da Allah tarafından en küçük teferruatı ile bilinmektedir. Sadece anlama insanlara bırakılmıştır. Onu Allah mü’minlere ilham etmekte ve bizim anlamız onun ilmi içinde olmaktadır. İçtihat yaptığımızda gelen ilhamlar hatalı olabilir. Ama icma ile gelen ilhamlar vahiy gibidir, hata ihtimali yok kabul edilir. İşte Kur’an’a inanmak demek, bu özelliklere inanmak demektir. Kur’an’dan başka hiçbir kitapta bu özellikleri bulamayız.
Va La QaD ifadesi Kur’an’da kullanılmaktadır. Bunun tam mânâsını verebilmemiz için bütün Va La QaD geçen âyetleri sıralayıp üzerinde düşünmemiz ve bir karara varmamız gerekir. Kur’an bu şekliyle ele alınıp her bin yılda bir yeniden mânâlandırılmalı ve kurallar ortaya çıkarılmalıdır. Bunu bir kimsenin yapması mümkün değildir. Birlikte çalışmalıyız. Bu birlikteliği sağlamak için bir ortaklık kurmalı ve oradan gelen gelirlerle çalışanları finanse etmeliyiz. Akevler Kooperatifleri bu amaçla kuruluyor. Allah duamızı kabul ederse, ileride elde edeceğimiz imkanlarla buna imkan veririz. Şimdi biz bizim anladığımız şekliyle sadece usûl olsun diye işaret ediyoruz. Allah’a hamd ederim ki, önce ben Kur’an’ı anladıktan sonra eski tefsirleri okurum Büyük çoğunluğu onlarla aynı şekilde anlamış olurum. Bu da Allah’ın onlara da bize de bu mânâları kendisinin bildirmekte olduğuna delildir. Farklı olanlar tartışılmalıdır.
مكناكم “Mekkenâküm”daki “küm”, “Kalîlen mâ teşkürûn”daki “Kalîlan mâ” ifadeleri buradaki atfın “İttebiû”ya ait olduğuna işaret ediyor. İnşa cümlesi ile haber cümlesi arasındaki atıf her zaman güzel olmaz, bu bakımdan bu cümle oraya atıf olsa bile, hâl cümlesi olur. “Biz sizi yeryüzüne yerleştirmiş bulunuyoruz. Size inzal olunana uyun.” anlamı verilebilir. Bu takdirde Kur’an’a uyulmadığı takdirde bu yerleşmenin olamayacağına ve helâkin olacağına işaret etmiş olur. Bizim 16 sosyal tufana işaret edip kurtuluşun yalnız Kur’an’da olduğunu ifade etmiş olmaktadır.
Atıf “Ehleknâhâ”da da olabilir. Çünkü ikisi de mâzi fiildir. Yine de hâl olma durumu vardır. Biz nice karyeleri helâk ettik. Şimdi de arza sizi yerleştirmiş bulunuyoruz. Sizin durumunuz da onların durumu gibidir. Onlar için “İz”, bizim için “KaD” kullanılıyor.
“Lâ” te’kid lâmıdır. Eski peygamberlerin geldiği kavimlere gelen kötülük ve helâkin size de geleceğini te’kid için “Lâ” getirilmiştir. Allah diyor ki; bizim kanunlarımız her asra ve her topluluğa geçerlidir. Biz her yerde hazır ve nâzırız.
“QaD” kelimesi de “İz” kelimesi gibi zaman zarfıdır. “İz Câe”, gelmişti demektir. “Qad Câe”, gelmiştir demektir. Biri geçmişte olup biteni anlatır. Qad ise hâlen sürmekte alanı anlatır. Onların başlarına be’s, sonra sual, sonra kısas, sonra helâk oldu; şimdi de siz hâlen yerleşmiş bulunuyor, aynı akıbeti bekliyorsunuz.
Mekkenâküm, sizi yerleştirdik anlamındadır. Kâne, ism-i mekân olmuş. Sonra sülâsi olmuştur. Yer deyince daha çok bizim ayak bastığımız sâha ve onun altındaki yerküre anlaşılmaktadır. Oysa mekân ise altı ve üstü hacim olarak yer anlaşılmaktadır. Burada temkin kelimesi bizim yerin altı, yerin üstü ve göklerden yararlanmakta olduğumuz ifade edilmektedir.
فى “Fî” kullanılmıştır. “Alâ” kullanılmamıştır. Çünkü yerin altı, üstü ve yukarısı da insanlar içindir. Karalar, denizler, hattâ gökler. İnsanlar güneş ve yıldızlar gibi sıcak yerlerde yaşayamazlar. Ama onun dışında sanatları sayesinde her yerde yaşayabileceklerdir. Nitekim uzay yolculuğu yapılmaya başlanmıştır.
الأرض EL-ARD: Marifeli olarak gelmektedir. Yerküresi kastedilmiş olabileceği gibi, beş vakit namaz kılan toplulukların kendi ocaklarının yerleri, Cuma namazı kılanların kendi bucaklarının yerleri de kastedilmiş olabilir. Şimdi sizi bu yerlerde yerleştirmiş bulunuyoruz.
و جعلنا لكم فيها معايش Ve Cealnâ Leküm Fîhâ Meayışe: Yaşayışınızı orada kıldık. Burada doğduk, burada büyüdük, burada yaşıyoruz. Ömrümüz burada bitecek ve burada öleceğiz. İşte buranın hakkını vermeliyiz. Buralardan yararlanabilmemiz için buranın usullerine ve kanunlarına uymalıyız. Kur’an’ın öğrettiği Adil Düzen içinde olmalıyız. Hayır, biz Kur’an’ın içinde olmayız. “Bizim aklımız var, biz lâkiz, ona göre davranırız!” diyebilirsiniz. Ne var ki, Kur’an’ın dedikleri ile sizin aklınızın dedikleri arasında fark yok. Çünkü ikisi de Allah’ındır. Ama bundan sonra anlatacağı hikâyelerde insana musallat olan şeytan vardır, nefis vardır. Onlar sizi kitaptan ve ilimden uzaklaştırıyorlar. Lâik olmanız Kur’an’a uymanıza mâni değildir. Tam tersine, lâikseniz yani putperest değilseniz, ilmin verilerine uyacaksınız. Kur’an da ilmî verileri öğretmektedir. Asıl kötülük, ilme muhalif harekettir. Şeytana uymaktır. Nefse uymaktır.
قليلا ما تشكرون Kalîlen Mâ Teşkürûn: Ne kadar az şükrediyorsunuz. Şükür kelimesi, devenin yediğini et olarak ortaya çıkarmasıdır. Yani, yediğinin hakkını vermesidir. Bir nimete şükretmek demek, o nimetten yararlanmak demektir. Gözü görmek için, kulağı işitmek için, beyni düşünmek için verdiği nimettir. Bunları yerlerinde kullanmak şükür, bunları yerlerinde kullanmamak zulümdür. Allah insana cinsi arzular vermiştir. Bununla evlenip çoluk çocuk yetiştirsinler diye cinsi arzuyu sürekli kılmıştır. Karı-koca böylece zevk içinde yaşasınlar diye vermiştir. Eğer bu arzuyu ve gücü evlilik dışı ilişkilerde harcarsınız zulüm olur. Ama evlilik içinde harcarsanız bu da şükür olur.
Allah hiçbir şeyi boş yere mânâsız yaratmamıştır. Her şeyin bir hikmeti vardır. Bir görevi vardır. Bunu biz müsbet ilimle bilebiliriz. Kur’an da bize bunları hatırlatmaktadır. İnsanın dışındaki varlıklara Allah irade vermiştir. Yani, onlar isteseler de kötülük yapmazlar. Kötülük yapabilen insan ve cindir. Bunları da ayrı ayrı kutupta yaratmıştır. Kendi iradeleri ile şükretsinler, zulmetmesinler, diyor. Kur’an bunu öğretiyor, bunu gösteriyor. İnsanları kendi isteklerine gelmelerine dâvet ediyor. Gelenlerin çok az olduğunu ve insanların kendilerine verilen nimetin çok azını değerlendirdiğini ifade ediyor.
Allah Kitap göndermiş ve onun için de bize birçok şeyleri vahyetmiştir. Ama biz onun çok azını anlıyor ve kullanıyoruz. Allah’ın verdiği nimetlerden de çok az yararlanıyoruz. Bu iki âyet mutlaka kötülük için söylenmiyor. Yani, Kur’an’ın çok az kısmını anlıyor ve yararlanıyoruz. Allah’ın meayışından da çok az yararlanıyoruz. Yani, Kur’an’ın mânâları bitmeyecektir. Yeryüzünün meayışı da bitmeyecektir. Her gün yeni mânâlar ve yeni keşifler birbirini kovalayacak, evrim devam edecektir.
“Reeytü Zeyden ve hüve yektübü ve biyedihi kalemün.” Buradaki “va” harfleri hâl harfleridir. Kendilerinden öncekilerin hallerini belirtiyorlar. “Ben Zeyd’i eline kalem almış yazıyor iken gördüm.” Deyince, kalem yazmaktan ve yazmak ise görmekten öncedir. Ama ifadede sonra gelmektedir.
Birinci “Ve Le Kad” daha önceki “İttebiû”daki “Küm”ün hâli idi. İkinci “Ve Le Kad” da “Cealnaküm”deki “Küm”ün hâlidir. Âyetler hâl olduğu için zamanda sonra gelen önce zikredilmiştir. Bu sebeple bu yaradılış meayışdan sonra zikredilmiştir. Tehirin başka sebebi de, bundan sonra gelen âyetlerle burada özet olarak verdiği bilgiyi açıklamaktadır. Açıklamayı hâl cümlesinin devamı içinde yapmıştır. Üzerinde duracaksanız, onu sınıflamada en sonuna koyarsınız. Allah da burada öyle yapmıştır. Bu sebepledir ki Gayın harfi ile ayrılmıştır.
Bu âyetin mânâsını yorumlayabilmemiz için Kâinatın yaradılışı ile bugünkü ilmin vardığı sonuç şudur:
- Allah bundan on milyar yıl önce bir nokta kadar olan ama bütün Kâinatın maddesini içeren Kâinatı patlatmıştır. İlk patlamada bütün zerreler azami hız almışlardır. Işık hızına ulaşmışlardır ve hâlâ da o hızla Kâinat gelişmektedir. Kâinat ışık parçacıklardan oluşmuştur. Dört çeşit çekim özellikleri vardır. O özellikler öyle seçilmiştir ki bugünkü istenen Kâinat belli kanunla oluşmuştur. Yani, matematik onları çözebilmektedir. Bu dört kuvveti yönetme sabnteşlr vardır. Işık hızı, tesir parçası, elektron kütlesi ve yükü.
- Bunun yanında sonraları bundan iki-üç milyar yıl önce ilk canlıyı yarattı. İlk canlıda insan dahil bütün canlıların kıyamete kadar olacak özellikler mevcuttu. Ancak onlar sadece proje olarak vardı. Uygulama olarak yoktu. Proje uygulandıkça canlılar âlemi oluşmaktadır. İnsanın ilk döllendiği hücrede de bütün insan ömrü boyunca taşıyacağı özellikler vardır, ama bu özellikler zamanla ortaya çıkar. Canlılar âlemi için de durum budur. İlk canlıda insan vardır, yaratılmıştır. Ancak sonraları insan ortaya çıkmıştır.
- Yeni canlı türleri nerede oluşmaktadır? Kur’an bunun bir bahçede oluşturulduğunu ifade etmektedir. Tabii ki kara hayvanlar için bu söylenir. Kur’an’ın ifadesine göre bütün Kâinatta ilk canlı bir yerde vardı. Yeryüzüne yayıldı. Bu teoriyi bugünkü ilimler teyit etmektedir. Bunları şöyle sıralayabiliriz.
- Canlılar ancak yeryüzü şartlarında olan gezegenlerde üreyebilirler. Trilyonlarca yıldızlar vardır. Onlarda da gezegenler vardır. Bugünkü ilim bunları kanıtlamıştır. Hayatın olmaması için bir makul sebep bulunamaz.
- Canlıların hepsinde aynı DNA dili vardır. O halde bütün canlılar aynı hücrenin bölünmesinden oluşmuşlardır.
- Canlıların yaratılışı zorunlu değildir, ama en mükemmeldir. O halde başka gezegenlerde hayat olsa ancak buradaki hayat olabilir.
- Yeryüzünde canlılar istenen sıra ile evrimleşmişlerdir. Ancak geçiş nesilleri yoktur. Yani, aniden eski nesil yok oluyor yahut yeni nesil var oluyor.
4- Bütün bunların rastlantılarla olması imkânsız olduğuna göre, bunu yapan varlık her şeyi yapabilir. Burada önemli olan atomların özelliklerinin de bu canlıları var edecek şekilde yaratılmış olması, sonra canlı hücrenin bu atomları kullanarak oluşturulmuş olmasıdır. Bu kadar büyük projeyi hazırlayan ve bu projeyi uygulanır hâle getiren kimse için herhangi bir zorluk sözkonusu değildir.
Şimdi bu âyetleri anlayabilmemiz için insanın var olmasını üç grupta değerlendireceğiz:
- Canlıyı yaratırken insanın bütün genlerini oraya koydu ve insanın varolması şartları oluşuncaya kadar bekletti.
- Sonra insanı gökte bunun için ayarladığı bir gezegende türleri üretti. Seralardaki fideleri ürettiğimiz gibi üretti. Orada insanı meydana getirdi.
- Meleklerden birine dünyaya göndereceği kimseye emrine girmelerini emretti. Onlar da kabul ettiler. Şeytan etmedi.
- Ondan sonra Adem orada kalamayacak şekilde bir mutasyona uğradı. Bu mütasyon yediği bir ağacın meyvesi sebebiyle oldu. Şeytanla beraber dünyaya getirildiler. İşte şimdi biz burada yaşıyoruz.
Kur’an’ın bu anlattıklarında ilme aykırı bir şey yoktur. Bir kısmı bugünkü ilim tarafından doğrulanmıştır. Bir kısmı müsbet ilimce doğrulanmış değildir. Ama Kur’an’ın âyetlerinden bu mânâları çıkarırız. İleride zaman zaman da doğrulanacaktır.
خلقناكم Halaknküm.: Biz sizi halk ettik derken, ilk canlı yaratılırken o canlının genlerinde yerleştirilen insan genlerinden bahsetmektedir. Çünkü halk demek, elbise biçmek demektir. Yani, bil kuvve, potansiyel olarak insan ilk canlının geninden yaratıldı.
Sonra size sûret verdik deniliyor. Bu genler aktif hâle geldiler ve insanı oluşturdular. Milyonlarca yıl sonra olduğu için burada “sonra” denmektedir. Çünkü milyarlarca yıl sadece hücreden hücreye proje intikal etti. Uygulaması çok sonra gerçekleşti.
Sonra meleklere dedik, deniyor. Adem’den evvel Adem’in babaları vardı. Onlar da insandı. Ama onlar yeryüzünde değil gökte yaşıyorlardı. Cennette yaşıyorlardı. Mutasyonsuz insanlardı. Tüylü idiler. Buradaki “Sümme” bunu ifade etmektedir.
Yeryüzünün şartları insanı alacak şekle gelince Allah Adem denen insana ve eşine onu yetiştirmeleri ve hizmet etmeleri için melekleri görevlendirdi. Yetişmeden önce ağaca yaklaşmamasını emretti. Onlar günü gelmeden meyveden yediler ve çileli bir şekilde apar topar dünyaya geldiler.
Bundan sonraki olayları Kur’an’dan takip edelim.
قلنا Kulnâ: Burada Allah’ın “emerna” demeyip “kulnâ” demiş olması ile emir sığasının vücup ifade ettiğini, emrolunan şeyleri yerine getirmeyenlerin cezalandırılacağını ifade etmektedir. Allah hükümleri beş grupta toplamıştır:
- Emr olunanları yerine getirenler sevap alırlar, yerine getirmeyenler ise günah kazanırlar. Yani, yapınca sevap defterine yazılır, yapmayınca günah defterine yazılır. Bunlar farzlardır.
- Sünnetler ise yapılırsa sevap defterine yazılır, yapılmazsa günah defterine bir şey yazılmaz.
- Mübahlar ise yapılıp yapılmaması eşittir. Ne sevap ne de günah tarafına bir şey yazılır.
- Mekruhlar yapılmazsa bir şey yazılmaz. Yapılırsa günah tarafına da bir şey yazılmaz. Yalnız yapılacak sevapların değerleri düşer. Yani, farz ve sünnetlerin derecelerini azaltır. Rütbe almalarına mâni olur.
- Haram ise yapılmadığında bir sevap yoktur. Ama yapılırsa günahı vardır. Günah tarafına ceza eklenir.
İşte, “kulnâ” demekle emir sığasının vücubu farzlığını ifade ettiğini burada anlatmaktadır.
للملائكة Melâike, meleklerin çoğuludur. Bugün matematikten biliyoruz ki zâhir âlem vardır, bâtın âlem vardır. Zâhir âlemde ya güneşte olduğu gibi sıcak âlem var veya yerde olduğu soğuk âlem vardır. İnsan soğuk âlemin zâhirinde, cin zâhir âlemin sıcağında, melek bâtın âlemin sıcağında, ruh da bâtın âlemin soğuğunda yaşarlar. Bütün bunların hepsi u*v=c*c formülü ile birbirine bağlıdırlar. Hepsinde E=h*n formülü geçerlidir. Yani, bunlarda geçerli olan matematik tektir.
Hepsinin DNA zincirindeki bağları farklıdır. Ama bu zincirdeki sıralar, yani programlar aynıdır. Siz evi ister tahtadan, ister tuğladan, ister çimentodan, ister taştan yaparsınız. Ama evin şekli aynı olur. İşte melek, cin, insan ve ruhun malzemeleri farklı ama yapıları benzerdir. Bunlar arasında ışıktan büyük veya ışıktan küçük hızlarda olan dalgalar arasında haberleşme mümkündür. Nitekim biz ruhumuzla irtibat halindeyiz. Başka bir ifade ile bunlarda her iki taraf mevcuttur. Zâhir ve bâtın tarafı vardır. Yalnız komuta bir taraftan yapılmaktadır. Manivelanın iki ucunu düşünün. Kolun birisi uzun, birisi kısa olsun. Siz uzun tarafını hareket ettirirseniz kısa tarafı kendiliğinden hareket eder. Kısa tarafından hareket ettirirseniz uzun tarafı kendiliğinden hareket eder. Ruh, melek, cin ve insan bir tarafından birinde bulunmaktadır. Aynı şeyi değişik taraftan kullanmaktadırlar. Küre yüzeyinin dışında olabilirsiniz, içinde olabilirsiniz. Biri bâtın, diğeri zahirdir.
Biz ağaçları görüyoruz, ama ağaçlar bizi görmüyorlar. Cin ve melekeler bizi görürler, biz onları göremeyiz. Allah cinlerden şeytanı ve meleklerden bir kısmını insana hizmet etmek üzere görevli kılmıştır. İkisi yanlarımızda dolaşır ve devamlı olarak bize ilham ederler. Melekler iyi yol gösterirler, şeytan da kötü yol gösterir. Bir canlı olarak cinsi arzu duyunca melek evlenmeye, şeytan ise zinaya çağırır.
اسجدوا Secde: Yüzükoyun yer kapanmış hâlidir. “O secdededir.” dediğimiz zaman, alnını yere koymuş anlamındadır. İlk insandan beri bu hareket saygıyı ifade eder. Rüku, eğilmiş hâlidir. Bu itaati ifade eder. İtaat demek, meşru bir harekette bir başkası ile beraber hareket etmek demektir. İnsana rüku etmek günahtır. Secde ise küfürdür. Çünkü secdede mutlak itaat vardır. İtaat ettiğin kimse hüküm koyan değildir. Secde ettiğin kimse kendisini tanrı yerine koyan kimsedir. El öpmek ise mekruhtur. Ancak öpmede de eğilmek gerekir. Ayağa kalkmak da iyi karşılanmaz. Sadece yer vermek sünnettir. Ama kim önce gelirse önde o oturur. Allah insanlara ibadet etmeyi yasaklamıştır. Bunların hepsinde derece derce şirk vardır. Kabile döneminde askeri disiplin içinde oluşmuş bu örf günümüze kadar gelmiştir. Bununla beraber bir toplulukta bir derecelenme zarureti vardır. İnsanlar kişilerin etrafında toplanacaklardır.
Burada Allah, “Adem’e secde edin.” demektedir. İnsanlar için haram olan bir ibadet konusunda, nasıl oluyor da Adem’e secde edin denmiş oluyor. Ayrıca Yusuf Sûresi’nde de “Kardeşler Yusuf’a secde ettiler.” deniyor. Kur’an’da, “Ay ve Güneşe secde etmeyin.” deniyor. Ancak, Allah’tan başkasına secde etmeyin, denmiyor. O halde bir taraftan secde ibadettir. Başkasına ibadet etmek küfür mertebesinde günahtır. Diğer taraftan bu âyetler secdeyi Allah’tan başkası için de meşru kılmaktadır. Bunun tefriki ise Allah emrettiği için birine secde etmek, O’nun dediklerini yapmak meşru, hattâ me’murun bihdir. Ama onu Allah kabul ederek secde etmek ise küfürdür. Askerlikte komutana mutlak itaat şeklindedir, Allah’ın emri. Bu sebeple, komutan kötü bir şey de emretse, sen itaat edersen sevabını alırsın. Bir ülkede yaşıyorsan, onun savunmasına katılmak zorunluğu vardır. Orada da mutlak itaat sözkonusudur. Aksi takdirde ülke savunulamaz.
Şimdi meleklere ve şeytana emredilen secde nedir? Kur’an bunu şöyle diyor. Ben onu iki elimle var ettim. O halde ona secde edin diyor. İki el ne demektir? Yani, günah da işleyebilir, sevap da işleyebilir. Onu serbest bıraktım, hesabı sonra soracağım, diyor Allah. Secdeden maksat, O’nun emrine girip yapmak, istediği işleri yapmaya yardımcı olmaktır.
Melâike, meleklerin çoğuludur. İnsan ve cinlerin cevherleri (maddeleri) zâhiri âlemde, arazları (dalgaları) bâtıni âlemdedir. Melek ve ruhun cevherleri bâtın âlemde, arazları (dalgaları) zâhir âlemdedir. Burada melekler harf-i tarifle gelmiştir. Emrolunan bütün melekler olmayıp sadece insana hizmet etmekle görevli meleklerdir. Biz bir iş yapmak istediğimiz zaman zihnimizde birtakım oluşlar olur. Bunların oluşması için meleklerin bize yardımları vardır. Melekler bunları gelişigüzel değil de, birtakım kurallar içinde yaparlar ve bizim istediğimize göre yaparlar. Bu isteğimiz secdeye götürür.
إلا إبليس İllâ İBLiS: Hazreti Adem’e musallat kılınan cinin adı iblistir. Belese, ümidini kesmiş demektir. Çünkü artık şeytan için tevbe sözkonusu değildir. Bir görev almıştır. Sonuna kadar o görevi yapmaya devam edecektir. İblisin dışındaki melekler secde ettiler. Yani, insanın emrine girdiler.
لم يكن من الساجدين Lem yekün minessâcidîn. İstisnadan sonra tasrih etmiştir. Bilerek, kasden, şuurlu olarak secde etmediğini bildirmektedir. Bir de secde etmenin sürüp gittiğini anlatmaktadır.
Burada insanın yüceliği anlatılmaktadır. İrade sahibi kılındığını, istediğini yapabilmekte olduğunu, bunun Allah’ın kendisine verdiği bir ikram olduğunu; ancak sonra bunun da bir diyeti bulunduğunu anlatmaya başlamaktadır. Kur’an’ın insanları götürmek istediği hedef, öyle düzen olsun ki orada insanlar iyilik de yapabilsinler, kötülük de yapabilsinler, buna güçleri yetsin. Ondan sonra kendi istekleri ile iyilik yaparlarsa cennete gitsinler, kendi istekleri ile kötülük yaparlarsa cehenneme gitsinler. İlerideki hayat kendi eserleri olsun.
Bunun için önce insanların istediklerini yapabilmeleri için melekleri görevlendirmiştir. Ayrıca gidecekleri yerleri tercih edebilmeleri için de şeytana vesvese verme hakkı tanınmıştır. Onların karşısına peygamberleri ve kitapları göndermiştir. Şeytan, gizli-kapaklı yeraltı faaliyeti gösterir. Peygamberler ve kitaplar ise açık ve kesin kurtuluş yolları ortaya koyar. Kur’an’da şeytandan sık sık bahsedilmektedir. İnsanlardan da şeytanların olduğunu anlatmaktadır.
Şeytanın özellikleri:
a) Gizli olmak, b) Gıybet etmek, c) Bozguncu olmak, c) Aceleci olmak.