ARAF
و لقد جئناهم بكتاب فصلناه على علم هدى و رحمة لقوم يؤمنون (7/52)
هل ينظرون إلا تأويله يوم يأتي تأويله يقول الذين نسوه من قبل قد جاءت رسل ربنا بالحق فهل لنا شفعاء يشفعوا لنا أو نرد فنعمل غير الذي كنا نعمل قد خسروا أنفسهم و ضل عنهم ما كانوا يفترون (7/53)
و Va: Atıf harfidir. Birbirinin aynı olmayan ama birbiriyle ilişkisi olanları birbirine bağlar. Nereye bağlandığını göstermesi için kendisinden sonra aynı kelime ya da aynı kalıpta bir kelime kullanır, Mesela, isim ise isim, fiil ise fiil, harf ise harfi getirir. Burada da 9. ve 10. âyetlerinde geçen “Va”lar “Qad” kelimesi ile onların bağlandığı yere bağlanmıştır. Kur’an’dan sonra da hak-bâtıl mücadelesinin devam edeceğini, bâtılda olanların helâk edileceğini ve âhirette de tecziye edileceklerini anlattıktan sonra insanın yaratılışına dönmüş ve Adem kıssası ile devam etmiştir. Sizi yeryüzüne yerleştirdik, size sûret verdik denmiştir. Ondan sonra Adem’in yaratılışı anlatılmış, sonra da Adem oğullarına hitap edilmiştir. Bu âyetlerde içtihadın nasıl yapılacağı ve içtihat yaparken doğru davranıldığı veya içtihat yapılmadığı zaman ne gibi sorularla ve hallerle âhirette karşılaşılacağı anlatılmıştır. 7. Âyette, Biz ilim ile onlara kasas edeceğiz denmişti. Böylece Kur’an orada, Kur’an’dan sonra Kur’an’ı yorumlama ve mucizesini göstermenin ilme ait olduğunu belirtmişti. Şimdi ise çok daha sarih olarak, Kur’an’ın ilimle tafsil edileceğini belirtmektedir. Bu âyet böylece insanın yaratılışına ve şeytanın insana musallat kılınışına dair haberi yine içtihada bağlamaktadır. İçtihat demek, insanın iradesini kullanması demektir. Şeytan da muhalefet ederek bu iradesini rahat kullanmasına yardımcı olmaktadır.
ل La: Te’kit harfidir. Bir konu üzerine dikkati çekmek için kullanılmaktadır. Yani bilhassa mütereddit olanlara cevap verilmektedir. Mütereddit olanlar kimlerdir? Bütün insanlardır. Çünkü Kur’an’ın Allah sözü olduğunu bilmekte ama bir türlü ona inanmamakta ve kendi hayatlarını ona dayanarak götürmemektedirler.
قد Qd: “Kad” kelimesi de tahkiki ifade eder. “Kâne”den dönüşmüştür. Mâzinin üzerine “kad” gelirse, mazide cereyan eden fiilin hâlen devam etmekte olmasını ifade eder. Geldik ve gitmedik demektir. Kesinlik ifade etmesi için de kullanılır.
لقد La Qad birlikte kullanıldığı zaman tahkik, te’kit içindir. Muhalifin yalnız yanlış bilgisi yoktur, ona muhalefet etmektedir demektir. Yani burada insanların Kur’an’ı ve Allah’ın Kâinat’taki îman - küfür düzenini değerlendirmediklerine işaret etmektedir.
جئناهم Ci’nahüm: Biz onlara vardık, geldik ifadesini kullanmaktadır. Cîet etmek, suyun havuza değişik yerlerden gelip toplanması anlamındadır. Yani biz onlara değişik yönleriyle geldik demektedir. Bunun Kur’an’ı indirmesi, mü’minleri içtihat ve icmalarla yorumlamaları, bunları onlara duyurmaları şeklinde olduğu gibi, Kur’an dışında da onlar birtakım çalışmalar ve olaylarla karşılaşmaktadırlar. Yani Allah her yönüyle onları uyarmıştır.
Burada “Ci’nâ” demektedir. “Biz” kelimesini kullanmaktadır. Bu sigayı kullandığı zaman onun mânâsı Allah’ın bu işleri doğrudan değil de aracılarla yaptığını ifade eder. Buradaki aracılar mü’minlerdir. Mü’minlerin görevleri şöylece sıralanmıştır. Kur’an okunacak ve anlaşılacak, sonra uygulanacak ve görünür hâle getirilecek, sonra başkalarına anlatılacak, sonlar ikna edilecek, daha sonra da onlar îmana ve îman ettikten sonra da amele dâvet edilecektir. Bu görevleri insanlar Allah’ın halifesi olarak yapacaklar. Yani resulün görevini mü’minler yükleneceklerdir. İşte buradaki “Ci’nâ”nın mânâsı da budur.
بكتاب Allah onlara; kitap verdik, gönderdik demeyip de, “kitap ile geldik” demesinin hikmeti de budur. Kitap verilse, onu yorumlayan ve uygulayan kimseler olmayacaktı. Oysa şimdi kitap var, o kitabı yorumlayıp uygulayan, uyguladığını diğer insanlarla paylaşmak isteyen bir mü’minler grubu vardır. “Lakad” kelimesi, gelmiş bulunuyoruz ve aranızdayız, demektir. “Bir kitapla” diyerek nekire kullanmıştır. Elimizde bir kitap var, o kitap tektir, onun için nekire olarak kullanılmıştır. Yani çok kitapla değil, bir kitapla gelmiş bulunuyoruz. Başka bir işaretle de, bu kitaptan başka kitaplar da vardır, onlardan da yararlanılacaktır. Kur’an aydınlatıcı kitaptır, ama başka kitapların da bu aydınlatmada katkıları olur. Nitekim Kur’an; “Onlar her söze kulak verir ve en iyisine uyarlar.” demektedir.
هم 9 ve 10. âyetlerde “Küm / Siz” zamiri kullanıldığı halde, şimdi “Hüm / Onlar” zamirini kullanmaktadır. Böylece mü’minlere yeni görev vermektedir. Daha önce hep mü’minlerin nasıl içtihat yapacaklarını anlatmış, insanları inananlar ve küfredenler diye ayırmıştı. Bir de ne orada ne de burada olanlardan bahsetmişti. Yani, kâfir olup zâlim olmayanlardan, a’raf halkından bahsetmişti. Şimdi de mü’minlerin Dünya’da kâfirlerle nasıl bir ilişkide olmaları gerektiğine işaret etmektedir. Onun için “Hüm” zamirini getirmektedir.
ب Bi harfi ta’diye içindir. Yani, “câe / geldi” demektir. “Câe bi” onunla geldi yani onu getirdi anlamındadır. Verdi kelimesinde, kendisi gelmeden verme vardır. Getirdi kelimesinde ise kendisi ile beraber gelme vardır. Arapçada getirdi kalıbı karşılığı “Câe bi”dir. “Ba” aynı zamanda araç anlamında olup; Kur’an bir araçtır, hak yolunu bulmak isteyenlere yol gösteren pusuladır, hak yolunun haritasıdır demektir.
فصلناه Fassalnâhu: Tafsil ettik, deniyor. Mafsal, Tükçede de kullanılıyor, ek yeri demektir. Vasl, ayrı ayrı olan şeyleri birleştirmek, fasl ise bir olan şeyi ayırmak demektir. Burada tef’il bâbı getirilmiştir. Çokça parçalar hâline getirmek anlamındadır. Kur’an bir kitaptır. Bütündür. Onun her bir âyetini değişik mânâlarını anlatmak tafsilattır. İlim iki türlüdür. Değişik kaynakların bir yerdeki etkilerinin terkibini bulmaktır. Diğeri ise bir yerin diğer yerler üzerindeki etkisinin bulmaktır. Misal olarak koyun, keçi, deve ve sığır kurban olur sözünü söyledikten sonra aynı yerde veya başka yerde doğuracak veya dölleyecek yaşa gelmemiş hayvan kurban olmaz desek bu iki kaynaktır. Biri de bir koyun getirip bu kurban olur mu derse; önce koyunun olup olmadığına bakarız, sonra yaşının bir yaşını geçtiğine bakarız ve olur deriz. Diğer taraftan bize koyun, keçi, deve, sığır kurban olur cümlesi bize bunların kurban olabileceğini bildirdiği gibi bunların etlerinin yendiğini bildirir. Bunların derilerinin temiz olduğunu, dolayısıyla elbise yapılabileceğini bildirir. Bu da ikinci çeşit ilimdir. “Biz tafsil ettik” demek suretiyle Kur’an’ın açıklamasının Allah’a ait olduğunu bildirmiş bulunmaktadır. Bu âyetin önemi, Kur’an’ın resmî yorumlayıcısı yoktur. Müminler, onların âlimleri içtihatla onu yorumlarlar ve icma ile kesin yorumlar çıkarırlar. Bu sûre Mekke’de nazil olmuştur. Sonra bu âyetler tafsil edilmiştir. Şöyle ki;
- Mekke’de sadece teori hâlinde söylenen âyetler Medine’de uygulamaya geçilerek ilk örnek İslâm devletinde tafsil edilmiştir. Esasları ihtiva etmiş iken projelendirilip uygulanmıştır.
- Ondan sonra müçtehitler gelmiş, âyetlere dayanarak içtihatlar yaparak fıkıh, kelam, tasavvuf ve siyaset ilimleri geliştirmiş, usûl-ü fıkhı oluşturmuşlardır, böylece Kur’an bu sefer nazari olarak da tafsil edilmiştir.
- Abbasiler’den sonra Karahanlılar, Selçuklular ve Osmanlılar devletleri gelerek fıkhı yaşatarak tafsil etmişlerdir.
- Nihayet bugün de Kur’an gelecek bin yılın projesi için yorumlanmaktadır. Yeni ihtiyaçlara göre Kur’an yeniden yorumlanmaktadır.
- Nihayet bundan sonra da gerçek İslâm devletleri gelecek ve bu “Adil Düzen”i uygulayacaklar. Bu da Kur’an’ın tafsili olacaktır.
Burada görülüyor ki, Allah mü’minlerin ve onların âlimlerinin ellerinde Kur’an’ı tafsil etmektedir. Onun için Allah tafsil ediyor, yahut ben tafsil ediyorum demiyor; biz tafsil ediyoruz diyor. Tafsilin doğrudan değil de aracı vasıtasıyla olduğuna işaret ediyor.
İlk âyetlerdeki “Haleknâ” ve “Saraknâ” âyetlerinde “Küm” zamiri getirilmiş, burada ise “Hüm” zamiri getirilmelidir. Yani yukarıda tüm insanlar muhatap alınmış iken, burada “Hüm” zamiri mü’min olmayanlar istihdaf edilmektedir. Çünkü mü’min olanlar muhatap değil mütekellim durumundadırlar. Çünkü Allah’ın halifesi olarak Kur’an’ı tafsil etmekle yükümlü kılınmıştır. Burada çok açık olarak Allah mü’minlere Kur’an’ı mü’min olmayanlara açıklama görevi vermiştir. Mü’minler kendi yanına almış, Allah’ın görevi ile mü’minleri görevli kılmıştır. Bundan daha büyük şeref ve görev olur mu?
على Alâ; dayanarak anlamında harf-i cerdir. İlme dayanarak tafsil ettik. Kur’an’da birçok âyet var ki ilme işaret ediyor ama zâhiren söylemiyor. Onlar her söze kulak verirler ve en iyisine uyarlar, diyor. Peki, en iyisini nasıl seçerler, buna cevap olarak ilme dayanarak diyor. İşte bu âyet o âyetle yan yana geldiği zaman tercihin, en itibarlı söz bulmanın yolu ilmin olduğu anlaşılıyor. Kur’an’da devenin eti helâldir dendiği zaman devenin ne olduğunu bize ne gösterecektir. İşte ilim bunu yapar, ondan sonra artık yeniden denemeye gerek kalmayabilir. Dikkat edilmesi gereken husus, yukarıda tüme giderken “Bi” harfini, tümden gelirken de “Alâ” harfini kullanmıştır. Çünkü içtihat ilim üzerine oturur. İçtihadın aslı ilimdir. Kur’an, sünnet , icma ve içtihat ilmin destekleyicisidir.
علم Burada ilim nekiredir. Yani ilk âyetlerde geçen ilim ile bu âyette geçen ilim aynı ilim değildir. Orada “kasasnâ” burada “fassalnâ” kullanılmıştır. Şimdi kısasla tafsili karşı karşıya getirme durumundayız Tafsil ayırma, tahsis birleştirme demektir. Orada tümevarım yani sentez ilmi bildirilmiş, burada ise “fassalnâ” demekle analiz ilmi bildirilmektedir. Orada gelecek sigası kullanılmış, burada mâzi sigası kullanılmıştır. Çünkü tüme varımla elde edilenler delile dayanmakta ve kendisi de delil olmaktadır. Oysa içtihatlar hükümleri ortaya çıkarır ve gelecekle ilgilidir. Onun için onu muzari ile bunu mâzi ile zikretti.
هدى Hüden: Hidâyet olmak üzere deniyor. Yol göstermek ve yola götürmek üzere tafsil etmiş bulunuyoruz veya gelmiş bulunuyoruz anlamında olabilir. Her halükârda hâldir. Yani o halde olmak üzere Allah’ın kitabı getirmesi hidayettir, onun tafsil edilmesi de hidayettir. Her iki fiilin hâli de olabilir. “Ben Ahmet’i ayakta dövdüm ve onu ağlattım” derken, hem ayakta dövülmüş ve hem ayakta ağlamış olabilir. Kur’an açıklanmadıkça onun uygulanması mümkün değildir. Bunu bir misalle anlatayım. “Bakkala git, kilosu beş liradan on ekmek al.” Desen, bu cümle ile bakkaldan ekmek alırsın, çünkü alacağın ekmek tafsil edilmiştir, ama para ödeyemezsin. Ödemen için beş ile onu çarpıp elli ettiğini hesaplaman gerekir. İşte bu hesaplama tafsildir. Yanı içtihattır. Bu tafsil hidayettir. Burada “Hüden” kelimesi nekiredir. Bu da başka kitaplar gibi başka hidayetler de sözkonusu olabilir.
و Va: Atıf harfidir. Hidayet ve rahmetin bir arada olduğunu ifade eder. Hidayet ile rahmet öyle iki şeydir ki birlikte olurlarsa etkin olurlar, ama birbirinden ayrı da olabilirler. Hidayette kişinin kendi iradesi ile gitme vardır. Rahmette ise annenin çocuğuna gösterdiği ilgi gibi başkasının o iyilikleri sağlamdır. Kur’an ve onun tafsil edilmesi hem hidayettir ve hem de rahmettir. Çünkü Kur’an ve onun yorumu sadece mü’minlere değil tüm insanlığa rahmettir. İslâmiyet iki şeyi içerir. Dinî hükümler ve kazai hükümler. Dinî hükümler insanlara hidayettir ve kazai hükümler ise tüm insanlığa rahmettir. Şimdi Amerika’da çok büyük bir saldırı olayı gerçekleşti. Herkes şaşkın. Oysa Allah böyle olaylarda ne yapılacağını çok açık olarak ifade etmiştir. Bu haftalık yorumu okursanız orada bulursunuz.
Şüphesiz ki bunun insanlığa rahmet olması için “Adil Düzen”in uygulanması gerekmektedir. Yani iktidarda mü’minlerin olması gerekmektedir. Yani Kur’an ahkâmı uygulanmalıdır. Mü’min derken sadece Kur’an’a inanları kastetmiyoruz. Tevrat ve İncil’e inananlar da mü’mindir, hatta Budistler de mü’mindir. Bir kimsenin mü’min olması için iki şeye inanması gerekir. Biri, Kâinatı var eden bir Allah vardır. İkincisi ise, ben yaptıklarımdan sorumluyum. Bir gün hesap veririm. O hesap gününe inanmak âhirete inanmak demektir.
ل Li: İçin anlamındadır. Temliki veya tahsisi ifade eder. Burada Kitabın indirilmesinin ve tafsil edilmesinin rahmet olduğunu ifade ediyor, hidayet olduğunu ifade ediyor; ama kim için rahmettir, kim için hidayettir? Allah mü’min olmayanlara ciet etmiş ve onlar tafsil etmiş olduğu halde bu onlara değil mü’minlere rahmet olmaktadır, mü’minlere hidayet olmaktadır. Böylece gerek Kur’an’ı getirmek gerekse onu tafsil etmek görevinin mü’minlere âyet olduğunu açıkça ifade etmektedir.
لقوم يؤمنون Kavim için diyor. Kavim yine Kur’an’ın tarifi ile aynı dili konuşan topluluklardır. Devlet aşamasına gelmiş halktır. Bunlara hidayet ve rahmet olduğunu ifade etmektedir. Böylece aranızda bir topluluk oluşturmalıyız. Bu dayanışma ortaklıklarıdır. Ta baştan da mü’minler zikrâdır demiştir. O mü’minler şimdi inanan kavim olarak tanımlanmaktadır. İçtihadı râsihler yapacağına göre, demek ki kavmî icmalar olacaktır. Devletler yasalar yapacaklardır. İller ise kavmin icma ve içtihatlarına uyacaklardır. Îman etmek dayanışma içine girmek demektir. Yani devletlerini kuran topluluklara hidayet ve rahmettir denmektedir. Devlet kurma Kur’an’a göre ilmî, dinî,meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları kurup il, bucak ve ocak şeklinde teşkilâtlanmak, serbest meslek ilkeleri içinde kamu ve genel hizmetleri yapmaktır. Kamu ve genel hizmetler aynı kimseler tarafından yapılır. Muhasip ile maliyeciler aynı kimselerdir. Kamu hizmetinde son söz görevlilerindir, genel hizmetlerde son söz hizmet verilen kimselerindir.
1960’larda başladığımız çalışmalar bugün meyvelerini vermiştir. Kendi hayatımda bunları görmüş bulunuyorum. Ama insanlık ufuklardan ufuklara doğru gitmektedir. Vardık, orada duralım demeyeceksiniz, daha ileri adımlar atacaksınız.
Bu asrın ortalarında iman en zayıf durumda idi. Dünya’da ve Türkiye’de tüm inananlar zavallı durumda idi. Bu zavallılık yalnız Müslümanları değil, Hıristiyan ve Budistleri de, hatta inanmış Yahudileri de içeriyordu. Asrın sonunda bir taraftan sosyalizm çöktü, diğer taraftan kapitalizm de dağıldı. Bugün hemen hemen bütün halklar bağımsızlıklarını kazanmış durumdadırlar. Her ülkede din serbest hâle gelmiştir. Din daha etkin faktör olmuştur.
Eksik tarafı, insanlık daha “Adil Düzen”i getirememiştir, hâlâ sosyalizmin ve kapitalizmin sömürü düzeni içinde ıstırap çekmektedir. Yeni oluş bu asrın ilk yarısında olmasa bile ikinci yarısında yeryüzünde “Adil Düzen”in yaygınlaşmasıdır. “Adil Düzen”in ilkeleri şunlardır:
- Herkes kendi içtihadına göre yaşayacak ve sözleşmeler yapıp birleşecek.
- Topluluklar kendi içtihatları ile yerinden yönetileceklerdir.
- Yöneticiler hâkim değil hâdim olacaklardır.
- Mahkemeler tarafların seçtiği hakemlerle onların seçtiği başhakemden oluşacak ve yargı kararlarına bütün barışçılar uyacaklardır.
- Tarafların seçtiği iki hakem ile hakemlerin seçtiği başhakemin verdiği kararlara razı olmayanlara karşı insanlık baskı cephesini uygulayacaklardır.
هل Hel: Soru harfidir. Kendisinden sonra gelen cümleyi tiyiden gelir. “E” ise Türkçedeki “mı” gibidir, kendisinden sonra gelen cümlenin aksini teyit eder. Gelmedi mi yani geldin, geldin mi, niye geldin yahut niye geciktin? Veya beklemiyorduk, ümitsizdik gibi mânâlar taşır.
Hel ci’te, elem ci’te aynı anlamdadır. Hel ci’te de ne iyi ettin de geldin. Elem ci’te de gelmemiş değilsin, geldin anlamındadır. Yani bir aksini nefy eder, diğeri olanı tasvip tasdik eder.
E ci’te ile Hel lem ci’te de aynı gelmedin ki demektir. Elnette sen gelmiş değilsin demektir. Bundan başka illadan önce gelir ise ma yenzurune ila te’vileh anlamındadır. Farkı ma yenzurune tevile de haber var, Hel onların talenleri vardır. Yanı onlar tevilini istiyorlar. Tevilin açıklamasını bekliyorlar. Siz bir şeyi anlatırsınız, her türlü ispatları yaparsınız, onlar beyinlerini çalıştırıp da söylediklerinizin doğru veya yanlış olduğuna bakmaksızın, onun üzerine düşünmeksizin beklemeyi genellikle tereddüt içinde olmayı tercih ederler. Tasdik edenler de şüpheli bir bekleyiş içindedirler, İnkâr edenler de şüpheli bir bekleyiş içindedirler. Allah bu bekleyişi tasvip etmiyor ve insanların bir an önce karar verip amel etmelerini istemektedir. İnsanlar bir işi sürüncemede bırakmaktan sorumludurlar, ama hata yapmaktan sorumlu değildirler. İşte içtihadın temeli de budur. Karşına çıkmış hadise hakkında içtihadını yapacaksın, içine doğduğu gibi amel edeceksin. Bu içtihat için şu şartlar vardır:
- Peşin hükümlü olmayacaksın. Verdiğin karara delil aramayacaksın, delile göre karar vereceksin.
- Elindeki bütün delilleri değerlendireceksin. Bilgi vermek isteyenlerden bilgileri alacaksın, bileni biliyorsan ona soracaksın.
- Vakit kaybetmeden kararını vereceksin. Bir hükme varacaksın. Onu uygulayacaksın.
- Eğer verdiğin kararda tatmin olmadınsa ikinci uygulama için yeniden içtihat yapacaksın. Şayet delillerden tatmin olmuşsan yeni delil ortaya çıkıncaya kadar yeniden içtihada gerek yoktur.
İçtihadın başka dört adet kuralı vardır:
- Kalıcı içtihat: İçtihadı her zaman uygulayacak şekilde yapacaksın. Her seferinde içtihat yerine aynı içtihatları aynı şartlarla kullanmak.
- Genel içtihat: Başkaları da bu içtihattan yararlanacak şekilde içtihat yapılmalı, böylece içtihatlar arasında birlik ve dayanışma ortaya çıkacaktır.
- Zati içtihat: Herkes kendisi için ve bulunduğu yer için içtihat yapmalı, başkaları taklit edilmemelidir. Başkalarından alınan bilgiler sindirilerek değerlendirilmeli, doğrudan doğruya başkalarının içtihatları ile amel edilmemelidir.
- Nihayet içtihat ilmi olmalıdır. İçtihat yapılacak, uygulanacak, sonuçlara bakılarak yeniden içtihat yapılacaktır. Amel - ilim, ilim - amel peş peşe yapılmalı ve gelişme sağlanmalıdır.
İşte bu kesin sonuçları beklemeyi yasaklayan âyetin uygulaması olarak ortaya çıkan husustur.
İş işten geçtikten sonra tevili gelir. Sonuç anlaşılır, ama başa dönülmesi mümkün değildir. İlkbaharda ne ekeceğine karar verip ekeceksin. Ne ekeyim diye düşünür ve mevsimini geçirirsen o zaman sonbaharda hiçbir şey almamış olarak tevili gelmiş olur. Tevil demek, anlaşılsın da ondan sonra amel edeyim demektir. Temel kural şudur. Geciktirme sorumluluğu içerir, hata sorumluluğu içermez.
Tevili unutanlar, yani yorum yapmayı unutanlar, içtihatta bekleme yoktur. Amel yapılacak, hatalar varsa sonra düzeltilecektir. Mesela ikindi geldi. Kıble bilmiyorsun, belki bir bilen gelir diye bekleyip sonra kılmak caiz değildir. İçtihat yapacaksın ve ikindiyi ne zaman istersen o zaman kılacaksın. Bilgisizlik bir iş için erteleme konusu olmamalıdır. İşte tevili beklemenin yanlış olduğunu iş işten geçtikten sonra, bize resuller hak ile geldi diyeceklerdir. Burada da yine önemli bir husus vardır. Rabb’imizin resulleri geldi demektedirler. Resuller marifedir. 34’üncü âyette size sizden resuller gelecektir diyerek Kur’an nâzil olduktan sonra da resullerin geleceğini bildirmişti. Şimdi resul marife geldiğine göre o resullerden bahsedilmektedir. Bil hak, hakkı getrdiler diyeceklerdir.
Böylece bundan önceki âyette görevi yüklenen Müslümanların aynı zamanda bu görevin resullük görevi olduğuna işaret etmektedir. Her Müslümana Kur’an’ı öğrenmek, öğrendiğine göre amel etmek, sonra başkalarına anlatmak ile bu resullük görevidir. Her mü’min aynı zamanda bir resuldür. Her mümin aynı zamanda askerdir.
Buradaki hak gerçeği ifade eder. Tahakkuk etmiş gerçekleşmiş anlamındadır. Bir projeniz vardır ama o ya beyninizdedir, ya da kâğıtlardadır. O proje uyguladığı anda hak olur. Kur’an hayalleri değil olanları söylemektedir. Olmuşları bildirmektedir. Biz onu görmediğimiz için bize delilleri ile göstermektedir. İçtihatta beklemenin yanlış olduğunu anlatanlar gerçeği anlatmışlar.
İşin ters gitmesinden pişmanlık duyanlar iki şey isterler. Acaba bize şefaat edecek kimse var mı, bu olayların cezasını çekmeyelim. Hemen güçlü kimselere koşarlar, onlardan olup onlardan medet beklerler, oysa iş işten geçmiştir. Artık mevsim geçmiş, o dönem boşa gitmiştir. Birçok zamanlar da geri dönmek isterler, oysa Allah zamanı bu dünyada geri çevirmeyecektir. Burada içtihadın başka özelliği de ortaya çıkmıştır, sorun zamanın kaybedilmemesidir. İyi niyetle yapılan her hareket sonunda mutlaka hayır getirir. Durulmayacak, hareket edilecektir. Bugünkü Müslümanların en büyük sorumlu olduğu husus burasıdır. İçtihat - amel, beklemek yok.
Böyle yapanlar yani karar vererek amel etmeyenler, kararsızlar kendi canlarını perişan etmiştir. Yapılan iş hatalı da olsa hiç olmazsa hatanın nereden geldiği öğrenilir, bir de beden çalışmaya alışır. İçtihat yapmayıp bilgisizlikten amel etmeyenler ise sorumludur. İçtihadını yap, yanlış olsa da amel et, sen görevi yerine getirmiş olursun. Tabii, hata etmemek için son gayretini gösterecektir.
İftira ettikleri şeylerin hepsi kaçıp gidecektir. Orada tanık olarak gösteremeyecekler. Param yoktu, vaktim yoktu, şartlar müsait değildi gibi mazeretler oralarda görülmeyecektir. Demek ki bu iki âyet içtihadın bel kemiğini oluşturuyor. Biri, içtihat ilime dayanarak yapılacaktır; diğeri ise hata da olsa amel edilecek ve ertelenmeyecektir. “Bugün git - yarın gel” yoktur.
إن ربكم الله الذي خلق السماوات و الأرض فى ستة ايام ثم استوى على العرش يغشي الليل النهار يطلبه حثيثا و الشمس والقمر و النجوم مسخرات بأمره ألا له الخلق والأمر تبارك الله رب العالمين(7/54) ادعوا ربكم تضرعا و خفية أنه لا يحب المعتدين (7/55) و لا تفسدوا فى الأرض بعد إصلاحها وادعوه خوفا و طمعا إن رحمت الله قريب من المحسنين(7/56) و هو الذي يرسل الرياح بشرا بين يدي رحمته حتى إذا أقلت سحابا ثقال سقناه لبلد ميت فأنزلنا به الماء فأخرجنا به من كل الثمرات كذلك نخرج الموتى لعلكم تذكرون(7/57) و البلد الطيب يخرج نباته بإذن ربه و الذي خبث لا يخرج إلا نكدا كذلك نصرف الايات لقوم يشكرون(7/58)
Bu sûrede;
- Kur’an’ın içtihat ve icmalarla anlaşılacağı ve müminlerin kıyamete kadar Kur’an’ı yaşamak ve tebliğ etmekle yükümlü olduklarını bildirmiştir. Âhirette bunların hesabının verileceği anlatılmıştır.
- İnsanın yaratılışı ve Adem kıssası anlatılmıştır.
- Sonra, “Ey Adem oğulları!” denip dört bölümde insanın görevleri bildirilmiştir. Giyim, fuhşiyat, zinet, resullük müessesesi bildirilmiştir.
- Ataların taklidini yapmanın insanları kurtaramayacağı anlatılmıştır.
- Kimseye taşıyamayacağı yük yüklenmemiştir.
- Tanınmak için kıyafete işaret edilmiştir.
- Kitabın tafsil edildiği anlatılmıştır.
Hâsılı, şimdiye kadar insan ele alınmış, onun durumu tafsil edilmiştir. Kitaptan, âhiretten bilgi verilmiş, içtihat ve icmalarla ilgili hükümlere işaret edilmiştir.
إن Konu değiştiği için bir atıf harfi getirilmeyerek Kâinatın yaratılışına işaret etmektedir. Burada insanların yanlış bilgilere sahip olduğuna işaret etmektedir. İnsanlar arasında Kâinatı yaratan ile insanlar arasında düzen koyan varlığın ayrı ayrı kimseler olduğu sanılmaktadır. Oysa Kâinatı kim yarattı ise insanı da O yarattı ve O her şeyi en iyi şekilde yarattı. En kısa yol nasıl doğru yol ise O da tektir. Dolayısıyla O her şeyi birbirine benzer yarattı. İşte sosyal oluş ve kanunlardan bahsederken, birden bunun için tabii oluş ve kanunlara işaret etmiştir. İnsanlar bunları yanlış bildiklerinden “İNNE” ile başlamıştır.
إن ربكم الله الذي خلق السماوات و الأرض Semâvâtı ve arzı halk eden kimse Rabb’inizdir. Başkası değildir. Bu ifade semâvât ve arzın insanlar için yaratıldığını söylemektedir. Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı olmaz. O takdirde yer ve gökleri yaratmadan önce ihtiyaçlarını nasıl giderecektir? O halde şuurlu varlıkları yaratmayı murat etmeksizin şuursuz varlıkları yaratması abesle iştigal olurdu. Bundan bizim alacağımız ders kamu yönetiminin halk için olduğudur. Halksız bomboş bir toprağın veya ülkenin bir mânâsı yoktur. Bununla beraber Kâinatsız insan olamayacağı gibi topluluksuz da insan olmaz. İçtihatlarda daima toplulukla kişilerin hukuku denge içinde gözetilmelidir.
Allah Kâinatın hâlikı, bizim ise Rabb’imizdir. Yanı Kâinat ilk elden atomun yaratılması ile, canlılar da ilk canlı hücrenin varedilmesi ile varedilmiştir. Ama insanlık hep evrim içindedir, eğitilmektedir. Tek tek kişiler eğitilmektedir, tüm insanlık eğitilmektedir. Burada yine içtihadımızda yer alacak en önemli husus eğitimdir. İşte Allah bunun için ibadetler vazetmiştir.
Namaz, yaşama eğitimidir. Nasıl çalışmalıyız, nasıl yaşamalıyız? Onun eğitimini verir.
Zekât, mallarımızı nasıl kullanmalıyız? Onu bize öğretir.
Oruç, kötülüklerden nasıl kaçınacağımızı ve bedenimizi nasıl dayanıklı hâle getireceğimizi öğretir.
Hac, diğer insanlarla barışçı ilişkileri nasıl kuracağımızı öğretir.
Cihad, barışçı olmayan kimselerle nasıl savaşacağımızı öğretir.
Ne gariptir ki, sanki savaşı öğrenmek suçmuş gibi cihadı yapmak suç sayılıyor. Oysa dünyanın her ülkesi halka askerlik hizmetini zorunlu kılmaktadır. Cihat savaş değildir. Cihat, insanın kötülere karşı davranışlarını ayarlamasıdır. Oruç nefsine, cihat saldıranlara karşı korunmadır. Düzeni bozanlara karşı nasıl davranacağımızı öğretmedir.
Semâvât ve arz Kur’an’da gördüğümüz ve her an değişen üç boyutlu Kâinatın adıdır. Yaratılan bu üç boyutlu uzaydır. Bu beş boyutlu uzayda yol almaktadır ve dört boyutlu uzayı çizmektedir. Çizdiği bu dört boyutlu uzay ‘kürsi’ ve beş boyutlu uzay ‘arş’tır. İstanbul’dan Ankara’ya hareket eden bir yolcu trenden çevreyi seyreder. Gördüğü uzay üç boyutlu uzaydır. Gittiği yerlerin giderken boyandığını düşünün. Sonra uzaya çıkıp gittiği yola oradan bakıp renkli olarak görse kürsiyi görmüş olur. Tüm yeryüzü onun için arz olur.
فى ستة ايام Altı yevmde yaratmıştır. Yevm, yemden dönüşmüş kelimedir. Nil ve Fırat gibi mevsim mevsim taşan nehirlerin adıdır. Bu taşma dönemlerine benzetilerek devrin adı olmuştur. Sonar 24 saat için kullanılmıştır. Mecaz olarak gündüz anlamında da kullanılır. Altı devriden maksat:
- Güneş ve gezegenlerin teşekkül ettiği devir birinci devirdir.
- Güneş ve yerin teşekkül ettikten sonra canlıların yaratılmasına kadar geçen dönemdir.
- Canlıların yaratılıp çok hücreli canlıların oluşmasından önceki dönemdir.
- İkinci zaman çok hücreli canlıların teşekkülünden omurgalıların teşekkülüne kadar geçen zamandır.
- Omurgalıların teşekkülünden insanın yaratılmasına kadar geçen zamandır.
- İnsanın yaratılmasından bu zamana kadar geçen zamandır.
İnsanda da altı dönem vardır.
- Döllenmeden önce anne ve babanın organlarında hücrelerin oluşması.
- Anne karnında hücrelerin birleşmesi.
- Anne karnından çocuğun ayrılması.
- Sütten kesilmesi.
- Kendi kendine yaşayabilmesi.
- Çalışmaya başlaması.
- Bağımsız hâle gelmesi.
Bir işletmeyi kurarken, bir topluluğu oluştururken de bu safhalar göz önüne alınacak, tedrici bir şekilde oluşma sağlanacaktır. Birden oluş istenmeyecek. Ancak planda her şey düşünülmelidir. Uygulamada tedricilik olmalıdır.
Bugün bu devirler ilmen tesbit edilmiştir. Son dört zamana Jeoloji ilminde I. zaman, II. zaman, III. zaman ve IV. Zaman olarak belirtmektedirler. Astronomide de iki dönem belirtilir. Kur’an’da başka bir yerde iki günden ve başka bir yerde de dört vakitten bahsetmektedir.
ثم استوى على العرش Sonra arşa istiva etti denmektedir. İstiva seviyelendi, onun hizasına geldi, ona doğruldu, oraya çekildi, oradan bakmaya başladı demektir. Bu âyet çok önemli bir hususu belirtmektedir. Allah öyle bir Kâinatı yarattı ki, sanki şimdi yaratmıyor. Şöyle düşünelim. Bir proje yapıyorsunuz. O projenin uygulanması için tüm malzemeyi veriyorsunuz. O işleri yapacak bütün işçi, mühendis ve yöneticileri ayarlıyorsunuz. Sonra siz geri çekiliyor ve diyorsunuz ki; “Haydi, bunu inşa edin.”. O kadar iyi projeniz vardır, o kadar iyi işçileriniz ve ustalarınız vardır, o kadar iyi malzemeniz vardır ki artık sizden bir şey daha istemiyorlar. İşte sonra Allah arşa doğruldu, oradan gözetlemekte, oradan kontrol etmektedir. Artık Kâinatı melek, cin, ruh ve insan yönetiyor. Onun verdiği projelerle hareket ediyor.
Gerçekten fizikte birkaç esas kanun vardır. Ona göre atomlar hareket etmekte, Kâinat öyle oluşmaktadır. Yeryüzü öyle dizayn edilmiş ki, melekler ona göre yerimizi oluşturdular ve şaşmaksızın biz içinde yaşıyoruz. Oysa küçük bir hata hayatı yok eder. Mesela, Dünya biraz yavaş dönse, Güneş’ten biraz daha uzak veya yakın olsa, ekseni biraz daha eğrilse, suları biraz fazla veya az olsa, atmosfer daha kalın veya ince olsa, atmosferin terkibi değişse, yerdeki elemanların yüzdeleri değişse, bir tanesinde küçük bir sapma yeryüzünü diğer gezegenler gibi ölü yapar. Böyle bir düzenleme ikinci kez hücrenin var edilmesi ile sağlanmıştır. Trilyonlarca DNA’ları öyle dizmiştir ki bir tanesinde bir yanlışlık olsa tüm canlı sakat kalacak ve hayat devam edemeyecekti. Yani Allah’ın arşa çekilmesi demek, Kâinatın adeta kendi kendini yönetmesi demektir. Fabrikayı kurmuş, elemanları yerleştirmiş ve şimdi uzaktan seyrediyor benzeri bir olay.
يغشي الليل النهار Bununla beraber yine de her şeyi yakından takip ediyor ve bir tarafa götürüyor. Leyli nehâra giydiriyor, yahut nehârı leyle giydiriyor. Buradaki leyl ve nehâr gece ve gündüz anlamında değildir. Buradaki leyl maddedir, nehâr ise enerjidir. Işıktır. Kâinat başlangıçta çok sıkışık sıvı halde idi. Üç boyutlu uzayın çapı çok küçüktü. Birden patladı ve ışık hızı ile genişlemeye başladı. Bu husus hem Kur’an’da var, hem de bugünkü ilimler ispat etmiştir. Birden bire sıvı buhar hâline dönüşmüş ve ışık hızı ile parçacıklar, ışık parçacıkları uçuşmaya başlamışlardır. Kâinat genişleyince soğumaya başlamış ve bazı ışık parçacıkları birleşerek suyu oluşturan asıl maddeyi, hidrojeni oluşturmuştur. Onların birleşmesinden cisimler ortaya çıkmıştır. İşte bu cisimler “Leyl” ile ifade ediliyor. Hâlâ ışık parçacıkları olarak uçuşanlara da “Nehâr” denmektedir. Kâinat büyüdükçe soğuma devam edecek ve bu ışık parçacıklar yutulacaktır. Yani madde enerjiyi absorbe ederek soğuyacak ve donacaktır. Bu olay devam ediyor. İşte âyet bunu ifade ediyor. İçtihatta “leyl” “topluluk”, “nehar” da “hürriyet içinde dolaşan kişiler” olarak kabul edilebilir. İlk insan daha hürdü, topluluk daha gevşekti. Uzun yıllar devlet aşamasına bile gelmemişti. Zaman ilerledikçe topluluklar gelişiyor ve güçleniyor, kişinin serbestliği azalıyor. Demek ki Kâinatta tek taraflı akış vardır. Hür olarak dolaşan ışık parçacıkları birleşip cisim oluyor, fertler de birleşip topluluk olmaktadırlar. Buna “evrim” denmektedir. Evrim, birbirine benzeyen ve aralarında ilişkileri az varlıklardan, birbirine benzemeyen ama aralarındaki ilişkileri artan istikamette ilerlemek demektir. Biz içtihatlarımızı yaparken insanları bu tarafa kendi istekleri ile götürecek yollar aramalıyız. Kuran Kursları birleşmeye gitmedir. Kursları dağıtma ve kapatma suyu ters akıtmadır. İnsanlığa karşı bir cinayettir. Devlet daha câzip eğitim getirmelidir, halk kendi isteği ile ona gitmelidir. Meselâ, hem çalışıp hem okuma imkânını sağlayan okullar açmalıdır. Kapanan Kur’an Kursları da bu yolu seçebilir, işyerleri kurar, Kur’an’ı bilenlerin ücretlerini yüksek tutar. Görülüyor ki, içtihatlarımız hep ileri yönde olmalıdır, birleştirici olmalıdır. Ayırıcı olmalıdır.
يطلبه حثيثا Onu şiddetli bir şekilde ister, çeker, denmektedir. Burada geçen zamirler erkek zamirlerdir. Arş leyli isteyerek çekecek. Bir gayeye matuf olarak çekecek. Bunun anlamını kavrayabilmemiz için arşa ve leyle dönelim. Arş, beş boyutlu uzaydır. Kâinatımız zaman içinde sürüklenmektedir. Bu sürüklenme zamanı oluşturmaktadır. Bizim üç boyutlu Kâinat dört boyutlu uzay içinde ilerlemektedir. Bu sayede olaylar olmaktadır. O halde arşın merkezine doğru yol alıyoruz demektir. Kâinatın büyümesi buna mâni değildir. Yerin çapı büyürken Güneş’e de yaklaşmış olabilir. Allah arşta istiva etmiştir. Onu kendine doğru çekmiştir anlamını versek bile yanlış olmaz. Allah her yerdedir ama Kâbe gibi kendisine merkez olarak arşın merkezini edinmiştir. O zaman arş beş boyutlu uzayın merkezi olmuş olur.
و الشمس والقمر و النجوم Güneş’i, Ay’ı ve yıldızları da denmektedir. Kâinatta öyle yerler vardır ki, orada bir taş bıraksak bizim galaksimize gelmez. Ama milyon ışıktan daha yakın yerde bıraksak o taş bizim galaksimize girer. Galaksimizde bir taş bıraksak Güneş sistemine düşmez, ama öyle sınır vardır ki ondan yakın koyarsak Güneş’imize düşer. Bu bir ışık yılı mesafeden fazladır. Güneş sisteminde bir taş bırakmaz yeryüzüne düşmez, ama öyle sınır vardır ki yere düşer. Bu da 100 ay uzaklığından fazla bir uzaklıktır.
Yer çevresinde bir taş bıraksanız aya düşmez, ama öyle yakın çevresi vardır ki aya düşer. Ay’a düşer sözü de yanlıştır. Ay ile Yer’in ortak çekim merkezine düşer. Güneş’in ortak çekim merkezine düşer. Galaksinin ortak çekim merkezine düşer. Hepsi küçük çapta birer arştır. Böylece bu âyet aynı zamanda genel çekim kanunlarını ifade etmektedir.
İçtihadımızda insanlık ve Mekke arzın arşıdır. Beytullah oradadır. Devletler vardır. Bunlar birer galaksidir. Her devletin merkezi vardır, o da oranın arzıdır. İller vardır, onların da merkezleri vardır. Güneş sistemidir. Bucaklar vardır, onların da merkezleri vardır. Yeryüzüdür. Nihayet Ay sistemi vardır, onun da merkezi vardır, o da ocaktır. Görülüyor ki insanlıktaki teşkilâtlanma, Kâinattaki çekim kuralları benzeri teşkilâtlanmadır.
Nücûm, yıldızlar demek olduğu gibi parçalar anlamını da taşımaktadır. Böylece yerinden yönetime işaret etmektedir.
مسخرات بأمره Emriyle müsahhardırlar, denmektedir. Emir, Arapçada buyruk anlamına geldiği gibi güç anlamına da gelir. Tüm denge enerji sakımı kanununa dayanır ve tüm dengeler enerji dengesi üzerindedir. Bir topluluğun düzeni de bir taraftan kurallar, bir taraftan da sınırlı ekonomik imkânlara dayanır. Kâinatta enerji olmasaydı düzen kurulmazdı. Topluluklarda da ekonomi sınırlı para olmasa düzen kurulmaz. Enflasyon bunun için düzen bozucudur. Faiz enflasyonu zorunlu kılar, bu da düzeni bozar. O halde içtihatlarımızı sınırlı imkanlarla kurulacak dengeye dayandırmak zorundayız. Hava sonsuzdur. Havaya vergi koyamayız. İçtihatlarımızı buna göre düzenlemeliyiz. Sınırlı sayıda selem senedi çıkarır halka dağıtırsak, halk bu sınırlı sisteme göre sipariş verirse denge kurulur. Sınırsız bir selem senedi dengeyi kuramaz. Her türlü kıymetli evrak bir yere bağlanarak çıkarılır. Bugünkü paralar reel sektöre değil mâli sektöre yani sınırsız imkana dayandığı için dengesizdir. Tüm ekonomik ve siyasi krizlerin kaynağı bu karşılıksız paradır, bu paranın dayanağı da faizdir.
ألا له الخلق والأمر Halk ve emr O’nundur. “Halk” inşa ise “emr” de işletmedir. Yani Kâinatı kurup yapma O’nun olduğu gibi, O’nun işletilmesi de O’nundur. O’nun buyrukları ile her zerre hareket etmektedir. Topluluğun düzeninde mevzuatla yani şeriatla, başka bir ifade ile kanunlarla kurulur ve onu halk işletir. Düzen böylece oluşur. Mevzuatı halk kendisi Allah’ın halifesi olarak oluşturur ama sonra uyar. Halk mevzuatı nasıl oluşturur. İçtihat yapar, içtihatlarına uyar, sözleşmeler yaparlar, sözleşmelere uyarlar. Kendilerine başkan seçerler, hareketlerinde başkanlarına tâbi olurlar. Hakemleri seçerler ve seçtikleri hakemlerin kararlarına itaat ederler. Demek ki insan Allah’ın halifesi olarak içtihat, muahade, tabiiyyet ve itaat. Düzen böyle oluşur. İlk ikisi “hilkat” is son ikisi de “emr”dir. Yani mevzuatı içtihat ve sözleşmelerle oluştururuz, işleri ise başkanlara uyarak, hakemleri de dinleyerek yaparız.
تبارك الله رب العالمين Âyetin başında “Rabb’iniz dedi” ama muhatabını belirtmedi. Âyetin sonunda “Âlemlerin Rabbi” olduğunu ifade ederek tüm Kâinatın düzeni sözkonusu olduğu gibi, tüm insanlığın düzeni ve evrimi sözkonusudur. İçtihadımızı ona göre yapacağız. Devletler, iller, bucaklar, ocaklar olacaktır ama bunlar kendi içlerinde serbest olacak, kendi düzenlerini kuracaklar, ama tüm insanlık içinde de dengelerini koruyacaklardır. “Rabb’iniz” diye başlayıp, “Âlemlerin Rabbi” olduğunu ifade etmesiyle çok açık ve kesin olarak Kâinat düzeni sosyal düzeni arasında bir benzerlik olduğuna işaret etmiş olmaktadır. Görülüyor ki, sosyal kanunlardan hemen tabii kanunlara geçişin sebebini de Kur’an yine kendisi açıklamış bulunmaktadır. Bu incelikleri kavrayamayanlar Kur’an’da daldan dala konan ifadeler olduğunu zannederler.
ادعوا ربكم تضرعا و خفية أنه لا يحب المعتدين Rabb’inizden tazarru ve hufye içinde isteyin. Tazarru, olabilir şeyleri isteyin, Rabb’inize dua ediyorum diye O’na emre kalkışmayın. Yani, Allah’ın düzeni var. O’nun iradesi var. O’nu değiştirecek şeyleri O’ndan istemeyin. “Rabb’im beni öldürme! Rabb’im sabahı getirme!” gibi duâlar olmasın. Duâ sünnetullah içinde olmalıdır. Kamudan, topluluktan da bir şey isterken mevzuata uygun olsun. Düzene aykırı şeyler istemeyin. Hafiy demek, yüksek sesle, bağırarak, çağırarak değil de, ona saygılı olarak isteyiniz. Sokaklarda yürüyerek arzunuzu topluluğa bildirebilirsiniz. Ama bu bağırarak, çağırarak şamatalarla değil de, sessiz ve sakin bir şekilde sadece talep mahiyetinde olmalıdır. Bu zorla, baskı ile, korkutarak yapılmamalıdır. Yöneticiler Rabb’i temsil ederler. Onların Rab gibi âdil ve merhametli davranmaları gerektiği gibi; halkın da onlara saygılı olması gerekir. Halkın Allah’tan zulmü talep edemeyecekleri gibi; yöneticilerden de haksızlığı talep edemezler. Allah mu’tedleri (tecavüz edenleri) sevmez. Yani, sınırları taşıp başkalarına haksızlık edenleri sevmez.
Şimdi biz içtihadımızı yaparken halkın yöneticilere saygılı olması, hakem kurallarına uyması gerektiğini ortaya koyacağız. Ama yöneticilerin de adil olmaları, merhametli olmaları gerekmektedir. Öyleyse bu denge nasıl sağlanacaktır? Bunu sağlamanın yolu “hakemler sistemi” ve “yerinden yönetim sistemi”dir. Hakemleri taraflar seçecek ve onların kararlarına uyulacak. Yargı üstünlüğü: Yerinden yönetim olacak, halk istediği ocak ve bucağa girip çıkabilecek ama başkanların buyruklarına uyacak. Cemaatini dağıtan başkanların da başkanlıkları bitecek. Merkez bucakları temsilciler oluşturacak. Temsilcilerin istifaları ile başkanın da başkanlığı bitecek ve bir daha seçilemeyecek. Temsilciler de temsilci olamayacak. İşte bunlar içtihatlarımız.
و لا تفسدوا فى الأرض بعد إصلاحها Yurdu ıslah ettikten sonra ifsat etmeyin. Burada halkın salâhından değil de yerin salâhından bahsetmektedir. Düzenlerin topraklar üzerinde kurulacağını, her düzenin sınırlı topraklar üzerinde geçerli olacağını belirlemektedir. Burada içtihatların yanında mahalli icmalar da geçerlidir. Ocaklar kendi ocakları için, bucaklar kendi bucakları için, iller il ve ilçe merkez bucakları için, ülkeler merkez ve bölge merkez bucakları için, insanlık Mekke ve kıta merkez bucakları için içtihat ve icmalar yaparlar. Merkezler taşra temsilcileri tarafından yönetilir, taşralar ise kendi kendilerini yönetirler.
وادعوه خوفا و طمعا O’na havf ve tama’ içinde duâ edin. Çekinerek ve ümit ederek isteyin. İnsan Allah’a dua ederken O’na asi olmuş olabilir. İnsan O’na dua etmemekle de O’na asi olabilir, O’nu saymamış olur. Öyleyse insan Rabb’ine dua etmelidir ama saygı içinde ve çekinerek dua ermeli ama dua etmelidir. Halk yöneticilerinden istemelidir, ama saygı içinde istemelidir. Halk istemezse yöneticileri ne yapacaklarını bilemez. Gereksiz ve haksızlık içinde istemede bulunursa bu sefer de yöneticileri ne yapacaklarını bilemez. İçtihadımızı yaparken topuluk içinde halkın isteklerini, haklı isteklerini merkeze ulaştıracak bir sistem kurmalıyız. İşte dayanışma ortaklıkları bu esasa dayanmaktadır. Fikrî, hissî, bedenî ve içtimaî ihtiyaçlarını dayanışma ortaklık sorumlularına bildirir. Onlar da bunları ocak başkanlarına iletirler, çözülemezse il başkanlarına iletirler, orada da çözülemezse ülke başkanlarına iletirler, orada da çözülemezse insanlık başkanlarına iletilir. Dayanışma sorumluları talebi haklı görmelidir. Görmediği hususu iletmez. Kişi sorumlusunu değiştirir. Bir bucakta, ilde, ülkede hiç bir sorumluya derdini anlatamazsa bucağını, ilini, ülkesini değiştirir. Böylece merkeze ulaşmaya çalışır. Yoksa herkes doğrudan doğruya merkezlere başvuramaz. Yani insanlık merkezine ulaşacak yollar açıktır. Ama elenerek gidilir. Herkes hizmetlisini kendisi seçer, böylece hizmetliye de dert anlatır. Pratisyen doktor isterse hastahaneye gönderir. Hastahanedeki doktor isterse kıta merkezlerindeki ihtisas hastahanesine gönderir. Doğrudan adam hastahanelere gidemez. Ama pratisyenini her zaman değiştirebilir. O ilçedekilerin hiç birisini ikna edemezse ilçesini değiştirir. İşte buradaki “havfen ve tamaan”daki denge budur.
إن رحمت الله قريب من المحسنين Allah’ın rahmeti muhsinlere karibdir. Cümlesiyle Allah muhsinlere rahmet eder. İhsan, iyilik demektir. Yani kötülük yapmamak gerekir ama bu yetmez, iyilik de yapmak gerekir. Yani amel-i sâlih işlemek gerekir. Rahmet bunlara yakındır. Topluluk içinde de öyle düzen oluşmalı ki topluluğun rahmeti iyi insanlar üzerinde olmalıdır. Meselâ, rüşvet verenin işi yapılmamalı, rüşvet vermeyenin işi olmalıdır. Yalancı kazanmamalı, doğru konuşan kazanmalıdır. Hile yapan iflas etmeli, yapmayan zengin olmalıdır. İşte “İslâm Düzeni” budur. Doğruların itibarda olduğu topluluk rahmet içindedir. Bunun için cemi müzekkeri sâlim getirilmiştir. Topluluk hâlinde muhsin olunmalıdır. Muhsin olanlar hicret edip ayrı ocak, ayrı bucak, ayrı il ve ayrı ülke kurmalıdırlar.
İçtihat ve icmanın hükümlerini anlatırken yer ve göklerin yaratılmasından, Ay ve Güneş ve yıldızların hareketlerinden bahsetmiş ve Allah’tan tabii ve sosyal kanunlarını değiştirme duasında bulunulmamasını belirtmiştir. Allah’ın Yer’i yaratılmasının ve hareketlerinin hesabiliğinin yanında ihtimali olaylar vardır. 20. yüzyıla kadar bu olayların gelişigüzel olduğu sanılmıştı. Oysa bunların da kanunları vardır. İhtimaliyat hesaplarını yapabilmekteyiz. Şimdi de o kanunlardan bahsetmektedir. Yeryüzünün yağışlarını ele almaktadır. Kısaca yağışı hatırlayalım.
Güneş ışınları denizlere vurur. Denizde su buharlaşır. Isınmış olarak yukarıya çıkar. Aşağıya soğuk hava gelir. Bu sefer yukarıda aksi istikamette sıcak hava akmaya başlar. Dağlara veya yüksek yerlere çarpar ve birden soğur, soğuyunca suyunu yağmur hâlinde boşaltır. Toprağa yağan suların bir kısmı yüzeyden bir kısmı toprak altına girerek aşağıya doğru akar. Bu arada su bir taraftan hava almış olur, canlıların bedenine girer, karadaki canlıları yaşatır. Çoğu ırmaklar hâlinde tekrar denize gider. Denizdeki akıntılar ve dalgalar temizlenmiş suyunu deniz canlılarına hava aktarırlar. Böylece vücudumuzdaki kan gibi yeryüzünün suyu da dolaşıp durur. Canlılar su ile hayat bulur. Susuz hayat olmaz ilkesini bütün biyologlar bilmektedirler. Şimdi vücudumuzda tansiyon yükselir veya düşerse ölüm tehlikesini geçiririz. Yeryüzünün suyu da böyledir, çoğalsa hayat biter, azalsa hayat biter. Böylece yeryüzü gelişigüzel oluşmuş bir kara yığını değildir. Himalaya Dağları kuzey-güney rüzgârlarını yağmura çevirir. Antil Dağları da doğu-batı rüzgârlarını yağmura çevirir. Şimdi sosyal hayatımızda para böyledir. Para su gibi kendisi bir işe yaramaz ama, tüketiciden üreticiye doğru akarken üretim olur, mallar ve hizmetler de üreticiden tüketiciye akarlar. Elektriki devrelere benzemektedirler. Bankalar denizler gibidir. Elektrik santralı gibidir. Aynı matematik formüllerle ifade edilir. Benim bu konuda yazılmış ama henüz basılmamış kitabım vardır.
و هو الذي يرسل الرياح بشرا بين يدي رحمته Rahmetinden önce müjdeleyici rüzgarları gönderir, demektedir. Tabii düzene bakalım. Her olaydan önce olayın gelmekte olduğunu haber veren işaretler vardır. Meyveler olgunlaşmaya başlayınca renk değiştirmeye başlarlar. Bir ocakta ısıttığınız demir dökülecek hâle geldi mi renk değiştirir. Hastalanacak kimse önceden hissetmeye başlar. Bu sayede gerekli tedbirler alınmaktadır. Zelzelede bu olmamaktadır, bu sebeple çok sıkıntı çekmekteyiz. Ancak bazı hayvanlar bunu bilmektedirler. İstanbul’da çalışan bir Uygur mühendis vardır. Çok önemli bir tesbit yapmıştır. Zelzeleden bir gün önce suların sertliğinin arttığı görülmektedir. Türkiye buluş sahiplerini sehpalara yollar. Onun için çalışmaları başkaları değerlendirir.
Sosyal olaylarda da bilhassa ekonomik krizlerin habercileri vardır. Onların değerlendirilmesi gerekmektedir. İşsizlik olduğu zaman para piyasaya sürülür, enflasyon olduğu zaman da para piyasadan çekilir. Basit kanunlar vardır, ama bu haberden yararlanma gelişmiş ülkelerin işidir.
حتى إذا أقلت سحابا ثقال سقناه لبلد ميت فأنزلنا به الماء فأخرجنا به من كل الثمرات Y ağmur yüklü bulutlar hâline gelince onu ölü beldeye sevk ederiz. Onunla oraya su indiririz ve onunla her çeşit meyveleri bitiririz. Burada canlılar suyun gelmesini beklerler. Su gelmediği zaman uykuya dalar faaliyetlerini durdururlar. İşte bizim de ekonomide yapacağımız iş budur. İşsizlik olduğu zaman müessese faaliyetini durdurup bekleyebilmelidir. Sonra işler açılınca faaliyete geçmelidir. Böyle bir müesseseyi kurabilmemiz için;
- Faiz ödediğimiz bir sermayemiz olmamalıdır. Kazanırsak sermayeye kâr vermeliyiz. Zararı da o yüklenmelidir.
- Sabit kira vermemeliyiz, üretimden pay vermeliyiz.
- Sabit ücret vermemeliyiz, üretimden pay vermeliyiz.
- Nihayet kamu payı da nakitten değil, üretimden mal olarak vermeliyiz.
Yani üretim varsa herkes payını almalıdır, üretim yoksa kimse kimseden bir şey istememelidir. Bize bu işletme tarzını zekât müessesesi öğretmektedir. Marx Osmanlı İmparatorluğu’nun uzun yaşamasının sebebi vergilerin para olarak değil de maldan alınmasıdır diyor.
Şimdi su neyin üretileceğine karar vermez. Sadece sular. O halde bankalar kredi açarken kimin ne iş yapacağına karışmaz, sadece parayı piyasaya sürer. Kan da öyledir. Hangi hücrenin ne maddeye ihtiyacı var, onu kalp bilmez, kalp sadece kanı dolaştırır. Biz de kredilendirmede krediyi çalışanlara ve halka dağıtırız. Böylece sulama yapmış oluruz. Onlar neye muhtaçsa onun siparişini yaparlar ve her çeşit üretim olur. Halbuki faizli sistemde krediler tüccarlar verilmekte, tüccarlar azami kâr ilkesine göre mal üretmekte ve her çeşit mal piyasaya girmemektedir. Keynes 1933’te bunun nâkıs istihdamda denge nazariyesiyle izah etti. Enflasyonu önerdi. Enflasyon kötü bir şekilde zekât olmuştur. Gerçekten her çeşit meyveler biter ve o şekilde bir devir başlar ki tüm vitaminlerde tüm canlılar arasında dengeli bir şekilde bölüşülür.
كذلك نخرج الموتى Ölüleri de biz böyle çıkaracağız, diyor. Bugün hayvanların spermleri soğuk yerlerde yıllarca bekletilebilmekte ve sonra şartlar müsait olunca tekrar canlanmaktadırlar. Bitkiler her yıl ölüyor ve ertesi yıl diriliyorlar. Bunun imkansızlığını nasıl düşünebiliriz. İnsan ölünce dört boyutlu uzayda varlığını korumaktadır. O programı yeniden çalıştırmakla hayat yeniden başlar.
لعلكم تذكرون Artık düşünmelisiniz, diyor. İki hususta düşünmemiz gerekmektedir. Biri, Allah’ın ölüleri diriltmeye gücünün yettiğini düşünmemiz gerekir. Ölü topluluklara da yeniden hayat verebilir. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti böyle kuruldu. Kapanan işletmeler de yeniden açılabilir. Krizler atlatılabilir. Yeter ki “Adil Düzen”e göre bir müessese kurulsun.
و البلد الطيب يخرج نباته بإذن ربه Temiz belde nebatını çıkarır. Yani suyun iş görebilmesi için o suyu kullanacak toprağın olması gerekir. Krediler de böyledir . Faizsiz kredilerin iş görebilmesi için faizsiz kredileri kullanan işletmelerin olması gerekmektedir. İşte 1967’de kurduğumuz Akevler Kooperatifi faizsiz krediyi kullanacak sistemi oluşturmayı hedeflemiştir. Şimdi İstanbul’da kurduğumuz Akevler Kooperatiflerinin de hedefi budur. Bunun için önce Kur’an’ı okuyup içtihatlar yapmalıyız, kendimizi yetiştirmeliyiz. Ondan sonra bu müesseselere Allah’ın rahmetinin geleceğini bilmeliyiz.
ربه و الذي خبث لا يخرج إلا نكدا Habis olan belde ise nekdadan başkasını çıkarmaz. Nekd, az ve bozuk anlamındadır. Burada iki görüşü ortaya koymaktadır.
- Kimileri diyorlar ki, iktisat düzelirse, uygun krediler verilirse işletmeler de düzelir ve dengeli hayat başlar. Buna karşılık iktidar düzgün ekonomik siyaset gütmezse o ülkede ekonomi düzelmez. Bugünkü siyasiler bu görüştedirler. Bugünkü işadamları da bu görüştedirler. Onlara göre tüm sorumluluk iktidarındır. İktidarları değiştirirler, işler daha da bozulur.
- İşletmeler faizsiz müesseselere uyacak şeklide hazır hale gelirse, işletmelerini “Adil Düzen”e göre kurarlarsa, iktidar ondan sonra doğru ekonomik siyaset güderse, o zaman bol ve bereketli üretim olur. Yoksa yaptığın masrafları bile çıkarmayan bir ekonomi içinde devam edip gidilir.
Şimdi bunu karşılaştırmak için şöyle diyelim. Bir tarlayı önce hazırlamak, sonra su vermek gerekir. Yoksa hazırlamadan, ekmeden su verirseniz ne işe yarar. Tarlayı bataklık hâle getirir, çoraklaştırır. İşte bir taraftan iktidarlar faizsiz ekonomiyi tesise çalışmalıdırlar, ancak halk da o sistemden yararlanarak Adil Düzen işletmelerini kurmalıdırlar. 1960’larda biz önce Akevler’i yani faizsiz işletmeyi kurduk. Sonra ona kredi verecek devletin oluşması için parti kurduk. Biz işletmeyi, Erbakan da siyaseti yüklendi. Biz onları hep destekledik, onlar hep bizleri kösteklediler. Bugünkü sıkıntılar bundan ileri gelmektedirler. İşte bir daha böyle durumlara düşmemek için sizlere tavsiyem vardır. Adil Düzen işletmeleri kurunuz, Adil Düzeni kendi içinde uygulayan partilerle işbirliği yapınız. Bir kuruluş ki kendisi Adil Düzeni uygulamıyorsa o başkasına asla uygulatamaz. Bunun için bir taraftan işletme sözleşmeleri ve uygulamaları yaparken, hazırlık olsun diye parti programı ve İnsanlık Anayasası hazırlanmaktadır. Önce Adil Düzene göre işletmeler kuracaksınız. Sonra Adil Düzen işletmelerinin sahipleri Adil Düzen partilerini kuracaklardır. Size ortak olmayıp desteklemeyen partilerin kerametleriyle uçtuklarını görseniz onların yanında yer almayın. Bağımsız adaylıklarınızı koyun ama ikili oynayanların yanında olmayın.
كذلك نصرف الايات لقوم يشكرون Biz âyetleri böylece şükredecek kavim için tasrif ediyoruz. Bu tâbir de çok önemlidir. Sarf etmek demek, bir kalıptan başka kalıba sokmak demektir. Burada âyetler bir taraftan tabii müesseseleri anlatmakta, bir taraftan da sosyal müesseseleri anlatmaktadır. Bir ifade tabii kanunla ilgili, diğer ifade sosyal düzenle ilgilidir. Şükreden kavim için yapılıyor. O halde Adil Düzen ancak birlikte ulusça kurulabilir. Bir taraftan ekonomik işletmeleri kuracağız, ülke içinde teşkilatlanacağız, diğer taraftan siyasi partiler oluşturacağız, devletin adil olmasını sağlayacağız.
Burada bir hususu hatırlatmakta yarar görüyorum. Mevcut işletmeleri ıslah etsek olmaz mı? Olmaz. Bir şey nasıl kurulmuşsa o öyle devam eder. Müminler kendi işlerinde cari sistemlerle çalışmaya devam edeceklerdir. –Misal, bir veya birkaç işletmeyi mâlen ve bedenen destekleyecekler, Adil Düzen işletmelerini kuracaklardır. Sonra yavaş yavaş tüm emeklerini ve sermayelerini bu tarafa katacaklardır. Partiler için de aynı şey söylenebilir. Mevcut partiler kapansın, Adil Düzen partileri kurulsun, böyle şey olmaz. Çünkü halk anlamadan Adil Düzen Partisi’ne gelir ve olan Refah Partisi’ne olan gibi olur. Mevcut partiler varlıklarını sürdürecekler, onlardan inandırdıkları bize katılacak. Bir taraftan Adil Düzen işletmelerine ortak olacak, diğer taraftan Adil Düzen partilerine ortak olacaktır. Ne zaman ki onlarla rekabet edecek durumda oluruz, işte o zaman onlarla koalisyon yapar ve ülkeye “Adil Düzen”i getiririz. Adil Düzen Partileri dedim. Sekiz tane Adil Düzen Partisi kurulacak. Yani ilmî parti kurulacak. O zaman Adil Düzen gelmiş olur.
- Ateist solcular Adil Düzen partisini kuracaklar.
- Dine saygılı solcular Adil Düzen partisini kuracaklar.
- Ateist ırkçılar Adil Düzen partilerini kuracaklar.
- Dindar ırkçılar Adil Düzen partilerini kuracaklar.
- Batı içinde isteyerek batılı olmak isteyenler Adil Düzen partilerini kuracaklar.
- Batıya rağmen batılı olmak isteyenler Adil Düzen partilerini kuracaklar.
- Tarikatçı olanlar da Adil Düzen partilerini kuracaklar.
- Şeriatçı dindarlar Adil Düzen partilerini kuracaklar.
Yani her düşünce Adil Düzen üzerinde duracaktır. Zâlim düzeni kim ister ki? İşte bu partiler kurulup da bunların aldıkları oylara göre millî mutabakat hükümeti kurulduğu gün ülkeye Adil Düzen gelir. Bunun için her mümin Adil Düzeni öğrenmeye ve uygulamaya çalışmalıdır. Bu şirke karşı açılmış cihattır. Çünkü bugün zâlim düzenler de düzen diye ortaya çıkıp Adil Düzenle yarışıyorlar. Hatta onu yok etmek istiyorlar. Zâlimlerin düzeni sona erecektir. Hortumcuların, sömürücülerin düzeni sona erecektir. Allah bunu böyle istiyor. Siz yapmazsanız başkasına yaptıracaktır.