A’RÂF SÛRESİ - MUKAYESELİ TEFSİR ÇALIŞMASI
ÇAĞIMIZIN ÜMMETİ KUR’AN’A NE HİZMET VERECEKTİR?
180- Hüsnâ esmâ Allah’ındır. O’na onunla duâ ediniz. Esmâında ilhâd eden kimseleri vezr ediniz. Yakında amel ettikleri ile icza olunacaklardır.
180- Güzel adlar Allah’ındır. O’na onlarla yakarınız. Adlarında çarpıklık yapanları bırakınız. Yakında yaptıkları ile karşılanacaklardır.
Bir şey ne kadar mükemmel ise onun bozulması ihtimali o kadar fazladır. Bundan önceki âyet buna işaret etmekte, bozulmuş olan insanların hayvanlardan da beter olduğunu söylemektedir; “Beyinleri var düşünmezler, gözleri var görmezler, kulakları var işitmezler.” Bunların ortak ifadesi; onlar içtihat yapmazlar, icmâlarını tesbit etmezler, demektir. Çünkü insanlar için iki delil vardır; afâkî deliller gözlerle sâbit olur, enfüsî deliller kulaklarla sâbit olur. Hüküm ise beyindeki muhakeme ile verilir. Âyet önce göz ve kulaktan bahsetmesi gerekirken, düşünmeyi öne almıştır. Çünkü içtihat önce yapılır ve uygulanır, sonra isabet edip etmediği hususunda araştırmaya devam edilir. İşte buna işaret ettikten sonra; “Güzel adlar O’nundur. O’nu onlarla çağırınız.” veya “O’na onlarla duâ ediniz.” diyor.
Allah benzeri olmayan varlıktır. Allah’ın bize göründüğü şekilleri ile O’na adlar verilir. Allah’ın özelliklerini anlayabilmemiz için O’nu da bizim gibi bir varlık olarak düşünürüz. O işitendir, görendir, bilendir, hükmedendir, yaratandır, şekil verendir. Bunlar O’nun sıfatlarıdır. Kendisi O’dur, birdir, Allah’tır, ekmeldir. Bütün bunlar mecâzîdir. Yani, O’nun insanlarla ilişkisini bilmemiz için gerekli sıfatlardır. Yoksa, O’nun zâtından ayrı olmayan sıfatları bunlardan hiçbirisi değildir. Ebu Hanife; “O görür ama bizim gibi değil” diyerek sıfatları böyle sıralar. “Allah’ın adları” deyince, yaptıklarını anlarız. Çünkü her yapılan O’nun adından ve sıfatından ibarettir. Bizimle Allah arasındaki ilişkileri kavramamız için O’nun yaptıklarını sıfatları olarak görürüz. Ateşe ellerimi soktuğum zaman ateş beni yakar. Oysa, yakan ateş değil, Allah’tır. Ama Allah bize orada ateş olarak göründüğü için “ateş yaktı” diyoruz. Hz. Musa’ nın ateş hikâyesi budur. Her varlığın kötülükleri de var, iyilikleri de vardır. Siz ateşe elinizi sokarsanız yakar, ama uzaktan tutarsanız ısıtır. Yazın soba yakarsanız kötüdür, kışın yakarsanız iyidir. Şimdi “Allah’ın Esmâsı” olan “Kâinat”a eğer biz iyilikle yanaşırsak çok yararlıdır, ama kötülükle yanaşırsak zararlıdır. Allah bize; “O’nun esmâsına iyilikle yanaşın” yani onlardan yararlanın, kötülükle yanaşmayın, yoksa size zarar verir, buyuruyor. Bu içtihadımızın temel noktasıdır. “Allah’ın Esmâsı”nı rahmet yapmalıyız, ikab yapmamalıyız. “O’nunla duâ eden” demek, bu demektir.
Ticaret yaparsanız, “Esmâü’l-Hüsnâ” ile duâ etmiş olursunuz. Evlenirseniz, “Esmâü’l-Hüsnâ” ile duâ ederseniz. “Kötülerin cezalandırılması iyileri korumak içindir” derseniz, “Esmâü’l-Hüsnâ” ile duâ edersiniz. Size bir kötülük geldiği zaman “Allah zulmetti!” değil de, “ben kendime zulmettim” derseniz, “Esmâü’l-Hüsnâ” ile duâ edersiniz. Bir geçici dünya olan hayatımız için hamd edebiliriz; çünkü O var etti ve bu kadar nimetler verdi. Ama küfür de edebiliriz; sıkıntılar verdi, hastalık verdi, ölüm verdi diye iyiliklerini görmez, kötülüklerini görebiliriz. İşte bu O’nun esmâsında ilhaddır.
Biz tanrı değiliz. Tanrının yaptıklarını kritik edip, “Neden böyle yaptın?” diye soramayız. Olanı olduğu gibi kabul edip ona göre içtihadımızı yapmak zorundayız.
28 Şubat oldu. Buna Allah izin verdi. “Neden izin verdi?!” diye O’nu suçlayamayız. “Ne eksiğimiz vardı ki, Allah bunu bize verdi?” deyip kendimizi düzeltmek için çaba göstermeliyiz. Başkalarını suçlamakla bir yere varamayız. Bu onların haklı olduğunu göstermez. Ama “Allah bir kötülüğü başka bir kötülükle def’ eder.” “Yaptıkları ile cezalandırılacaklardır.” denmektedir.
Buradan önemli iki sonuç çıkarırız. Biri, insanlar düşünceleri ile değil, amelleri ile cezalanacaklardır. “Allah’ın Esmâsı” üzerinde kötü düşünenler kötülükler yaparlar, sonra da yaptıklarının cezasını çekerler. Diğer taraftan da “yaptıkları ile karşılanacaklardır.”ın manâsı, kısas hükümleri uygulanacaktır, demektir. İslâmiyet’in tüm cezalarda kabul edilen kısas kuralı geçerli olacaktır. “Yef’alûn” denmeyip de “Ya’melûn” denmiş olması, amellerin kasda dayanması sebebiyledir. Yani, fiil senden senin iraden dışında da çıkabilir. Ama amel iradenle beraber olandır.
181- Halk ettiğimizden Hak ile hidâyet eden ve onunla adalet eden bir ümmet vardır.
181- Yarattıklarımızdan gerçekle yol gösteren ve onunla dengeleyen bir topluluk vardır.
Bu sûrenin başında açıklamalar yaparken âyetler bize; “Kur’an son kitaptır, peygamberlik de son bulmuştur, ama risâlet, dâvet bitmemiştir. Kur’an hükümleri ile âhirete kadar insanların ihtiyaçlarına cevap verecektir. Peygamberlerin yerini de ulemâ ve ümerâ almıştır.” diye açıklamıştır. Burada mutlaka bu işi yapan bir teşkilâtın olacağını ifade ediyor.
“Onlardan biri gelsin.” dediğimiz zaman iki manâ çıkar; ya en az biri gelsin, yahut birden fazlası gelmesin. Burada “Bir ümmet vardır.” demektir. Ya bir ümmet mutlaka vardır, çok ümmet de olabilir demektir. Ya da bir ümmetten fazlası olmayacaktır demektir.
Uygarlıklar tarihini okuduğumuzda, uygarlıkların daima bir yerden başlayıp yayıldığını görürüz. Adem tektir, Nûh tekdir, Musa tektir, İsa tektir, Muhammed tektir. Kur’an tekdir. Bu bize III. bin yıllık uygarlığı kurma işinin de bir ümmete verileceğini bildirir. Bunun anlamı şudur. Artık Allah peygamber göndermeyeceğine göre bu merkezi doğrudan belirlemiyor. Bütün mü’minlere, hattâ bütün insanlara emrediyor; Siz Adil Düzene göre bir işletme kurunuz, Adil Düzene göre bir site inşa ediniz. Ama biliniz ki, zamanla bir merkez oluşacak ve III. bin yıllık uygarlığı o merkez kuracaktır. Diğerleri hep ona katılacaklardır. O halde bizim görevimiz nedir? Çalışmak. Başka çalışanlar da olacaktır. Sonra onlarla ilişki kurarak bir yeri merkez ittihaz etmek, diğer sitelere hizmet etmek.
Diğer manâyı versek, mutlaka en az bir merkez vardır demektir. Bu ikinci manâsı ile çokluk sistemini anlayacağız. Biz bir ümmet olacağız. Başkaları da ümmet olacaklar. Bu ümmetler devam edecek. Eşitlik içinde devam edecek. Onların birleşmesinden de bir ümmet oluşacaktır. İşte böylece çokluk içinde yine birliğe gidilir. Yani, iki türlü birlik sözkonusudur. Bir yerin diğer yerlere merkez olması veya değişik yerlerin ortak bir merkez kurması. Gelişme hangisinin olacağını gösterecektir. Biz ilmen ikisine de hazır olmalıyız. Bizden daha ileri gitmiş bir topluluk bulursak katılmalıyız; bize katılanlar olursa kabul etmeliyiz. Eşit olursak, ilerde çoğaldığımız zaman bir merkezî site oluşturmalıyız. Daha da ileri giderek merkezlerin merkezi olan siteleri de oluşturabiliriz.
“Hak ile yol bulurlar.” diyor. Daha doğrusu, Hak ile yol gösterirler demektir; yahut, Hak ile yola koyarlar demektir. Yani, burada peygamberlerin görevini yüklenen toplulukların olacağını bildirmiştir. Bizim görevimiz o topluluğu arayıp onlara katılmaktır. Buluncaya kadar da kendimizi o görevle görevli görmektir.
Burada “Hak” kelimesini kullanmıştır. Hak, müsbet ilimin verileridir. Hak, Kur’an’ın öğrettikleridir. Kur’an’ı müsbet ilimlerle açıklama yoluna girmemiz gerekir. Bizden daha iyi bunu yapanı gördüğümüzde onlarla işbirliği yapmamız gerekir. Kim ileride ise ona tâbi olmamız gerekir. Ama bunun için diğer insanlarla ilişkiler kurmak zorundayız. Onun için biz fırsat buldukça bütün cemaatlerle görüşme talebinde bulunuyoruz.
Bu arada tekrar gerçekleri hatırlayalım.
Kur’an tarihte çeşitli aşamalar geçirmiştir.
- “İkra’/Oku” emriyle insanlar Kur’an’ı okumaya başladılar. Mekke’de Kur’an ezberleniyor ve okunuyordu. Beş vakit namaz hâlâ bu emrin gereği olarak devam ediyor.
- Medine’ye gelince Hz. Peygamber medrese kuruyordu. Ahâb-ı Suffe teşkil ediyordu. Bunlar yazmayı öğreniyor ve yazıyorlardı. Kur’an artık Kitap oluyordu. Sahifelere geçmeye başladı.
- Sahâbeler zamanında Kur’an toplandı. Kur’an bunları, “Sümme aleynâ beyâneh” ile haber vermiştir.
- Emevîler zamanında Mushaf harekelendi ve artık kişi onu doğru olarak okuyabildi. Buna Kur’an “Cemeahu”dan sonra “Kur’aneh” demektedir. Kıraat ilmi hâlâ okunmaktadır.
- Abbasîler zamanında Kur’an Fıkha göre yorumlandı. Müçtehitler ortaya çıktı. Biz hâlâ onların içtihatları ile Kur’an’ı uygulayabiliyoruz.
- Türkler zamanında Kur’an felsefe ile yorumlandı ve Kelâm ilmi doğdu. Kur’an buna, “Bi’l-kitabi ve’l-hikmeti” demek suretiyle işaret etmektedir.
- Osmanlılar zamanında Kur’an estetik bir şekilde yazıldı. Bugün sayfa başlı ve “Allah” kelimelerinin özel yerlerde yerleşmiş mucizeli Kur’an ortaya çıkmıştır. Kur’an buna da, “Fî suhufin mükerremeh/ Güzelleştirilmiş sahifeler içinde” diyerek işaret etmiştir.
- Acaba bizim neslimize yüklenen görev nedir? Yani, çağımızın ümmeti Kur’an’a ne hizmet verecektir? Çağımızın insanı olarak bu sûrede geçen “Biz onlara bir kitapla (tek kitapla) geldik. Îman eden kavme hidâyet olsun diye hidâyet ve rahmet olarak ilim üzerine tafsîl ettik.” âyetinde bildirileni yapacağız. Yani, Kur’an ilim üzerine tafsîl etme görevini başlatmayı da neslimize vermiştir.
Bu işi “Hamidiye Risâlesi” ile Hüseyni Cesrî başlatmıştır, Bediüzzaman yer yer işaretler yapmıştır. Muhammed İkbal ve Mehmet Âkif böyle temennilerde bulunmuşlardır. Ama bunların hiçbirisi “ekol” hâline gelememiştir. İşte bizim neslimizin görevi budur.
Bediüzzaman’ın izinde olanlar kolejler kurdular ama, Arapça yerine İngilizce okutuyorlar. Üniversiteler kurdular ama, Kur’an yerine Darwin’i tedris ediyorlar. Onların hepsi sonunda bize hizmet ediyorlar. Çünkü ilim yoluna girilmiştir. Ama biliniz ki, ben hayatımda iki topluluğu destekledim. Biri, Risâle-i Nûr talebeleridir, diğeri de Millî Görüşçülerdir.
Bunların şimdiye kadar büyük hizmetleri oldu. Ama onlarda şimdilik bugüne kadar yaptıklarının ilerisinde bu işi yapacaklarına dair bir belirti yoktur. Bu sebeple, biz onların içinde yer alamıyoruz. Kendimiz sıfırdan yapmaya başlamak zorunda kaldık. Sizinle başlatıyoruz. Siz yaparsınız inşaallah. Ben sadece bu yazıları size bırakabilecek kadar ömre sahibim.
“İnsanlara yol göstermek, sonra da iktidar olunca adaletle hükmetmek.” İşte burada Allah bize en büyük müjdeyi vermektedir. “Hak ile hidâyet eden ve hak ile adalet eden bir ümmet” ülkemizde var olacaktır, insanlıkta var olacaktır. Bunun dayanağı müsbet ilimdir. Kur’an’ın müsbet ilimle açıklanmasıdır.
Şimdilik bunu biz yapmaya çalışıyoruz. Bu görev sizin üzerinize yüklenmiştir. Allah’tan duâmız; ya bize güç ver bu görevi yürütelim, ya da bize onları göster onlara uyalım.
Bu âyetin başında, “Halk ettiğimizden” ifadesi kullanılmıştır. Demek ki, ümmeti halk ediyor. Yani, yeni gemiler oluşturuluyor. Yeni uygarlık doğuyor. Türlerdeki değişme gibi uygarlıklarda da değişme vardır. Bu bin senede bir olmaktadır. Bizim neslimize rastlamıştır. Hizmet edersek mutlu olma şansımız büyüktür.
182- Âyetlerimizi tekzib edenleri ilmetmedikleri haysiyetle istidrac edeceğiz.
182- Kanıtlarımızı yalanlayanları bilmedikleri yerden derleyip götüreceğiz.
İfadeler çok açıktır. Biz kanıtlar ortaya koyarız. Müsbet ilimle iddialarımızı ispat ederiz. Ama göz göre göre, haklı olduğumuzu bile bile yalanlarlar, bize kulak vermezler, söyletmezlerse; o zaman onlar beklenmedik yerden yakalanacaklardır.
Demek ki, onlar bizim için sorun değildir. Sorun biz kendimiziz. Biz bize düşeni yapıyor muyuz? Sorun oradadır. Yoksa bize karşı olanlar, bizi ciddiye almayanlar; onların hesabını biz değil, Allah görecektir. Hem de hiç beklemedikleri yerden vurulacaklardır.
183- Ben onlara imlâ ediyorum. Keydim metîndir.
183- Ben onları oyalıyorum. Oyunum sağlamdır.
“İmlâ etmek” demek, doldurmak demektir. Yani, onların günlerini doldurmalarını bekliyorum demektir. Yahut, dolduruyorum. Bir balonu şişirirseniz sonunda patlar. İşte ben onları şişiriyorum, sonunda patlayacaklar, deniyor.
Gerçekte bugün hakkı tekzib eden sömürücü sermayedir. Bütün fitnenin başı faizli sermayedir. Bu sermaye gittikçe şişiyor. Patlamak üzere olan balon hâline gelmektedir. Tekelleşme, tekelleşme; sonunda krizler ve patlama.
“Benim taktiğim sağlamdır.” deniyor. Yani, benim stratejim yanılmaz. İlâhi kanun değişmez. Bu âyetle Allah bize şunu söylemektedir: Siz siz olun, Hak ile hidâyet eden, onunla adalet eden ümmet olun. Ötesini düşünmeyin. Düşmanların şeditliğine bakmayın, biz onları kolayca çözeriz. Çünkü onlara cebir kullanırız. Ama size cebir kullanmayacağız. Biz istiyoruz ki, kendi iradenizle böyle bir ümmet olasınız. Böyle ümmete katılasınız.
Bu âyet içtihat ve icmâlarımızda bizim uygulayacağımız üslûbu öğretir. İçtihatta; “Başkaları ne der?” değil, “Allah ne der?” diye düşünmemiz gerekir. Bizim dayanağımız Hak olmalıdır. Hak ile hidâyet edeceğiz. Hak ile adalet edeceğiz. Yani, içtihadımızdaki mesnet Hak olmalıdır. Yalan olmamalıdır, uydurma olmamalıdır, kandırma olmamalıdır.
184- Sâhiplerinde bir cinnet olmadığını, onun mübîn bir zikir olduğunu tefekkür etmiyorlar mı?
184- Arkadaşlarında bir delilik olmadığını, onun açıklayan bir anış olduğunu düşünmüyorlar mı?
Kur’an’da bazı âyetler vardır ki, o âyet Hazreti Muhammed’e hitaptır. Buradaki “Arkadaşlarında” tabiri ile “Hazreti Muhammed” kastedilmektedir. Bunu bütün insanlığa hitap ederek söylüyor. Burada Hz. Muhammed insanların bir arkadaşı olarak gösteriliyor. Muasırı olmayanlar da onun arkadaşıdır. Arkadaş olması hepsinin Kur’an ümmeti olmasından ileri gelir. Madem ki hepimiz Kur’an’ı öğrenmek, yaşamak, yaşatmak ve onu savunmakla yükümlüyüz, o halde hepimiz bu yolda arkadaşız. Burada peygamberin herhangi beşer üstü bir özelliğinin bulunmadığını, sadece bizim gibi bir beşer olduğunu ifade etmektedir. O Kur’an’ı Cebrail’den, biz ise onun öğrettiklerinden öğreniyoruz. Cebrail’in Hz. Muhammed’den bir üstünlüğü olmadığı gibi, Hz. Muhammed’in de bizden üstünlüğü yoktur. O bizim arkadaşımızdır. Hz. Peygamber böylece bizim arkadaşımız olunca, biz hâliyle birbirimize arkadaş oluruz.
“Hamd Allah’ındır” ifadesinin burada başka beyanı vardır. “Onda cinnet yoktur.” Bir deli saçması insanları 1400 yıl arkasından götürebilir mi? Bu sûre nâzil olduğu zaman Mekke’dekilerin özrü olabilirdi. Deli saçması olup olmadığını bilemezlerdi. Ama bugün, “Muhammed delidir!” veya “Söyledikleri deli saçmalarıdır!” diyebilecek aklı başında kimse olamaz.
“O sadece açıklayan bir zikirdir.” Kur’an kapalı şeyleri açıklıyor. İnsanın aslında bildiği ama kanaat getiremediği şeyleri açığa kavuşturuyor. Ölümün yok olma olmadığını insanlar biliyor, çünkü var olan hiçbir şey yok olmuyor ama bunu tam açıklayamıyor. Bildikleri şeyler var ama akıllarına gelmiyor. Böylece Kur’an insanlara bilmediklerini değil, bildiklerini öğretir. Bir matematik hocası öğrenciye çarpmayı öğrettiği zaman öğrenci öğrendikten sonra “ben bunu zaten bilirdim” der. Yani, öğretmenin dediğini öğretmen dediği için değil, aklı onu öyle kabul ettiği ve denendiğinde sonuç alındığı için ona inanır. Kur’an’ın söylediklerine Kur’an söylediği için değil, ilme uygun olduğu için kabul ediyoruz. Kur’an bizim öğretmenimizdir. Böylece Kur’an büyük mucizesini ortaya koyuyor. O da nedir? Kâinatı, olmuşları ve olacakları bilmesidir. İçtihat ve icmâlarımızda buna önem veririz. Kur’an hüküm değildir, Kur’an delildir. Hükmü bizim içtihadımız verir. Onun için; “İçtihatsız Kur’an veya hadisle amel edilmez.” denir. Kur’an’a ve hadise dayanacağız ama aklımız ve ilmimizle onları anlayacağız.
Burada hepimiz birbirimizin arkadaşı olduğumuza göre, birbirimize aynı gözle bakmak zorundayız. Biz Kur’an’ı göstereceğiz, ama Kur’an’ı anlamak ve uygulamak onlara aittir. Bizim anladığımız gibi anlayacaklar diye bir şey yoktur. Ben şimdi benim anladığım gibi anlatıyorum. Siz benim anladığım gibi anlamak zorunda değilsiniz, siz de kendinize göre anlarsınız.
185- Semâvat ve arzın melekûtuna bakmıyorlar mı? Allah bir şeyden yaratmış değildir. Saatlerinin iktirab ettiği beklenir. Ba’dinde hangi hadise îman edecekler?
185- Yer ve göklerin iyiliğine bakmıyorlar mı? Allah bir nesneden yaratmış değildir. Süreleri yaklaşmış olabilir. Arkasından hangi söze inanacaklardır?
“Melekût” kelimesi “melek” kelimesinden türemiştir. Türkçedeki “bilke” kelimesi ile akrabadır. Tuğla pişirilen toprak demektir. Kâinatın nasıl âhenkli bir hedefe hizmet ettiğine bakmıyorlar mı? Kendiliğinden olan veya çok tanrı tarafından oluşan bir Kâinatın böyle uyumlu düzeni olabilir mi? Yer ve gök arasında büyük bir uyum vardır. Bu uyumu bugünkü astronomi ve ilim ortaya koymaktadır. Müçtehidin bütün görevi hükümler arasında bu âhengi koymaktır. Yani, bir hüküm vazedilirken, diğer taraftan uyumu bozmamasıdır. Meselâ, boşanma yasağı boşanmaları çoğaltır. Çok evlilik yasağı fuhşu artırır, evliliği yok eder. Faiz ekonomik hareketi durdurur. Müçtehit böyle tuzaklara düşmemelidir.
“Va Mâ Halakallahu Min Şey’in” ifadesindeki “Mâ” ma-i nafiye olabilir. O zaman, “Kâinatı bir şeyden yaratmamış” anlamındadır. Bu manâda ilk patlayan nokta da o anda yoktan var edilmiştir anlamına gelir. “Bir şeyden yarattığımız melekûta bakmıyorlar mı?” demek olur. Bu ikinci manâ da son derece önemlidir. Kâinat Batlıların ‘kuvantum’ dedikleri bir parçacıktan oluşmuştur. Kâinat onun değişik şekildeki terkibi ile bu düzen oluşmuştur. Atom fizikçileri ve kimyacılar bunları çok iyi bilmektedirler.
Hatırlatalım: Kâinatın aslı en küçük parçacıklardır. Bu parçacıkların üzerinde elektrikî ve kitlesel yükler vardır. Çekim ve itim hâlindedirler. Başlangıçta bunlar hareketsizdi. Yani, çeken özelliklerle iten özellikler aynı idi. Dolayısıyla bir arada çok küçük mekânda duruyorlardı. İşte sıvı hâlinde olan bu ilk nokta birden patladı.
Önce negatif kitleler birbirini çekti ve yerinde kaldı. Pozitif kitleler ışık hızıyla çevreye yayıldı. Kâinat büyümeye başladı. Bunlar ‘ışık kuvantumları’ idi. Sonra ışık kuvantumlarının bazısı bölündü, ‘elektron’ ve ‘pozitron’ oldu. Sonra 1836 çift birleşti ve ‘hidrojen atomu’ oldu. Atomlar birleşti ve ‘moleküller’ oldu. Moleküller kromozomlarda dizildi, canlı oldu.
İşte bunların hepsi o bir şeyden çıktı. Bu âyetin bu manâsını ilmen ispat etmiş bulunuyoruz, ama diğer manâsı hakkında ilim susmaktadır.
“Süreleri yaklaşmış olabilir.” Böylece bütün bu oluşun süreli olduğunu, sonunda her şeyin tekrar o noktaya döneceğini ifade etmektedir. Ondan sonra âhiret hayatı başlayacaktır. “Bu sözden veya bu olaydan sonra neye inanacaklar?” deniyor. Söz olarak mucizedir, çünkü Kur’an’ı bugünkü ilim tasdik etmiştir. Olay olarak büyüktür, çünkü Kâinat doğmuştur, yaşıyor ve ölecektir. Allah tekrar hayatı takdir etmese abesle meşgul olmuş olur.
“Bundan sonra hangi söze inanacaksınız?” Hangi olaya inanacaksınız? Yahut, hangi söze inanacaksınız? Söz de olay da kesin ifadelerle doludur. Kâinat oluşmuştur, Kur’an da bu oluşmayı bildirmektedir.
186- Allah kimi idlâl ederse onun hâdisi yoktur. Onlar tugyanlarında amâlık etmektedirler.
186- Allah kimi şaşırtırsa onu yola getirecek yoktur. Onları taşkınlıkları içinde bırakır da kör kör dolaşırlar.
Yeryüzünün bütün olarak hidâyete gelmeyeceklerini, her zaman şeytanın da taraftar bulacağını ifade eden bu âyet gerçek düzeni anlatmaktadır. Kur’an’ın sözüne kulak vermeyip de kendi alışkanlıkları içinde çözüm arayanlar dalâlettedirler. Kör kör çare arar ama bulamazlar.
Çare Adil Düzendedir. Bu sözlerin ne kadar doğru olduğu ileride anlaşılacaktır. Şimdi Adil Düzene karşı direnenler, başka çare bulamayınca ona geleceklerdir. Gelenler kurtulacak, gelmeyenler helâk olacaklardır.
Burada bize önemli haberler vardır. İnsanlara anlattığımız halde anlamıyorlarsa, bizim yapacağımız bir şey yoktur. Biz görevimizi yapmaya devam edeceğiz. Tebliğ etmeye de devam edeceğiz.
187- Senden saatin ne zaman irsâh olunacağını sual ediyorlar. Onun ilmi Rabb’imin indindedir, de. Kendisinden başka kimse vaktini tecliye edemez. Semâvât ve arz da sakıl olmuştur. Size ancak bağteten gelir. Sen sanki onu ihfa ediyormuşsun gibi sual ediyorlar. Onun ilmi Allah’ın indindedir. İnsanların ekserisi ilmetmiyor.
187- Senden günün gelişini soruyorlar. Onun bilgisi beni Yetiştiren’dedir, de. Onun gününü kendisinden başka kimse ortaya çıkaramaz. Gökleri ve yeri basmıştır. O size ancak birden gelir. Sen sanki onu bilerek açıklamıyorsun gibi soruyorlar. Onun bilgisi Allah’ın indindedir. Kişilerin çoğu bilmezler.
Buradaki “saat” Kur’an’da vaadedilen zâlimlerin helâk olacağı “vakit” olabildiği gibi; büyük kıyametin gelişi anlamında da olabilir. “Bağteten geleceği” haber verilmektedir.
Kâinat yaratılmıştır, gelişmektedir. Sonra çökmeye başlayacaktır. Ama sonuna kadar ölümü beklemeyecek, dengenin bozulması ile birden kara deliğe doğru kaçacağız. Bir çeliği çekersiniz, kuvvete göre uzar. Belli gerilmeye varınca aniden kopar. Buna kopma veya akma sınırı denir. Kâinat için de ölüm böyle olacaktır. Kopma sınırına gelince birden yeni dünyanın doğuşuna gidilecektir. Demirdeki akma sınırı çeşitli madenlerde ve alaşımlarda farklıdır. Benzerlerinde deneme yapılmadıkça bu sınırı hesapla tesbit etmemiz mümkün değildir. Kâinatın benzerinde deneme yapmadığımız için o kopma zamanını bilemeyiz. Bu büyüme ile ilgili bir şeydir. Çap yeter derecede büyüyünce Kâinatın delinmesi sözkonusu olabilir.
“Gökleri ve yeri basmıştır.” Yahut, çekmektedir demektir. Demek ki, Kâinatın gerilmesi sözkonusudur. Merkeze çekmesi sözkonusudur. Kara deliğe doğru gidişi anlatmaktadır. Önce, “Onun saati Rabb’inin indindedir” diyor. Sonra, “Onun ilmi Allah’ın indindedir” diyor. Saatin evrimle ilgili olduğunu ifade ediyor. İkinci âyette de tüm Kâinat ile ilgilendiğini ifade için “Onun ilmi Allah’ın indindedir” diyor. “İnsanların çoğu bilmez” diyor. Ama bir kısmı bilir; onlar da ilim adamlarıdır.
“Ecelleri yaklaştı” diyor; “Eceliniz yaklaştı” demiyor. O halde hepimize hitap etmiyor. Buna göre bu saat topluluğa gelecek helâktan bahsediyor. Bunun da ansızın olacağını ifade ediyor. Biz Türkiye’nin dış borçlarını hesaplarken 15 yıl sonra helâk olacağımızı haber veriyoruz. Ama bu helâk çok daha erken olabilir. Hemen tedbir almamız gerekmektedir.
Biz bu noktada yeni uygarlığın doğması için hazırlığımızı yapacağız. Muhalif olanları biz değil, Allah helâk edecektir. Ya tabiî âfetlerle veya sosyal âfetlerle birbirini kırdırarak helâk olurlar. Bizi engelleyenleri durdurmak bizim görevimiz değildir. Bizim görevimiz yapmak, göstermek ve anlatmaktır... Sonrası Allah’a aittir.
Burada bize verilen görev de, insanlardan tecerrüt edip uzaklaşmamak, onların içinde Adil Düzeni kurmaya çalışmaktır. Adil Düzeni istemeyenler olabilir, zâlim düzeni isteyenler olabilir. Nitekim Doğru Yol Partililer Adil Düzeni istemediler, Refah Partililer de onlara uyup zâlim düzene râzı oldular. Sonra da zâlim düzen onlara zulmetti. Allah’tan ne istiyorlarsa Allah da onu verir. Siz de zâlim düzeni isterseniz, Allah bir zâlim bulur ve başınıza musallat eder.
Hz. İbrahim’i ateşe atıyorlar. Yunus Peygamber balığın ağzına düşüyor. Hz. Muhammed mağaradadır. Hz. İsa haça gerilecektir. Hepsi beklenmedik şekilde kurtulmuşlardır. Toplulukların da aynı kurtulma şansları vardır. Yeter ki evrime ayak uydursunlar.
188- Nefsime Allah’ın meşieti ne nef’a ne de zarara mâlikim diye kavlet. Gaybı bilseydim hayrı istiksar ederdim de bana sû’ messetmezdi. Ben sadece îman eder kavmin nezîriyim ve beşîriyim.
188- Ben kendime Allah’ın dilemesi dışında ne yarar ne de kötülük yapabilirim de. Görünmeyeni bilseydim iyiliği çoğaltırdım da bana kötülük dokunmazdı. Ben sadece inanır ulusun uyaranıyım ve sevindireniyim.
Hz. Nûh’tan sonra, Hz. Musa’nın hikâyesini de bitirdikten sonra, Hz. Muhammed’i de kısaca tanıtmıştır. O Kur’an’ı getiren kimsedir. Bizim arkadaşımızdır. Ne zaman ne olacağından bir bilgisi yoktur. Görevi sadece uyarma ve tebşir etmekten ibarettir. Mekke sürecidir. Onun yönetme yetkisi yoktur. Sonra Medine’de devlet başkanı olacaktır. Ama o sadece kendi kavminin devlet başkanı olacak, Kur’an’ın örnek uygulamasını yapacaktır. Peygamber olarak sadece uyarıcı ve müjdeleyicidir. İleride bu görevi onun adına onun âlimleri yapacaklardır.
Burada bize verdiği ders şudur: Bu Kur’an’ı yorumlayıp uygulamada sizden hiçbir farkım yoktur. Ben peygamber olarak hiçbir ayrıcalığa sahip değilim. Arkadaşınızım. Sizin neyiniz varsa, benim de oyum vardır. Ben ve çağdaş arkadaşlarım neler yaptıksa, siz de onları gerektiğinde yapınız.
Bu açıklama bize hem görev yüklemekte, hem ümit vermektedir.
Herkes elinden geleni yapsın. Sonrası Allah’a aittir, bizi hiç mi hiç ilgilendirmez.
“Îman eder kavim için” diyor ve nekire olarak getiriyor. Yani, biz de o kavim içine istersek dâhil olabiliriz; îman eder dâhil oluruz. Ne yapacağımızı sûrenin sonunda Allah bize haber verecektir.
“Nezîr ve beşîr olmamız” gerekir.
Yani, uyarmalıyız; başınıza şu kötülükler gelir diyeceğiz ama, bunu ilimle yapacağız. Onlara niçin öyle olacağını izah etmeliyiz. Bunun için de önce bizim anlamamız gerekir.
Müjde vermeliyiz; şunu yaparsanız şu olur diyeceğiz.
Biz otuz sene evvel insanları uyardık. Faiz sizi mahveder dedik ve izah ettik.
Kimse kulak vermedi. 1980’lerde Konya’da yaptığım bir konuşmada demiştim ki;
“Faiz enflasyonu doğurur, enflasyon işsizliği doğurur, işsizlik açlığı doğurur, açlık borçlanmayı zorunlu kılar, borçlanma yolsuzluğa götürür, yolsuzluk rüşveti ortaya çıkarır, rüşvet baskının kaynağı olur, baskı da anarşiye gider ve devlet yıkılır...”
İşte bu sözler yalan mı imiş? Şimdi siz söyleyin.
Böylece bizim de yapacağımız şey, Hz. Peygamberin söylediklerini söylemekten ibarettir. Borçtan nasıl kurtulacağımızı söylüyoruz... Çare ve çözümler öneriyoruz...
İsterseler kulak verirler. Kulak vermezlerse helâk olurlar.