ARAF SURESİ TEFSİRİ(7.sure)
Süleyman Karagülle
2478 Okunma
ARAF 1-6 AYETLER- 111İLA153SEMNER-25.05.2001/29.03.2002

                                   ÂRAF SÛRESİ TEFSİRİ

 

                       111 İLA 153 SEMİNER ARASI

             25 MAYIS2001 İLA 29 MART 2002 ARASI

المص(1)  كتاب انزل اليك فلا يكن فى صدرك حرج منه لتنذر به و ذكرى للمؤمنين(2)

اتبعوا ما أنزل اِليكم من ربكم و لا تتبعوا من دونه أولياء  قليلا ما تذكرون(3) /7/ الاعراف

 

Elif, Lâm, Mîm, Sâd.(1)

Bir kitaptır. Onunla inzâr edesin ve mü’minlere zikrâ olsun diye sana inzâl olunmuştur.

Ondan dolayı sadrında bir haraç olmasın.(2)

Rabbinizden size inzâl olana tâbi olun. Onun dununda evliyaya tâbi olmayın.

Kalilen tezekkür etmektesiniz.(3)

(A’Raf Sûresi(7); 1-3)

 

المص E.LMÖ: Elif, Lâm, Mîm, Sâd mübtedadır, kitap da haberidir. Sûrenin adı olabilir. Yahut tüm Kur’an’ın adı olabilir. Bu harfler belli kelimelerin kısaltılmışı olarak kabul edilebilir. Allah, Resul, Mümin , Sadr şeklinde yorumlayabiliriz. Kur’an Allah’tan resule, ondan sonra mü’minlere ve ondan sonra sadra (beyne) ulaşmıştır. Bu özelliğinden dolayı Kur’an’ın adı E.LMÖ olmuştur. Bu şekilde mânâlandırdığımız zaman anlamı sonraki âyetlere de uygun olmaktadır. Kur’an’ın lâfzı Allah’tan resul kurralar aracılığı ile gelmiştir. Ancak o âyetin ortaya çıkardığı mânâ ise mü’minin sadrında kendisini gösterir. Kur’an’ın resmi yorumcusu yoktur. Herkes için Kur’an’ın yorumu yine kendi sadrı, kendi beynidir. Dolayısıyla burada işaret edilen sadece Kur’an, sadece kitap değil, insan beyninde ortaya çıkan mânâsı ile birlikte hepsidir.

 

كتاب Kitab: Nekiredir. Derilerin deri şeridi ile çift dikişle dikilmiş yerin adıdır. Onun yazılı olduğunu ve hükümler içerdiğini ifade etmektedir. Yanı bu sözler sadece ağızdan ağıza intikal etmiş değil, aynı zamanda kitap hâline getirilmiştir. Kitap, yazılı hükümlerin kaynağıdır. Kur’an onu kabul edenler arasında uzlaşma aracıdır. “Aranızda ihtilâf çıkarsa Allah ve resulüne havâle edin.” demesiyle kitabın hâkimiyeti kabul edilmiş oluyor. Nizâda yorum hakemlere aittir. Yani kendi davranışlar ile ilgili Kur’an yorumu herkesin kendisine aittir. Nizâ hâlinde ise çözüm hakemlerin içtihadı ile olmaktadır.

 

انزل İnzâl: “Nezele”den gelir. Konak anlamındadır. Yolcular gece kalacakları yerde konaklarlar. Yukarıdan aşağıya inme anlamına geldiği gibi; o yerde yerleşti anlamına da gelir. Allah Kur’an’ı bizim beynimize yerleştirmiştir. Yahut sahifelerimizde yerleştirmiştir. Allah’ın sözleri olan Kur’an seslerden uzaktır. Seslere dönüşünce bize gelmiş oluyor. Burada if’al bâbından getirilmiştir. Yani iniş bir anda olmuştur. Başka yerde “aleyke” demektedir. Başka yerde “inzâl”ı değil de “tenzil”i kullanmaktadır. Burada resul sadece aracıdır, yorumlayıcı değildir. Bu sebeple inzâl fiilini kullanmıştır.

 

اليك İLaYKa: Varış yerini bildirir. Burada etkileşim yoktur. Burada resul sadece nakledicidir, yorumlayıcı değildir. Her mü’min Kur’an’ı kendine göre anlayacaktır. Bu sebepledir ki peygamber Kur’an’ı uygulamıştır. Ama yorumlamamıştır. Yorumlasaydı, bizim ona muhalefet etme gibi sonuca gidilmiş olurdu. Bu da çelişkili olurdu.

 

فلا يكن فى صدرك حرج  “Sadrına ondan bir harac olmasın.” Senin görevin sadece ulaştırma olup, diğer taraftan sana bir yük ve bir sıkıntı yüklemiyoruz. İki bakımdan senin üzerinde bir yük yoktur. Biri, uyaracağın kimselerin onu kabul etmiş veya etmemiş olmaları bakımdan senin üzerinde bir yük yoktur. Diğeri de, ona inanan kimselerin onu nasıl anlayacakları ve ne yapacakları bakımından bir yük yoktur. Sen elçisin, nâkilsin, ulaştırıcısın. Uygulama sıkıntısını taşımakla yükümlü değilsin.

Burada “İleyke”deki sen, birinci derecede yükümlü olan peygamberdir. Ancak ondan sonra kıyamete kadar gelen her mü’min de onu peygamberin bir halefi olarak bütün insanlara ulaştırmakla yükümlüdür. Yani buradaki sen her mü’mindir. Gücü nisbetinde her mü’mindir. Nitekim, bundan önce yaptığımız âyet tefsirinde; “Onlar Rablerinin risâlâtını tebliğ ederler.” şeklindeki âyeti ele almıştık. Cümlenin arasına bu cümleciğin girmesinin sebebi, bu görevde insanın tebliğ dışında herhangi bir görevinin olmadığını ihtardır.

 

نذر NaZR: Gelecekten haber vermedir. Uyarmadır. Fırtınayı haber veren rüzgârın adıdır. Burada resul uyarıcı durumda, onun yerini alan âlimler de uyarıcı durumda. İnzâr bâbı kullanılmıştır. Bir hayat içinde cereyan eden olaylar bir defa olmuş kabul ediliyor. “Sen uyaransın.” diyor. “Sadrına harec yok.” diyor.

Mü’minler için ise “zikrâ” kelimesini kullanıyor. Böylece burada icmaa işaret ediyor. Mü’minler kendileri anlayacaklardır. Resul onlara anlatmayacak. Bundan dolayı “Li tüzkira” demiyor. Yani, peygamberin iki görevi vardır. Biri, herkesi uyarmak, gelecek kötülüklerden haber vermek. Diğeri de, mü’minlere Kur’an’ı aynen yorumsuz ulaştırmak. Böylece icma ve içtihat müesseselerinin tesisine imkân vermek. “Sen uyaransın, sadrına harac yok. Sonra onu açıklamak bize aittir.”in buradaki ifadesi olmaktadır.

 

اتبعوا Tâbi olunuz: Bundan sonra ikinci âyet geliyor. Bu ikinci âyet mü’minler için zikrâ olan Kur’an’ın mü’minler tarafından nasıl uygulanacağını ifade ediyor. Birinci ayette peygamber ve tek tek mü’minlere düşen görev anlatılıyor. O da Kur’an’ın gerek mü’minlere gerekse mü’min olmayanlara ulaştırılmasını anlatıyor. Orada anlatılan Kur’an’ın lâfzıdır, ilmidir. Uygulaması sözkonusu değildir. Oysa bu ikinci âyette “tâbi olunuz” diyor. Teb’, anasının peşine koşan hayvan yavrusudur. Mü’minler de tâbi olmaya çağırılıyor. Tâbi olmayla itaat olma arasında fark vardır. İtaatte o emreder, sen onun sözünü dinlersin. Tâbi olmada ise o yapar, sen uyarsın. Senin uyup uymadığında haberi bile olmayabilir. İşte bize emrolunan itaat değil tâbiyettir. Biz Kur’an’ın getirdiklerine uyarız. Kendimiz kendi isteğimizle uyarız. “Dinde zorlama yoktur.” âyetiyle de burada tam mutabakat vardır. Bu fiil cem’/ çoğul olarak gelmiş. Yani, ayrı ayrı tek başlarımıza Kur’an’ı tatbik etmemiz yerine, hep birlikte beraber Kur’an’a uymamız emrolunmaktadır. Emir sigası da icbar sigası değildir. Emre uyup uymamakta da insanlar serbesttir. Sadece sonuçlarına katlanmaları gerekir. İşte hukuk düzeni de budur. Hukuk düzenini yeryüzüne Tevrat getirmiştir. Kur’an onu geliştirmiştir.

 

ما : İnmiş olan şeye işaret ediyor. İniş marifedir. İnen nekiredir. Buradaki “Mâ” ile işaret edilen Kur’an değildir. Çünkü Kur’an olsaydı “ellezî” olurdu. Buradaki inen Kur’an’dan başkası da değildir. Çünkü Kur’an’dan bahseden âyetten sonra gelmiştir. Ve arada “Va” harfi bile konmamıştır. Bunun anlamı, bu cümle yukarıdaki cümlenin izahı demektir. Bu cümle mü’minlere zikrâ olsun diyen cümlenin izâhıdır. Orada “tezkir edesin” dememiş, sadece “zikrâ” demiş; burada ise o zikrânın nasıl olacağını anlatıyor. O halde bu Kur’an’ın kendisi değil, mânâsıdır. Nekire olması, mânânın değişik kimselere değişik şekillerde inzâl olunacağıdır. Kur’an’ı her topluluk kendine göre anlayacak. Ona göre uygulayacak. Kur’an bize toplamayı öğretir; “3+7=10 eder.” der, ama bu 3 ile 7’nin ne olduğunu ise kıyas yoluyla herkes kendisi anlar ve uygular. Bu elma olabilir, gün olabilir, yumurta olabilir. Eskiden gelen kitaplar kendi zamanlarında ve kendi topluluklarına ait olurdu. Kur’an ise genel formülleri ortaya koydu. Her topluluk bu formülleri kendi ihtiyaçlarına göre yorumlayacak ve uygulayacaktır. O sebeple burada “Ellezî” değil, “Mâ” gelmiştir. Bununla beraber Kur’an gerek lâfız gerek mânâsıyla değişmeyecek ve özelliğini koruyacaktır. Bu sebepledir ki, “münzeletün ileyküm” denmemiştir. Öyle olsaydı dört delile dayanmadan içtihat ve icma serbest olurdu. Oysa burada içtihat ve icmanın kuralları ve usulleri bellidir, sadece elde edilen sonuçlar değişiktir. Yere ve asra göre farklı şekilde uygulama sözkonusudur.

 

أنزل Unzile kelimesi burada tekrar edilmiştir. Çünkü birinci inzâlden farklıdır. Buradaki inzâl, mü’minlere icma ve içtihat yoluyla gelen mânâlardır. Daha önceki inzâlde ise Kur’an’ın kıraati ve kitabeti olarak gelen inzâldir. Burada da tenzil kelimesi getirilmemiş, inzâl getirilmiştir. Çünkü her topluluğa ve her asra inzâl olunan farklıdır, ancak topluluklar sadece kendilerine inzâl olunana uymakla yükümlüdürler. Daha öncekilere inzâl olunanlara veya daha sonra inzâl olunacaklara değil. Onun için icmada hayatta olanların icmaı sözkonusudur. Yine buna dayanarak icmanın icma ile, içtihadın içtihat ile değiştirileceğini ifade eder. Yani, bugün bir içtihat yaparsınız, onunla amel etmekle yükümlüsünüz. Yarın içtihadınız değişirse yükümlülüğünüz de değişir. Bu icmalar için de böyledir. O halde buradan çıkacak mânâ şudur. Nübüvvet bitmiştir. Artık bir peygamber gelip bize mucize göstererek Allah’ın emirlerini ulaştırmayacaktır. Ama vahiy bitmemiştir. Vahiy kişilere ilham şeklinde inmeye devam edecektir. İçtihat vahiyle sabit olacaktır. Hata ihtimali vardır. Ama içtihat yapan kişi hatadan affedilmiştir. Ayrıca icma da topluluğa gelen ilhamdır. Bu da vahyin kendisidir. Çünkü bunda hata yoktur.

 

اِليكم İLeYKüM: İleyküm kelimesi de tekrar edilmiştir. Sadece birinci âyette “ilayke” idi, burada “ileyküm” gelmiştir. Yani, kişiye vahiy yerine topluluğa vahiy demek olur. Buradaki muhatap kimdir? Beş vakit cemaatidir. Cuma cemaatidir. Bu bize icmanın kademeliğini ifade eder. Aşirette bütün bâliğ olan kimselerin icmaı sözkonusudur. Bucakta da yine bütün bâliğ olan kimselerin icmaı demektir. Oysa şa’bda fakihlerin icmaı, kavmde  râsihlerin icmaı demektir. Çünkü buralarda Cuma cemaati bunlardır. Nâsda hac cemaati sözkonusudur. Mekke’de yerleşmiş ilim adamlarının icmaı, diğer ilim adamlarının sükutu demektir.

 

من ربكم Min Rabbiküm: Birinci âyette sadece “inzâl olunan” dediği halde, bu ikinci âyette “Rabbinizden” sözü ile tekit etti. Çünkü birinci âyette bunun Rabden gelen Kur’an olduğu açık olduğu için kimden geldiğini belirtmeye gerek olmadığı halde, burada “Rabbinizden” sözünü kullanarak, doğrudan ilhamın ve vahyin aracısız bize geldiğini bildirmiştir. Bunun anlamı, icmada hayatta olan müçtehitlerin ittifakı gerekmektedir. Bu Sünni mezheplerinde de böyledir. Ayrıca tâbi olunacak müçtehidin de hayatta olması gerekir. Bu “Min Rabbiküm” kelimesi bunu ifade eder. Şiilerde de böyledir. Oysa biz bin sene önceki müçtehitleri taklide kalkışıyoruz. Bu âyete aykırıdır. Bu hatamızdan dolayıdır ki bugün Batı dünyasının mevzuatta esiri olmuşuzdur. Mustafa Kemal Balıkesir nutkunda; “İslâmiyet en ileri dindir, çünkü içtihat müessesesi vardır.” demişti. O günün İslâm âlimleri bu cümleyi değerlendiremediler. Ahkâm-ı şer’iyye lâğvedildi. Biz otuz sene önce insanları içtihada çağırdığımızda herkes ayağa kalktı. Ama şimdi artık sade Müslümanlar içtihada inanıyorlar.

Burada şunu belirtmek istiyorum ki, bizim içtihada ihtiyacımız, şeriattadır, yani kanunlardadır. Yoksa bizim ibadette ve inanışlarda içtihada ihtiyacımız yoktur. İnanışta zaten içtihat olmaz, icma olur. Tarikat ehli olanlar bizi anlamadan bize muhalefet ediyorlar. Onlar sanıyorlar ki, biz zikirlerinde, namazlarında içtihat yapacağız. Şeriatçı olarak, herkes istediği gibi ibadet etsin, diyoruz. Tarikatlar bunun için bizi desteklemek zorundalar. Yani, lâik olduğumuz için bizi desteklemek zorundalar. Tarikatlar bizim arka bahçemiz değil, demokrasinin arka bahçesi olmaları gerekir. Bizim içtihada dâvetimizi de can-ı gönülden desteklemelidirler. Çünkü Osmanlı uygulamaları artık geçerli değildir, onun için tercüme kanunlarla yönetiliyoruz.

 

و لا تتبعوا من دونه أولياء Onun dışında velilere uymayın.” Siz size inzâl olunana uyun dendikten sonra, ondan sonra mefhum-u muhalefet yeterli görülmemiş, sarahaten “Onun dışında velilere uymayın.” denmiştir. Müsbet cümleden sonra menfi cümle gelmiştir. Müsbet cümlede devamlılık yoktur. Menfi cümlede devamlılık vardır. Yani başka kimselere uyma nehy edilmiştir. Hiçbir hal ve şartta başka kimselerin taklidi sözkonusu olmayacaktır. Burada yasaklanan topluluğun başka bir kişinin peşine takılması, kişinin cemaatten üstün tutulmasıdır. Yoksa burada yasaklanan kişinin seçtiği müçtehide veya şeyhe tâbi olması değildir. O kişi bilmediğini ona sormaktadır. O müstakîm sıratta rahat gitmediği için bir arabanın arkasına takılmaktadır. Acemi şoförler böyle yapmazlar mı?

Buradaki zamir ise icma ile sabit olan hükümlerdir. Bize inzâl olunandır. İcmaa muhalefet bu âyetle men edilmiş olmaktadır. Kişiler topluluklara hükmedemezler. İçtihatlar icmaları bozamaz. Görülüyor ki, Müslüman alimlerin geçmişte icma ettikleri hususları şimdi biz Kur’an’da okuyor ve açıkça buluyoruz. Allah mü’minlere doğru şeyler ilhâm etmiş ve doğru şeyler vahy etmiştir.

Yine burada işaret edeceğimiz çok açık bir husus daha vardır. Tarikat ehli sadece dinde iman ve ibadette şeyhlerine uyabilme durumundadırlar. Şeriatta yani dünya işlerinde de şeyhlerine uymaya kalkışırlarsa bu âyete muhalefet etmiş olurlar. Biz şeriat ehli de buradaki cem’ sigasını unutup da tarikatların iman ve ibadetlerine müdahale etmemeliyiz.

Kur’an burada kişi ve hanedan yönetimlerini ortadan kaldırdığını açıkça ifade etmiştir. Bir yarım bin yıl sonra insanlar bu sisteme gelmektedirler. Evliyanın çoğul olması ile kişi ve zümre yönetiminin kaldırıldığı ifade edilmiştir. O ne diyorsa o değil, Kur’an ne diyorsa, cemaat ne anlıyorsa o demeliyiz.

 

قليلا ما تذكرون  “Ne kadar az anlıyorsunuz.” İfadesiyle, bu açık ifadelerin asırlardır zor anlaşıldığına işaret ederek, saltanatı ve hilafeti İslâm adına savunmalarının gülünçlüğünü belirtmektedir. İslâmiyet başlangıçta cumhuriyet ile yönetilmiştir ve tüm Kuran hükümleri cumhuriyete göredir. Bu cumhuriyet temsilcilerin ekseriyeti değil, âlimlerin ittifakı çeklindeki cumhuriyettir. Yerinden yönetimli çoğulcu cumhuriyettir.

Bu âyet bize cemaat olmamızı emrediyor. İşte bu sebepledir ki biz kooperatif kuruyor, çalışmalarımızı ve yaşamamızı birleştiriyoruz. Çoğulcu yerinden yönetimi savunuyoruz. Gözümüz iktidarda olup başkalarını düzeltmede değil, gözümüz kendimizde olmalıdır. Belki bizi rahat bırakmayacak ve bize saldıracaklardır. Bizi sömürmek isteyenler bizim birleşmemizi ve ekonomik bağımsızlığımızı istemeyeceklerdir. İhbar ve şikâyetlerle devletimizi üstümüze yürüteceklerdir. Ancak biz suçlu olmazsak Allah bizi korur. Allah’a inanmak da zaten budur. Cezalanmaktan değil, suçlu olmaktan kokmalıyız. Biz kişilerden değil; şeriattan, mevzuattan, yani kanunlardan korkmalıyız. Onları çiğnememeliyiz. Biz görevlilerin, hakimlerin gönlünü değil, hukukun gönlünü yapmalıyız. Sonrasında Allah vardır ve bizim yanımızdadır. Firavun’a cemaatinin dediğini diyebilmeliyiz; “Siz sadece dünyada hükmedersiniz. Asabilirsiniz. Ama biz nasılsa öleceğiz. Bizi cennete göndermiş olursunuz.” diyebilmeliyiz. Mü’min bunu diyebilendir.

Burada bir hususa daha işaret ederek sözlerimizi sona erdirelim. Gericiler var, tutucular var. Bir de ilericiler var. Allah ilericileri daima galip getirmiştir ve getirecektir. Tutucular ve gericiler her zaman yenilmişlerdir. Gerici demek, eski düzeni yeniden istemek demektir. Mesela, tekrar saltanatı istemek, gericiliktir. Tutucu demek, hâli muhafaza etmek demektir. Bugünkü mevzuatı ve sistemi değiştirmeyi istememek demektir. İlericilik ise iyi olan eskileri muhafaza edip kötü olan eskileri atmak ve onun yerine iyi olan yenileri getirmek demektir. Biz ne tutucularla, ne de gericilerle mücadele etmeyiz. Onu bin yıl mücadele etme heveslileri var, onlar yapsın. Biz ilericilik için cihat yaparız. Hak gelince bâtıl gider. Cihatla cidal arasındaki fark da budur. Cidal, karşıdakileri yıkmaktır. Cihat, yenilikler getirmektir. Cidal, iyi veya kötüyü ayırmaktır. Cihat, iyileri koruyup kötülerin yerine iyileri getirmek, daha iyileri getirmektir.

ARAF4-5

وَكَمْ مِنْ قَرْيَةٍ أَهْلَكْنَاهَا فَجَاءَهَا بَأْسُنَا بَيَاتًا أَوْ هُمْ قَائِلُونَ (4) فَمَا كَانَ دَعْوَاهُمْ إِذْ جَاءَهُمْ بَأْسُنَا إِلاَّ أَنْ قَالُوا إِنَّا كُنَّا ظَالِمِينَ (5)

âyetlerin arapçası yazılacak

 

Va: “Nice karyeleri ihlâk ettik.” cümlesini “ElifLâmMîmSâd. Kitabı sana inzâl ettik.” cümlesine bağlamaktadır. İkisi de nekire fail olan cümlelere bağlanmaktadır. Nekireler ancak tavsif edildiğinde fail olabilirler. Nûrda da böyledir.

Kitabın inzâli ile nice karyeler helâk olmuştur. Burada fasl olsaydı, iki olay arasında bir ilişki yokmuş sanılırdı. “Fa” ile vasl olsaydı, inzâlin helâke sebep olduğu anlaşılacaktır. Helâke sebep inzal değil, inzâle karşı gelmek, gerçeklere inanmamaktır. Onun için “Va” ile vasl olunmuştur. Buradaki bu “Va” harfi bize çok önemli bir şeyi ifade etmektedir.

Tarih boyunca kavimler gelmiş ve devletler kurmuşlar. Peygamberler gelmiş, peygamberlere kulak vermemişler ve helâk olmuşlardır. Kur’an bunları anlatıyor, tarih de olanlara şahittir. Hazreti Muhammed’den sonra artık bir peygamber gelmeyecektir. Artık yeni bir kitap nâzil olmayacaktır. Kitapların yerini icmâ ve içtihatlar alacaktır. Peygamberlerin yerini âlimler alacaktır. Öyleyse şu sorulur. Acaba bundan sonra âlimlerin icmâ ve içtihatları ile sabit olan tebliğe kulak asmayanlar da helâk olacaklar mıdır? İşte bu “Va” harfi bunun aynen sürüp gideceğini anlatmaktadır. Bundan sonra gelen dört âyet bunları anlatmaktadır.

 

Kem, nicelik zarfıdır. Aynı zamandan istifham zarfıdır. Nice ve kaç mânâlarına gelir. Burada nice yani pekçok anlamındadır. Nice anlamında olduğu zaman daha çok “Min” ile gelir. Burada “Karye” nekiredir. “Min”den sonra gelirse cins için gelir ve “Min” teb’iz içindir. “Kem karyetin ehleknâ” desek, kaç karyeyi helâk ettik demiş oluruz. “Kem min karyetin ehleknâha” desek, nice karyeyi helâk ettik, demiş oluruz. Geçmişte nice karyelerin helâk olduğunu ifade etmektedir. Böylece tebliğ ve helâk kuralını genelleştirmektedir. Benzer cümle kalıpları ile kayıtlı nekire ile başlayan mübtedalarla ve aralarına konan “Va” harfi ile bu genelleştirme ifade edilmektedir.

 

Karyet kelimesi, yağmur sularının toplanıp biriktiği “KRY” kelimesinden gelmektedir. Göçebe hâlinde olan topluluklar suların toplanıp biriktiği yerde yerleşik hayata geçmişlerdir. Mezopotamya, Mısır, Hindistan, Çin böyle yerleşme yerlerinin ilkidir. İnsanlar yerleşmeden önce Allah’tan vahiy alırlardı. Ancak o zaman yazı yoktu. İndirilen kitap da yoktu. Peygamberler şifahi olarak tebliğ ederlerdi. Yerleşik hayat başladıktan sonra yazı icad edildi ve kitaplar inmeye başladı. “Kıraat” kelimesi ile “Karye” kelimesinin akrabalığı da buradan gelmektedir. Buradaki “Karye” kelimesi yerleşik kentleri ifade ettiği gibi, kendilerine yazılı ve okunan metinler verilen, dolayısıyla tebliğ yapılmış toplulukları da ifade etmektedir. Yani, “Karye” kelimesi aynı zamanda uyarılmayı da içermektedir.

“Biz onları ihlâk ettik.” Heleke, dağılmak, parçalanmak anlamına gelmektedir. Geçmişte meydana gelen helâkleri Kur’an çeşitli kavimleri anlatarak bildirmektedir. Tufan, sel, zelzele, kasırga, boğulma, savaş, anarşi gibi felaketleri anlatmaktadır. Toplulukların başına her zaman felâketler gelmektedir. Zelzeleler olmakta ve birtakım sosyal ve fizikî zorluklar ortaya çıkmaktadır. Kur’an bunlara karşı alınması gereken tedbirlere işaret etmekte ve insanları buna dâvet etmektedir. Buna bir misal verelim. Mesela, ikamet ve göç zamanlarında onlardan yararlansınlar diye insanlar için deriden evler yaptığını anlatmaktadır. Bu nimetin şükrünü ifa etmek demek, o günlere topluluğun hazırlanması demektir. Bunun için sosyal müesseseler kurmalıdırlar. Bu tür zor günlerde tehlikeleri en az zararla nasıl atlatacaklarını bilmelidirler. İnsanlar olacak olanı değiştiremez, ama olacaklardan kendilerini koruyabilirler.

“Biz onları helâk ettik.” demektedir. Yani, bundan önceki âyetlerde; “Sana inzâl olunan, size inzâl olunan” diyerek meçhul siga ile ifade edilmiştir. “Rabb’inizden” diyerek inzâl edenin Rab olduğu belirtilmişti. Burada da “Biz” demek suretiyle, Kur’an’ın Rabb’in sözü olduğunu açıklamış olmaktadır. Kur’an böylece bir taraftan “Biz” veya “Ben” der, diğer taraftan “Allah” ve “Rab” der, böylece söyleyenin “Rab” olduğunu belirtir. Hep “Ben” veya “Biz” denseydi, Hz. Muhammed kendisini tanrı ilan etmiş olurdu. Hep “Rab” ve “Allah” deseydi, o zaman da Kur’an Hz. Muhammed’in sözü olurdu. En beliğ bir şekilde Kur’an baştan sonuna kadar Kur’an’ın Allah sözü olduğunu bildirmektedir. Tevrat ve İncil’de bu üslûp yoktur. Allah tek kitabı hâkim kılmak için onların bu şekilde olmasına izin vermiştir.

 

Fa: İlk âyetlerdeki üslûp burada da devam etmektedir. İlk âyetlerde “Fe Lâ Yekün” diyerek, sende bir zorluk yoktur, artık biz icmâ ve içtihat müessesesini tedvir ediyoruz, lâfzı sana ama mânâsını topluluklara icmâ ve içtihat yolları ile vahy ediyoruz, demişti. Burada da “Fe Câehâ” diyerek, Allah’ın nasıl helâk ettiğini bildirmektedir. Buna “Fa-i tafsiliye” denmektedir. Daha önce söylenen cümleyi açıklamaktadır. Burada helâkin şeklini değil de, helâkin aniden geldiğini ifade etmektedir. Yani, helâk sözünden fazla bir şey söylenmektedir. Dolayısıyla fasl yapılmamış, “Va” ile vasl yapılmıştır.

İnsanlar ilim adamlarının ve peygamberlerin söylediklerine inanmamışlardır. Kulak vermemişlerdir. Kendilerini düzeltmemişlerdir. Söylenenlerin olmayacağını sanmışlar, işte gitmiyor, işte olmuyor, işte devam ediyor sanmışlardır. Oysa, bizim neslimizin zamanlarında biz bunları hep yaşadık. Sosyalizm çevreye dehşet salıyordu. Birçok yakınlarımız orada idi, yıkılmayacağını sanmıştı; oysa güme gitti ve yıkıldı. Tek partili dönemin Türkiye’de sona ermeyeceğini sanmıştı; oysa şimdi yerinde yeller esiyor. “Ekonomiyi düzelttik, düzelttik!..” diyenler; bir gün kendilerini çukurda buldular. Ne var ki, bütün bunlar insanları uslandırmadı. Hâlâ, biz hata ettik, demiyorlar. Demek ki, daha bekledikleri büyük felâket(ler) vardır.

 

Câehâ: Cîet etmek, bir yere değişik istikametlerden suyun gelmesidir. Irmakçıklara denmektedir. Etvet etmek ise, bir kanal ile suyun gelmesidir. Bilinmedik, beklenmedik yönden ve tehlikelerden bahsedildiği için “cîet” kelimesini kullanmıştır.

Biz, “Adil Düzeni terk ederseniz başınız dertten kurtulmaz.” Demiştik, Refah Partililere; asla kulak vermediler. Kendilerine bir şey olmayacağını sanmışlardır. Beklenmedik yerden 28 Şubata çarptılar. Bunun sorumluluğunu ona buna attılar. Oysa onların günahı Adil Düzeni bırakmaları idi. Onların iktidara gelir gelmez hemen “hakemlik sistemi”ni getirmeleri ve yargıyı düzeltmeleri gerekirdi. Adalet Bakanı Şevket Kazan Beye 50 sahifelik gerekçeli metin gönderdik. Adil Düzen ekibiyle birlikte onları itti. Sonra bir mum çekişmesi ile Allah onu vurdu. Ama hâlâ bunun farkında değildir. Oysa, hakemlik müessesesi gelseydi, adil mahkemeler oluşsaydı, o basın suçları işlenmezdi, 28 Şubat denen sıkıntı oluşmazdı. Bir yıllık Refah-Yol Hükümetinin yaptığı müsbet şeyleri bunlar yani mevcut hükümet dört senede ancak bitirdiler. Şimdi de ülkeyi alenen satıyorlar. Hâlâ ses çıkaran yok!

Daha sıkıntılar bitmedi. İşsizlik gittikçe artmaktadır. Dış borç çığ gibi büyüyor. Aç kalan insanlar birbirlerine saldırmak üzeredir. Gemi su alıyor. Dış borç faizi gemiyi doldurmakta olan sudur. Kurtuluşun daha çok su almakla, deliği daha fazla açmakla başarılacağı iddia ediliyor. Aklımız başımıza Firavun’un denizde boğulması sırasında gelecektir. İlmin verilerine uymayan topluluklar birden helâk olacaklardır. Biz bunu şu şekilde sayıyoruz. Biri çıkıp da; “Hayır, öyle değil. İnsanlık oraya gitmiyor.” demiyor. Verdikleri cevap şu; “Siz hep bunu söylüyorsunuz. Hani nerede? Batmadı!” diyorlar. Unutmayın ki, Musa Peygamber Firavun’a 20 yıl söyledi, uyardı... Dinlemediler ve ondan sonra denizde boğuldular.

 

Be’sunâ/ Be’simiz: Be’s, kötülük demektir. Bir iğne battığı zaman duyulan acıyı yaratan kötülüktür. Tarihte birçok be’sler gelmiştir. Ancak biz çağımızın be’slerini tasnif ediyoruz. Bizi bekleyen be’sleri anlatıyoruz.

  1. Toprak, su, hava ve canlı kirlenmektedir. Daha bizim gençliğimizde pırıl pırıl akan sular şimdi simsiyah akıyor.
  2. Doğum kontrolü, tedavi tababeti, serbest cinsi ilişki, kitle imha savaşları insan neslini dejenere ediyor. Gittikçe nesil canlılığını ve sağlığını kaybediyor. Evrim kanunlarına göre selekt olamıyor.
  3. Kimyasal, biyolojik, tahrip edici ve atom silahları yeryüzünü barut fıçısı hâline getirmiş, patlamak üzeredir. Bir sosyal tufanla yeryüzünde birkaç insan kalabilir.
  4. Senet mafyası, rüşvet mafyası, iş mafyası ve silahlı mafya insanlığın düzenini bozuyor, üretim duruyor, mübadele kalkıyor. İnsanlık birbirine girmek üzeredir. Güvenliği sağlamaktan sorumlu olanlar da onlarla bir olmuş ve mafyalaşmıştır.

Bunları biz çok önceleri söyledik, sizlere anlattık. Yıllar önce de başka şeyler söyledik.

“Ülkemizi ekonomik ve sosyal bakımdan çökerten faizdir.” dedik.

  1. Faiz enflasyonu doğurur.
  2. Enflasyon işsizliği doğurur.
  3. İşsizlik açlığı doğurur.
  4. Açlık borcu doğurur.
  5. Borç yolsuzluğa götürür.
  6. Yolsuzluk rüşveti getirir.
  7. Rüşvet baskıyı getirir.
  8. Baskı da Anarşiyi getirir, demiştik.

Kimse bize kulak vermedi. Rüşvetin ve enflasyonun faydalı olduğunu savundular. Şimdi de enflasyonu ortadan kaldıracağız diye insanları işsizlikten öldürüyorlar.

Biz çok açık bir şey söylüyoruz. Bugün her Türk ailenin 10 bin dolar borcu var. Emeğinin yarısını faize veriyor. 15 sene sonra bu borç aile başına 100 bin dolara çıkacak. Artık ödenemez hâle gelecek. O gün geldiğinde bütün Türkiye’yi satsak borcun yarısını ödemez. Bunun sonu nereye gidiyor? Gemiye binmeyi reddeden Nuh Peygamberin oğlu gibi; “Amerika’nın emrine girer, yaşarız!” diyorlar. Siz Türkiye’de Rum ve Ermenileri yaşattınız mı ki sizi onlar yaşatsın? Şimdiden hazırlıklar içindeler. “Soykırımı yaptınız!”diyerek yarın ülkemize yerleşmek isteyecekler. İşte bizi bekleyen be’sler bunlardır.

 

Beyâten: Beyt, ev demektir. Geceleyin anlamında, hattâ uykuda iken denmektedir. “Beyât” kelimesi burada hakiki mânâda kullanılmaktadır. Çünkü bütün avcılar ve savaşçılar gaflet zamanını beklerler. O gaflet zamanı da insanların uyku hâlidir. Gece uykusudur. Kötülüğün de böyle gaflet zamanında geldiği bildiriliyor. Büyük zelzelelerin hep böyle gece vakitlerinde ortaya çıktığını görüyoruz. İstatistik yapılsa bunun böyle olduğu görülecektir. Hiç beklenmedik bir sırada aniden geldiğini ifade etmektedir.

Bir teli çektiğiniz zaman önce uzar. Sonra kopacak derecede titremeye ve esnemeye başlar. Kopmanın yakın olduğunu belirler. Sonra da aniden kopar. Mühendislikte gerilme ve uzama hesapları yapılabilmektedir. Hattâ akma dediğimiz kopmaya başlaması zamanı da belirlenmektedir. Tam kopma ise aniden ve beklenmedik bir zamanda olur. Çünkü o tamamen demirin kendi yapısına bağlıdır ve her demir parçası için de aynıdır. Sosyal ve ekonomik olaylar daha önce bilinebilmektedir. Hattâ kopma sınırına ne zaman geleceği de tahmin edilmektedir. Hesap edilmektedir. Ama kopma ise beklenmedik bir zaman içinde olmaktadır.

28 Şubattan beri uygulanan programın 22 Şubat krizini getireceği bilinmektedir. Bir ülkede suni olarak doları ucuz tutarsanız ithalat çoğalır, ihracat azalır. Bu uygulama geçici olarak enflasyonu yavaşlatır. Ama ihracatın azalması, ithalatın çoğalması iki sebepten dolayı ülkede üretimi durdurur. Bir taraftan ihraç yapılamadığı için ihraç malları üretimi durur. Diğer taraftan ithal malları geldiği için de üretim durur. Halkın eline emeksiz para geçtiği için çalışmaz, hazır tüketir. Bu durum bir yere kadar devam eder. Birden patlama olur, dolar kendi eski değerini almaya çalışır. Ancak, ne var ki artık dengeyi zor korur ve ekonomi krize girer. Şubat Krizi çok hafif atlatılmaktadır. Çünkü fiyat istikrarını yeniden tesis etmektedir. Ne var ki, Devlet Bakanı Kemal Derviş’in programı daha büyük krizlerin hazırlığı içindedir.

  1. Küçülmeye devam ediyoruz. Yani, işsizlik artmaktadır.
  2. Zirai destek kalkıyor. Yani, gelecek yıl karnımızı doyurmak için dış borca ihtiyacımız olacaktır. Vermeyecekler ve daha büyük tavizler isteyecekler.
  3. Dolar serbest bırakıldı. İstenen krizi yaratmadığı için yeniden müdahale ediliyor.
  4. Hâlâ merkezî yönetim devam ediyor. Merkezden araba devirme kolay olur.

22 Şubat Krizinin olacağı belli idi ama ne zaman olacağı belli değildi. Başbakan Ecevit anayasa suçu işledi. Anayasacı devlet başkanı korktu ve sindi. Oysa, bu durumdan yararlanarak hemen hükümeti istifaya çağıracaktı. Çağıramazdı, çünkü ne yapacağını bilmiyordu. Biz, bir sivil, hele bir hukukçu cumhurbaşkanlığı yapamaz diyorduk. Bizim bu görüşümüze herkes karşı çıktı. Şimdi devlet başkanı ne yapıyor? Geleni imzalıyor, o kadar! Ama ilmin verilerine kulak vermeyenler hâlâ, “Biz yanlış yapmışız!” demiyorlar ve daha büyük felâketleri bekliyorlar.

 

Ev: Ya öyle ya böyle olur demektir. Ya geceleyin gelir, yahut gündüz gelir. Ama gündüz de beklemez durumda olurlar. Gaflet içinde olurlar.

 

Kâilûn: Kâilûn kelimesi ‘kaylule’den gelebilir. “KLL” kelimesinin “Beytere” vezninde “KayLala” şeklinde gelir. Kâilûn, az uyku anlamındadır. Kaylule yapanları Kâilûn şeklinde ism-i fâil yapma Arap gramerine uymamakla beraber, öyle kullanılmaktadır. O zaman mânâsı, gündüzleri öğle uykusunda iken anlamına gelmiş olur. Biz bu mânâdan çok “KVL” kelimesinin ism-i fâili olarak anlamayı daha doğru buluyoruz. Yani, onlar birbirlerine söylenip dururken; “Bu böyledir, bu şöyledir!.. Sen bunu yaptın, ben bunu yaptım!..” derken, sonunda be’s aniden gelmiş olur. Dedikodular içinde vakit geçirme yerine, iş yapmaları gerekmektedir. Konuştukları oyalamalardan ibarettir. Hiçbiri ciddi olarak konuyu tartışmıyor. Boş şeylerle oyalanıyor. Televizyonlar, mehdi ve mesihlerle doluyor.

Kur’an icmâ ve içtihat müesseselerini anlattıktan sonra, bu âyet ile icmâ ve içtihatları yapmayanların, bunlara uymayanların akıbetine işaret etmek için geçmişte helâk edilen kentlerden haber vermektedir. Siz de vazifenizi yapmazsanız siz de aynı şekilde helâk olacaksınız deniyor. Bu helâkten çocuklar da hanımlar da kurtulamayacaktır. Bu açıklamaları yani helâk olmakla ilgili hususları dört âyette sıralamaktadır. Oysa, içtihat ve icmâ ile ilgili âyetler iki adet idi. Ansızın ve beklenmedik bir zamanda geleceğini bildirmektedir. Bu âyet o âyettir. Bundan sonraki âyette ise; başlarına gelen geldiği zaman pişmanlıklarını açıklayacaklardır, ancak artık iş işten geçmiş olacaktır, deniyor. Ondan sonraki âyette sorumluluğun yalnız halka ait olmadığını, uyaranların da sorguya çekileceklerini bildirmektedir. Yani, biz de sorumlu olacağız. Madem ki Allah bize Kur’an’ı öğretti, madem ki bize imkânlar verdi. Neden görevlerimizi yapmadığımızı soracaktır. Basın ve yayın imkânlarına sahip olanlar, okul ve yurtlara sahip olanlar; kendileri tebliği yerine tedris yaparlarsa, diğer tebliğ yapanlarla birleşmezlerse, onlar da sorguya çekilecekler. İşte bizim herkese başvurup gelin birlikte sorunları çözelim sebebi hikmeti budur; hesabımızı verebilmek. Dördüncü âyet ise vahiyle değil de ilimle haber verileceğini ve Allah’ın hâlen varolduğunu, kaybolmadığını, tebliğ ve sorumluluğun devam ettiğini bildirmektedir.

 

Fa: Uyarı âyetlerine “Ve” ile geçildiği halde, ondan sonraki âyetler “Fa” ile başlamaktadır. İnsanlar Kur’an’ın haber verdiklerine “Eskilerin masalları!” derler, ilmin verilerini de duymaz olurlar. Kur’an Sâlih Peygamberin devesini anlatırken, kamu mallarını yağmalayanlardan bahsetmekte ve deveyi yağmaladıkları için helâk olduklarını bildirmektedir. Kur’an kamu mallarına dokunmayı bu kadar şiddetli bir şekilde yermektedir. Buna kulak verilmiyor.

İlim de aynı şeyi söylüyor. İnsan kendisini düşünür. Onun için topluluk daima ikinci derecededir. Oysa, ortak mallar olmazsa, topluluk olmazsa, kişilerin yaşamasına imkân yoktur. İlk zamanlarda insanlar ayrı yarı yaşayabiliyorlardı. Ormanlarda meyve topluyor, hayvan avlıyor veya meralarda koyunlar güdüyordu. Bu durumda başkalarına muhtaç değildi. Tarlada ektiklerini biçiyor ve yılını geçiriyordu. Bugün ise artık birlikte yaşıyoruz. Tarladakileri de sübvanse etmezsek, onlar da tarlalarını ekmeyecekler. İşte hepimiz devlete muhtacız. Devletimizi yaşatmak zorundayız. Devletin mallarını yağmalayanlara göz yumacak olursak devletimiz yıkılır, başı kesik koyuna döner ve hepimiz ölürüz. Sanılıyor ki, bir devlet gider, başka devlet gelir. Halbuki o devlet de yıkılır.

Avrupa Birliği’ne Türkiye’yi bunun için almıyorlar. Rüşvet ve yağmalama hastalığı onlara da bulaşırsa akıbet uçurumdur. Sovyetler bundan dolayı çöktü. Baskı rejimi halkı devletlerine düşman etti. Herkes devleti yağmalamaya başladı. İçte düzen bozuldu. Ekonomi çöktü. Dışta da savaşlar kazanılamaz oldu. İşte o güçlü devlet böyle çöküp gitti. Türkiye de aynı akıbete doğru gidiyor. Ama oralarda da henüz devlet sevgisi doğmamıştır. Halk hâlâ devletlerini yağmalıyor. Sonuç, onların da, Türklerin de birbirini kırmaları olacaktır.

Çare ve çözüm Kur’an’da vardır, ilimde vardır. İşte biz şimdi bunları anlatıyoruz. Yani, asıl âfet insanların “Biz gerçekten zâlim imişiz!” dedikleri gün gelecektir.

İşte bu sebeplerden dolayı burada “Fa” getirilmiştir.

 

: İllâ kalıbı, bir olumlu olayı olumsuz siga ile ifade etmemizdir. “Dün Ahmet geldi.” yerine, “Dün Ahmet gelmemiş değil.” dediğimizde, müsbeti menfi ile, çift menfi ile ifade ederiz. İki menfinin çarpımı matematikte de müsbet eder. Menfi cümlelerde süreklilik esastır. “Su aktı” dediğimiz zaman anlaşılan, daha önce akmıyordu da şimdi akıyordur. Oysa, “su akmadı” dediğimiz zaman, su zaten akmıyordu, akmamaya da devam ediyor demektir. Görülüyor ki, müsbet cümlenin içinde menfilik karışıktır. Oysa, menfi cümlede böyle bir karışıklık yoktur. İşte bu sürekliliği ve devamlılığı teyit için müsbet iki menfi bir araya getirilerek ifade edilir. Sonra, müsbet dua gönül rızası ile duadır. Zorunlu dua ise baskı sonucu duadır. Onun için menfi sigası kullanılmıştır. Gramer veya meani kurallarını böylece Kur’an’dan öğrenirsek, hem ibadet etmiş oluruz, hem de Kur’an’ı çok daha iyi anlarız.

 

KaVN: Tepe demektir. Oluşlar için kullanılır. Dağ gibi ortaya çıktı, belirdi anlamları ile oluşturdukları fiildir. İki kullanılış şekli vardır. “Kâne” deyince, ya önce yoktu sonra var oldu, yahut bu hep böyledir, dağın varlığı gibi hep var demektir. Burada “Mâ” ve “İllâ” ile geldiğine göre, hep var mânâsında olduğunu da ifade etmiş oluyor.

 

Da’vâhum: Dua, elleri yukarı kaldırıp karşıdakilere “gel” işareti vermektir. Yahut, avuçlarını açıp “ver” demektir. Mısır yazısında dua yukarıya kalkan ellerle ifade edilmektedir. Türkçede ve fıkıhta dâva kelimesi yanlış kullanılmaktadır. Dâva karşılığı Kur’an’da “Zu’m” yahut hasımlaşma vardır. Dâvet ise daha çok talepte bulunma ve isteme anlamındadır. Kur’an’ı doğru anlamamız için kelimelerin ilk çıkışlarına bunun için gitmemiz gerekmektedir. Onların dâvaları yani duaları demektir. Buradaki onlar, karye halkıdır. “Karyeyi helâk ettik.” dendiğinde elbette karye helâk olmadı. Karye halkı helâk oldu. Ancak halk da helâk olmadı, toplulukları helâk oldu demektir. Çünkü halkı helâk olsalardı, “Biz zâlimlerden olduk.” demezlerdi. Gerçi bu sözü âhirette söylemiş olabilirlerdi. Ancak bunun âhirette olmadığını bundan sonra gelen “İz” belirlemektedir. “Kötülüğümüz geldiğinde” denmektedir. Yani, duaları öldükten sonra değil, ölme esnasında olacaktır.

 

İz: “İzâ” gibi zaman zarfıdır. Ancak “İzâ”da şart mânâsı da olduğu halde “İz”de yoktur. İz mâzi için, İzâ ise gelecek için kullanılır. Bununla beraber mâzide geleceği hikâye ederken İzâ kullanılır. “Ahmet dün gelecekti.” dediğimiz zaman dünden bahsediyoruz, ama dünün geleceğinden bahsediyoruz. Burada “İzâ” kullanılır. “Ahmet geldiğinde beni görsün.” dediğimiz zaman da “geldi” diyoruz ama gelecekteki hâlden bahsediyoruz. O zaman da “İz” kullanılır. “İz CâEHüM RaCüLün” dersek, onlara bir adam gelmişi, demektir. Mâzide mâziyi hikâye etmiş oluruz. “KuL İZ CâE RaCüLün” dersek, bir adam geldiğinde ona söyle demiş oluruz. Burada, kötülük geldiğinde böyle derler, diyor. Yine buradaki “HüM” karye halkıdır.

 

Be’s kelimesi kötülük demektir. Zarar kelimesi gibidir. Zararda bedene veya mala ârız olan kötülüktür. Oysa, be’s sosyal yapıya ârız olan kötülüktür. Ekonomik kriz bir be’stir. Anarşi bir be’stir. Hükümdarların zulmü bir be’stir.

Topluluklar azınca, Hak hukuk tanımayınca, askerî müdahaleler zorunlu olur, onlar da zulüm yaparak yönetimi sürdürürler. Ülkemizdeki askerî müdahaleler hep böyle olmuştur. Yöneticiler ya İslâmiyet’e cephe alıyorlar, zulmediyorlar, sonunda yıkılıp gidiyorlar; ya da İslâmiyet’i istismar ediyor ve münafıklık yapıyorlar, yine yıkılıp gidiyorlar. Bu yıkılışlar devleti de yıkmakta oldukları için askerler müdahale ediyor ve onların yerlerine dayakla, sopayla, işkence ile oturtuyorlar. 10-15 sene geçiyor, yine aynı azgınlık. Bu böyle devam edecek sanılıyor. Hayır, devam etmeyecek. Çünkü bu müdahaleler sebebiyle askerlerle halkın arası açılıyor. Halk askerin, asker halkın düşmanı kesiliyor. Yani, ordu kendi kendisi ile savaşmaya başlıyor. Bu nedir? Bu devletin intiharıdır.

İşte “be’s” bu müdahaledir. Halk askerin müdahalesini hoş karşılıyor, alkışlıyor. Çünkü bize yakışır diyor. Dünyada diktatörlerin özlemi çekiliyor. Onlardan kurtulmak için ne sıkıntılar çektiler ama, şimdi onları aramaya başlıyorlar. Sovyetlerde komünist partileri canlanıyor, Almanya’da Nazi hareketleri görünür oluyor. Çünkü be’s helâk değil, sosyal kötülüktür.

Kapitalizm ile sosyalizm, ikisi de aynı kapıya çıkar. Biri dayakla öldürür, diğeri açlıkla öldürür. Hangisi daha insanidir? O işkenceleri çekmedikçe bilemeyiz. Her halde açlık daha kötü zulümdür. Bu sebepledir ki kapitalizm sosyalizmden kötüdür. Hitler yıkıldı, Sovyetler dağıldı ama insanlık sosyalizme doğru kaydı. Allah zalimleri zalimlere musallat eder. Şimdi biz Kur’an’dan öğrendiklerimizle insanlığa çağrı yapıyoruz.

 

Ey insanlar! Gelin, Kur’an’ın Allah sözü olduğuna ister inanın, ister inanmayın. Gelin, ilmin dediklerine uyalım, müsbet ilme uyalım. Siz Adam Smith’i veya Marx’ı getirin, biz Tevrat’ı veya Kur’an’ı getirelim. Aramızda ilim hakem olsun, müsbet ilim hakem olsun. Gelin bu durumlardan kurtulalım. Almanya’dan gelen İsalar, Amerika’dan gelen Mehdiler sizi kurtaramaz. Sizi ancak müsbet ilim kurtarır. Gelin ortak proje üretelim. Yoksa akıbetiniz kötü olacaktır.”

 

EN: Masdar harfidir. Türkçede her fiil sonuna “mak” eki eklersiniz masdar yaparsınız. Kalkmak, kalkınmak, kalkmamak, kalkınmamak gibi masdarlar üretilebilir. Arapça değişmeli dil olduğu için bunların masdarı yoktur. Onun yerine fiilin başına “En” veya “Mâ” kullanılarak masdar yapılır. Türkçede de “demeleri” derken buna benzer bir kullanmayı yapmış oluyoruz.

 

KâLû: Kavl kelimesinin mâzi sigasıdır. Kendi kendisine söyleme anlamı olduğu gibi, birbirlerine söyleme anlamı da vardır. Yahut be’s yapanlara söyleyeceklerdir. İktidar değişince halk hemen değişir, yeni iktidara yamanırlar. Eski iktidara yakınlıklarını hatalı olarak gösterirler. Buradaki itiraflar samimi de olmayabilir. Yeni gelenlerin şerrinden korunmaları veya onlardan yararlanmaları için eskilerini kötülemiş olabilir. Burada dikkat edeceğimiz husus bu be’si, bu kötülüğü Allah’ı kendisine izafe etmemedir. Burada alacağımız ders, başımıza gelenleri başkalarında değil de, kendi eksikliğimizde aramamız olmalıdır. Kendimizi düzeltmeye gitmeliyiz.  

 

Zulüm: Siyah buluttur. Zâlim de, karanlıkları ortaya koyan kimsedir. Kuralsız hareket etmek zulümdür. İnsan içtihat yapar ve ona göre hareket eder. İçtihat yapmadan gelişi güzel hareket ederse zâlim olur. Çünkü diğer insanları karanlıkta bırakır. Sözleşmelere uyar, aydınlık getirir. Ama sözünde durmayan kimse karanlıklar getirir. Görevlileri dinlemeyenler, hakem kararlarına uymayanlar zâlimdirler. Karanlıkları getirenlerdir. Hortumlayanlar yaptıklarının yanlış olduğunu bilirler.

Bu âyetlerde dikkat edeceğimiz bir husus vardır. Karyeleri helâk ettiği, be’s gelince “Biz zâlimlerden idik.” demeleri, konuları işlerken bunların mü’min veya kâfir olduğu hususuna da işaret edilmemesidir. Kötülüğün yalnız kâfirlere geleceğinden bahsedilmemektedir. Topluluk içtihat ve icmâlara uyarak adil düzen kurmazsa kendilerine kötülükler geleceğini ve bundan uyanmaları gerektiğini bilirler. Vahiyden sonra insanlar, Allah’ın kendilerinden ne istediğini bilmeleri için başlarına gelenlere baksınlar. Burada da be’s sözkonusudur. Başımıza gelen hep bizim bir kusurumuzdur diye düşünecekler. Böylece vahyin yerini içtihat ve icmâ alacaktır.

Buradaki “İnnâ Künnâ Zâlimîn” dendiğinde, “Biz zâlimiz” derler; “Başkaları bize zulmetti” demezler. Burada çoğul zamirinin kullanılmış olması, toplulukta zulüm varsa bizim zâlim olmamamız yeterli değildir. Sabırla cihat yapacak ve zulmü kaldıracağız. Kaldıramazsak o ülkeden hicret edeceğiz. Başka türlü bizim için de kurtuluş yoktur. “Nice karyeleri helâk ettik.” diyor. Ondan sonra da, “Be’simiz ulaşınca böyle dediler.” diyor. Karyeyi, yani düzeni helâk ediyor. Kişileri ise be’se uğratıyor.

İçtihat yapacağız, icmâ yapacağız ve uygulayacağız. Bir yanlışlığımız olursa Allah bize be’s ile yanlışlığımızı haber verir. Onu düzeltir yürürsek, vahye uymuş oluruz. Be’si Allah’tan değil de zâlimlerden bilirsek, o zaman da bizi yok eder.”

 

 

SONRA BAŞKA 1 VE 6 AYETLER TEFSİRİ

(ADİL DÜZEN 442/19.01.2008-1ve6.ayetler tamamlandı)

 

ÂRAF SÛRESİ TEFSİRİ

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

المص (1) كِتَابٌ أُنزِلَ إِلَيْكَ فَلاَ يَكُنْ فِي صَدْرِكَ حَرَجٌ مِنْهُ لِتُنذِرَ بِهِ وَذِكْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ (2) اتَّبِعُوا مَا أُنْزِلَ إِلَيْكُمْ مِنْ رَبِّكُمْ وَلاَ تَتَّبِعُوا مِنْ دُونِهِ أَوْلِيَاءَ قَلِيلًا مَا تَذَكَّرُونَ (3) وَكَمْ مِنْ قَرْيَةٍ أَهْلَكْنَاهَا فَجَاءَهَا بَأْسُنَا بَيَاتًا أَوْ هُمْ قَائِلُونَ (4) فَمَا كَانَ دَعْوَاهُمْ إِذْ جَاءَهُمْ بَأْسُنَا إِلاَّ أَنْ قَالُوا إِنَّا كُنَّا ظَالِمِينَ (5) فَلَنَسْأَلَنَّ الَّذِينَ أُرْسِلَ إِلَيْهِمْ وَلَنَسْأَلَنَّ الْمُرْسَلِينَ (6)

المص (ELMÖ)  “Elif Lam Mim Sad”

ELİF” ülfetten gelen bir kelimedir. Camid isimdir. Telif etmek, üretmek anlamında olduğu gibi çoğaltmak anlamındadır. Üreterek çoğaltmak demektir. Kitabı telif etmek onu yazmak demektir. Sonra o pek çok mushaf olacaktır. Elif sesi de diğer seslerin kaynağı olduğu için ona elif denmiştir. Boğazdaki ses tellerinden çıkar. Harekelendiği zaman hemze olur. Ebceddeki değeri 1 dir.

LAM” Levm etmek, yermek demektir. Levye, taşı yerinden oynatmak için kullanılan sırık demektir. Ona akrabadır. Kişiyi sarsmak demektir. Onu uyandırmak veya yumuşatmak anlamlarına gelir.

MİM” Bâb, kapı demektir. Ona akraba kelimedir. Kapıları açmak anlamındadır.

SAD” Sayd, av demektir. Bir şeyin peşine düşüp yakalamak anlamlarındadır.

O halde bu sûrenin adı olarak konmuştur. Önce okuyucuları bir araya getirir. Sonra onları eğitir. Sonra onlar İslâm dinine girer. Sonra da orada isteneni buldurur. İmandır. Ameldir.

Küçük ebced.

E=1  L=3  M=4  Ö[Sâd]=9  Toplam=17  Atomlar on yedi elektronlu parçalardan oluşur. 17*(3*3*3*2*2)+1=17*108+1=1836+1=1837 hidrojen çekirdeğinin elektron sayısıdır. Kişilerin birleşerek bir atom oluşturması sistemini anlatmaktadır.

E=1  L=30  M=40  Ö=90  Toplam 161=7*23 Kur’an’ın nâzil olduğu yıllar. 7 dönem sözkonusudur demektir; nüzul, cem, kıraat, fıkhi tefsir, kelami tefsir, tasavvufi tefsir, ilmi tefsir. Bundan başka Kur’an’da geçen peygamberlerin sayıları üzerinde ihtilaf vardır. Hazreti Adem, İdris, Nuh, Hud, Salih, Lut, Şuayb bir grubu oluşturur. Hazreti İbrahim, İsmail, İshak, Yakup, Yusuf, Musa, Davut, Süleyman, Zekeriyya, Yahya, İsa ve Muhammed Hazreti İbrahim’in neslinden gelen peygamberlerdir. Yunus, Eyyub, İlyas, Elyasa, Zelkifl, Zennun, Üzeyir, Lokman. Bunlardan nebi olmayanlar da vardır. Bu husus araştırılmalıdır.

Fatiha’dan sonra ilk iki sûre “Elif, Lam, Mim” ile başlamıştır. O iki sûre geçmişte oluşmuş iki dini merkez almıştır. Birincisi Yahudiliği, ikincisi ise Hıristiyanlığı anlatmıştır. Yani geçmişi takdim etmiştir. Âli İmrân Sûresi’nin başında Tevrat ve İncil’in nâzil olduğunu ve onların yanında da Furkan’ın indirildiğini söylemektedir. Furkan, Burkan, Burhan Brahmanların ve Budistlerin kitabıdır. Hazreti İbrahim’in hanımı Katura’dan doğan dört çocuğundan olan peygamberlere gelen kitaptır. Böylece bütün dünyanın büyük dinlerinden bahsetmektedir. Ondan sonra “ey nâs” diyerek insanlığa hitap ederek sûreye başlamıştır. Sonra da “ey iman edenler” diyerek hitap etmiştir. Böylece İslâm şeriatını yani dinini anlatmıştır. Geçen dört sûre İslamiyet’in kendisini anlatmıştır. Bundan sonra gelen dört sûre ise bize İslâmiyet’e nasıl geçileceğini anlatacaktır. Âraf ve En’am dâvet devrini yani Mekke devrini, Enfal ve Tevbe ise Medine devrini anlatacaktır. Biri dâvet diğeri savunma sûreleridir.

İşte bu sûrenin başına “Elif Lam Mim”e “Sad” harfini ekleyerek davet ve savaşa işaret etmektedir. Buradan biz şunu öğreniyoruz. Adil Düzen uygarlığını kurarken önce geçmişi öğrenmeliyiz, fıkhı ve tasavvufu öğrenmeliyiz. Tevrat ile İncil ve Furkan’ı öğrenmeliyiz. Kur’an’da onlar anlatılmıştır. Ama Kur’an’ı anlamamız için onlardan yararlanmalıyız. Onlar beyandır, “Ve allemehu’l-beyan” içindedir.

Bundan sonra kendimiz bir “Adil Düzen Projesi”ni yapmalıyız, “Adil Düzen Anayasası”nı ve yasaları hazırlamalıyız. Onları öğrenmeliyiz. İşimiz burada bitmez. İnsanlara takdim edip anlatmalıyız. İşte bu sûre bize bunu öğretmektedir. İnsanlara “Adil Düzen”i nasıl takdim edeceğiz? Ondan sonra bizim iktidar olma görevimiz doğar. Fıkhı öğrenmemişiz, takvayı öğrenmemişiz, kimseye bir şeyler anlatmamışız, İslamiyet’i ve imanı duyurmamışız ama iktidar olmuşuz! İşte bugünkü durumumuz budur. ‘Niye iktidar olduk?’ demiyorum. Ama onlardan yani iktidarda olanlardan bir şey beklememiz yanlıştır. Biz İslamiyet’i öğrenmeliyiz, yaşamalıyız, anlatmalıyız, isteyenlere öğretmeliyiz; ondan sonra iktidara talip olmalıyız. İlk sekiz sûrenin bize öğrettikleri budur.

كِتَابٌ (KiTAvBun)  “Bir kitaptır.”

Hükümleri içeren bir yazıdır. Kur’an’ın baştan sonuna kadar her satırı, her harfi hükümdür. Bize geçmiş peygamberler anlatılıyor, son nebi anlatılıyor. Hepsi birer hüküm içeriyor. O hükümleri ancak sorunlarımız olduğu zaman anlayabiliyoruz.

Kitab” nekredir. Bu sûre kastediliyorsa diğer sûreler içinde nekredir. Eğer Kur’an kastediliyorsa o zaman diğer kitapların içinde bir kitaptır. Diğer kitaplardan kasıt Tevrat, İncil ve Furkan kitaplarıdır. Bugün yeryüzünde mevcut kanunlar da bir kitaptır. Kur’an da bunlardan bir kitaptır. Kitap hattan farklıdır. Kitapta hükümlerin olması gerekir. Bunun nekre olmasına başka anlam da verebiliriz. Kur’an lafzıyla tek kitaptır. Ama anlamıyla, yorumuyla değil, mezhepleri içerdiği için çok kitaptır. Mânâsı şudur, şimdi senin anladığın bu kitap başkalarının anlamasından farklıdır. Sen senin kitabına göre amel edeceksin. Onlar kendi kitapları ile amel edecektir. Dolayısıyla insanlara tebliğ ederken şunları söylemeliyiz. Biz size bunları anlatıyoruz. Bizim Kur’an’dan anladıklarımızı size naklediyoruz, sizden sadece dinlemenizi istiyoruz. Biz de sizi dinleyeceğiz. Ama siz sizin anlayışınıza göre amel edeceksiniz, biz bizim anlayışımıza göre amel edeceğiz. Anlaştığımız hususlar olursa orada beraber hareket edeceğiz. Nekre gelmiş olmasının hikmeti budur.

أُنْزِلَ إِلَيْكَ (EuNZiLa EiLaYKa)  “Sana inzâl olunmuştur.”

Kitabın sıfatıdır. Yahut haberden sonra haberdir. Kur’an’da sana vahyolunan deniyor, sana inzâl olunan deniyor. İnzalde kesinlik vardır. Beynine kondurulmuştur. Lafzıyla, mânâsıyla gelmiştir. Oysa vahiyde mânâ gelmiştir. Hazreti Muhammed’e bu kitap Cebrail tarafından inzal olunmuştur. Bize ise atalarımızdan mütevatir olarak aktarılarak gelmiştir. Bizim atalarımız bizim Cebrail’imizdir. Hazreti Muhammed’e Cebrail öğretti, bize de atalarımız öğretti.

Burada “nüzzile” denmemiş de “ünzile” denmiştir. Oysa Hazreti Muhammed aleyhisselâma peyderpey nâzil olmuştur. Demek ki bu sûre sadece Hazreti Muhammed’e hitap etmiyor, her okuyucuya hitap ediyor. Buradaki “Ke/sen” sadece Nebi Muhammed aleyhisselâm değildir, her okuyucudur. Her okuyan Kur’an’ı kendisine indirilmiş kabul edecektir, kendisi içtihat edip anlayacaktır. Ona göre amel edecektir. Kendisi içtihat edemezse müçtehidini kendisi seçecektir. Onun içtihatları ile amel edecektir. O da ona nâzil olandır. Kitabın nekre gelmesi ve inzâlin  tef’il değil de if’âl babından gelmesi bunu ifade eder.

Bu kural insan olmanın kuralıdır. Bu kural demokrasinin kuralıdır. Bu kural insanların kendi kendilerini yönetmesi demektir. Bu kuralın olmadığı bir düzende demokrasi olamaz, laiklik olamaz. Ekseriyet kararlarına uyma zorunluluğunda demokrasi aldatmacadır. Bu sebeple diyoruz ki, demokrasi yalnız İslamiyet’te vardır.

Kur’an’daki “Ke/sen” kime hitap etmektedir?

Kuralımızı uygulayalım.

a)      Nebi Resul Hazreti Muhammed’e hitap etmektedir. Çünkü ilk olarak ona nâzil olmuştur.

b)      Nebinin halefi olan her âlime hitap etmektedir. Çünkü o bu âyetleri yorumlayacaktır.

c)      Resulün halefi olan her yöneticiye hitap etmektedir: Toplulukta uygulayacak olan odur.

d)      Her mü’mine, her Kur’an’a iman edene hitap etmektedir. Çünkü okuyan ve uygulayan odur.

Bu âyetin tefsirini yaparken her muhatap için ayrı olarak yorumlamak gerekir. Hepsi doğrudur. Biz bugün bize nâzil olmuş kabul ederek yorumluyoruz. “Ke” harfine her mü’mini idhal ediyoruz. Herkes Kur’an’ı mealle de olsa okuyacak ve kendi içtihadı ile amel edecektir. Anlamadığı yerleri müçtehidine soracaktır. Hiç kimse kendisini Kur’an’ı okuyup anlamaktan muaf tutamaz. Her gün yaklaşık on sahife Kur’an mealle de olsa okunmalıdır. Bu farzdır. Günde beş vakit namaz vardır. Her namazın iki rekatında Kur’an okumak ve mânâsını anlamak farzdır. Namazdan önce veya sonra tesbih yerine Kur’an’ın meali okunmalıdır. Sünnet namazları yerine Kur’an’ın meali okunmalıdır. Çünkü Kur’an’ı mânâsıyla okumak farzdır. Diğerleri sünnet veya müstehaptır. Uzatma da haramdır.

فَلاَ يَكُنْ (Fa LAv YaKuN)  “Olmasın.”

Burada gayba emir sigası kullanılmıştır. Muhataba emir vardır. ‘Ayağına engel takılmasın’ dediğimiz zaman ayağını engele takma demiş oluruz. Ayağına engel takılmasın yani sen ayağına dikkat et demektir, tedbir al demektir. Yapmak başka tedbir almak başkadır. Yapmak işlerini işlemektir. Tedbir almak ise sebeplerini, şartlarını veya manilerini işlemek demektir.

Burada da “olmasın” deniyor. Sıkıntı olmayacak tedbiri al demektir. Kitabın indirilmesi ne gibi sıkıntılar ortaya çıkarır ki o olmasın, onun tedbirlerini al denmektedir. Kâinatta atalet prensibi vardır. Bir şey ne üzerinde ise onun üzerinde kalmak ister. Duruyorsa duruyor, yürüyorsa yürüyor. Değişikliğe karşı direnç gösterir. Değişikliğin olması için onu değiştirecek güce ihtiyaç vardır. Kitap nâzil olmuştur. Daha önce bilinmeyen ve yapılmayan bir şeyi emretmektedir. Yoksa kitap yeniden nâzil olmaz. Atalet kanunu gereği direneceklerdir. Sana o yeni emri yerine getirtmeyeceklerdir. Zorluk içinde kalacaksın, tedbir al demek olur.

Biz Kur’an’ı her okuyuşumuzda yeni mânâ anlarız. Dolayısıyla yeni görevimiz doğar. Araba süren biri her an yeni durumla karşılaşmakta ve ona göre direksiyonu çevirmekte, gaza veya frene basmakta, vitesi değiştirmektedir. İnsan hayatı boyunca yürümektedir, gündüz gece gitmektedir. Gittiği yollar ise hiç de daha önce gittiği yollar değil, önünde daima yeni yollar vardır. İşte bu yeni yolları aşmak için her an yeniden kitap nâzil olup yol göstermektedir. Ama topluluk da buna direnç gösterecektir. Tedbirli ol, yeni yollar ve yeni durumlar seni sıkıntılara sokmasın.

حَرَجٌ فِي صَدْرِكَ(FIy ÖaDRiKa XaRaCun)  “Başında bir harac olmasın.”

Sadr” okun ön tarafıdır. Okun şekli ön tarafta kalındır. Damla biçimindedir. Arka tarafı incelerek uzar. En geniş yerden itibaren en ön tarafı sadrdır. İnsanın karnı üstündeki baş kısmına “sadr” denmektedir. Ama daha çok baş için kullanılır. Kalbin ve midenin bulunduğu göğüs kısmına “cevf” denmektedir.

Başında bir harac olmasın, bir sıkıntı olmasın.

Buradaki “Fa” fa-i tafsiliyedir. Kitap sana inzâl olunmuştur. Ondan sana zorluk olmasın.

Harac” sıkışıklık demektir. Harc, içinden geçilemeyecek sıkı ağaçlık demektir. Ağaçlar ve çalılar o kadar sıkışıktır ki içinden geçemezsiniz. Böyle kalabalık yerlere de harac denir. Betondaki kum çakıl yığını ve kireç veya çimento karışımı da harçtır.

Beyindeki harac” ise sorunu çözememek, ne yapacağını bilememek demektir. Bir matematik problemini çözemeyen harac içindedir. Bir siyasî, hukukî, ilmî ve ekonomik sorunu çözememek, harac içinde olmak demektir. Beyindeki elektrikî devreler sonuç vermiyor. Soru olarak kalıyor. Bu haracdır. Bu karışıklık işlerimizde olabilir. Bu karışıklık beynimizde olabilir. Burada tedbir alacağımız yer beynimizdeki haracdır.

مِنْهُ (MiNHu)  “Ondan”

Ondan yani kitaptan sadrında harac olmasın. Kitaptan sana harac olmasın.

Burada bize içtihadın temelini göstermektedir. Bu kitap bize nâzil oldu; onu biz anlayalım ve uygulayalım diye. Önce biz anlamalıyız; başkalarının anlaması bize yetmez, bize yaramaz da. Nekrelik bunu ifade eder. Sonra her okuduğumuzda yeniden onu mânâlandıracağız. Geçmişteki mânâlar orada kalmıştır. Sonra anlamadığımız yer varsa bilene sorarız, öğrenmeğe çalışırız. Her yeni olay için yeniden sormak durumundayız. Eski fetvalar bize yaramaz. Çünkü hayat her an değişmektedir. Dördüncü olarak da, eğer bir şeyi anlayamıyorsak müteşabihtir deyip geçmeliyiz, beynimizi sıkıntıya sokmamalıyız.

لِتُنْذِرَ بِهِ (Lı TuNÜıRa BıHıy) “Onun ile inzar edesin diye.”

Buradaki “Li” yekün” fiiline müteallak olabilir. İnzâr etmen için senin sadrında harac olmasın deniyor. Onu ille inzar edeceğim diye sıkıntın olmasın, yahut inzar eden için sıkıntı olmayacak kadar hazırlan demektir.

Kitabı anlatmak da bizim vazifemizdir. Her mü’min kitabı öğrenecek ve bütün insanlara anlatacaktır. Bu hepimize düşen vazifedir. Her karşılaştığımız insana veya insanlara Kur’an’ı anlatmalıyız. Bunu yaparken sıkılmamalıyız. Çünkü biz en çok bununla karşılaşırız. En çok sorumlu olduğumuz nokta burasıdır. Öğrendiğimiz kadar tebliğ yapabiliyor muyuz? Bize nâzil olduğu kadarını başkalarına ulaştırabiliyor muyuz?

Buradaki “Li” zarfı mustakar olabilir. Aslı “Li En Tünzire”dir. “Li”de muzariden önceki “En” hazf olur. Kitap haberinden sonra “Ünzile İleyke” ikinci haberdir. “LiTünzira Bihi” de üçüncü haberdir. Sadrında harac olmasın ise cümleyi mu’terizedir. Kitaptan sonra eğer haber ise haracla ilgili değilse, o zaman anlatmamız içindir. Bunu kullanarak insanlığa ulaşırız. Bu takdirde anlatmamız farz olmamış olur.

Öyleyse âyete her iki şekliyle mânâ vermemiz için tüm insanlığa ulaştırma yani tebliğ etme bize farzdır. Ama onlar dinlemek istemezlerse bizim sorumluluğumuz kalkar. Her iki mânâyı iki hâle göre yorumluyoruz. Bu da usulün temel kaidesidir.

Kitap nâzil olmuştur ki biz onunla nâsı uyaralım. Elimize silah olarak verilmektedir. Bu sûreler tebliğ sûreleri olduğu için amelî kısımları değil fikrî kısımları ile ilgilenilmektedir. Beynimizde harac olmayacak, netlik olacaktır. Sonra biz onu başkalarına ulaştıracağız. Onların ondan uyarılıp uyarılmayacağına karışmayacağız. Bunu da her birimiz ayrı ayrı yapacağız.

Bu ifade bize yukarıdaki muhatabın âlim yani bilgin olduğunu belirler. Yani net anlayan kimse inzar edecektir. Bilmediğimiz, anlayamadığımız şeyleri başkalarına söylemeyeceğiz. Âlim olmayanlar ise sadece âlimlerini tanıtacaklardır. Mesela, bir tüccar gidip Afrika’da ticaret yaparken orada karşılaştığı birine Kur’an’dan bahsedecek ve Kur’an’ı kendi rasihinin nasıl yorumladığını anlatacak, kendisi yorum yapmayacaktır.

وَذِكْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ (2)  (Va ÜiKRAy Li eLMuEMıNIYNa)  

“Mü’minler için zikrâ olmak üzere.”

Burada “Vezikrâ” demektedir. “Tünzira”ya atfolmuştur, yahut “Litünzira Bihi”den sonra dördüncü haberdir. O zaman fiil cümlesine atf olmamış olur. Biz bu mânâyı vereceğiz.

İnzar etmek âlime düşmektedir ama bu inzar mü’minlere inzar olmayacaktır.

O halde benim vazife olarak AK Partililere veya Saadet Partililere inzar etmem gerekmiyor, çünkü onlar zaten inanıyorlar. Onlar kendileri anlayacaklardır. Ben âlim olarak onlara anlatmakla mükellef değilim. Oysa Kur’an’ı anlamayanlara anlatmak her mü’minin ve âlimin vazifesidir.

Zikrâ” burada masdardır. Kendisi “mü’minlere” anlatmaktadır, aracısız anlatmaktadır. Kur’an’ın resmi yorumlayıcısı yoktur. Herkes kendi içtihadı ile Kur’an’ı anlatır ve uygular. Ayrıca mü’minleri de icma varsa orada birleştirmiş olur. İçtihat başka icma başkadır. İçtihat, kişilerin kendi kendilerine içtihat yapıp uygulamalarıdır, icma ise topluluğun ortak anlayışıdır.

Buradaki “el-mü’minûn” kimlerdir?

a) Bir aşirette nöbet tutan kadın ve erkekler.

b) Bir bucakta koruma nöbeti tutan erkeklerle bunlarla beraber olan kadınlar.

c) Bir ilde güvenlik nöbeti tutan erkeklerle bunlarla birlikte olan kadınlar.

d) Bir ülkede savunma nöbetleri tutan erkeklerle bunlarla birlikte olan kadınlar.

İşte bunlar mü’minlerdir. Bir de tüm insanlığın mü’minleri muhataptır. İcmalar bu kademede olmaktadır. Her kademedeki icma kendilerini bağlar. Ancak insanlık bucak başkanlığı da idare edilmektedir. Her bucak kendi içtihat ve icmaları ile yaşar. Cuma cemaatine hitaptır.

***

اتَّبِعُوا (EitTaBıGUv)  “Tâbi olunuz.”

Sana inzal olunduğunu ve mü’minler için zikrâ olduğunu belirttikten sonra “tâbi olunuz” diyor. Arada “ve” harfi gelmemiş, kime hitap edildiği de belirtilmemiştir. Çünkü muhatap mü’minlerdir. Kur’an mü’minlere doğrudan nâzil olduğu için muhatabın kim olduğunun belirtilmesine gerek kalmamıştır. Kur’an mü’minlere ayrı ayrı nâzil olmuştur. Bir de toplu olarak nâzil olmuştur.

“Sen böyle yap” dediği zaman her biriniz ayrı ayrı böyle yapın demiş olur; “siz böyle yapın” dediği zaman da birlikte yapın anlamı çıkmaktadır.

Bundan önceki âyette “sana nâzil oldu” deniyor, bu inzâli tezkir etmek için söylüyor. Şimdi de “tâbi olun” diyor. Burada emrolunanların adı daha önce geçmemiştir. Ama konuşmada “siz” dediğiniz zaman “onlar” muhatabınızdır. Daha önce geçmesi gerekmez.

Buradaki ikinci açıklama da şöyle yapılabilir. ‘Ey nebi yerinde oturan sen inzar et’ ve ‘ey siz mü’minler şunu yapın’ deniyor. Yahut ‘ey mü’min içtihat et’ ve ‘siz ey topluluk, siz birlikte icma ettiğinizi yapınız’. Mü’minler için zikrâ olması bunu açıkça ifade eder.

“Elif Lam Mim Sad, ey kâri, bu sana nâzil olmuştur” ve “ey mü’minler siz de size nâzil olana tâbi olunuz” denmiş olur. Muhataplar hazf olunmuştur.

مَا أُنْزِلَ إِلَيْكُمْ (MAv EuNZiLa EiLaYKuM)  “Size inzâl olana ittiba edin.”

“Elif Lam Mim Sad” bir kitaptır. Sana nâzil olundu. Ve size inzâl olundu. Sizde ise size inzâl olunana tâbi olun. Ve ile birlikte size de nâzil olundu silinmiştir. Yani siz başkasına nâzil olana değil, size nâzil olana tâbi olun. Eğer icma ile sabit ise o zaman icmaya tâbi olunuz çıkar.

Başkan aynı zamanda ortak vekildir. Ortak vekile bildirilen müvekkillerine bildirilmiş olur. O halde başkanınızın verdiği mânâlara göre ona tâbi olun. Resule biat Allah’a biattır, yani topluluğa biattır. Bu ayırım birçok yönüyle açıklanır. İçtihat ile ameli, icma ile ameli ayırır. Başkanın kararları ile amelin topluluk kararı olduğunu ifade eder. Mü’minler kendi aralarında içtihatla hareket ederler, karşı taraflara ise teker teker tebliğ ederler. Her ne olursa olsun, burada inzâl edilen Kur’an’ın kendisi değil, Kur’an’ın anlamıdır. O da kitap içindedir.

مِنْ رَبِّكُمْ (MiN RabBiKuM)  “Rabbinizden size ne nâzil olmuşsa ona tâbi olun.”

Rab” eğiten, terbiye eden anlamındadır. Toplulukta dayanışma ortaklıklarını temsil eder. Yasama yetkisi burada dayanışma ortaklıklarına verilmiş olmaktadır. Halk ilim adamlarını kendilerine danışman yapar, temsilci yapar. Bunlar meclisi oluşturur. Meclisin aldığı kararlar neyse şeriat odur. Meclise inzal olunandır. Temsilcilerimizin ittifakı bizim ittifakımız demektir. Uygularken ise herkes kendi içtihadı ile uygulayacaktır.

Her iki âyette “Ellezî” değil de “Mâ” geldiğinden bu Kur’an değil Kur’an’ın mânâsıdır.

وَلاَ تَتَّبِعُوا مِنْ دُونِهِ أَوْلِيَاءَ (VaLAv TatTaBıGUv MıN DuNıHIy EaVLI YAEa)

“Onun dışında velilere tâbi olmayın.”

Size inzâl olana tâbi olunuz.. Kişilere tâbi olmayı reddetmektedir. İçtihat ve icmanızla amel edin, kimsenin emir ve komutasına uymayınız demiş olmaktadır. Buradaki müfret zamir “Mâ”ya gitmektedir. Yani size nazil olmayana uymayınız.

Burada nehy edilen nedir?

Başka topluluklara nâzil olan yani onların içtihatları ile oluşan hükümlere tâbi olmayın. Siz sizin müçtehitlerin içtihat ettiklerine tâbi olunuz.

Kur’an böylelikle her topluluğu bağımsız yapmaktadır. Herkes kendisinin içtihadı ile amel edecektir. O birinci âyette anlatılmıştır. Burada da her topluluk kendi içtihat ve icmaları ile amel eder demektir. Hiçbir topluluk başka toplulukları taklit edemez.

Burada iki şeye işaret etmektedir.

Biri, her aşiret kendi işlerini kendi içtihadı ile yapacaktır. Kabilede yani bucakta böyledir. Merkez bucaklar da kendilerine nâzil olana göre amel ederler. Merkez bucaklar taşra bucaklara karışmazlar. Yerinden yönetim vardır. Bu çok açıktır. Siz size nâzil olana tâbi olun.

Burada başka bir şey daha ifade edilmektedir. Bugün yaşayanlar kendi içtihat ve icmaları ile yaşayacaklar. Geçmişte yapılanlara uymak caiz değildir. Evliya içtihatlarıyla sabit olanların icmalarla sabit olanlara aykırı olamayacağı da burada ifade edilmiştir. “Evliya/veliler” nekre gelmiştir. Menfide nekre tamim içindir. Kimseye tâbi olmayın demektir. Yalnız size nâzil olan demek, mezheplerin anladığı demektir. Rab kelimesi bunu ifade etmektedir.

قَلِيلًا مَا تَذَكَّرُونَ (3)  (QaLIyLan MAv TaZakKaRUvNa)  

“Çok az olarak tezekkür edersiniz.”

Buradaki “ma” teşdid içindir. Ne de az olarak düşünüyorsunuz. Yahut da mevsufedir.  Tezekkertüm qalilen ma tezekkerün. Tezekkür ettiğiniz azdır, yahut az tezekkür ediyorsunuz. O zaman hâl değil mef’uldür demektir.

İnsanlarda iki şekilde bilgi oluşur. Ya kendisi arar, bulur ve bilgi sahibi olur. Bu çok azdır. İnsandaki bilginin çoğu başkasından intikal eder. Onun da çoğu yanlış olur. Ama insanlar işin kolayına kaçar ve düşünmeden kabul eder, yani taklitçi olur.

İşte bunu hatırlatmak için; siz az düşünmektesiniz, dolayısıyla siz size inzâl olana tâbi olun, yani içtihat ve icmalara tâbi olun, düşünmeden söylenenlerin arkasından gitmeyin, yahut babalarımız yaptı biz de yapalım demeyin. Tezekkür edin ve tezekkür sonucu size ne bildiriliyorsa onu yapın.

Siz Kitaba dayanıp istidlâl etmezseniz çok az olarak gerçeği bulursunuz.

***

وَكَمْ مِنْ قَرْيَةٍ (Va KaM MiN QaRYaTin)  “Karyelerden nicesi vardır.”

Karye” suların toplandığı yerdir. Çardaklar onun kenarında kurulur ve sudan yararlanılırdı. Sonraları suların kenarında kurulan köylere “karye” denmiştir. On aşiret kadar bir topluluktur.

Karyede herkes birbirini tanımaktadır. Günlük hayat birlikte geçmektedir. Bundan büyük topluluklar “belde”dir. Belde yüz karye kadarının merkezinde olan on kadar karyedir. Daha büyüğü ise “Medine”dir. Ondan büyüğü de “mısr”dır. Yalnız “karye” kelimesi müşterektir. Yani hem yüz hanelik yeri ifade eder, hem de diğer belde, medine ve mısr için de ortak ad  olarak kullanılır.

Arapçada bu çok yaygın kullanımdır. Mesela “âlim” dediğimiz zaman erkek âlim, “âlime” dediğimiz zaman kadın âlim anlaşılır. Ama “âlim” dediğimiz zaman aynı zamanda Türkçede olduğu gibi kadın olsun erkek olsun âlim anlaşılır. Böylece âlimin iki mânâsı olmuş oluyor, erkek veya kadın olsun âlim anlaşılıyor.

Karye” de böyledir. Bir mânâsı yalnız yüz hanelik bir köydür. Şimdi biz ona “semt” diyoruz. Yahut da büyük olsun küçük olsun bir “kent” anlamına gelir. Buradaki karyeden maksat, büyüklüğü sözkonusu olmadan kent anlaşılır.

أَهْلَكْنَاهَا (EaHLaKNAvHAv)  “Biz onları helâk ettik.”

Helâk ettiğimiz karyeler vardır.

Toplulukların uygarlaşmaları için yaşlanmış veya bozulmuş topluluklar ortadan kalkmalıdır. Yirminci yüzyıl içinde nice devletler ortadan kalkmış, yeni devletler ortaya çıkmıştır. Bu helâki sadece maddi helâk olarak anlamamız gerekir. Yıkılan devletler helâk olmuşlardır. Osmanlılar, Osmanlı İmparatorluğu, Rus Çarlığı helâk olmuştur. Demek ki “karye” kelimesi devletleri de içerir. Almanya, yıkılmıştır, Sovyetler yıkılmıştır. Irak ve Afganistan yıkılmıştır. Nasıl doğum haksa ölüm de haktır.

فَجَاءَهَا بَأْسُنَا بَيَاتًا (Fa CAvEaHAv BaESuNAv BaYATan)  

“Be’simiz onlara beyatta ciet etti.”

“Beyt” ev demektir. “Tebyit” ise gecelemek demektir. “Beyaten” gece uykusu demektir. Uyurken diyebiliriz. Bu uyuma normal uyuma değil de, artık gece âlemine dalma demektir.

Tarihte zahir felaketler olmuştur. Kur’an’da bunlar anlatılmaktadır. Tufan, sel, yıldırım, zelzele gibi olaylar topluluklara gelmiş ve yıkılıp gitmişlerdir. Bugün de çevre kirliliği insanlığı aynı akıbete götürmektedir. Ancak be’s sadece doğadan gelmez; iç savaşlar, terör ve benzerleri de birer be’stir. Salgın hastalıklar ve yangınlar da be’stir. Zelzeleler hâlâ beyaten gelmektedir.

Buradaki “beyat” insanların kulaklarını tıkayıp sözleri duymaz olduğu zamana tekabül eder.

AK Parti iktidar olduğu zaman biz iki sene ömrü vardır dedik; ABD böyle planlıyor dedik. ABD bu planı uyguladı; başaramayınca bir sene erteledi. Başaramayınca 2007 onun için uygulama yılı oldu. Yine bazı tasfiyeler dışında tam olarak başaramadı. Şimdi 2008’de yeni oyunların peşindedir.

Bize göre şimdi uygulanan siyaset nedir?

Bülent Arınç bertaraf edilmiştir. Abdullah Gül köşke gönderilmiş ve hapsedilmiştir. AK Parti’nin muhalefet edecek milletvekilleri tasfiye edilmiştir. Recep Tayyip Erdoğan görevli bir ekip tarafından muhasara edilmiştir. Tayyip diktaya doğru gitmektedir. İşte başbakanlığı beyaten sona erebilir. Sona ermemesi için mutlaka değişmesi ve “Adil Düzen”i getirmeğe çalışması gerekir.

Biz Kur’an’ın dediklerine bakıyoruz, ABD’nin yaptıklarına bakıyoruz, gelecek hakkında tahminde bulunuyoruz. Geliş bizim tahminimizin dışında beyaten olacaktır. Biz de olanın farkında olmayacağız.

أَوْ هُمْ قَائِلُونَ (4)  (EaV HuM QAEiLUNa)  “Yahut onlar kail iken gelir.”

Kâilûn”un iki mânâsı vardır. Biri “KVL”den, onlar söylenip dururken, dedikodular yaparken birden gelen gelir demektir. Yahut “Kaylule”den bir kelimedir; onlar gündüz uykusunda iken demek olur. Yani onlar ya derin gaflette veya kısa uyuklamada iken helâk gelir.

Demokrat Parti böyle gitmedi mi? Demirel böyle uzaklaştırılmadı mı, Erbakan böyle uzaklaştırılmadı mı? Afganistan’da ard arda darbeler böyle gelmedi mi? II. Cihan Savaşı’nda nice devletler yerle bir olmadı mı?

Burada bildirilen işte bu gibi felaketlerdir.

İçtihat ve icmayı anlattıktan sonra bu helâkleri zikretmesi, çarenin içtihat ve icmada olduğunu bildirmesidir. İnsanlara helâkin çeşitleri gelmektedir. Nasıl hastalık mukadderse, topluluklara âfetlerin gelmesi de mukadderdir. Âfâtı semaviye (gökyüzü) olur, âfâtı arziye (yeryüzü) olur.

Bu genel helâkler içinde biz ne yapacağız, kendimizi nasıl koruyacağız?

Tamir edilmesi gereken bir ev tamir edilebiliyorsa tamir etmemiz gerekir. Yoksa üzerimize çöker. Topluluklarda da eğer arızalar varsa o arızaların giderilmesi gerekir. Yoksa helâk oluruz. Eğer tamiri mümkün değilse boşaltırız, onu yıkarız ve yenisini inşa ederiz. Yoksa biz içinde iken yıkılır ve başımıza çöker. İşte yeni anayasa çalışması budur.

Eğer eski binamızdan memnun isek aynı proje ile evimizi yeniden inşa ederiz. Topluluğumuzun düzeni iyiyse, düzen uygulandığı için olaylar olmuyorsa, o zaman projeyi aynen uygularız. Yok, eğer eski yapı projesi hatalı ise yeni proje yaparız.

Topluluklar için de aynı şeyleri yapmak zorundayız. Topluluk mühendisliğini yapmak zorundayız. Bunun için sosyal ilimlere ihtiyacımız vardır.

İşte, Kur’an içtihat ve icmayı anlattıktan sonra insanlığa ârız olan hastalıklara temas etmiş ve bize kurtuluşun içtihatta olduğunu ifade ermektedir.

O halde Türkiye bugün nasıl kurtulur, hasta olsa bile nasıl iyileşir?

Yaşlılar ölseler bile yeni nesiller nasıl yetişir bunu öğrenmemiz gerekir. Bu içtihat ve icmalarla oluşur diyor Kur’an. Osmanlı Devleti yıkıldı ama yerine Cumhuriyet doğdu.

Önce, cumhuriyetimizi nasıl yaşatırız; sonra, eğer çökmesi mukadderse yeni cumhuriyeti nasıl kurarız, bunların planlarını yapmamız gerekir. Bu çözümü üretecek de içtihat ve icma müesseseleridir.

Önerimiz şu olmuştur. Siyasi partiler aldıkları oy nisbetinde % 5 oy için birer ilim adamı göndererek “Anayasa Yüksek Kurulu”nu kuralım. Her üyenin emrine birkaç milyonluk araştırma sermayesini verelim. Her üye anayasa yarışmasını açsın ve bir anayasa taslağını hazırlasın. Yarışma açsın ve herkese sırasına göre ödül versin. Bu “ünzile ileyke” olur. Sonra bunlardan telif edenlerden birincisi ile takdir edenlerden birincisi bir başkan seçsinler. Yarışmaları telif edip tek metin hâline getirsinler. Böylece 20 metin olur. Onlar da sıralamaya tâbi tutularak tek metin hâline gelsin. Orduya göndersin. Askerler de bir metin hazırlayıp göndersin. Ondan sonra meclis kararını versin. İşte bu ikincisi “ünzile ileyküm” olur. Bu helâk âyeti bu sebeple burada zikredildi.

فَمَا كَانَ دَعْوَاهُمْ  (Fa MAv KAvNa DaGVAHuM)  “Davaları olmadı.”

Kendilerine kötülük geldiği zaman başka bir şey iddia etmediler.

Bugün başımıza bir şey geldiği zaman oradaki durumu hep başkasına atarız.

Onların davaları ise tersine olmuştur. Yaptıkları kötülükleri anladılar. Bugün de biliyorlar. İnsanlar ne zaman ki biz zalim olduk der ve anlarsa, işte o zaman kurtuluş doğar. İşte o zaman içtihat ve icmadan önce yaptıklarını gözden geçirmek zorunda olacaklardır.

إِذْ جَاءَهُمْ بَأْسُنَا (EiZ CAEaHuM BaESuNAv)  “Onlara be’simiz geldiğinde.”

“Nice karyeleri helâk ettik” dedikten sonra “Fa” harfi ile helâki be’s ile anlatmaya başladı. Helâkin nasıl geldiğini anlatmaya başladı. Be’s ile geldiğini ifade etti. Be’s helâkten daha hafif bir olaydır.

إِلاَّ أَنْ قَالُوا إِنَّا كُنَّا ظَالِمِينَ (EilLAv EaN QALUv EinNAv KunNAv JAvLıMUvNa)  

“Sadece biz zalimlerden olduk demeleri oldu.”

Bu âyet bize helâk edilen karye halkının söylediklerini ifade eder. Onlara be’simiz geldiğinde demeleri olmadı demektir. Helâkten önce be’s gelmektedir. Be’ste zalim olduklarını itiraf ederler. Ama içtihat ve icma ile ona çare aramazlar. Sonunda helâk olurlar.

Türkiye’nin bugünlerini ele alalım. İktidarda olmayanlar Türkiye’nin bütün kötülüklerini saymaktadırlar. Kanal Türk’ü ve TV 5’i açın, aynı şeyleri söylüyorlar.

Eğer AK Parti muhalefette olsa aynı şeyleri söyleyeceklerdir. İktidar olunca da unuturlar, zalim olmaya devam ederler. Helâki beklerler.

1- Yüzde 10 barajının zulüm olduğunu herkes kabul ediyor ama kimse çaresini düşünmüyor.

2- Onlarca sene süren yargılamanın zulüm olduğunu herkes biliyor ama çaresini düşünmüyor.

3- Bürokratik engellerden herkes şikayetçi ama hiç kimse çaresini düşünmüyor.

4- Asgari ücretin yetersiz olduğunu herkes kabul ediyor ama çaresini düşünmüyor.

5- İşsizliğin olduğunu herkes biliyor ama kimse çaresini aramıyor.

6- Basının özgür olmadığını herkes biliyor ama kimse sesini çıkarmıyor.

7- Tarım çöküyor, köyler boşalıyor, yarın aç kalacağız, bu biliniyor ama çaresini düşünen var mı?

8- KİT’ler peşkeş çekiliyor, ülke satılıyor, bilmeyen var mı? Ama aynı zamanda çaresini düşünen var mı?

9- Hastahaneler sağlıklı tedavi yapmıyor, bu durum ülkeye yüktür. Düşünen var mı?

10- Terör alıp yürümüş; çaresini arayan var mı?

Evet, herkes her gün zulmü itiraf ediyor. Her adım atışından herkes şikayetçi. Hiç kimse hayatından memnun değil, geleceğe ümitle bakamıyor. İktidarda olanlar gaflet ve dalalet içinde müstevlilerle işbirliği içinde. Bunu kendileri de itiraf ediyorlar. Ama tek mazeretleri var; ne yapalım, başka çare yok, buna kimse çare bulamaz!

İşte bunun tipik örneğini tekrar burada yazmak istiyorum. Cemil Çiçek Adalet Bakanı iken ‘kimin bir çözümü varsa getirsin’ dedi ve televizyonda ilan etti. O zaman bizim çözüm götürmemiz farz oldu. Allah razı olsun, bizleri kabul etti ve kendisine dört adet yüksek kurul kurulmalıdır dedim; soruşturma, bilirkişi, savunma ve hakemlik yüksek kurulları. Bunlar demokratik usullerle oluşacak diye önerilerde bulundum. ‘Sen Adil Düzeni getirmek istiyorsun’ dedi. ‘Hani siz her çözümü beklediğinizi ilan ettiniz, işte geldik, bu düzen içinde çözün’ dedim. Şimdi herkesin takdir ettiği, benim de saygı duyduğum bakan zalimliğini itiraf etmiş olmuyor mu?

Çare arıyor ama bir şartla, çözüm Adil Düzen olmayacak; zalim düzende çare arıyor! Oysa doğru tektir, onun dışındakilerin hepsi yanlıştır ve zulümdür.

İçtihat ve icma sistemini bize öğretirken Kur’an aynı zamanda şunu diyor, insanlar bile bile zulmün içinde kalır, içtihat ve icmalara gitmezler. Oysa içtihat ve icma ilimdir, müsbet ilimdir. Müsbet ilme dayanmayan hiçbir çözüm çözüm değildir.

فَلَنَسْأَلَنَّ الَّذِينَ أُرْسِلَ إِلَيْهِمْ  (Fa La NaSEaLanNa elLAÜIyNa EurSiLa EiLaYHiM)  

“Kendilerine irsal olunanlara soracağız!”

Kur’an’dan önce peygamberler gelir ve insanları uyarırlardı. Bunlar nebilerdi. Artık nebi resuller gelmeyecektir. Nebilerin yerini âlimler almıştır. Resullerin yerini de başkanlar almıştır. Kendilerine irsal olunan da halktır; bunlar aşiret halkıdır, belde halkıdır, il halkıdır, ülke halkıdır ve insanlıktır. Bunların hepsi ayrı ayrı sorulacaktır.

Halk bugün partilere oy kullanmaktadır. Eskiden köyüme yol getirecek diye oy kullanırdı, bana iş bulacak diye oy kullanırdı. Son seçimlerde artık millet akıllandı, memleket nasıl kurtulacak diye oy kullanıyor. Kendilerine gönderilen kimseler sual olunacaklardır. Ne oldu, sizin anlattıklarınız ne oldu diye Türk milleti daima doğru oy kullanmıştır. Adım adım “Adil Düzen”i iktidar etmeye doğru yürümüştür. Bu sebepledir ki sıkıntıda olsa da varlığını sürdürüyor, dünyada daha saygın ülke hâline geliyor. Gönderilenlerden halk sorumluluğunu müdriktir.

Başka gönderilen kimlerdir?

İslâm düzenini getirmek için çaba gösteren ulema “Adil Düzen”i tebliğ etmiştir. Halkın sesine partiler ve bürokratlar hiç aldırmamışlardır. Önce bir grup siyasiler ve bürokratlar “Adil Düzen”e düşman oldular, cephe aldılar, yasaklamalara kalkıştılar. “Adil Düzen”i anlatanları iktidardan uzaklaştırmak için işbirliği içine girdiler. Bunlara ‘anlamadan, dinlemeden neden “Adil Düzen”e düşmanlık ettiniz’ diye sorulacak. Ancak bir ikinci grup var, “Adil Düzen”e karşı çıkmadılar, “Adil Düzen”e dayanarak iktidar oldular. Sonra onu unuttular, şimdi zalim düzenin istediklerini yapıyorlar. Eskiler de öyle yaptılar. Şimdi zina ve faizli düzenden medet umuyorlar.

İşte, iktidarda olmuş ve olacak kimselere sorulacaktır. İktidara gelince “Adil Düzen”i neden unuttunuz? Siz iktidarda olmadan Allah vardı da iktidar olunca O yok mu oldu, O’na neden inanmadınız?

Bu soru yalnız partilere tevcih edilmeyecek, Allah yolunda olduğunu iddia eden basın ve yayına da sorulacak.

Evet, Samanyolu ve Zaman’a, Yeni Şafak ve Kanal 7’ye, Meltem ve Mesaj’a, Vakit ve birçok yandaşı kanallara, Millî Gazete ve TV 5’e sorulacaktır: Siz sahifelerinizde ve kanallarınızda “Adil Düzen”e ne kadar yer verdiniz? Düzenin zalim olduğunu her gün anlatıyorsunuz ama iktidara ve orduya ne zaman yol gösterdiniz; ne zaman ve ne kadar?

Attıkları her adımdan ve aldıkları her nefesten sorumlu olacaklardır.

وَلَنَسْأَلَنَّ الْمُرْسَلِينَ (6) (Va La NaSEaLanNa eL MüRSaLIyNa)  “Mürsellere soracağız.”

Allah te’kidle diyor ki; Siz ey Adil Düzen Çalışanları, size de soracağım. Ben size ikram ettim, Adil Düzen gibi çözüm anahtarını verdim. İcma ve içtihadı öğrettim, siz bunu layıkıyla yaptınız mı, gereğini yaptınız mı?

Bırakalım başkaları onlar kendi hesaplarını versinler; biz Yenibosna Cemaati olarak ne yapıyoruz, görevlerimizi yerine getirebiliyor muyuz? Evet, görevi gereğince yerine getiremediğimize biz de mu’terifiz. İşte bu sebepledir ki değişik şeyleri yapmamız gerekir.

Önce Yenibosna’nın yanında Ümraniye’de de her hafta toplanmaya başlamalıyız. Toplantı yerini Doktor Ramazan ayarlasın. Haftada bir gün orada Reşat Nuri Erol, Hasan Hacıbektaşoğlu, Gürsoy Erol, Gürsel Kartal, Mehmet Hikmetumut katılsın. Başlangıçta ben de katılacağım. Yenibosna benzeri faaliyeti başlatalım.

İzmir’de toplanıyorlar...

Ankara’da toplanıyorlar...

Yenibosna’da toplanıyoruz...

Bir de Ümraniye’de toplanmaya başlayalım.

Sonra bu yerleri yaygınlaştırmamız gerekir. Böylece sorumluluğumuz azalmış olur.

Bunun dışında “Adil Düzen”e ulaşanlardan gücü yetenlerden aylık 100 YTL’lik ortaklık iştiraki istiyorum. Bu kampanya tamamlansın. Bu sene;

1-      Dergimizi çıkaralım,

2-      İlk marketimizi çalıştıralım,

3-      Üç dört ahşap ev örneğini yapalım,

4-      Çatalca Bahşayış arazimizi ağaçlandıralım.

Bunlar Adil Düzen denemesi işletmelerini oluşturacaktır.

1-      Lütfi Hocaoğlu ve arkadaşları Bilgisayarlı Kuran Arapçasını hazırlamaktadırlar.

2-      Yasin Kılar fıkıh doktorasını yapmaktadır.

3-      Ekrem Arıkan, Adil Düzen para sistemi üzerinde çalışmaktadır.

4-      Süleyman Karagülle ve Reşat Nuri Erol da Kur’an’ı yorumlama ve haftalık yorumlar yazma ile ilgili çalışmalara devam edeceklerdir.

Bunun dışında en büyük sorunumuz muhasebedir. Bu hususta herkes katkıda bulunmalıdır.

Biz bu çalışmaları yapmazsak biz de sorulacağız. Onlardan daha çok sorulacağız.

 

Âraf Sûresi’nin bu âyetlerinin tefsirini 11 Ocak 2008 Cuma günü tamamladım. Bundan on gün önce 2008 yeni yılı girdi. Muharrem 1 de dün idi. Bugün Yenibosna’daki Mevlana Camii hocası 1429’uncu hicri yılına girildiğini ilan etti. Bir sene sonra ikinci yıl aynı günlere rastlayacak. İnşaallah o zamana kadar sorulara cevap verecek faaliyeti göstermiş oluruz.

 

 

 


ARAF SURESİ TEFSİRİ(7.sure)
1-ARAF 1-6 AYETLER- 111İLA153SEMNER-25.05.2001/29.03.2002
2478 Okunma
2-ARAF 6-11
2405 Okunma
3-ARAF 12-18
2320 Okunma
4-ARAF 19-25
2697 Okunma
5-ARAF 26-30
2690 Okunma
6-ARAF 31-36
2292 Okunma
7-ARAF 37-43
2250 Okunma
8-ARAF 44-51
3290 Okunma
9-ARAF 52-58
2471 Okunma
10-ARAF 59-64
2295 Okunma
11-ARAF 65-72
2634 Okunma
12-ARAF 73-79
2509 Okunma
13-ARAF 80-93
2237 Okunma
14-ARAF 94-99
2668 Okunma
15-ARAF 100-118
2212 Okunma
16-ARAF 119-129
2506 Okunma
17-ARAF 130-137
2459 Okunma
18-ARAF 138-141
2208 Okunma
19-ARAF 142-147
2720 Okunma
20-ARAF 148-153
2397 Okunma
21-ARAF 154-157
3148 Okunma
22-ARAF 158-162
2451 Okunma
23-ARAF 161-167
2625 Okunma
24-ARAF 168-171
2294 Okunma
25-ARAF 172-179
4651 Okunma
26-ARAF 180-188
5097 Okunma
27-ARAF 189-190
5351 Okunma
28-ARAF 191-195
2489 Okunma
29-ARAF 196-202
2470 Okunma

© 2024 - Akevler