ARAF SURESİ TEFSİRİ(7.sure)
Süleyman Karagülle
2294 Okunma
ARAF 168-171

A’RÂF SÛRESİ – MUKAYESELİ TEFSİR ÇALIŞMASI

İSTANBUL’U NE YAPMALIYIZ?

 

168- Onları yeryüzünde ümmetler olarak kat’ ettik. İçlerinden sâlih olanlar vardır, bunun dûnunda olanlar vardır. Rücû ederler diye onları seyyiât ve hasenât ile belv ettik.

168- Onları yer yüzüne topluluklar olarak parçaladık. Onlardan iyi olanlar da var, kötü olanlar da vardır. dönerler diye onları iyiliklerle ve kötülüklerle denedik.

Bundan önce onlara “Bu karyeye girin.” denmişti. Burada da onların büyüyerek geniş topraklarda yerleşmelerini söylemektedir. Toplulukların kendi aralarından çıkardıkları başkanları olur. Bunlar ocak, bucak, il, ülke ve insanlık şeklinde teşkilâtlanmışlardır.

İbrani Krallığı Milattan Önce 1000’lerde en güçlü devlet olarak kurulur. Milada kadar etkisini sürdürür. İnsanlığa getirdiği yeni şeyler vardır.

  1. Başta, şeriat düzeni getirmiştir, yasa düzeni getirmiştir. Yöneticilerin yapmadığı, yöneticilerin de tâbi olduğu yasa düzeni getirmiştir.
  2. Harf yazısı ile okuma yazmayı yaygınlaştırmış, halk okullarının kurulmasına önder olmuştur.
  3. Devlet işletmelerini kurarak deniz ticaretinin yaygınlaşmasına ve deniz güvenliğinin sağlanması ile yeni uygarlığın doğmasına sebep olmuştur.
  4. Başka ulusları kendi dinlerine çağırmayarak, herkesi kendi dinlerinde serbest bırakarak lâiklik düzeninin yayılmasına, İslâmiyet ve Hıristiyanlık gibi birçok kavim ve devletleri içeren dinlerin doğmasına neden olmuştur. Bugün bunlara Budizm ve Brahmanizm de katılabilir.  

Daha sonra İbrani Devleti yıkılmış ama İbrani Uygarlığı yok olmamıştır. Hıristiyanlık ile genişlemiş ikinci uygarlığa dönüşmüştür. Ayrıca İbraniler yeryüzüne dağılmışlar ve oralara uygarlıklarını götürmüşlerdir. Böylece yeryüzünde teşkilâtlanarak dünya ticaretini ellerine geçirmişlerdir; hâlâ da ellerindedir.

“Onlardan sâlih olanlar vardır.” diyor. Cemi müzekkeri sâlim sigasını kullanmıştır. Yani, Allah İsrailoğullarına bir görev vermiş; yeryüzüne dağılarak yayılmak ve insanlar arasında ilişkileri düzenlemek. Bu görevlerini doğru olarak yerine getiren cemaatler vardır. Böyle olmayanlar da vardır. “İyilik de yaparlar, kötülük de yaparlar.” denmektedir.

“Onları hasenât ve seyyiât ile imtihan ettik.” diyor. Topluluklar iki şekilde imtihan edilirler. Ya krizler geçirirler, sıkıntılar geçirirler. Böylece eğer tevbe etmez, ıslah olmazlarsa helâk olup giderler. Bugünkü Türkiye böyledir. Yahut, Allah bolluk ve bereket verir. Onlar ya bu nimetlerinin kadrini bilir hasenât yaparlar veya varlıkları ile şımarıp azarlar. Varlıklarını kötülüklerde kullanırlar ve yine helâk olurlar. Bugünkü Amerika böyle bir imtihandadır.

Türkiye’deki inanmış halk bundan 30 sene evvelline kadar kötülüklerle imtihan olunmuştur. 2000 yılına kadar hasenâtla imtihan olundular.

Demek ki, herkes her zaman imtihandadır.

Biz Adil Düzen yolcuları da her zaman böyle imtihanlarla karşı karşıya kalacağız.

Sıkıntılarımız olacaktır; bakalım dayanacak mıyız?

Bolluklarımız olacaktır; bakalım şımarmayacak mıyız?

“Rücû etsinler diye...” bu imtihanları yaptığını söylüyor, Allah. Yani, kötülükleri bıraksınlar diyor. Nereye rücû edeceğiz? Kur’an’a rücû edeceğiz. Asr-ı Saadete rücû edeceğiz. Kötü alışkanlıklarımızı terk edecek, bozduğumuz şeriatı yeniden düzenleyeceğiz. Bu eskisinin aynısı olmayacaktır. Daha ileri bir düzen olacaktır. Eski iyilere dönmek, eski kötüleri bırakmak. Batılılar buna “rönesans” demişlerdir.

Bizim rönesansımız ne olacaktır?

Müslümanlar ilk dört asır içinde içtihat ve icmalarla Kur’an’ı anlayarak hayatlarını düzenlediler. Sonra içtihat kapılarını kapattılar, yeni icmaları kâle almadılar. Bozuldular bozuldular, sonunda başka ulusların mukallidi olarak yok olmaya gittiler.

O halde şimdi biz ne yapacağız?

Kur’an’ı yeni içtihatlarla ve yeni icmalarla yeniden anlayacağız. Biz babalarımızı taklit etmeyeceğiz. Onlardan öğrendiklerimizi kendi mutfağımızda pişireceğiz.

 

169- Onların arkasından bir halef hulfet etti. Kitaba vâris oldular. Bu ednânın arazını aldılar. Mağfiret olunacağız dediler. Misli bir araz gelse onu da ahzediyorlardı. Onlardan Kitab’ın mîsâkı ahz olunmamış mı idi? Allah’a hak dışında bir şey kavl etmeyeceklerdi ve içindekileri ders edeceklerdi. İttika edenler için âhiret hayatı daha hayırdır. Akletmiyor musunuz?

169- Onların arkasından onların yerine geçenler geldiler. Yazıtı onlardan aldılar. Bu yakının geçicilerini alıyorlardı. Bağışlanırız diyorlardı. Bir o denli daha gelse onu da alırlardı. Onlardan Yazıt’ın sözü alınmamış mı idi? Allah üzerinde gerçek dışında olanları söylemeyeceklerdi ve içindekileri okuyacaklardı. Öte yaşayış korunanlar için daha iyidir. Usunuza vurmuyor musunuz?

Allah peygamberleri gönderir. Onlarla çetin çekişmeler sonunda şeriat düzenini kurar. O düzen sayesinde topluluk refaha erer. Sonra onlar o refahtan dolayı şımarırlar. Zevke ve sefaya dalarlar. Meşru olmayan yolları tutarlar. Helal olarak kazandıklarını kötü yollarda kullanmaya başlarlar. Bu da yetmez, meşru olmayan yollarla kazanmayı da tabiî karşılarlar ve o kazançlarını da israfta kullanırlar.

Demek ki, topluluklar safha safha bozulmaya başlar. Önce, Kitap sayesinde, düzen sayesinde refaha ulaşır, o çileli hayatın mirasçısı olurlar. Sonra da onları kötü yollarda kullanmaya başlarlar. Bunu yaparken de; “Allah bizi affeder!” derler. Zaruretten dolayı bunu yaptıklarını söylerler. Oysa, bir misli, birkaç misli daha gelse onu da alırlar.

Burada bize içtihatlarda zaruri olanları anlatmaktadır. Bir insan dağ başında aç kalırsa domuz eti yiyecektir ama, karnı doyacak kadar yiyecektir. Susuz kalmışsa şarap içecektir ama, susuzluğunu giderecek kadar içecektir. Bu hareketlerini kendisine zevk için yapmayacaktır. En kısa zamanda bundan kurtulmaya çalışacaktır. Oysa, günümüzdeki insanlar ne yapıyorlar? Önce, zarurettir diye haram kazancı kendilerine meşru yapıyorlar, sonra da artırmak için hareket ediyorlar.

Bu faizli düzende büyük servetlerin peşinde koşanları bu âyet ne kadar güzel tasvir etmektedir. Türkiye’de Müslüman olduklarını iddia eden tarikatçılara, siyasilere, iş adamlarına ne kadar açık ifade ile cevap vermektedir. Servetlerini “Herkese Aş - Herkese İş” için harekete geçirmeleri gerekirken; lüks hayat için, zenginlerin zevk ve sefası için faaliyettedirler!.. Allah böylelerini gafletten uyandırsın.

“Allah üzerinde gerçekten başka bir şey söylemeyeceklerdi ve oradakileri ders edeceklerdi.” diyor. Topluluk zenginleşince Kitabı bırakır, onun yerine uydurma fetvalarla hayatını düzenlemeye başlar. Kur’an’ın içine girip karşılaştıramayınca; onun üzerinde düşünmeyi yasaklarlar. Hadislere sarılır; çünkü orada uydurma hadisler üretilebilmektedir. Fıkıh kitaplarına, ilmihallere, tarikat şeyhlerinin hikâyelerine sarılırlar.

Bunu niçin yaparlar? Çünkü artık israfa başlanmıştır, artık haram kazanç meşru olmuştur. Din adamları ve ilim adamları da bu israfa ve bu zevke ortak olmak için onlara göre fetvalar üretirler. Kur’an ne güzel bir şekilde günümüzü tasvir etmektedir.

“İttika edenler için âhiret daha hayırdır.” Haramda gözünüz olmamalıdır. Hayatınızı zaruri şartlar içinde geçireceksiniz ama harama el uzatmayacaksınız.

Demek ki, bu Kitap bize şunu söylüyor:

  1. Ne kadar sıkıntıda olursanız olun, sabredeceksiniz ve haramda gözünüz olmamalıdır. O zaman siz fukara-i sâbirînden (sabreden fakirlerden) olursunuz. Âhiret sizin içindir.
  2. Varlıklı hâle geldiğinizde israf etmeyeceksiniz. Varlığınızı diğer insanların iş bulabilmeleri için yatırıma gideceksiniz. Lüks hayattan kaçınacaksınız. O zaman da agniya-ı şâkirînden (şükreden zenginlerden) olacaksınız.

“Düşünmüyor musunuz?” ifadesi çok önemlidir. İsrail oğullarından bahsediyor. “Düşünmüyorlar mı?” demesi gerekirken; “Düşünmüyor musunuz?” diyor. Yani, Allah diyor ki; Ben bunları sizin düşünmeniz için söylüyorum, siz ders alasınız ve siz böyle yapmayasınız diye söylüyorum.

Düşünmede en önemli husus “kıyas”tır, benzetmedir. Fıkıh ilmi kıyasa dayanır. Kıyasın başında geçmişteki hâdiselerden ders almak gelir. Bu sûre içtihat ve icmâ sûresidir. Musa aleyhisselâmın hikâyesini anlatmış, İbranilerin oluşmasını hikâye etmiştir. Bize ibret almamızı emretmiştir.

Burada iki kıraat vardır: “Efelâ Ya’kılûn/ Akletmiyorlar mı?”; “Efelâ Ta’kılûn/ Akletmiyor musunuz?” Burada içtihatla ilgili bir husus olduğu için kıraatler hakkında bilgi verelim. Hazreti Peygamber âyetlerin bazılarını değişik şekilde okumuştur. Fatiha Sûresi’ni okurken; “Mâliki yevmi’d-dîn” de demiştir, “Meliki yevmi’d-dîn” de demiştir. Her iki kıraat da yaygın olmuştur. Sahâbelerden bir kısmı öyle, bir kısmı öbür türlü okumuştur. Bu kıraatler üç derecededir.

  1. Mütevatir kıraattir ki, Hz. Peygamber’in onu öyle okuduğu kesindir. İtiraz eden de yoktur. Bunlara inanmak gerekir. Bunlardan bir kısmını inkâr etmek Kur’an’ı inkârdır. Hz. Osman’ın Mushafı öyle yazılmıştır ki, her iki kıraat da okunabilir. Mesela, “Ya’lamûn” ile “Ta’lamûn” böyledir. Üstte iki nokta koyarsanız “Ta’lamûn” olur, altta iki nokta koyarsanız “Ya’lamûn” olur. Osman’ın Mushafı’nda bir şey konmamıştır. Dolayısıyla iki türlü okunabilir. O zaman noktalama yok idi. Bu da ilâhî bir rahmettir.
  2. Meşhur rivayetler vardır. Sahâbeler öyle okumuşlardır. Bu hususta kesin delillerimiz var ama, Hz. Peygamber’in öyle okuduğuna dair delilimiz yok. Önce, bu Kur’an’dan değildir, bu Kur’an’dır diyen Kur’an’a inanmamış olur. Namazda böyle okuyanların namazı fasit olur. Böyle kıraatlerle amel etmek farz da değildir. Ama amel etmek caizdir. Zayıf hadis gibi kabul edilebilir. Meşhur hadis bundan daha kuvvetlidir. Orada amel vaciptir. Bunda caizdir. Çünkü rivayette hata olduğu kesin, Kur’an olmayan Kur’an diye rivayet edilmiştir.
  3. Haber-i vâhid yani sahâbelerin de böyle kıraat ettikleri kesin değildir. Bu Kur’an’dan olmadığı gibi böyleleri ile amel etmek de caiz değildir.

Şimdi bizim “Ya’kılûn” ve “Ta’kılûn” kıraatleri mütevatirdir. İkisi de Kur’an’dandır.

Âyet tek olmakla beraber, hükümde iki âyet gibidir. Yani, bu âyet hem İsrail oğullarına, “Düşünmüyor musunuz?” diyor, hem bize “Düşünmüyor musunuz?” diyor. Bize olan emriyle bize kıyası emretmiş oluyor, olaylardan ders almamızı emrediyor. İçtimai hâdiselerin de kanunlarının olduğunu bildiriyor.

 

170- Kitab’a temessük eder, salâtı da ikame ederlerse, biz muslihlerin amellerini zâyi etmeyiz.

170- Yazıt’a tutunur, toplantıyı da yaparlarsa, biz uygun işler yapanların karşılığını çürütmeyiz.

Şimdi genel bir kural getirmektedir. İster sizden, ister onlardan olsun; “Kitab’a tutunur da toplantılara devam ederlerse, biz onların karşılıklarını çürütmeyiz.” diyor. Burada “ellezîne”de cins isim mânâsı vardır. Müzekker-i sâlim olduğu için ayrı değil birlikte yapmaları gerekmektedir.

İşte bu sebeple ben her hafta İzmir’den buraya geliyorum.

Kitab’a tutunmak ilkesi”ni getirmektedir. Bizim için artık ana kaynak Kitap’tır. Biz Kitab’ı anlamak için Sünnete muhtacız. Biz gerek Sünneti, gerekse Kitabı öğrenmek için geçmiş müçtehitlere muhtacız. Onları öğreneceğiz ama, biz sorunlarımızı Kur’an’la çözeceğiz. Hazreti Peygamber zamanında Sünnet yetiyordu. Dört Halife zamanında da Sünnet yeter gibi oldu. Ama sonra devir değişti. Yeni sorunlar çıktı. Âlimler Sünnete ve Kitaba dayanarak ilk içtihatlarını yaptılar. İçtihat ve icmâ yollarını koydular. Biz o yolları onlardan öğreneceğiz. Ama Kur’an’ı yeniden anlayacağız.

Bizim ana kaynağımız Kur’an’dır.

Onun için burada sadece “Kitaba temessük ettiler.” diyor. Halbuki yukarıda, “Ümmî nebi resûle tâbi oldular.” diyor. Demek ki, biz Resûle Kur’an’ı anlamada tâbi olacağız. Yoksa kendisine tâbi olmayacağız. Bu inceliği anladıktan sonra işimiz kolaylaşır. Hz. Peygamber diyor ki; “Benden sonra size pek çok hadisler rivayet edilecektir. Onları Kitab ile karşılaştırın, uyuyorsa kabul edin, uymuyorsa reddedin.” Diyanet İşleri Başkanlığı 250 hadis yayınlamış ve bu hadisin yarısını almış, diğer yarısını işine gelmediği için atmış. Putperestliğe nasıl meyilli olduğumuz açıkça görülüyor. “Hadisler Kur’an’a uymuyorsa atın.” diyememiş, çünkü Kur’an dışında şâri’ kabul ediyor.

“Salâtı ikame ederlerse.” diyor. Bakınız, burada “Yusallûn/ Namazı kılarlar.”demiyor; “Salâtı ikame ederlerse.” diyor. Çünkü “salât” bir kurumdur, onu kurmamız ve işletmemiz gerekir. “İkame ederler” diyor, “salât”ı müfred kullanıyor. O halde namaz cemaatle kılınacaktır.

Namaz bir müessesedir. Günde beş defa bir araya geleceğiz, birlikte okuyacak, birlikte dua edecek, istişare ederek dağılacağız. Bu birleşme ve ayrılma bizi bir vücut hâline getirecektir. Mescit bir kalp gibidir. İnsanları toplar dağıtır, toplar dağıtır. Başka hiçbir şey yapmasak bile, bir araya gelip dağılırsak, bir vücut oluruz. Kalp başka bir iş yapıyor mu? Hayır. Sadece kanı toplar ve gönderir. Bütün işi bundan ibarettir. Ama kalp dursa insan ölür.

Namaz burada marifedir. Gelişigüzel bir dua değildir. İşte bu işi yapabilmemiz için siteye ihtiyacımız vardır. Kadınların ve çocukların da katıldığı ve orada her namazda Kur’an’ın mealinin ve yorumlarının okunduğu gün Adil Düzen tarikatını kurmuş olursunuz, dünya sizin olur. Allah’ın onu bize nasip etmesi için evinizde birlikte namaz kılın ve bir sayfa da olsa, bir âyet de olsa namazdan önce veya sonra Kur’an’ın mealini okuyunuz.

“Biz muslihlerin ecrini zâyi etmeyiz.” diyor. Kitap niçin okunacak? Günde beş defa toplantı niçin yapılacak? Muslih olmak için. Muslih demek, uygun işler yapan demektir. Biz bir araya geldiğimizde, Kitabı okuduğumuzda, birbirimizin ne düşündüğünü ve ne yaptığını biliriz. Biz işimizi ona göre ayarlar, onunla birbirimizi tamamlarız. Cuma günü akşamleyin toplanıldığını bilirsem ve benim birisiyle işim varsa, o gün gelir onunla görüşüm. Benimle işi olan da o gün gelir ve benimle görüşür. İnsanlar işlerini o topluluktakilerle görmeye başlar, sonunda sonuç alınır. Böylece birbirine uygun işler yapmaya başlarlar. Bereketi artar ve me’cur olurlar.

Bu çalışmalarımızın ücretleri ne olacaktır? Âhiretteki ücretin yanında bu dünyada da bereketini görmüş olacaksınız. Allah buradan vermeyebilir ama, buranın bereketi ile başka yerden verir. Ama o zaman unutursunuz!

Buraya gelen kardeşlerimiz vardır. Onlardan bir kısmı işleri bozulduğu için burasını bıraktılar! Bir kısmı ise işleri fazla düzeldiği için bıraktılar! Onlar imtihanı kazanamadılar. O kardeşlerimiz iyi insanlardır. Geleceklerini bekliyoruz. Sizler onlarla ilişkilerinizi sürdürünüz. İstenmez olduğunuzu hissettiğiniz zaman, bırakırsınız.

 

171- Hani fevklerine cebeli sanki zülle imiş gibi ref ettik. Cebel kendilerine vâki’ olacakmış zannettiler. Size îta ettiğimizi kuvvetle ahzedin ve ittika edesiniz diye içinde olanı zikredin.

171- Onların üzerlerine gölge imiş gibi dağı dikmiştik. Dağın kendilerine düşeceğini sanmışlardı. Sıkı bir biçimde size verdiğimizi alın ve korunasınız diye içinde olanı anlayın.

Bize nereden nereye gelindiğini hatırlatmak için söylemektedir. Biz İbranilerin devlet kurma macerasını Tur-i Sina’da Tevrat’la başlattık, buraya getirdik, diyor. Allah bunu Mekke’de anlatıyor. Benzer maceraların kendileri için de sözkonusu olduğuna işaret ediyor. Evet, Hz. Musa’nın hikâyesi ile Hz. Muhammed’in hikâyesi benzerdir.

Burada işaret edilen başka bir husus da vardır. İbraniler Mısır’da dağların olmadığı bir yerde büyümüşlerdi. Sina Çölü’ne gelince bir dağın eteğinde yerleştiler. Onlar dağı yadırgadılar ve korktular. Parçalanıp üzerlerine düşeceğini sandılar. Müslümanlar da sonra değişik ülkelere gittiler. Alışmadıkları bir hayat gördüler. Mekkeliler Medine’de bile sıkılmışlardır. Yeni bir yere alışıncaya kadar sıkıntı çekilir. Ama sonra artık geri bile dönülmez. Bizim hayatımızda da böyle şeylerle karşılaşacağız. Şimdi kötülüklere alışmışız, acımıyor, sancımıyor. Başka yere gittiğimizde sıkıntılar başlar. Kentleşme de aynıdır.

İstanbul’a gelen Anadolu halkı daha kentleşemedi. Çünkü hâlâ dağınıktırlar. Diğer insanlar onlar için ormanlardaki ağaçlar gibidir. Anadolu halkının kentleşmesi için şehrin dışında “Dinlenme Evleri”ni kurmalıdırlar, özellikle aile yaşayışlarını oraya kaydırmalıdırlar. Kent sadece iş hayatı için olacaktır. İşlerde yine her grubun kendi işyerleri olacaktır. O zaman yeni uygarlık doğar. “Kasaba uygarlığı”nın yerini “şehir uygarlığı” alır. Şehirde toplandık ama daha şehirli olamadık. Onun için İstanbul’a “büyük köy” denmektedir.

 

İSTANBUL’U NE YAPMALIYIZ?

  1. İstanbul’un nüfusu 12 milyon civarındadır. Bu nüfus artmamalıdır. Azaltmaya da çalışmamalıyız. Bu nüfusu bu dengede tutabilmemiz için İstanbul’daki yatırımlara artık yeni kredi verilmemelidir. Kredi Anadolu’ya kaydırılmalıdır.
  2. İstanbul’un çevresi plânlanmalıdır. 12 milyon kişiye göre birer dönümlük dinlenme sahaları tesis edilmelidir. Bunlar 1000’er hanelik siteler olmalıdır. Ya 1000’er metrekarelik bahçeli ahşap villalar, ya da 100’er dairelik her katta 10 daire olan bloklar yapılmalıdır. 10 blok ile bir site oluşturulmalıdır. 100 dönümde bir blok yerleştirilmeli, bir kilometrekarede bir bucak kurulmalıdır.
  3. İstanbul yeniden plânlanmalıdır. Yeni plânlamada aşağıdaki hususlar nazarı itibara alınmalıdır.

Önce, İstanbul Anadolu ve Rumeli yakası olarak ikiye ayrılmalı, ikisi ayrı ayrı plânlanmalıdır. Sonra, İstanbul’un her iki yakısı 10’a yakın illere ayrılmalıdır. İstanbul bölge merkezi olarak kalmalıdır. Burası Eminönü, Fatih, Beyoğlu gibi ilçeler olmalıdır. Bu ilçelerde üretim kesinlikle yasaklanmalıdır. Burada gece iskânı da yasaklanmalıdır. Burada;

  1. İnsanlık için dinî site oluşturulmalı, dünyadaki bütün dinlerin merkezleri burada birer bucak kurabilmelidir.
  1. İlmi merkez olmalıdır. Burada dünyanın üniversiteleri kurulabilmelidir. Her üniversite bir bucağa sahip olmalıdır.
  1. Dünyanın bütün düşünürleri ve siyasileri gelip rahatlıkla ikamet edebilmeli, parti merkezlerini yapabilmelidir.
  2. Nihayet, burası dünyanın Açık Pazar Ticaret Merkezi olmalıdır.

İstanbul’un diğer illeri ise kendilerine göre teşkilâtlanacaklardır.  

Tüm altyapı hizmetleri bedava olmalıdır. Araçlara binip inmek bedava olmalıdır.

Önce araç ve kişi seferleri bedava olmalıdır. Şehir içinde kimse ücret ödememelidir. Metrolar yapılacak ama, şimdikinin iki misli genişliğinde yapılacak, arabaları da taşıyacaktır. Bu arabalar da bedava taşınacaktır. Yani, kişi kamyonuyla Gebze’de binecek, Silivri’de inecektir.

Helikopter seferleri olacak, halk bedava binip inecektir.

Otobüs ve minibüs seferleri olacak, halk bedava binip inecektir.

“Böyle şehir olur mu?” diyeceksiniz. Olur; yeter ki Adil Düzene göre plânlansın.

İstanbul’un böyle olması için ne yapacağız?

Önce, “İstanbul İmar Senedi”ni çıkaracağız. Bugünkü mülk sahiplerine vereceğiz. Sonra mülklerini alacağız. Yeni projeler yapacağız. Onu da yeni senetleri satarak yapacağız. Mülkiyet statüsünden yararlanma mülkiyeti ile işletme mülkiyetini ayıracağız. Yararlanma mülkiyeti serbest, ama işletme mülkiyeti yalnız ekibe ve ehil olan kimselere verilecektir. Yani, işletmeler cirodan kiraya verilecek, mal sahiplerinin kirası ödenecek, belediye de kendi payını cirodan alacaktır. Belediye işte o gelirle taşıma hizmetlerini bedava yapacaktır.

Yeterli ciroyu sağlayamayan kimse ile işyeri akdi sona erdirilecektir. Belediye taşınmazları alıp satacak ve böylece kimse mağdur edilmeyecektir. Hangi fiyatla alıyorsa o fiyatla satacaktır. Bugünkü belediye bugünkü mevzuatla bunu yapabilir mi? Evet, yapar. Kanunlar tamamen müsaittir. Görevlilerin kafası müsait değildir. Onlara anlatmak da bizim vazifemiz olur.

İçimizden biri çıkacak; “Ben İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olacağım!” diyecek ve proje hazırlamaya başlayacak. Allah bir gün onu oraya getirir.

Eğer gelecekte nasıl olacağı hususunda Kur’an’dan istidlâller yaparsak, bu istidlâlimiz de doğru ise o öyle olur.

Böylece bu sûrede anlatılan Hz. Musa’nın hikâyesi burada bitti. Bu sûrede;

  1. Önce, Adem aleyhisselam anlatıldı. Bu insanların göçebe dönemini anlatıyordu. Bu zamanda topluklar yasalarla değil, yönetici kararları ile yönetiliyordu.
  2. Sonra, Hz. Nûh geldi, topluluklar başkanların koyduğu kararlarla yönetildi.
  3. Sonra; Hz. Musa geldi, topluluklar Allah’ın koyduğu şeriat veya meclislerin kanunları ile yönetildi. Başkanlar sadece uygulayıcı oldu.
  4. Kur’an döneminde ise halk yönetimi oluştu. Yasaları da bizzat halk doğrudan doğruya kendisi yaptı. Bunu dört şekilde gerçekleştirdi.
  1. Herkes kendi yasalarını içtihadıyla kendisi yaptı.
  2. Topluluklar sözleşmeleriyle kendi yasalarını kendileri yaptı.
  3. Yerinden yönetimle ocak ve bucak yönetimlerinde başkanlar istişare ile kamu yasalarını koydular ama kişilere göç imkânı sağlandı, dolayısıyla kişi kendisinin benimsediği ocak ve bucakta yaşamaya başladı.
  4. Nihayet, çıkan nizaları sözleşmelerin yorumlarını hakemlerden oluşan tarafsız ve bağımsız yargı çözmeye başladı.

Bu sûrede bu üç peygamberler gurubunu anlattı. Dördüncüsüne devam edecektir. Asıl “Kur’an Düzeni” bundan sonra kurulmuş olacaktır. I. Kur’an Medeniyeti öğrenim çağıdır, insanlığın staj çağıdır.  

 

 


ARAF SURESİ TEFSİRİ(7.sure)
1-ARAF 1-6 AYETLER- 111İLA153SEMNER-25.05.2001/29.03.2002
2477 Okunma
2-ARAF 6-11
2405 Okunma
3-ARAF 12-18
2320 Okunma
4-ARAF 19-25
2697 Okunma
5-ARAF 26-30
2690 Okunma
6-ARAF 31-36
2291 Okunma
7-ARAF 37-43
2249 Okunma
8-ARAF 44-51
3289 Okunma
9-ARAF 52-58
2471 Okunma
10-ARAF 59-64
2294 Okunma
11-ARAF 65-72
2633 Okunma
12-ARAF 73-79
2509 Okunma
13-ARAF 80-93
2237 Okunma
14-ARAF 94-99
2668 Okunma
15-ARAF 100-118
2212 Okunma
16-ARAF 119-129
2506 Okunma
17-ARAF 130-137
2458 Okunma
18-ARAF 138-141
2208 Okunma
19-ARAF 142-147
2720 Okunma
20-ARAF 148-153
2396 Okunma
21-ARAF 154-157
3147 Okunma
22-ARAF 158-162
2450 Okunma
23-ARAF 161-167
2624 Okunma
24-ARAF 168-171
2294 Okunma
25-ARAF 172-179
4650 Okunma
26-ARAF 180-188
5097 Okunma
27-ARAF 189-190
5350 Okunma
28-ARAF 191-195
2488 Okunma
29-ARAF 196-202
2469 Okunma