ARAF
و يا ءادم اسكن أنت و زوجك الجنة فكلا من حيث شئتما و لا تقربا هذه الشجرة فتكونا من الظالمين (7/19) فوسوس لهما الشيطان ليبدي لهما ما وري عنهما من سوءاتهما و قال ما نهاكما ربكما عن هذه الشجرة الا أن تكونا ملكين او تكونا من الخالدين (7/20) و قاسمهما انى لكما من الناصحين (7/21) فدلاهما بغرور فلما ذاقا الشجرة بدت لهما سوءاتهما و طفقا يخصفان عليهما من ورق الجنة و ناداهما ربهما ألم أنهكما عن تلكما الشجرة و أقل لكما ان الشيطان لكما عدو مبين(7/22) قالا ربنا ظلمنا أنفسنا و ان لم تغفر لنا و ترحمنا لنكنن من الخاسرين(7/23) قال اهبطوا بعضكم لبعض عدو و لكم فى الأرض مستقر و متاع الى حين(7/24) قال فيها تحيون و فيها تموتون و منها تخرجون(7/25)
KUR’AN MATEMATİĞİ; 118. (13 TEMMUZ 2001) ve 119. (20 TEMMUZ 2001) SEMİNERLER
و Va: Harfi “QALa EePRuC” / “Çık dedi” âyetindeki “çık”a atfetmiş olur. “Ve Ey Adem dedi.” anlamına gelir. Yani, Allah şeytana; “Çık buradan!” deyip onu cennetten kovarken, Adem’e de; “Otur burada!” diyor. Bu atıf doğru ise şeytana çık emrini vermiş, şeytan ise emre itaat etmemiştir ve çıkmamıştır. Adem’den ayrılmamıştır. Emri yerine getirmemiştir. İşte hukuk sisteminde hal budur. Allah emretmekle icbar etmemiştir. Mühlet vermiştir. Sözünü dinlemediği için cezayı ertelemiştir. Şimdi bir soru sorulabilir. Şeytan isyan etmeseydi, sözünü dinleseydi ne olacaktı? Sözünü dinlediği için Allah onu affedecek ve azabı bitecekti. Peki, Adem cennette mi kalacaktı? Hayır. Yeni cinler yine secde etmeye devam edecek, bir gün bir cin isyan edecek ve Adem’i yine yanıltacaktı. Sorumuza devam edelim.
Peki, Adem sabretseydi ve günah işlemeseydi cennette kalacak mıydı? Dünyaya insan gönderilmeyecek miydi? Adem değil ama başka bir insan aynı duruma getirilecekti. Sonunda biri Adem gibi yanılacaktı ve Allah onu dünyaya gönderecekti. Bununla şunu anlatıyoruz ki; Allah kişiyi iyi veya kötü olmaya zorlamıyor, ama iyiliğin ve kötülüğün olmasını da irade ediyor. Burasını insanın tam olarak anlaması mümkün değildir.
Yan yana iki cümle düşünelim:
Sağdaki cümle yanlıştır. Soldaki cümle yanlıştır.
Burada dört ihtimal vardır. Okumaya sağdan veya soldan başlayabilirsin. Sen kendin ilk cümleyi doğru veya yanlış kabul edebilirsin.
Soldan başlayalım ve ilk okuduğumuz cümleyi doğru kabul edelim. Soldaki doğrudur. Böyle olunca sağdaki yanlıştır. Soldaki yanlış olunca sağdaki doğrudur. Bir çelişki yoktur.
Sağdaki cümle yanlıştır. Soldaki cümle yanlıştır.
D Y
D Y
Şimdi de soldakini yanlış kabul edelim. O zaman da sağdaki doğru olur. Soldaki yanlış olur. Yine çelişki yoktur.
Sağdaki cümle yanlıştır. Soldaki cümle yanlıştır.
Y D
Y D
Demek ki, bu iki cümleden biz birini doğru kabul edersek doğru oluyor, biz diğerini doğru kabul edersek o da doğru oluyor. Ama ikisi doğru olmaz. İkisi de yanlış olmaz.
Şimdi bunun üzerinde bir işlem yapmayalım, üzerinde düşünmeyelim. O iki cümle yerlerinde duracaklardır. Ne yalan olacak, ne de doğru olacaklardır. Halbuki böyle iki haber cümlesi olamaz. Bir şey hem doğru hem yanlış olamaz. Düşündüğümüz zaman olamaz. Ama düşünmezsek, olur.
Şimdi insanların çok sorduğu sorular vardır: “Allah benim ne yapacağımı biliyor mu, bilmiyor mu?” Bilmiyorsa, Allah sonradan öğreniyor demektir. Yani, kendisi yapmıyor demektir. Üzerine zaman geçiyor demektir. Oysa zamanı kendisi var ediyor. Üzerinde zaman nasıl geçiyor? Biliyorsa, benim istediğim gibi yapmam nasıl olacak? O halde söyleyeceğimiz şey şudur. Allah ne biliyor, ne de bilmiyor. Çünkü Allah biliyor, ama bizim bildiğimiz gibi değil bilgisi. Bizim düşünmeden önceki cümlelerimiz gibidir.
Buradaki “Va” “Meleklere dedik.” cümlesine de bağlı olabilir.
يا ءادم Ey Adem: Şeytanın yanında konuştuğu için hitap sözünü kullanıyor. Yani, onunla konuşurken dönüyor, Adem’e de “Sen otur burada!” diyor. Kur’an’da peygamberlerin isimleri vardır, onunla kendileri ifade edilir. Ama “resul” kelimesi ile başkanlar, “nebi” ile de âlimler kastedilir. Burada ilk olarak yeryüzüne indirilen insan sözkonusudur. İnsan başka gezegenlerde de vardır. Ama oraya gönderilen ilk anne-babanın adı Adem değil de başka bir isimdir.
Adem, deri demektir. Tüylü, canlı deri demektir. Büşr ise tüysüz deri demektir. Adem ilkin tüylü yaratılmıştır. Sonra yasaklı ağacı yemek suretiyle tüyleri dökülmüştür. Yeryüzüne öyle gönderilmiştir. İnsan birçok bakımdan eksik yaratılmış varlıktır. Buna karşı zekâsı vardır.
- Ayakta yürümektedir. Bu da diğer hayvanlar kadar koşmaması ve zıplamaması sonucunu doğurmuştur.
- Çeneleri avını tutup parçalamaya veya meyveyi kırıp yemeye elverişli değildir. Zayıftır.
- Elleri pençeleri ile yakalamaya elverişli değildir. Zayıf bir varlıktır.
- Kendisini soğuktan ve sıcaktan koruyacak tüylere sahip değildir.
- Doğduğu zaman uzun süre annesiz hareket edebilecek durumda değildir. Yetişmesi için seneler geçmesi gerekir.
- Yaşlıların bile aile dışında yaşamaları çok azdır. Birbirine bağlı olarak yaşayabilirler. Hastalanınca kim bakacaktır?
- Birbirleri ile savaşmaktadırlar. Dolayısıyla topluluklar hâlinde yaşamak zorundadırlar.
- Kendileri kötülük yapacak kadar zavallıdırlar.
Adem’in yapısı bu olmakla beraber. Yasak ağacın meyvesini yemeden önce kendisinde böyle eksiklikler yoktu.
اسكن أنت و زوجك Sen ve zevcen sakin ol demektedir. Demek ki, ilk insan çift yaratıldı.
Bizim kabul ettiğimiz varsayım şudur. Allah Kâinat içinde belki her galakside bir gezegen seçti. Orada canlının türlerini üretiyor. Orası fidelik, oradan yeryüzüne göçtürüyor. Diğer gezegenlere dağıtıyor. Burada her galakside ayrı deyişimizin sebebi, galaksimizin çapı 100 000 ışık yılıdır. Kâinatın ömrü ise 10 milyar ışık yılıdır. O halde türlerin üretilip gezegenden buraya Adem’i getirmek, ışık hızı ile hareket ettiğimizde fazla bir şey tutmaz, mümkündür. Oysa, galaksiler arası mesafe 2 milyon ışık yılıdır. Bütün galaksilere bir merkezden dağıtım yapmaya Kâinat ömrü yetmez. Ama ışık üstü dalgalarla getirilmiş olabilir. Kodlamalarla mümkündür Adem ile Havva’nın birlikte yaratılmış olmaları sözkonusu olabilir. İkiz çift olacaktır. Yalnız Havva’da ya Y kromozomu iptal edilecektir, veya X kromozomu üçlü olacaktır. Bu kromozomlar asgari genler hâlinde ilk canlı var edildiğinden beri vardır, diyoruz. Canlının her gezgende yerinde üretildiği kabul edilebilir. Ancak Kur’an böyle söylemiyor. Bugünkü arkeolojik kazılar da bunu doğrulamıyor.
الجنة El-Cennet; marifedir. İlk insan meyvelikler içinde yaşayabilirdi. Çünkü başka türlü yaşamak için hiçbir bilgisi ve araçları yoktu. Bugünkü jeolojik kazılar bu faraziyeyi doğruluyor. Çünkü ilk insanlar meyve yiyerek geçiniyorlardı. Et yemeyi çok sonraları öğrendiler. Sütü ondan da sonra. Ziraati ondan da sonra öğrendiler. Bu cennet bu üç boyutlu uzayın dışında olabilir. Bir başka galakside olabilir. Başka yıldızda olabilir. Yeryüzünde olabilir. Kur’an’ın ortaya koyduğu ve ilmin desteklediği nazariye ise; galaksimizin bir gezegenindeki bir bahçedir. Ama bu görüş henüz ilim olmamıştır.
فكلا من حيث شئتما İstediğiniz yerden yiyin. Yani, esas olan helâlliktir. Haramlar istisnadır. Yasak kanunidir. İki hukuk sistemi vardır. Yasaklı hukuk sisteminde her şey yasaktır, kanunların müsade ettikleri serbesttir. İkinci sistem ise her şey serbesttir, kanunun yasak ettikleri yasaktır. Roma Hukuku hakları sayar, bunun dışındakiler yasaktır. İslâm ise yasakları sayar, onun dışındaki her şey serbesttir. Bu âyet bize bunu öğretmektedir.
و لا تقربا هذه الشجرة Bu ağaca yaklaşmayın demiştir. Bu ormana yaklaşmayın dememiştir. Sadece içlerinden bir ağaç türüne yaklaşılmasını yasaklamıştır. Bu da bize bir şey yasaklanınca onun türünü yasaklamış olduğunu gösterir. Benzerlerinden de uzak durmamız gerekir.
Burada bizim öğrendiğimiz başka şeyler de vardır. Bizim için zararlı olduğu halde, bize zararlı görünmeyen varlıklar vardır. İşte bu insanın özelliğidir. Diğer hayvanlar koku ve tadı ile iyi ve kötüyü ayırd edip onu yer veya yemez. Oysa insan için bu tam doğru değildir. Biber gibi acı olup yararlı olanlar var, sigara gibi tatlı olup zararlı olanlar var. Niçin böyle yaratılmış? Çünkü insana kötülük yapma kabiliyeti de verilmiştir. Böyle bir kabiliyete sahip olmak için o tür eksikliklere ihtiyaç vardır. İrade sahibi bir varlık demek, Allah’ın bir taslağı demektir. Adeta Allah insanı yaratmakla kendisine şerik bir tanrı yaratmak istemiş oluyor. İşte bu da ancak kötülükle iyilik arasında bir tercih oluyor. Allah için ise yoklukla varlık arasında tercih oluyor. İnsan tanrının görüntüsüdür. Tanrı değildir. Harita nasıl arzın görüntüsü ama arzın kendisi değilse, insan da tanrı değildir.
فتكونا من الظالمين Zâlimlerden olursun: Zulmetmek demek, yerli yerinde kullanmamak, yerli yerinde iş yapmamak demektir. İnsan zâlimdir. Çünkü evlenerek çoğalmak yerine, zina yaparak varlığını heder ediyor. İşte bu zulümdür. Çalışarak üreteceği yerde, kumarhanelerde vaktini harcıyor. Aklını kullanacağına, aklını sarhoş ediyor. İşte Adem o ağaçtan yediği için şimdi biz zâlim oluyoruz. Ama zâlim olabilmeliyiz ki, kendimizi tutarak derecemiz yücelsin. İmtihanı kazanalım ki, diplomamız verilsin. Öğrencinin biri ders çalışacak ve sınıfını geçecek, diğeri havailik yapacak ve sınıfta kalacak. Bu nasıl mümkün olacak? “İnsan ister oyuna, ister derse gitsin.” denebilmesi ile sağlanır. Biz öğrencileri zorla sınıflara doldurmayacağız. İsteyenleri okutacağız. Bilenleri sınıf geçireceğiz, bilmeyenleri bırakacağız. Onlar zulmetmiş olacaklar, çünkü vakitlerini gereksiz yerde harcadılar. Allah ne kadar zor anlaşılacak bir şeyi şeytan ve Adem hikâyesi ile çok açık anlatıyor. Pratik olarak anlatıyor.
فوسوس لهما الشيطان Şeytan onlara vesvese verdi. Burada “Fa” harfi kullanılmıştır. Şeytan hemen harekete geçti demektir. Hemen vesvese verdi. Siz şimdi birisine bir şey söylersiniz. Bunu yapma, dersiniz. Söylemeseydiniz, belki hiç aklına gelmeyecektir. Ama siz söylediniz diye onun üzerinde düşünmeye başlar. İşte şeytan da o düşüncenin içine girer. Vesvese, fısıldama demektir. Sessizce kulağa söylemek demektir. Aklına getirmek demektir. Bu nasıl olmaktadır? İnsan bir arabadır. Beyni de kontak anahtarı ve direksiyondur. İnsanın ruhu ise şofördür. İnsanın ruhu bedenini sürmektedir. Ancak sağında ve solunda oturan iki arkadaşı vardır. Biri şeytan, biri melek. İşte bu iki görevli şoföre yani insanın rûhuna birşeyler söylemektedirler. Aklına birşeyler getirmektedirler. İnsan da kendisi karar vererek direksiyonu kullanıyor. Burada beyin ile rûh, şeytan ve melekle ilişkiler nasıl kuruluyor? Bunun mekanizmasını bilemiyoruz.
Burada “ikisine” denmektedir. Karı-kocayı birden ayartıyor. Karıya, kocan böyle istiyor der; kocaya, karın böyle istiyor der. Karı-koca birbirini kırmamak için ikisi de istemediklerini yaparlar. Burada önemli bir husus daha vardır. O da Adem’e ayrı, Havva’ya ayrı hitap etmiyor. Hitap Adem’e, ama emir iki kişiye; “Sen ve Adem oturun.” diyor. Böylece sorumluluk da Adem’e yüklenmiş oluyor. “Sen ve zevcin oturun.”da eşitlik vardır. Vesvese vermekte eşitlik vardır. Ama hitap tek kimseye yapılıyor. Burada erkekle kadın ayrılmış oluyor. Bugünkü eşitlikçi mantıkta bu yanlıştır. Oysa, Allah insanları toplu olarak yaşayacak şekilde yaratmıştır. Bir arada yaşayanlardan biri sorumlu olacaktır. Sorumlu olan yetkili olacaktır.
Askerlikte de bu kural vardır. İki kişi bir göreve gönderildiği zaman mutlaka biri baştır.
İslâmiyet’te de iki kişi bir araya gelip namaza durdukları zaman biri baştır, imamdır.
İşte Allah bu âyetle bize bunu da öğretmiş olmaktadır. Kadın ev işlerinde sorumludur, orada baş kadındır. Ama dış işlerinde erkek sorumludur, erkek baştır. Yine bu âyetten şunu öğreniyoruz ki, baş olan kimseye uyduğunuzdan sorumlu olmazsınız. Başın yetkisi dahilinde meşru emirlerine uyulması gerekir, yetkisi dahilinde olmayan ve meşru olmayan emre uyduğunuzda, uyan da sorumludur. Yoksa, Havva’nın sorumlu olmaması gerekirdi.
ل Li: Gayeyi ifade eder. Ne maksatla vesvese verdi? Onların çirkinliklerini ortaya çıkarmak için vesvese verdi. Şeytan öyle iş yaptırır ki içini dışına çıkarır. Şeytan suç işleyen insanların dostu değildir. İnsan suç işletmeye çalışır, ama maksadı suçlu yapıp onu kendisine arkadaş edinme değildir. Tam tersi, suç işletir. Ondan sonra da kıs kıs güler. Bir adam birini öldürmüştür. Bunu gizli tutup saklaması gerekir. Böylece cinayet faili meçhul olarak kalacaktır. Ama katilin içine vesvese girer, yakınlarının içine vesvese girer. Ondan sonra onu söyletir. Arkadaşına açıklar, dostuna açıklar, bir bakarsınız faili meçhul cinayetler hep ortaya çıkar. 1900’dan beri Türkiye’de cinayetler işleniyor ve işleyenler cezalanmıyor, geçiştiriliyor. Ama şeytan vesvese veriyor, öyle hareket yaptırıyor ki bütün kötülükler ortaya çıkmaktadır. Böylece şeytan hıncını alıyor. Demek ki, şeytan faili meçhul cinayetlerin ortaya çıkmasında istemeyerek insanlığa hizmet etmektedir.
İnsanını kusuru her zaman vardır. Ama eğer şeytana kapılmazsa, kendisini tutarsa, o kusurlar örtülür, kapanır gider. Ama şeytan ona vesvese verir ve kandırırsa, kendi kötülüklerini kendisi ortaya koyar. Öyle iş yapar ki, eski yaptıkları da ortaya dökülür. Burada önemli bir sosyo-psikolojik olay vardır. İnsanın içi vardır. Bambaşka bir âlemdir. Bunu insan içinde saklar, kimseye açıklamaz. Bir de insanın dış görünüşü vardır. Yani, kendisini dışa takdimi vardır. Mesela, bir insan içinde Âhirete bazan inanır bazan inanmaz olabilir, devamlı olarak tereddüt içindedir. Ama karakterli insan birini seçer ve her zaman topluluğun karşısına öyle çıkar. Topluluk için böyle insana ihtiyacımız vardır. İnsanın içinde birtakım hisler ve düşünceler olabilir. Bunların oluşmasını önleyemez. Mesela, birine düşman olabilir. Ama bunu dışarıya vurmayacaktır. Hareketlerine bu düşmanlık aksetmeyecektir. Şeytan öyle vesvese verir ki, insan sakladığı bir şeyi orada-burada açıklamaya başlar.
Benim bulunduğum nahiye Sovyet hududuna çok yakındı. Ruslar lehine casusluk yaparlardı. Çok sıkıntılı hayat için bunu yapmak zorunda idiler. Ama ne yaparlar? Para ele geçince onu değerlendiremez, onunla israflı hayata başlarlardı. Bu yolla hemen o kişinin Ruslarla ilişkisi olduğu öğrenilirdi ve yakalanırdı. Şeytan böyledir. Birisi parası için amcasını öldürdü. Sonra öyle hareketler yaptı ki yakalandı.
Elbette ki günah işlemeyeceksin. Ama günahtan tevbe eder, pişman olur ve ileriye gitmezsen, Allah affeder. Ama devan edersen, o zaman pislikler ortaya çıkarır. Bugünkü siyasilerin hâli budur. Hortumlamalar bu sebeple ortaya çıkıyor. Doyma nedir bilmiyorlar. Daha fazla, daha fazla derken yakalanıveriyor.
لهما ما وري عنهما من سوءاتهما Burada başka önemli bir husus da “sev’at” kelimesinin çoğul olmasıdır. Yani, ortaya dökülen insanın bir kötülüğü değil, birçok kötülükleridir. Kötülükler zincirlemedir. Bir kötülük yaparsınız, başka bir kötülük gelir. Onun için şeytan taifesi insanları küçük suçlarla işe başlatır.
Doğu Anadolu’da bir öğrenci düşünün, derslere gidip devam edeceğine, arkadaşları ile sohbet için okula gitmiyor. Okula gitmeyince zayıf not alıyor. Şeytan bu sefer diyor ki; sana haksızlık yapıldı, bu öğretmene saldırıyor. Okuldan atıyorlar. Şimdi tuzağa düşmüştür. İstikbali kararmış, ne yapacağını bilmeyen işsiz gence basit bir hizmet verirler. Bir PKK’cı gelecek, sen bu torbayı ona ver. Sen de şunu al. Çocuk; “Bu basit bir iştir, ben bu torbayı veririm. Ben suç işlemedim ki! Sorarlarsa, ben bilmiyorum!” derim diye düşünür. Torba vermişlerdir. Bunu sürdürürler. Sonra basit torba silah torbasına dönüşür. Artık suçludur. Bu sefer; “Bak! Şunu yap, yoksa seni ihbar ederiz!” ‘Ah!’ der ve gittikçe suçunu büyüterek aralarına alırlar.
İşte şeytan taifesinin kurduğu tuzaklar bunlardır. Bugünkü hükümet onun için istifa edemiyor. Çünkü suç işlemişlerdir. İstifa ederlerse Süleyman Demirel’in başına gelenler onların da başına gelecektir. İstifa etmiyor, söyleyenlerin her dediklerini de yapıyor. Durmadan daha çok suç işliyor. Böylece Adem’in cennetten kovulması gibi uçuruma doğru gidiyor. Ancak hükümetimizin günahını sadece onlar çekmeyecek, hepimiz çekeceğiz.
و قال ما نهاكما ربكما عن هذه الشجرة الا أن تكونا ملكين او تكونا من الخالدين
Ve sizin Rabb’iniz bu yasağı melek olmayasınız veya ölümsüz olmayasınız diye koydu, dedi. Burada “Va” harfinin gelmesi, şeytanın vesvesenin dışında bunu söylemiş olmasıdır. Şeytanın usûlü şudur. Önce vesvese verir. Tereddütler yaratır. Sonra da kesin kararını verir ve uzaklaşır. Son söz kişiye etki eder ve ona göre hareket eder.
Şimdi bütün partilerin kötülüklerini sayar sayar, insanı kararsız hâle getirir. Sonra en iyisi bu deyip o çıkar gider. Kararsız insan da onun son dediğini böyle yapar. Bundan önce böyle yapıldı. Bütün partiler kötülendi, kötülendi. Halk kararsız hâle getirildi. Sonra da; “Fazilet Partisi korkaktır! Hareket Partisi cesurdur!” sloganı ile Fazilet’in % 5-6 oyunu oraya aktardılar. “Halk Partisi ateisttir! DSP ılımlıdır!” deyip, CHP’nin oyunu oraya kanalize ettiler. Kim etti? Şeytan etti, şeytan taifesi etti. ‘Nereden biliyorsun?’ diyeceksiniz. Bunun böyle olduğunu gördüm, ama kimse çıkıp bunu ben yapıyorum demedi. Basın bile söylemedi. Kulak fısıltısı ile böyle oldu. İşte böyle açıkça sahibi olmayan işlerin sahibi şeytandır. Ben diyorum ki; bunu şeytan yaptı. Siz de buna inanın. Kimi çıkıp, işte bunu ben yaptım, diyebilir. Ama sen madem ki açıkça yapmadın, o halde sen de şeytanla berabersin.
Melek olmak ve ölümsüz olmak insanın fıtrî arzusudur. Bu amaçla kötülükler yapmaktadır. Sihrin peşine koşmakta, yalan şeylerle oyalanmaktadır. Birtakım şeyhlerin peşine giderek melekleşeceklerini ümit edenler bu tuzaklara düşmektedir. Mezarlara ibadet edenler böyle boş şeylerin peşinde koşmaktadır. Şeytanın mantığında böyle çelişkiler vardır. “Rab sizleri bunun için nehy etti.” diyor; hem Rab kabul ediyor hem de O’na karşı çıkıyor. “Hakimiyet kayırsız şartsız milletindir.” diyor. Ondan sonra da; “Lâiklik elden gidiyor, o halde millî iradeyi askıya alalım!” diyor. Güzel de, yerine kimin iradesini koyalım? Orası meçhul.
Şeytan siyasiler kötü kullanıyor, istismar ediyor. Ne yapalım? Kurumlara bu işleri yaptıralım. Peki, kurumlar kim? Meçhul pekçok kuvvetler. “Kim yönetsin?”in cevabı açıktır. Şeytan yönetsin. Kur’an bunları bize öğretiyor.
و قاسمهما انى لكما من الناصحين Kendisinin nasihatçi olduğu hususunda yemin etti. Onlarla yeminleşti. Konuşulur, konuşulur, ikna ettikten sonra bir de söz alınır, yemin verilir. Sözlerinden dönmemeleri istenir. Artık siz onunla konuştuğunuzda o yeminini hatırlar ve sözünden dönmez. Bilhassa seçimlerde bunlar görülür. Ben söz verdim, dönemem, der. Oysa oy emanettir. Seçim gününe kadar araştırılacak ve en son gün kim daha ehilse oy ona verilecek veya ne daha doğru ise ona verilecek. O günden önce Allah’ın emanetini satmış, ondan korkmuyor da, şeytana vermiş olduğu sözden korkuyor. Nasihat, bir kimseye doğruyu anlatmaktadır. Kendini üstün görerek onlara tavsiye etmektedir. Şeytan her zaman bilgiçlik içinde gelir. Başarılı olduğu edasını takınır. Kendisini üstün sayar ve nasihat eder. Oysa nasihat ettiği işler yanlıştır ve bâtıldır.
Şimdi karşımıza peygamberler çıkacak, alimler çıkacak, bize nasihatler yapacaklardır. Kur’an da bize nasihat edecektir. Buna karşılık şeytan da nasihat edecektir. Biz kimin nasihat ettiği, kimin ise bizi kandırdığını nasıl bileceğiz? Bütün sorun budur. Bunun için belli miyarlar yani ölçüler vardır, ona göre hareket edeceğiz.
- Söyleyen önce kendisi yapacak, bize sonra söyleyecek. Kendi yapmadığını söylüyorsa bu şeytan işidir.
- Söylediği şeyler ilme uygun olacak, ilmî mesnedi olmayan sözlere kulak vermememiz gerekir.
- Söylediklerinde tutarlılık olacak. Delilsiz bugün bunu söylüyor, yarın başkasını söylüyorsa, onun sözüne kulak vermememiz gerekir.
- Biz bir kimsenin sözüne değil, değişik kimselerle temas ederek tercihimizi yapmalıyız. Bizi inandırmak için yeminler yapmamalıdır.
فدلاهما بغرور Onlara gurur ile delâlet etti. Dellet, kova ile su çekme anlamındadır. Birisine bir şeyi getirirken kova gibi araç olursanız ona delâlet etmiş olursunuz. Ğerre, attaki yağır demektir. Yara iyileşince yaranın yeri beyaz olur. Asil atlarda da böyle beyaz bir aklık bulunur.
Yağır, aldatıcı beyazlıktır. Ters göstermedir. Şeytan çelişkili iş yapmıştır. Onu melek yapmayacak, onu hâlit kılmayacak bir şeyi ona onu öyle göstermiştir. Toplulukta bu tür yanıltmalar çok olur. Israr ederler, şöyle yaparsanız kurtulursunuz derler. Sonra denilen yapılır. Hiçbir sonuç elde edilmez, başka bir yalan ile oyalanıp dururlar.
Önce şeytanın haksızlığı “ben yaparım” demesidir. Oysa şeytan bir şey yapamaz, Allah yapar. Böyle yapılırsa böyle olur diyecek, bu benim görüşümdür diyecek, hata etmiş olabilirim diyecek. İlle benim dediğim doğrudur diye iddia etmeyecek. Sonuç başarısız olunca da yanılmışım diyecek, ama ben yanıldım, siz de yanılmışsınız, çünkü benim dediğimi kabul ettiniz diyecek. İşte zorlama bunun için yoktur.
Bugün partilere oy verenler onları suçluyorlar, oysa kendileri suçludur. Çünkü düşünerek tercih yapmadılar, şeytanın boş vaatlerine kapılarak peşlerine gittiler. Oysa insan insana bir şey vaat edemez. Vadeden Allah’tır. İlmimiz doğru ise sonuç doğru çıkar. Herkes içtihat yaparak hareket edecek. Birbirini taklit etmeyecek, birbirini de zorlamayacak.
İşte Adem ile Havva şeytanın göz göre göre yalanına kandılar. Bile bile sözünü dinlediler de onu tattılar. Burada “tattılar” diyor. İşte; “Anayasayı bir defa delmekle bir şey olmaz!” diyen zihniyet o zihniyettir. “Bir defa içki içmekle bir şey olmaz!” diyen zihniyet o zihniyettir. Evlilik dışı ilişkileri meşru sayan zihniyet bu zihniyettir. “Rüşveti vermekle ne olur ki!” diyen zihniyet bu zihniyettir. Onu burada bir defa tattılar diyor.
بدت لهما سوءاتهما Yasaklanan ağaç insanlara tüylerini döktüren, insanı dünyaya gönderecek özelliklerini ortaya çıkaran bir ağaçtır. Bâzı genler vardır ki, o genlerin iş yapabilmesi için vasatın bulunması gerekir. Mesela, tohumda çimlenme kabiliyeti var ama su olursa çimlenir, yoksa bekler. Adem’de de günah işleyebilen genler vardı ama onlar faaliyette değildi. Ne zaman ki o ağaçtan yediler, o zaman onlarda değişme meydana geldi. Artık insan zalim insan oldu. Günah işleyen insan oldu. Kılları döküldü.
Adem ile Havva’nın biri önce tadınca, ondan ayrılmamak için öbürü de tattı. Böylece suçların kollektif olarak işleneceğine işaret edilmektedir. Suç işlemenin de bulaşıcı olduğu anlaşılmaktadır. Bu sebepledir ki, toplulukların suç işleyen kimseleri sürmek, gitmeyenleri tenkil etmek hakları vardır. “Çirkinlikleri ortaya çıktı.” deniyor. Yani, insanlar çıplaklaştılar. Ayrıca hayvanlarda mevcut olmayan ama insanlarda mevcut olan utanma duygusu ortaya çıktı. Utanma nedir? İnsanın topluluk içinde bazı fiilleri yapmaması gereği insana verilen bir duygudur. İnsanın önden ve arkadan boşalması gerektiği zaman hemen orada boşalmaz, gider bunun için ayrılmış yerde yapar. Cinsi arzuları karı-koca başkalarının yanında tatmin etmez, gider onu başka yerde yalnız hallerinde yaparlar. Çıplaklaşan insan utanmaya başlar. Örtünür. Çirkinliklerini, kötülüklerini örtünür.
Demek ki, Adem aleyhisselâm ve eşinde yeni durumlar ortaya çıktı. Artık eşler bile birbirinden utanır olmuştur. Örtünme insanların bu çirkinliklerini kapattırdı. İnsanlardan başka hiçbir canlıda ne örtünme, ne de utanma vardır. Bugün başörtüsü ile uğraşanlar, insanı insan olarak görmeyenlerdir. Kur’an bu âyetlerde insanı anlatmaktadır. İnsanın diğer canlıdan farkını anlatmaktadır. İnsanın karşısında dikilen şeytanın en çok silah olarak kullandığı şey şehvettir. Manavda iştahınızı çok çeken muz gördünüz, hemen saldırıp almazsınız. Oysa hayvan öyle değildir. Korkmazsa hemen alıp yer. Niçin almıyoruz? Çünkü biz irade sahibiyiz, alırsak bizim başımıza neler geleceğini biliyoruz. O halde şehvetimizi baskı altına almak zorundayız. Başkalarının şehvetini de tahrik etmemeliyiz. Yoksa saldırma hakkını elde eder.
و طفقا يخصفان عليهما من ورق الجنة Bahçenin yaprakları ile örtünmeye başladılar diyor. Bugünkü ilim de bize gösteriyor ki, ilk insan hiçbir tekniğe sahip değildi. Ancak yaprağı koparıp beline bağlayabiliyordu. Bunu yaptı. Burada Adem’den başka orada insan yoktu. Kimlerden utandılar? Diğer insanlardan utandılar, henüz tüyleri dökülmemiş insanlardan utandılar. Öbürleri henüz utanacak bir iş yapmıyorlardı.
Bu âyet de gösteriyor ki, ilk insan Adem değildir. Kur’an bir hikâye anlatıyor. Bir taraftan Adem ile Havva’nın ilk yaşayışlarını ortaya koyuyor, diğer taraftan da insan psikolojisinin tüm özelliklerini ortaya çıkarıyor. Arabistan’da develerden başka hiçbir hayat tarzını bilmeyen ümmî bir insan bunları nasıl söyleyebilir? Bu hikâyeyi bu kadar gerçeklere uygun nasıl söyleyebilir ve yazabilir?
Bu hadiselerden sonra Rab onlara nida etmiştir. Bu senaryo işlenmeden önce de Adem ve şeytan dünyaya gönderilir ve onlara aynı görev verilirdi. Allah bu senaryoyu yazdı ve bunlara oynattı. Buna ne gerek vardı? Vardı, çünkü bu yolla onları eğitmiş oldu. Dünyadaki görevleri ve oynayacakları takımlardaki işleri orada anlattı. Bugün de takımlar oynamadan önce prova yapmazlar mı? Provadan sonra artık sahneye tecrübeli olarak çıkarlar. Adem ile şeytan dünyaya geldiler ve örnek oldular. Biz onların kurduğu takımda oynuyoruz. Kıyamete kadar da oynamaya devam edeceğiz. Biz insan olarak takımımızı seçmede hürüz. Ama seçmek zorundayız.
Şimdi bazıları diyorlar ki; bu senaryoyu Allah anlatıyor ama böyle senaryo olmamıştır, sadece biz anlayalım diye anlatıyor. Oysa Adem ve iblis de insan ve şeytan idi, onlara da anlatmak gerekiyordu ve anlattı. Bize de şimdi hikâye ediyor. Gaye nedir? Ona göre bilinçli olarak takımımızı seçmek.
و ناداهما ربهما ألم أنهكما عن تلكما الشجرة“Bu ağaca yanaşmayı size yasaklamadım mı?” diyor, Allah.
و أقل لكما ان الشيطان لكما عدو مبين “Ve size şeytanın size açık düşman olduğunu söylemedim mi?”diyor.
Şeytanın açık düşmanlığını ifade ediyor. Gerçekten şeytan bizi sigaraya alıştırırken bize düşmanlık yapmıyor mu? Şeytan bizi okula gideceğimize oyuna götürürken bize düşmanlık yapmıyor mu? Bunları bilmiyor muyuz? Biliyoruz. Yanlış yaptığımızın farkındayız ama yine yapıyoruz. Çünkü biz insanız. Allah bizi böyle yarattı.
Bu âyetlerle Allah bize bizi tanıtıyor. Nasıl yanılgılar içinde olabileceğimizi söylüyor. Kur’an’ın bu söylediklerini kimse çıkıp da diyebilir mi ki; hayır, bu böyle değildir. İnsanı böyle kötüye sürükleyen kuvvetler yoktur. Güçler yoktur. Bunun bilinçsiz kör kuvvet olduğunu söyleyecektir. Mesele böyle bir kuvvetin varolup olmamasıdır. Bizim esrara alıştığımız zaman uğrayacağımız sonuçlardır. Onun bilinçli veya bilinçsiz olduğu fark etmez. Bizim için fark etmez. Kaldı ki, şimdi siz bu satırları okurken veya dinlerken benim bilinçli olduğumu nasıl bileceksiniz? Ben de sizin bilinçli olduğunuzu nasıl bileceğim? Ama şunu biliyorum ki, siz de benim gibi bilinçli imişsiniz gibi davranıyorsunuz. İnkâr etmenin mânâsı yoktur.
Bundan sonraki âyetlerde Adem ile Havva’nın nasıl davrandıklarını hikâye edecek, ondan sonra da bizim ne yapmamız gerektiğini anlatacaktır.
قالا Kâlâ: İkisi dediler diyor. Bunlardan biri söylemiştir, ama ikisi söyledi, diyor. Yukarıda da hitap ederken “Ey Adem!” demiş, ama sonra “ikiniz” tâbiri hitabın ikisine ait olduğunu belirtmiştir. Bu bize iki kişi de olsa cemaat olduklarını, kadın-erkek insanların birlikte yaşarken topluluk oluşturmaları, birbirine ortak işlerde son söze sahip olmaları gerekir. Burada “ikisi dediler” diyerek bize bilhassa eşlerin birlikte hayat mücadelesini vermeye başladığını ifade ediyor. Her ikisine eşit kişilik tanıyor.
ربنا Rabb’imiz, kelimesiyle hitapta bulunuyor. Allah’ın insanlara verdiği sıkıntılar, yaptığı imtihanlar, insanları yetiştirmek, eğitmek, daha ileri götürmektir. Rab, aslında tepe demekti, sonra çölde tepecik gibi büyüyen çalı cinsidir. Büyüme gelişmeyi ifade etmektedir. Kâinat doğar, gelişir, yaşar ve ölür. Ölüm, yeni ve daha üstün bir hayata geçiş içindir. Yani, evrim içindir. Kıyamet Kâinatın ölümüdür, daha üstün bir hayata geçmek için olacaktır. Adem ve Havva’nın günah işlemesi, dünyaya gelip eğitilerek daha üstün hayata geçmeleri içindir. O anda cennetten kovulmuşlardır. Sıkıntılı dünya hayatına gelmişlerdir, ama burada amel-i sâlih işleyip daha üst hayata geçeceklerdir.
“Ey Adem!” diye hitap etmekle Adem “resul” olmuştur. Ama resul olduktan sonra günah işlemiştir. O halde resuller de günah işler ama sonra tevbe ederler. Nitekim Adem ve Havva da tevbe etmişlerdir. Biz de zaman zaman günah işleriz. Sonucunu görünce tevbe etmeliyiz. Hatamızı mukır olmalıyız. Şeytana uyanlar, hatalarını itiraf etmez, inatlarına devam ederler. Nitekim bugünkü iktidar da bunu yapıyor.
Bakınız, burada Adem ile Havva şeytana saldırarak, o bizi kandırdı demiyorlar, biz nefsimize zulmettik diyorlar. İşte tövbenin temeli budur. Bunun da ilâhi bir takdir olduğunu kabul ederek Rabb’imiz hitabı ile işe başlıyorlar. Biz buna kadere teslim olma diyoruz. Olan olmuştur. Değerlendirmeyi bilirsek her şey hayırdır.
ظلمنا أنفسنا Nefislerimize zulmettik. Şeytana uymuş, ağacı tatmış, tüyleri dökülmüş, çıplak olmuşlardır. Bu durumlardan dolayı suçu şeytana yıkmamış, suçu kendilerinde aramışlardır. Biz kendimize haksızlık ettik, demektedirler. Mü’minlerin şiarı budur. Bir kötülüğe, bir haksızlığa, bir helâke uğradıkları zaman, bunun suçunu başkasında değil, kendilerinde aramaları, kendilerinde yoklamaları gerekir. Dikkat edecek olursak, onlardan her biri ‘ben ettim’ demiyor. Adem suçu Havva’ya, Havva da Adem’e atmıyor. Birlikte, “Biz kendimize zulmettik” diyorlar. Burada çok önemli bir kural öğrenmemiz gerekiyor.
- Birincisi, bir başarısızlığa uğradığımızda suçu başkasına atmamalıyız. Düşmanımızda, hasmımızda aramamalıyız. 28 Şubat Müslümanlara gelen bir fitnedir. Bunu kalkıp da; işte sermaye yaptı, CIA yaptı, derin devlet yaptı, ordu yaptı, Süleyman Demirel yaptı diye yakınmamalıyız. Niçin? Çünkü onlar yaptılar ama onlara izni Allah verdi. Allah istemeseydi, onlar yapabilir miydi? O halde bir defa bu mantığı atmalıyız. 28 Şubat’ın biz Müslümanların hatalarından, günahlarından, yanlışlıklarından dolayı olduğunu kabul etmemiz gerekir.
- İkincisi, 28 Şubat olaylarının suçunu birbirimize de atmamalıyız. İşte bu Necmettin Erbakan yüzünden oldu, Tansu Çiller’in yüzünden oldu, Deniz Baykal’ın yüzünden oldu dememeliyiz. Bu bizim yüzümüzden oldu, demeliyiz. Bunları seçtik, biz iktidar ettik, yıllarca peşlerinden gezdik. Hâlâ da onlarla siyaset yapıyor, onlarla birlikte oluyoruz. Başarı olunca hepimizin; başarısızlık olunca falanın, filanın. 28 Şubatın kötülükleri devam ediyorsa, Akevler’in de onlar kadar payı vardır. Bugün bir araya gelip de birbirimizi dinleyen kardeşlerimizin de bunda payı vardır. Bunları okuyan veya okuyacak olanların payları vardır. Başta ben yazarın da bunda büyük payım vardır. Çünkü yeterince günahlardan kendimizi koruyamadık. Yeterince hak için çalışamadık veya çalışmadık.
İşte Adem ile Havva’nın “zalemnâ enfüsenâ” demesi bize bunları anlatıyor.
و ان لم تغفر لنا و ترحمنا لنكنن من الخاسرين Sen bizi mağfiret etmez ve merhamet etmezsen biz hasirlerden oluruz, diyorlar. Yani, evet biz kendimize zulmettik, bu durumlara düştük ama Sen Rabb’imizsin, Sen bize mağfiret etmezsen, bize merhamet etmezsen biz bu bataktan çıkamayız, diyorlar. Burada üç kelime var: Mağfiret, Merhamet, Hüsran.
غفر ĞFR kelimesinin aslı ĞBR toz demektir. Hafre ise çukur demektir. Kabir mezar demektir. Kabir hufredilir, sonra ceset mezara konur ve gufredilir. Niçin? İnsan bedeni kokmasın, çürüyüp etrafa hastalıkları bulaştırmasın diye. İşlenmiş bir suça mezar yapar, onu oraya gömer, sonra da üstünü toprakla kapatırsanız, artık o zarar vermez hâle gelir. Suçların mağfireti budur. Konuyu mezara gömmek. O halde bir kötülük varsa onun gömülmesini Allah’tan istemeliyiz. Allah nasıl olacak da o kötülüğü, 28 Şubatın kötülüklerini gömecektir.
İşte bunun için Kur’an okumamız, o kötülüklerin neden geldiğini tetkik etmemiz, bizde olan eksiklikleri düzeltmemiz gerekir. O zaman o kötülük ortadan kalkar. Allah bizi mağfiret eder, tevbe edersek bizi mağfiret eder.
رحمMerhamet, anne rahminden gelir. Rahmet etmek demek, bir annenin çocuğa ondan hiçbir karşılık beklemeden titizlikle üzerinde durması ve onu beslemesi, büyütmesi, ona karşı duyduğu sevgi ve şefkatidir. Eğer biz Allah’ın bize öğrettiklerini yapmaya çalışırsak, kendi nefsimizi düzeltirsek, Allah da bir annenin çocuk üzerinde yaptığı koruyuculuğun benzerini bize yapar ve bizi selâmete çıkarır. Biz Allah’a dönersek, Allah da bize döner.
Demek ki, bir şeyin düzeltilmesi için iki şeye ihtiyaç vardır. Biri, önce onun kötülüklerinin ortadan kaldırılması, oradan doğan sıkıntıların giderilmesi gerekir. Sonra kötülüklerin yerine iyiliklerin yapılması gerekir. İşte burada Allah’a inanmak şu demektir. Bütün hayır ve şer Allah’tan gelmektedir. Bizim ellerimizle yaptığımızın karşılığı olarak gelmektedir. Eğer biz Allah’a döner, O’nun dediklerini öğrenir ve yaparsak, Allah da şerleri hayra çevirir. Tarihimize bakalım:
- I. Cihan Savaşı’nda yenildik. Bu şer idi. Ama bu yenilgi olmasaydı, Sevr dayatılmasaydı, biz şimdi hantal imparatorluğun tortusu olurduk.
- İstiklâl Savaşı’nı kazandık, inkılâplar oldu. Müslümanlar yenildiler, zulme uğradılar. Ama biz bunu yapmasaydık şimdi 70 milyonluk zinde bir devlet olmaz, medreselerin 1000 yıl önceki içtihatlarını anlamadan ezberlemekle günlerimizi geçirirdik.
- 1950’de Demokrat Parti’yi iktidar yaptık. Hayırlı oldu zannettik. Oysa, o gün başlayan dış borçlanma bizi bugünkü ikinci Sevr’e getirdi, Demek ki, hayırlı olmamıştır. Ama şimdi onun sayesinde, o şer sayesinde “Adil Düzen” gelecektir, hayır olacaktır.
- 1961 ihtilâli Müslümanlara karşı yapıldı, lâiklik kurtarıldı. Oysa Müslümanlar hürriyete kavuştu. 1971 müdahalesi yine Müslümanlara karşı yapıldı. Oysa 1970’lerde Müslümanlar iktidara ortak oldular. 1980 Müdahalesi de Müslümanlara karşı yapıldı. Oysa seksenli yıllar Türkiye’de Müslümanların hürriyete kavuştuğu yıllar oldu.
- 1990’da ise Müslümanlar iktidar oldular.
Öyleyse, şer zannettiğimiz şeyler hep hayır olmuştur. 28 Şubat da böyledir.
Biz kendimizi düzeltirsek o da hayır olacaktır, hem de büyük bir hayır olacaktır.
خاسر Üçüncü kelime de “Hüsran” kelimesidir. Hüsran kelimesinin hasır kelimesi ile yakınlığı vardır. Kuruyup dökülen anlamına geldiği gibi; pestil olan, ezilen anlamına da gelir. Allah’ın “Rab” sıfatı dolayısıyla evrim dünyasındayız, inkılâp dünyasındayız. Her gün ilerlemekte ve gelişmekteyiz. Yeniliklere ayak uyduramayınca, işte o zaman bize kötülükler gelir.
II. Abdülhamid’in en büyük hatası medrese ile mektebi ayrı ayrı geliştirmesidir. İki zıt kültür ülkeyi parçalamıştır. Savaş hâlâ medrese ve mektepliler arasında devam ediyor. Oysa Abdülhamit medrese mezunlarını Avrupa’ya göndermeli ve eğitmeliydi, medreseleri mektep yapmalıydı. Cumhuriyet döneminde de işlenen hata medreselerin kapatılması olmuştur. 1950’den sonra da yine hata devam etti. İmam-Hatipliler ve liseliler diye ikiye ayrıldı. Ahlâklı ve çalışkan öğrenciler İmam-Hatip okullarına gittiler, hayatta ilâhiyat menşeli gençler başarılı oldular. Ama ordu bundan uzak tutuldu. Böylece bu sefer ordu ile halkın arası açılmaya başlandı. İşte 28 Şubat bunun için İmam-Hatip okulları ve İlâhiyata darbe vurdu. Gösterilen tehlike doğru idi . Ama vurulan darbe tedavi olmuyordu. Hâlâ biz çözümleri üretmiş ve ortaya koymuş değiliz. İşte bundan dolayı tek taraflı değil, doğru çözüm ortaya koymalıyız. Yoksa ya Osmanlılar gibi ufalanıp gideriz, yahut hasır gibi eziliriz.
Kur’an’ın âyetlerini okurken hep kendimizi düşünmek ve kendimize dersler çıkarmak zorundayız. Allah’a dönüp her zaman dua etmeliyiz. “Rabb’imiz, biz kendimize zulmettik. Sen bizi mağfiret etmezsen, bize merhamet etmezsen, biz hüsran olup gideriz.”
Allah cevap verir: “Evet, siz günah işlediniz, şişeyi kırdınız. Artık o şişe tutkallanamaz. Şimdi yeni şişe imal etmeniz gerekecek, hem de daha iyi bir şişe. Bunu hayır bilin. Artık yola koyulun, yeni vatanınıza, dünyaya gidin.”
Burada önemli kurallar koymuştur: Gökyüzündeki fidelik cennet gezegeninden çıkınız. Yeryüzüne gidiniz. Orada sizin bu günahlarınızın tövbesi vardır.
Burada da önemli dersler vardır. Allah sözünü geri almış, özür dileyeni affetmiş, tekrar ona tüylerini bitirecek ilaç vermemiştir. Şerri hayra çevirme yollarını aramıştır.
Tekrar 28 Şubatı geri çevirme çabaları boştur. Kıyamete kadar devam edecektir. Bu hükümet hatadadır. Ülkeyi uçuruma götürüyor ama alternatif çözüm üretilmemiştir, alternatif hükümet ortaya konmamıştır. Yani, gelecek 28 Şubatta daha ileri bir hükümet olmalıdır. Çünkü onların o günlerde işlemiş oldukları hatalardan dolayı bugünkü hâle geldik. Oysa Doğru Yolcular hâlâ günahlarını itiraf etmiyor ve eskiye dönülmekle işlerin hallolacağını sanıyorlar. İşte bu sebepledir ki biz hâlâ sıkıntılar çekiyoruz.
قال اهبطوا بعضكم لبعض عدو Bir defa koyduğu bir ilke vardır. Ne diyor? Birbirinize düşman olacaksınız. İşte hayatın temel felsefesi budur. Bu yeryüzü “savaş dünyası”dır, cephe dünyasıdır. Bütün canlılar birbirini yiyerek geçinirler. Bitkiler de topraktan aldıkları eski bitki artıkları ile, azotla hayatlarını sürdürürler. Hayat bir yarış dünyasıdır ve canlılık dengesi bunun üzerine kurulmuştur. İnsan ile yarışacak başka canlı olmadığı için Allah insanı insana düşman kılarak dengeyi kurmuştur. Bu dünya düzeni savaşsız olmaz. Ama bu savaş iyi insanların kavim ve kabilelere ayrılıp birbirlerini yağmalamaları şeklinde olabilir. Bir de iyilerin kötülerle savaşı şeklinde olabilir. Buradaki bu âyet, ister kavimler arasındaki savaş, ister iyilerle kötüler arasındaki savaş olsun, her ikisi de kıyamete kadar devam edecektir, diyor. Şeytan taifesi habisler arasındaki savaşları yürütürler. Bugün öyle değil midir? Uluslar var, millî orduları var. Birbirleri ile savaş durumundadırlar. Zaman zaman patlıyorlar. İşte Allah Adem ve Havva’ya bunu bildiriyor. Belki 50 bin yıl önce Adem ile Havva’ya söylediği söz 20. asrın bir ifadesi olmuştur. Allah bunun yanında İslâmiyet’i, barış düzenini getirmiş, savaşı iyilerle kötüler arasına koymuştur. Yani, iyi devletler birbirleri ile savaşmayacaklar, iyi devletler kötü halk ve kötü devletlerle savaşacaklardır. İyilik ve kötülüğe tarafların seçtiği hakemlerden oluşan tarafsız ve bağımsız yargı belirleyecektir.
و لكم فى الأرض مستقر و متاع الى حين Sizin için yeryüzünde bir hîne kadar müstakar ve meta’ vardır. Burada da üç kelime önemlidir. Müstakar, Meta ve Hîn.
مستقر Müstakar, durulacak yer demektir. Canlılar bir yer işgal ederek yaşarlar. Her atomun bir mekânı olduğu gibi, her canlının da bir mekânı vardır. Ve bir yerde iki canlı bulunamaz. Böylece canlılar birbirleri ile savaşmak zorundadırlar. Çünkü yer sınırlıdır. Bu şartlar içinde yerin dışına da çıkılmaktadır.
متاع Meta’. Bunun dışında meta dediğimiz şey vardır ki, çevreden yararlanmadır. Bu da sınırlıdır. Canlılar bunun için birbirleri ile savaşmak zorundadırlar. Bu işi doğum kontrolü ile halletmek isteyenler varsa da, bu da doğmamış olanlarla doğmuş olanlar arasındaki savaştır. Şimdilik doğmamış olanların zaferi ile savaş devam etmektedir. Dünyanın nüfusu artıyor. Bunda insanlık başarıya ulaşmadığı gibi, ulaşması da çok kötü sonuçlar doğurur.
حين Hîn. Belli bir hîne, belli bir zamana dek demek suretiyle, insanlar bir zaman gelecek, yeryüzünden gökyüzüne çıkacaklar, orada mekân tutacak ve orada yaşayacaklardır. Orada düşmanlıklara gerek kalmayacaktır. Çünkü orada sonsuz mekân ve imkân vardır. Ama yeryüzü bir savaş dünyası olacaktır. Bu âyetin söyledikleri bugün pratikte gerçekleşmemiştir ama teoride gerçekleşmiştir.
İnsanlar toplayıcılıkta karaların yalnız bir kısmında yaşıyorlardı.
Avcılıkta denizleri de aştılar ve tüm yeryüzünü doldurdular. Bugün henüz denizlerin içinde kentler kurulmadı. Ama dev vapurlar hiç karaya yanaşmadan büyük okyanuslarda dolaşıp üretim yapıyorlar.
Gelecek dünyada deniz dalgalarını kıran surların içinde denizin ortasında gemilerden kentler oluşacaktır. Onlar orada gerek kara gerek deniz ziraatı yapacaklar. Denizaltıları ile diplere dalıp su ürünleri ve deniz dibi imkânlarından yararlanacaklardır. Böylece okyanusun ortasında gemi filolarından oluşmuş devletler olabilecektir.
Bunları yapacak insanlar hâlâ yeryüzündedirler ve aralarında savaş vardır.
Bundan sonra insanlar uzay filoları yapacaklar, Güneş etrafında dolaşan bu filolar orada devlet olacaklardır. Orada Güneş enerjisinden yararlanarak yaşayacaklardır. Güneş çevresi o kadar büyüktür ki, artık savaşa gerek kalmayacaktır. Bundan bir milyon yıl önce yeryüzünde insan yoktu. İki milyar yıl önce canlı yoktu. O gün biz bir yerden gelip dünyayı seyretseydik, Allah boşu boşuna bu yeri niye yarattı ki? derdik. Ama şimdi görüyoruz ki, gereksiz bir karış toprak yoktur. Gezegenin çevresi de şimdi boştur. Ama belki de 1000 yıl sonra oralarda gezegen kentler, devletler oluşmuş olacaktır. Bugün müsbet ilmin ortaya koyduğu bu duruma Kur’an’ın bu âyeti ile işaret edilmektedir.
Belki bir milyon, belki bir milyar yıl sonra Güneş’in çevresi de dolacak ve insanlar yine sığamaz olacaklardır. O zaman da uzaya açılıp Güneş enerjisinden değil, hidrojen enerjisinden doğrudan yararlanacaklardır. Bugün bu teknolojiyi henüz bulmuş değiliz ama böyle imkânın varlığından haberdarız.
قال فيها تحيون و فيها تموتون و منها تخرجون Orada hayat bulacak, orada ölecek ve oradan çıkarılacaksınız, diyor. Böylece Kâinatın yaratılış hikmetini ortaya koyuyor. İnsanın bir daha Dünya’ya getirileceğini söylüyor. Bizim tekrar burada dirileceğimizi ifade ediyor. O gün yer başka yere dönüşecektir, diyor. Ama o yer bu yer olacaktır. Bunu şöyle ifade edelim.
İzmir’den çıktık, Ankara’ya gittik, sonra İstanbul’a geldik ve Ankara’ya devam ettik. Birinci sefer nasıl Afyon’dan geçtikse, ikinci sefer de Afyon’dan geçeceğiz, ama birinci sefer insanlar gecekondularda yaşarken, biz bir daha oraya gelmeden orası mamur hâle gelecek ve bizim için hazırlanan lüks otellerde konaklayacağız. Dört boyutlu uzay içinde seyrederken şimdiki İstanbul’u görüyoruz. İkinci sefer buraya geldiğimizde burasını cennete dönüşmüş bulacağız. Bu hâli seyrederken de kenarda duracak, istersek buraya da gelip ziyaretimizi yapabileceğiz. “Oradan çıkarılacaksınız” tabiri bize bunu ifade eder.
Ne var ki, burada hesap verdikten sonra buradan cennet veya cehenneme alınacağız.
Burada Adem ve şeytanın hikâyesi sona eriyor ve bundan sonra “Ey Ademoğulları!” diyerek bize doğrudan hitap etmektedir.