ARAF
بسم الله الرحمن الرحيم
يا بنى ءادم خذوا زينتكم عند كل مسجد و كلوا و اشربوا و لا تسرفوا أنه لا يحب المسرفين(7/31) قل من حرم زينة الله التى اخرج لعباده و الطيبات من الرزق قل هي للذين ءامنوا فى الحيوة الدنيا خالصة يوم القيامة كذلك نفصل الايات لقوم يعلمون(7/32) قل أنما حرم ربى الفواحش ما ظهر منها و ما بطن و الأثم و البغي بغير الحق وأن تشركوا بالل ما لم ينزل به سلطانا و ان تقول على الله ما لا تعلمون(7/33) و لكل امة أجل فاذا جاء اجلهم لا يستأخرون ساعة و لا يستقدمون(7/34)
Bu sûre Kur’an’ın nasıl anlaşılıp uygulanacağını ve inanmayanların bu dünyada nasıl helâk olacaklarını anlatmakla başlamıştır.
Sonra, Adem aleyhisselâmın yaratılışını ve şeytanla olan ilişkisini anlatmış, insanın yapısını ortaya koymuştur.
Sonra, “Yâ Benî Âdem!” deyip, bir âyetle şeytanla insan arasındaki ilişkinin sürmekte olduğunu bildirmiştir.
Sonra, ikinci “Yâ Benî Adem!” hitabı ile başlayan âyetlerde de şeytanın insanı nasıl yanılttığını, insanın aslında dalâlette iken kendisini hidâyette olduğunu sanabildiğinin, bundan kurtulmanın yolunun içtihat yani müsbet ilme sarılma olduğunu bildirmiştir. Gerçi tarikat ehli olanlar yanılmamak için şeyhe sarılmak gerektiğini söylemekte iseler de, mucize gösterip bize peygamber olduğuna inandıracak bir şeyh olmadığına göre, bu yolun yanılmayı nasıl önleyeceği aklen bilinememektedir. Ama hissen bilinebilir. O bizim konumuz değildir.
Şimdi üçüncü “Yâ Benî Âdem!” ile başlayan kısım gelmektedir. Burada giyinmeyi emretmektedir ve içtihadın dayandığı temel ilkeyi anlatmaktadır.
خذوا زينتكم عند كل مسجد Huzû: ‘Tutunuz’ veya ‘alınız’ denmektedir. Burada ‘giyiniz’ denmeyip ‘alınız’ veya ‘tutunuz’ denmekle, yalnız giyimde değil, aynı zamanda mekânda da zînet alınacağını ifade etmektedir. Bu anlatım şekli toplantı yerlerimizin güzelleştirilmesi gerektiğini ifade eder. Mü’min toplulukların en büyük özellikleri, toplantı yerlerinin, âmmeye ait yerlerinin, kendi özel yapılarından ve mefruşattan daha görkemli ve müzeyyen olmasıdır. Mezopotamya, İbrani, Hıristiyanlık medeniyetlerine bakıldığında mâbetler hep görkemlidir. Oysa Mısır, Yunan ve Batı medeniyetlerinin sarayları görkemlidir.
İşte burada bize emredilen husus, toplu yerlerin görkemli kılınmasıdır.
Fıkıhçıların bir kısmı mescitlerin zînetlendirilmesini bizzat kabul ederlerse de, mescitlerin zînetlendirilmesini bize bu âyet emretmektedir. Burada zînet müfrettir. Yani zînet küldür, bütündür. İnsanların giyimlerini de böyle ziynetli yapmaları istenmektedir.
Ekonomide çok önemli bir kural vardır. Bölüşümün adil olması için herkesin iş yapması gerekmektedir. İnsanlar ihtiyaçları olan yiyeceklerini ürettikten sonra kalan zamanlarını ne yapacaklardır? Onu imar için harcayacaklardır. Böylece herkes devamlı iş bulacaktır. İslâmiyet’te farz namazlar kılınır, bunlar mescitlerde kılınır. Sünnetler, bilhassa vitir evlerde kılınır. O halde evlerimiz de mescittir. Mescitlerin ziynetli kılınması emredildiği gibi, evlerimizin de ziynetli kılınması emredilmektedir. O halde görkemli elbiseler giymek, görkemli evlerde oturmak, görkemli mefruşat haram değildir; aksine bunun için çalışmak bize emredilmektedir. Çünkü böylece bunları üretenler ücretlerini alarak geçinirler. Ekonomik kriz kalkar. İnsanlara bu yolda çalışma emredilmiş olmasaydı, insanlar tembelleşir ve sefahate dalarlardı. Ama bu zînet şahsi mülkten çok topluluk için olan binalarda olmalıdır.
و كلوا و اشربوا و لا تسرفوا Bundan sonra da, “Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz.” denmektedir. Demek ki, giyimde, binada ve mefruşatta israf yok, ama yiyecek ve içecekte israf vardır ve haramdır. Orada “yiyin, için” demek suretiyle, bunun için de çalışmamız gerektiğini ifade etmiştir. Ancak israfı haram kılmıştır. Burada mümkün olduğu kadar sade, gösterişsiz, herkes için hemen hemen aynı yiyecekler emredilmiş bulunmaktadır.
Burada emir cemaatadır. Bunun anlamı şudur. Öyle müesseseler kuracağız ki herkese iş bulunacaktır. Yemek ve içmek için “selem müessesesi”ni çalıştırıp planlayacağız. Ama zînet için ise “herkese iş verecek müessese” kurmalıyız. Biz bunu “Adil Düzen ekonomisi”nde yatırımları resmî ücretle kredilendiriyoruz ve işçi bulan her müteahhide yeter kredi veriyoruz. İşsiz insan kalmıyor. Ayrıca herkese yılbaşında “selem kredisi”ni veriyoruz. Kişi yiyeceklerini bunlarla sağlıyor. Giyim için de asgari giyim araçlarına “selem kredisi”ni veriyoruz. Zîynet olacak kısma ise “çalışma kredisi”ni veriyoruz. Böylece bu âyetin emrine uygun bir “ekonomi düzeni”ni kurmuş oluyoruz.
أنه لا يحب المسرفين “Allah müsrifleri sevmez.” diyor. Bu âyet çok önemli bir âyettir. Kâinatta her şey en ekonomik bir şekilde var edilmiştir. Bu da, bir şey eğer bir cins ile yapılıyorsa ikinci cinse gerek kalmaz. Bir şey eğer beş elemanla yapılıyorsa, altıncısı kullanılmaz. Kâinatı tetkik ettiğimizde bu kanunun hâkim olduğunu görürüz; “denge kanunu” ve “israfsızlık kanunu”. Bunun içtihatta çok önemli rolü olacaktır.
Bu âyet bize içtihat hedeflerini göstermektedir. Herkese yiyecek ve içecek sağlanacak, israf yapılmayacak. Artan emek giyimde ve yerleşmede ziynet için kullanılacaktır. Bütün faaliyetlerde de israftan kaçınılacaktır. Üretimde de kaçınılacaktır. Çünkü Allah israf edenleri sevmez. Ziynet ise israftan sayılmayacaktır. Çünkü ziynet insanların rûhi ve sosyal ihtiyacıdır. Nitekim bütün canlı ve cansız âlemde ziynet vardır.
Bundan sonraki âyet bu konuyu daha da açıklamaktadır.
قل من حرم زينة الله التى اخرج لعباده Allah’ın ibadı için ihraç ettiği ziynetini kim haram kılıyor? İsraf haramdır, ama eğer bu bir ziynet mahiyetinde ise haram değildir. İşte usûlün genel kaidesi şudur. Hâs lâfız âm lafzı tahsis eder. İsraf haramdır. Ancak ziynet israf değildir. Yahut, ziynet haram değildir.
و الطيبات من الرزق Yiyecek ve içecekler için de, “Rızıktan tayyibâtı kim haram eder?” diyor. Yani orada da helallığın illeti rızıktan olması ve bir de tayyib olması, zararlı olmaması gerekir. İçtihadımız için ikinci genel kuralı koymuş bulunmaktadır. Bir şeyin habis veya tayyib olduğu tıp ilmiyle sabit olmaktadır. Kur’an’ın başka yerlerinde buna dair esaslar bildirilmektedir.
قل هي للذين ءامنوا فى الحيوة الدنيا خالصة يوم القيامة “De ki, o dünya hayatında mü’minler içindir. Âhirette ise yalnız mü’minler içidir.” âyetiyle de başka bir içtihat kuralını ortaya koymaktadır. Dünya hayatında nimetlerden yararlanma hakkı herkesindir. Mü’minlerin ve mü’min olmayanların da yararlanma hakkı vardır. Üstünlük ise Âhirettedir. Dünya hayatında mü’minlerin mü’min olmayanlardan farklı ve imtiyazlı hayat sürme hakları yoktur. İçtihatlarımızda bu, insanlığın insan olarak eşitliği ilkesi esas alınmalıdır. Bu âyetlerin sadece mü’minlere değil de, “Ey Ademoğulları!” demek suretiyle hitabın herkese olması bu eşitliği zaten içermektedir.
كذلك نفصل الايات لقوم يعلمون “Biz böylece âyetleri bilecek kavimlere tafsil ediyoruz.” Bu âyet de bize çok önemli bir ipucu vermiştir. Eskiden her kavme peygamber gelir, onlar kavimlerini hidâyete götürürlerdi. Oysa şimdi tek Kur’an bütün insanlara nâzil olmuştur. O halde içtihat ve icmalar ne çapta yapılacaktır? Bütün insanlar birlikte mi yapacaklardır? İşte Kur’an burada da başka sarahat getirmektedir. Yine ayrı dilleri ve devletleri olan kavimler kendi icmalarını yapacak ve onu uygulayacaklardır. İşte bunun için “li’n-nâsi” demeyip “li’l-kavmi” denmektedir.
Tarihte “icma müessesesi” üzerinde icma edilmiştir. Ama icmanın kimlerle akdedileceğinde ihtilâf edilmiştir. Ebû Hanife, bütün mü’minleri icma için ehil saymıştır. İmam-ı Mâlik ise Medinelilerin icmaını yeterli görmektedir.
Biz de bu iki müçtehidin görüşlerini bu âyetin ışığında birleştiriyor ve diyoruz ki; insanlığı ilgilendiren konuda insanlığın icmaı gerekmektedir; bir kavmi ilgilendiren konularda o kavmin icmaları esas alınmalıdır. Kavim, aynı dili konuşan topluluklardır. O halde her topluluk kendi dilleri ile içtihat ve icma yapmalıdır. Kur’an Arapçadır ama mânâsı mahalli dille ifade edilmelidir. Lafzı Arapçadır. Mânâsı ise her dilde kısmen ifade edilir.
Bundan önceki âyette haram olmayanları saydı. Onların illetlerini gösterdi. Bu âyette de haram olanlarını saymaktadır. Bunları da beş veya altı illette toplamıştır.
و الأثم و البغي بغير الحق وأن تشركوا بالله ما لم ينزل به سلطانا
Bâtınî fuhuş Zâhirî fuhuş
İsm Bağy
Delilsiz Allah’a şirk koşmak Bilmeden Allah hakkında konuşmak
Fuhuş, içtihatsız hareketler yapmak, yani kuralsız hareket etmek demektir. Mülkiyet haklarına riayet etmeyip önüne geleni yemek, nikâh hukukuna riayet etmeyip önüne gelenle cinsi ilişki kurmaya çalışmak, kendi ehliyetini belirlemeden bildiğin ve bilmediğin işleri yapmaya kalkışmak, yetkililerin yetkilerine karışma fuhuştur. Zâhirî fuhuş, bu hususta topluluğun belirlediği ve denetim altına aldığı kurallara uymamak var, bir de kendi kendine koyduğun ve içtihadınla sabit kurallar var, onlara uymamak var. Birincisi zâhirî fuhuştur, ikincisi bâtınî fuhuştur.
İsm, insanın kendi kendisine verdiği zararlı işlerdir. İçki içmek gibi. İnsan kendi kendisini var etmemiştir. İnsan borçludur. Bu sebeple kendisine zarar verme hakkı yoktur.
Bağy ise, başka kimselerin haklarına tecavüzdür. Onların haklarını yemedir.
Allah’a şirk koşmak demek, topluluğa ait olan yetkileri kişilere veya başka kimselere devretmektir. Allah herkesi kendi işlerinde içtihat yapmaya halife kılmıştır. Yani, Allah demiştir ki; sen bir sorun ile karşılaştığında aklınca dört delile dayanarak içtihat et. Bana sor. Ben o zaman sana ilham ederim. Ben sana ne ilham edersem onunla amel et. Hata etsen bile ben sana sormayacağım. Kendin dört delili kullanamıyorsan, o zaman bilen birini yine içtihadınla seç, onunla amel et. Ama başkalarının senin için düşündüklerine uyma. Herkesin sözünü dinle ama kendin için kararı kendin ver.
İşte böyle yapmayıp da içtihatsız veya istiftasız başkalarına uymadan Allah bizi men etmiştir. Başkalarının işlerine karışma da böyledir. Ben ancak beni ilgilendiren hususlarda başkalarına emrederim, yapmalarını isterim. Beni ilgilendirmeyen hususlarda görevim sadece söylemektir. Zorlamak şirktir. Bu inanca ermeyip dinde zorlama yapan müşriktir. Bundan dolayıdır ki demokrasi ancak İslâm düzeninde olur. Yani, bunlara inanıp kendisini tanrının yerine koymayan yöneticilerde olur.
و ان تقول على الله ما لا تعلمون Allah, şirk koşmak sözünden sonra bir de “Allah hakkında bilmediklerinizi söylemeyin.” diyerek şirkten başka bir şeyi nehy etmiştir. Şirk fiilidir. Allah hakkında bilmediklerini konuşmak kavlidir. Biri zâhirîdir, diğeri bâtınîdir. Buradan şuna işaret ediyor ki, kavlen söylemeseniz bile birçok davranışlarınız şirk olmuş olur.
İşte içtihadımızı yaparken bu kurallara uymamız gerekmektedir. Bazan kendimizi Allah’ın yerine koyar, ahkâm kesmeye başlarız, ileri gideriz. Kendimizi bundan sakındırmamız gerekir. İşte bugün Batılılar buna “insan hakları” demektedirler. Yani, topluluğun haklarını koruyalım derken, insanın haklarını çiğneme durumuna düşmeyelim. Onun içindir ki, farz olmayanları farz kılmak, haram olanları mübah kılmak kadar günahtır ve bu şirktir. Bunları dinleyenler de bunları yapanları tanrı edinmiş olurlar. Hz. Peygambere sordular. Biz din adamlarını tanrı ittihaz etmedik dediler. Peygamber de ettiniz dedi. Çünkü siz onların haram kıldıkları helalları haram yaptınız, onların helal kıldıkları haramları helal yaptınız. Tanrı edinmek budur. Demek ki, bir kimse kendi içtihatları dışında amel ederse veya bir topluluk kendi icmaları dışında hareket ederse, onları tanrı edinmiş olur.
و لكل امة أجل فاذا جاء اجلهم لا يستأخرون ساعة و لا يستقدمون
Burada içtihat ve icma usullerini öğrettikten sonra; “Her ümmetin eceli vardır. Onu bir saat geçemezler, bir saat geri kalmazlar.” diyerek bu faslı sona erdirdi. Hem de “Va” harfi ile bağladı. Böylece bize çok büyük bir ders verdi.
Her topluluk doğar, gelişir, yaşar, yaşlanır ve ölür. Tarihte bunun için topluluklara kitaplar ve peygamberler gelmiştir. Evrime uyum sağlayamayanlar helâk olup gitmişlerdir. Medeniyetler için de durum budur. Bin yılda bir medeniyet doğar. Yeni içtihat ve icmalarla gelişir. Öyle bir durum alır ki, o topluluğu olan içtihat ve icmalar tamamlanmıştır. Topluluk harekettedir. İnkılâp olur, yeryüzü yeni bir çehreye bürünür. Birkaç asır sonra o eski içtihat ve icmalar yeni ekonomik ve sosyal oluşuma cevap vermez. Yeni içtihatlar da yapılamaz. Çünkü bütün müesseseler eski ilkeler üzerinde kurulmuştur. İşte bu topluluk için ölüm mukadderdir. O medeniyet çöker, yerine yeni medeniyet doğar.
Yeni imkân ve bilime dayalı olarak yeni içtihatlar ve icmalar başlar.
Biz eğer Kanuni Sultan Süleyman devrinde gelseydik ve bu içtihatları yapsaydık, bunlar hiçbir işe yaramazdı. Çünkü eski medeniyet hâlâ duruyordu. Halbuki Osmanlı İmparatorluğu yıkılınca yaşlanmış İslâm Medeniyeti ortadan kalktı. Şimdi biz yeniden icma ve içtihatlara başlıyoruz. Birkaç asır sonra bugün yeniden yapmaya başladığımız içtihatlarla en yüksek seviyeye ulaşacak ve bu içtihatlarımız bin yıllık büyük medeniyeti oluşturacaktır.
Ama günü gelince o da yaşlanacak ve çökecektir.
Bin yıl sonra bizim gibi mü’minler bir araya gelerek yeniden içtihatlara başlayacaklardır. Onlar da bizim gibi eski sahabe ve müçtehitleri örnek alacaklar ama bizim yaptıklarımızdan yararlanacaklardır. İşte bu âyetle bu genel evrim kanununu ifade etmektedir.
Eğer maddî bakımdan başarısızlığa uğruyorsak, bu bizdeki eksiklikten ileri gelmektedir. Bir de, olması gerekenin henüz günü gelmemiştir. Yeni evlenip düğün yapan kimse ertesi gün yirmi yaşında bir çocuğunun olmasını bekleyemez.
Sabırlı olmamız gerekir. Sabırlı olursak, günü gelince olması gereken olur.
Biz ise karşılığını bu dünyada değil de, Âhirette beklemeliyiz.
Sâbikûnların kaderi budur.
يا بنى ءادم اما يأتينكم رسل منكم يقصون عليكم ءاياتي فمن اتقى و أصلح فلا خوف عليهم ولاهم يحزنون (7/35)
والذين كذبوا بأياتنا واستكبروا عنها وألئك أصحاب النار هم فيها خالدون (7/36)
Bir çocuk doğar, büyür, ergenlik çağına erer. İnsanın verimli çağı bundan sonra başlar. İnsan bu çağı için var edilmiştir. 63 yaşından sonra yaşlanmaya başlar. Onun bundan sonraki görevi tecrübelerini yeni nesle aktarmaktan ibarettir. Allah onları onun için yaşatmaktadır.
İnsanlık da doğmuştur, gelişmiştir. Ergenlik çağına yani 15 yaşına Kur’an’ın inmesiyle ulaşmıştır. İnsan kendi iradesi ile yaşayan bir varlıktır. Ama bu iradesini tam olarak ancak Kur’an’ın nüzûlünden sonra kullanmıştır. Çünkü ondan önce içtihat yoktu.
İçtihat müessesesi Kur’an ile gelmiştir.
Bu sûre içtihat ve icma müessesesini anlatarak başlamıştır.
يأتينكم رسل Size resuller gelecektir. İnsanın içtihat yapabilmesi için ona iki yolu gösteren rehberlere ihtiyaç vardır. Bunlar “melek” ve “şeytan”dır. Ayrıca gelen “resuller”dir, “kitaplar”dır. Bu imkânlar içinde Allah içtihadı teşri etmiştir. Bu âyette de gönderilenden, görevliden bahsetmektedir. “Size resuller gelecektir.” diyor.
Burada, “Resuller cîet edecektir.” demiyor da, “Resuller etvet edecektir.” diyor.
Cîet, her taraftan toplanan sudur. Etvet ise, arktan gelen sudur. Yani, aynı kanaldan size elçiler gelecektir, demektedir. Peygamberlerin bir özelliği de, ayrı ayrı asırlarda yaşamış olmalarına rağmen birbirini tamamlamış olmalarıdır.
Hz. İbrahim insanlara ilmi, Hz. Musa şeriatı, Hz. Davut ekonomiyi, Hz. İsa dini öğretti.
Hz. Muhammed ise bunları birleştirdi ve birlikte insanlığa sundu.
Görülüyor ki, Mezopotamya’da başlayıp günümüze kadar gelen yolculuk peygamberlerin el tutmasıyla olmuş ve peygamberlerin her biri insanın ve insanlığın bir tarafını yüceltmişlerdir. İşte bu sebeple “ye’tiyenneküm” diyor.
يا بنى ءادم “Ey Benî ‘Âdem!” diye Kur’an’da bize hitap ediyor. Oysa başka yerde de “Nebilik sona ermiştir.” diyor. Oysa burada bize, “Size resuller gelecektir.” diyerek Hazreti Peygamber’den sonra da risâletin devam edeceğini teyit ediyor.
Resul ne demektir? Resul, gönderilen demektir. Bir iş için gönderilen kimse resuldür. Bir sözü iletmek için gönderilen kimse resuldür. Türkçedeki ‘elçi’ yalnız söz götürmek için gönderilen kimsedir. Resulü Türkçeye, “Size görevli gönderilecektir” diye çevirebiliriz. Görevliden maksat, görevli aldığı emri iletir. Verilen işi yapar. Ama kendisine ne görev verilmişse onu yapar. Ona kendiliğinden bir ilâve yapamaz. Kendisi ek işler ekleyemez.
Son peygamberden sonra nebi gelmeyecektir.
Nebi demek, Allah’tan haber alıp bize ileten kimse demektir.
Resul ise, gelen bu emri veya haberi insanlara ileten demektir.
Son Peygamber’den sonra, artık nebiler gelmeyecektir. Onun yerini içtihat ve icmalar alacaktır. Buraya kadar onu anlattı. Bundan sonra da bu müçtehitlerin getirdiklerini insanlara ileten kimseler gelecektir. Bunlar da resuller olacaktır.
Müçtehitler ayrı, resuller ayrıdır. Bunun için nekire gelmiştir. İçtihat ve icmaı size inzâl olunana dediği halde, burada “Şimdi size resuller gelecektir.” diyerek uygulayıcıları haber vermektedir. Resullerin uygulayıcılar olduğunu, bundan sonraki âyetlerde ölüm meleklerinden resul olarak bahsetmiş olmasından anlıyoruz.
İlim adamlarından oluşan meclisler olacaktır. Bu meclis halkın seçtiği, onu kendisine müşavir yaptığı ilim adamlarından oluşacaktır. Bunlar “ilmî şûra” oluşturacaklardır.
Buraya kadar olan kısım nübüvvet kısmıdır. Yani, nebilerin yaptıkları işleri yapacaklardır. Nebilerden farkı, nebiler Cebrail’in getirdiği vahyi alıyorlardı. Âlimler ise onların vârisi olarak Kur’an’dan istinbat etmektedir. O sebepledir ki, Hz. Peygamber âlimleri resullerin değil de nebilerin vârisi yapmıştır.
İlmî şûra başkan seçecek, hükümeti oluşturacaktır. Bu da resul olacaktır. Yani görevliler resulü temsil ediyor. Çoğuldur ve nekiredir. Çoğuldur, çünkü sadece bir kişi temsil etmiyor, bir heyet temsil ediyor. Nekiredir, çünkü değişik toplulukların değişik resulleri olacaktır. Demek ki, bundan önceki âyetler teşriî nübüvvetti anlatmış, bu âyet de icraî risaleti anlatmaktadır.
منكم “Minküm” demek suretiyle görevlendirilen kimselerin bizden olduğunu, bizim seçtiklerimizi ifade etmektedir. Yani, başkanları ve bakanları seçilmiş ilim adamlarından oluşacak ilmî meclis seçecektir, ama bizim de onları kabul etmemiz gerekmektedir. Bizim teşkilatlanmada halk atanmış yöneticilerini seçmektedir. Kabul etmezlerse başkası atanmaktadır. Halk hizmetlilerini kendisi seçmektedir. Yeter sayı bulunmazsa görevden alınmaktadır. “Minküm” deyince, sizden, kendi kabul ettiklerinizden anlamını taşımaktadır.
Kur’an Cuma cemaatına hitap ettiğine göre, bu durum “kabile” içinde gerçekleşecektir. Sonra “şa’b” seviyesinde olacak, sonra “kavim” seviyesinde olacak, sonra da “nâs” seviyesinde olacaktır. Görülüyor ki, buradaki âyet diğer âyetlerle birlikte bir bütünlük oluşturmaktadır.
يقصون عليكم ءاياتي “Size âyetlerimizi tahsis edeceklerdir.” Kassa, sıralamak, dizmek, peş peşe koymak demektir. Buradaki âyetler ilmî meclislerin ortaya koyduğu içtihat ve icmalardır. Kur’an sözlerinin projelendirilmesidir. Ölçülendirilmesidir. Ki bunları âlimler içtihat ve icmalarla yapacaklardır. Uygulayıcılar ise kasas edeceklerdir. Yani, ne yapılması gerektiğini bildireceklerdir. İşte burada önemli bir husus ortaya çıkıyor. Hizmetliler kişilerin müşaviridir. Onlara anlatanlardır, bildirenlerdir. Zorlayıcılar değildir. Bu hususta ne yapılması gerektiğini öğretirler. Kişi isterse uyar, istemezse uymaz. Uyanı mükâfatlandırmak veya uymayanı cezalandırmak resullere yani görevlilere ait değildir. O hususta hesap vermek, dünyada mağdur olanların açacakları davalarla hakemlerden oluşan tarafsız ve bağımsız yargı verir. Yahut tabii veya sosyal kanunlarla cezalandırılır. Yahut hesabını kişi kıyamette Allah’a verir. Bu sebepledir ki “kısas ederler” diyor.
ف Hemen arkasından “Fa” harfi ile zaten bunu izah ediyor.
فمن اتقى و أصلح “Kim ittika ve ıslah ederse” diyerek görevlilerin ulaştırdıkları bilgileri değerlendirme kişilere bırakılmıştır. Trafik memuru ‘geç’ veya ‘dur’ der. Ama durmayıp geçerse sadece plaka numarasını alır. Onu durdurup ehliyetini isteyemez. Çünkü hukuk düzeninde kişi istediğini yapar, sonra karşılığı hakemlerce belirlenir.
Burada Adem oğullarına yani halka iki görev verilmiştir. Biri “ittika”, diğeri de “ıslah”tır. İttika demek, kişinin zararlı işler yapmaması demektir. Kendisini koruması demektir. Islah ise, dışarıdaki bozuklukları düzeltmesi demektir. Yani, birbirine uymayan işleri birbirine uyar hâle getirmesi demektir. Ama zorla değil de iyilikle, yardımlaşma ve dayanışma içinde yapması demektir. Salâh demek, uygun demektir. “Cıvata somuna sâlihtir” demek, aynı dişle çekilmiştir, birbirine uyarlar demektir. Topluluk içinde kişilerin ayrı ayrı yaptıkları işler de böyle birbirine uyacaklardır. İşte görevlilerin getirdikleri bilgiler bunları sağlayacaktır. Bununla beraber ‘ittika’ kelimesi içtihada yetkili kılan kelimedir. Kendisi ittika edecektir. Yani, kişi kendi kendisini koruyacaktır. Dolayısıyla diğer hizmetli ve görevliler hep kişinin danışmanıdırlar. Kişi kararını daima kendisi verecektir.
فلا خوف عليهم ولاهم يحزنون “Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” diyor. Korku yoktur, onlar hakemlerden oluşmuş yargının karşısında suçlu olarak çıkmazlar, deniyor. Bu da hizmetlerin ve fetvaların teminatlı olduğunu ifade etmiş olur. Yani, kişi kurallara uymuş da bir hareket yapmışsa, doğacak sonuçtan sorumlu değildir. Hukuk düzeninde davranıştan sorumluluk ilkesine burada işaret etmiştir. Mahzun olmamak ise; sıkıntıya girmezler, düzenleri saat gibi işler demektir.
والذين كذبوا بأياتنا واستكبروا عنها “Âyetlerimizi tekzib edip ondan istikbar edenler” diyerek, ittika ve ıslah etmeyenler bakımından bunları koymuştur. Yani, düzeni kabul etmeyenler demektir. “Âyetlerimizi” diyerek, Kur’an’ı ve Kur’an’ın müsbet ilimle anlaşılmış ve projelenmiş şekli demektir. Şimdi Allah ne diyor? Allah’ın dediği çok açık ve sarihtir.
- Kur’an ilim adamları tarafından anlaşılıp projelendirilecektir. Bu ilim adamlarını halk seçecektir. Yani mevzuat yapılacaktır.
- Görevliler bu projeleri halka ulaştıracaklardır. Halk da onlara uyarak çalışacak ve yaşayacaktır. Görevlilerini de kendileri seçecektir. Kendi içtihatları ile amel edeceklerdir.
Bu düzeni kabul etmeyenlerin durumu ne olacaktır?
“Ben ilim-milim tanımam, meclisi falan bilmem, görevlilere de karşıyım! Ben istediğim gibi, bildiğim gibi yaşarım!” diyen olursa ne olacaktır? İşte Kur’an burada “dinde zorlama yoktur” ilkesini getirmiştir. Yani, düzende de zorlama yoktur.
Kur’an’ın öğretilerini kabul edenler kendi ocaklarını ve bucaklarını kurarlar. İllerini ve devletlerini kurarlar. Burada müsbet ilme dayalı, seçime dayalı, yerinden yönetime dayalı hukuk düzenlerini kurar ve yaşarlar. Ama bunu istemeyenler de kendi ocak ve bucaklarını kurar, kendi istedikleri gibi yaşarlar. Hesaplarını dünyada insanlara değil, âhirette Allah’a verirler.
Bundan sonraki âyetler bunlar hakkında âhirette nasıl cezalanacaklarını anlatmaktadır.
Peki, ya o ilâhi nizamı kabul etmeyenler bizi rahatsız ederlerse ne yapacağız?
Bu hususta ileride misaller verilerek bunlarla nasıl mücadele edileceği anlatılmaktadır.
Önce hakemlere gidip hakemlerin verecekleri kararlara uyulacaktır. Onlar kendi dinlerinde ve düzenlerinde, biz kendi din ve düzenimizde olacağız. Ortak işlerimizi sözleşmelerimizle çözeceğiz.
Hakem kararlarını kabul etmezlerse, iktidarda biz isek onları kendi ocaklarına ve bucaklarına süreceğiz. İktidarda onlar ise, biz kalkıp göç edeceğiz. Gittiğimiz yerde de bizi rahat bırakmazlarsa, işte o zaman savaşacağız. Bu savaş kısmı bundan sonraki sûrelerde anlatılmaktadır.
Bu sûrede ise onların ateş halkı olduklarını bildirerek âhirette karşılaşacakları durumları hikâye etmektedir.
Bu âyette, “Âyetlerimizi tekzib edip istikbar edenler.” diyor.
“Âyet” kelimesini kullanıyor. Âyet demek, müsbet ilimle doğruluğu belirlenmiş Kur’an’ın hükümleri demektir. Usûlde genel kaide vardır. Bir şeyin kesinlik kazanması için tek başına ilmî veriler yetmez. Tek başına Kur’an’ın bir şeyi ifade etmesi de yetmez. Biz Kur’an’ı yanlış anlamış olabiliriz. İlmi de bilemeyebiliriz. Bir şeyin kesin olması, âyet olması için hem Kur’an’da ifade edilmiş olması, hem de müsbet ilimle onun öyle olduğu ispat edilmiş olması gerekir. Müsbet ilmin öyle olduğunu söylemesi ilim adamlarının ittifak etmeleri ile olur.
Yer Güneş’in etrafında dönmektedir. Bütün astronomlar tasdik ediyor. Kur’an’da; “Yer ve Güneş bir felekte uçuyorlar.” diyor. İşte bu kesin âyettir. Demek ki, âyet demek, Kur’an’a dayanılarak yapılan istidlâllerde tüm âlimlerin ittifak etmiş olması gerekir. Yoksa o âyet olmaz, müteşabih olur.
واستكبروا عنها “Ondan istikbar ederler.” Acaba insanlar âyetleri neden inkâr ederler? Çünkü insanlar bâtıl üzerinde, diğer insanların üzerinde hâkimiyet kurmuşlardır. Kendilerini üstün yapmışlardır. Âyetler ortaya çıkınca onların bâtıl yolları ortaya çıkmakta ve kendileri küçülmektedirler. İşte bu sebeple Allah’ın âyetlerine muhalefet etmektedirler.
Batılılar kendileri “insan hakları” diye birtakım oradan buradan derleme fikirleri benimsemişler, onlarla insanlığa hükmetmektedirler. Sahte demokrasi, sahte lâiklik, sahte sosyallik ve sahte liberallikle dünyayı sömürmektedirler.
“Adil Düzen” adı ile Kur’an’ın öğretileri ortaya çıkınca; gerçek demokrasi, gerçek lâiklik, gerçek sosyallik ve gerçek liberallik belirince üstünlükleri ortadan kalkmaktadır. Bunun için karşı geliyor ve ciyak ciyak bağırıyorlar.
Bizim muarızlarımız İslâm düşmanları değildir.
Daha önceki âyetlerde de belirtildiği gibi; kendilerini hidâyette gören ama dalâlette olan ve ‘Müslümanım’ diyenler belki de daha eşed hasmımız olmaktadırlar. Niçin?
Çünkü onlar İslâmiyet’in derin mütehassıslarıdırlar(!), ama, İslâmiyet’ten haberleri yoktur. Şimdi Kur’an gerçek anlamıyla anlaşılıp ışıklarını saçmaya başlayınca onların cehaleti ortaya çıkmaktadır. Onun için bize hasım olmuşlardır. Bir toplantıya çağrıldıkları zaman; o toplantıda biz varsak gelmeyeceklerini beyan ederler. Çünkü oraya gelirlerse bütün bâtıl dünyaları yıkılacaktır. İşte Kur’an bu âyette bu iki istikbar eden zümreden bahsetmektedir.
وألئك أصحاب النار هم فيها خالدون Bunların ateş halkı olduklarını, ebediyen orada kalıcı olduklarını bildirmektedir.
Burada zikredilen ateş bir ıslah yeri olarak görülmelidir. Burada bildirilen “hâlittirler” sözü de, kibirlenmelerden vazgeçmedikleri mânâsında anlaşılmaktadır. Yoksa orada da tevbe mümkün olacak ve oradan da derece derece yukarı çıkılarak a’rafa gelinecektir.
Bu sûre “A’raf Sûresi”dir. İlerideki âyetlerde bu hususlar vuzuha kavuşacaktır.
İşte Allah’ın cehennemlikler olarak bildirdiği kimseler böyle âyetleri inkâr edenlerdir.
Demek ki, Kur’an’da bir şey var. Onu tevil ediyor, o kâfir değildir.
İlimde bir şey var, ondan şüpheleniyor, o kâfir değildir.
Ama bir şey hem Kur’an’da var ve hem müsbet ilim öyle olduğunu belirliyor. İlim adamları ittifakla kabul ediyor. Onu inkâr eden “kâfir”dir.
Bu îmanda böyledir.
Amelde ise herkes içtihat edecek. Hem Kur’an hem de ilim ayrı ayrı delildir. İster Kur’an’a dayanarak içtihat yapsın, ister ilme dayanarak içtihat yapsın; onunla amel eden kimselere havf ve hüzün yoktur.
Demek ki, birinci âyet amelî içtihadı, ikinci âyet ise îmanî icmaı bildiriyor.