A’RÂF SÛRESİ – MUKAYESELİ TEFSİR ÇALIŞMASI
Hz. MUSA, KAVMİ VE TÜRKİYE
148 - Ondan sona Musa’nın kavmi hileleri ile huvarı olan bir icli ittihaz ettiler. Onun onlarla tekellüm etmediğini ve onları bir sebîle hidayet etmediğini re’yetmemişler miydi? Onu ittihaz ettiler ve zalimler oldular.
148 - Ondan sonra Musa’nın ulusu süsleri ile böğürebilen buzağıyı edindiler. Onun onlarla konuşmadığını ve onları bir yola götüremediğini görmemişler miydi? Onu edindiler ve ezenlerden oldular.
Bu âyet “Va” harfiyle başlamaktadır. Bu harf, Musa Peygamberin “Mikat”a gitmesi olayını atfetmektedir. Hz. Musa mikata geldiğinde, Musa’nın kavmi de putperestliğe başlamıştır bile!
Bu olay bize gösteriyor ki; Allah’ın hidayeti olmazsa bir topluluk kendiliğinden bir adım bile ileri atamaz. Allah kişilerin ve toplulukların kusurlarını, günahlarını affeder ve onları bağışlar, iyilik eder de topluluk ancak ondan sonra üstünlüklere kavuşur. İsrail oğullarının seçilmiş kavim olması, kendilerinin çok faziletli bir kavim olması sebebiyle Allah’ın onlara görev vermesinden ileri gelmektedir. Allah’ın Türk Milletine verdiği üstünlükler, onların diğer kavimlerden üstün kavim olmasından dolayı değil, Allah’ın onlara üstün görev vermiş olmasından ve bu sebeple onların günahlarını affetmiş ve onlara rahmet etmiş olmasından ileri gelir. Bundan dolayıdır ki, bize düşen öğünmek değil, lâyık olmadığımız rahmetine kavuşturduğunun karşılığı olarak çalışıp şükretmeliyiz.
Burada öğrendiğimiz başka bir husus da, gerek bir kişinin gerekse bir topluluğun bu dünyada yaptığı bir hata ve günah sebebiyle Allah hemen cezalandırmaz. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Belki geçmişte işledikleri iyilikler vardır. Şimdiki günahları onun sebebiyle affedilmektedir. İbrahim, İshak, Yakup, Yusuf ve Musa peygamberlerin ve cemaatlerinin yaptıkları iyiliklere karşılık Allah o kavmi tam şükredecekleri, dua edecekleri, ibadet edecekleri gün; onlar şirk ile meşgul olmuşlardır!
Biz de kim bilir, atalarımızın hangi ibadetleri ve faziletleri sayesinde şimdi işlediğimiz günahlarımızdan dolayı çarpılmamaktayız. Yine bu kavim mensupları şimdi günah işliyorlar ama, gelecekte bunların çocukları tekrar dünyaya iyilikleri yayacaklardır. İşte o sebeple Allah bu halkı cezalandırmıyor, kötü davranışlarını affediyor. Belki de bizim çocuklarımızdan Allah gelecekte “II. Kur’an Medeniyeti”ni, III. bin yılların “Hak Medeniyeti”ni insanlığa sunmak için görevlendirecektir. Allah bizi İstiklâl Savaşı’nda işte bunun için muzaffer etti. Nitekim bugün de belki dünyanın Türkiye’yi yıkmak için ördüğü ağı bunun için başarısız kılacaktır. Kavmimiz suç işlerken, Harun Peygamber bile onlara asgarî olarak göz yummuş iken, biz Allah’ın emirlerini telakki etmeye devam etmeliyiz. “Kuran ne diyor?” diye “bu dersler ve seminerler” üzerinde durmalıyız. Aslında 1960’lardan sonra Allah ülkemizde birkaç Harun’u görevlendirdi. Ama onlar korkup sindiler. Şimdi sessizce Musa’yı bekliyoruz...
“İttihaz ettiler.” İttihaz etmek, el ele tutmak demektir. Mecazi olarak insanların mabut edinmesi anlamında kullanılır. İnsanlar bazı şeyleri çok basit görürler. Bir resme, bir heykele saygı göstermenin, mezarları ziyaret edip saygı duruşunda bulunmanın ne zararı vardır, derler. Ancak bu böyle değildir. Zâhirî davranışlar sonunda onları tam dalâlete götürür. Tarihte, Hazreti İsa’dan belki 100-200 sene sonra Hazreti İsa’ya tapmaya başladılar. İncil’i okuyup İncil’e göre amel etmeleri gerekirken; onlar İncil’i bırakıp Hazreti İsa’nın resimlerini yapıp tapmaya başladılar. Onlara göre şeriata gerek yok; Hazreti İsa’yı sevmek yeter!
Türk Milleti bir araya gelmiş ve İstiklâl Savaşı’nı kazanmıştı.
Mustafa Kemal dinin vecibelerini yerine getirmezdi. Ama hiçbir zaman putperest değildi. Tam tersine, o bâtıl inançlara amansız düşmandı. Tekkeleri kapatmış, mezarların ziyaretini yasaklamıştı. Herhalde bunu yaparken, benim mezarıma tapın diye yapmamıştı. Mustafa Kemal’in 1924 Anayasası var, Mustafa Kemal’in Nutuk’u var. İnsanlar onları okumayı atmışlar, itmişler. İstiklâl Savaşı’nda elde ettiklerimizi şimdi pay-i mal ediyorlar. Onun eserlerine sarılmak yerine; resimlerine, heykellerine, mezarına tapıyorlar. İşte Hz. Musa’nın kavmi de böyle yapmıştı.
“Musa’nın Kavmi” denmektedir. Hz. Musa’yı merkez almaktadır. Bununla bir taraftan işledikleri kötülüğün büyüklüğüne işaret etmekte, diğer taraftan Hz. Musa’nın hürmetine bu kötülüklerin Allah tarafından affedildiğini ifade etmektedir.
Bizim çalışmalarımızda da, hatta bize katılan kardeşlerimiz arasında da böyle hatalar ve günah işleyenler olacaktır. Buna sabır göstereceğiz. Belki biz bir hizmet göremeyeceğiz. Ama bizim sabrımız ve çalışmalarımızla gelecek olanlar olacak, katılanlar olacak ve onlar geleceğin bin yıllık medeniyetinin kurucuları arasında yer alacaklardır. Kendi günahlarımızla birlikte varlığımızı ve hak yolda çalışmalarımızı sürdürmekle yükümlüyüz. Bizim küçük bir katkımız dahi olsa, O bizi illiyinlere ulaştırır.
“Ondan sonra./ Onun arkasından.” diyor, Allah. Yani, Musa Harun Peygamberi kendisine halife bırakıp gittiği halde, onun ayrılmasıyla yokluğundan yararlanarak hemen şirke dalmışlardır.
Allah burada bize başkanlığın ne kadar önemli bir müessese olduğunu gösterir. Yani, “siyasi bir lider” o topluluğun başında hazır bulunmazsa o topluluk hemen dağılır. Savaşta komutanın öldürülmesiyle savaşın %90’ı kazanılmış olur. İlmî çalışmalar ve ilmî etkinlikler hayattan çok, ölümden sonra etkili olmaya başlar. Dinî önderlerin etkisi hayatta başlar, ölünce daha da etkin hâle gelir. Oysa, gerek iş hayatında, gerekse siyasette kişilerin rolü çok büyüktür. Allah o makama geçenlere farklı özellikler vermekte ve onlar orada normal zamanlardan çok farklı başarılar göstermektedir. Bu sebepledir ki, siyasî bir yöneticisi olmayan topluluklar gelişemezler.
Biz Necmettin Erbakan’ı bunun için destekledik, Fethullah Gülen’i bunun için destekledik. Ne var ki, onlar azim sahibi olamadılar. Aşırı büyümüş olmaları sonunda düşmanlarımıza teslim oldular ve bizimle ilişkiyi kestiler. Bunun sebebi nedir? N.Erbakan tarikattan gelen bir Müslümandır. O metotla çalıştığı için Kur’an’ın yerine zikri ve virdi tercih etmiştir. O da yetmemiştir. Bundan dolayı bugün boşluktayız. F.Gülen de, sonradan öğrendik ki, o da tarikattan transfer olmuş bir Nurcu. Bediüzzaman’ın azmini gösteremedi. Bu sebepledir ki, bugün etkili olabilecek bu iki önder susmuş, mahpus durumdalar. Harun Peygamberin durumundalar. Görüşseler; ikisinin de başlarından yapışacağım ve uyandıracağım; ama muhasaradalar, uyandırmamız mümkün görünmüyor.
Said-i Nursî’nin talebelerine bazı tavsiyelerim olacaktır. Tarikat sizin işiniz değildir. Uzak durun. Fethullah’ın tarikat vaazları ve şiirleri ile yetinmeyin. Hattâ size daha ileri seviyede bir tavsiyem olacak; Risale-i Nurları okumayın, Bediüzzaman’ın yaptığı gibi doğrudan Kur’an’ı okuyun. Her söze kulak verin ve en iyi söz olan Kur’an’a uyun.
“Süslerinden.” Allah ziynetleri yani altın ve gümüş gibi kıymetli madenleri insanlar yedek olarak ellerinde bulundursun diye var etmiştir. Normal zamanda kazanıp artırdığımızda, onu altın ve gümüş yapar, saklarız. Sonra sıkıntılı günlerde bozdurur, kullanırız. Bu topluluklar için de böyledir.
Mesela, bugün bizim 150 milyar dolar borcumuz var. Her yıl 20 milyar dolardan fazla faiz ödüyoruz. Beylerimizin cüzdanlarında dolarları, hanımlarımızın kollarında bilezikleri var; âtıl duruyor. Oysa, İslâm devleti olsa, halkından bu dolarları ve altınları “karz-ı hasen” olarak isteyecektir. Kur’an mü’minlere bunun devlete karz-ı hasen yani faizsiz olarak verilmesini emretmektedir. Böylece borcumuzu ödemiş olacağız. Sonra da faizlere vereceğimiz dolarları halkımıza vereceğiz. Dört-beş sene sonra halkımız tekrar kendi altınlarına kavuşmuş olacaktır.
İsrail oğullarının ellerinde işte böyle altınlar vardır. Onlar ileride o altınlarla İsrail devletini kuracaklardır. Onun için Allah onlara o zenginliği verdi. Allah Türk Milletine de bunun için verdi. Onlar onu kendilerine put yapmak için kullandılar. Ama iyi ki onlar onu satarak kumaş alıp giyinmediler. Yoksa borçlu kavim hâlinde helâk olurlardı. Şeytan kötülükte insanları cömert kılar. Halk altınlarını ve gümüşlerini veriyor ve büyücüye böğürebilen buzağı heykelini yaptırıyor.
“Böğürmesi olan.” Sümerlerde ve Mısırlılarda ilim çok gelişmişti. Hele sihir çok ileri gitmişti. Sihir demek, halkın bilmediği teknolojiyi kullanarak sanki gizli bir güç onu yaptırıyor görüntüsü vermek demektir. Mısırlıların sopalarla ve iplerle yılan yaptıklarını biliyoruz. Yirminci asırda ortaya çıkan gramofon ile başlayan ses çıkaran âlet yapma sanatını kullanan Sâmirî böyle bir heykel yapmıştır. Heykelin buzağı heykeli olması da yine putperestlik anlayışından gelir. Allah’ın bir ismi de, biliyorsunuz “Rahîm”dir. Yani, rahmet eden demektir. Aslında bu “Na’îm” yani veren anlamındadır. Nimet kelimesi de davarlardan gelişmedir. Na’îm, ism-i mef’ul olarak nimet anlamındadır. İşte mecazi mânâsı “rahmet” olan Allah’ın ismini hakiki mânâda alarak Allah’ı ineğe benzetmişler ve ona tapmaya başlamışlardır. Bugün Hindistan’da bu anlayış ve inanç hâlâ devam etmektedir. Nasıl Hazreti İsa’nın haçı tanrılaştırılmışsa, onlar da onu tanrılaştırmıştır. Hint Medeniyeti Mezopotamya Medeniyeti’nin devamıdır. Mısır Medeniyeti de öyle. Hz. İbrahim’in kırdığı putlar 400 yıl sonra yine ortaya çıkmıştır. Şeytan kıyamete kadar varlığını sürdüreceğine göre, putperestlik de kıyamete kadar sürüp gidecektir. Bugün ortaya çıkan putun en etkilisi de karşılıksız paradır. İşte, bundan dolayı şeriat düzeni bütün putları kaldıracaktır. Karşılıksız hayali değer yerine, gerçek değerlere karşı çıkarılan parayı öğretecektir. İnsanlar heykellere tapacak değildirler; elbette gerçeği kavradıklarında fikirlere ve prensiplere uyacaklardır.
“Oysa o onlarla konuşmuyor.” Bakınız, Kur’an anlayışı diyor ki; Mustafa Kemal’in veya Mao’nun veyahut Lenin’in heykellerine tapacaklarına, onların fikirlerinden yararlanılabilir, herkesin ellerinde onların görüşlerini anlatan kitaplar dolaşabilir. Televizyon ve radyolar onların görüşlerini tartışabilir. Hayır! Bunun tersini yapıyorlar. “Sanat” adı altında oyun ve eğlencelerle halkı uyutuyorlar. Böylece onları bayıltıp sömürüyorlar. İnsanlar da bir sıkıntı çekmeden, okumadan, öğrenmeden ve çalışmadan yaşamayı istihdaf ettiklerinden dolayı, hemen böylesine bâtılın peşinde koşmaktadırlar. Gelecekte inanmış insanlar ortaya çıkacak ve vakitlerini havaiyatla değil; okumakla ve çalışmakla geçireceklerdir. Onlar yüksek nesil oluşturacaklardır. Cinsî zevklerini evlenerek tatmin edecekler, çocuk yetiştirecekler ve bugünkü kendi kendilerine intihar etmekte olan nesillerin yerini onlar alacaklardır.
“Onlara davranışları ile de yol göstermiyorlardı.” Yani, şekil, resim, heykel, sanat adı altında işlenen uyuşturuculuk ile insanları hidayete götüremezler. Peygamberler ile onlara karşı olanlar hep bunun savaşını vermişlerdir. Sanat bir araçtır. İnsanları hakka götürebilir. Biz sanat veya spora karşı değil, onların kötüye kullanılmasına karşıyız. Ateş ne iyidir, ne kötüdür. Elinizi sokarsanız, yakar ve kötüdür. Uzaktan tutarsanız, iyidir ve ısıtır.
Böylece bu âyet bize çok büyük derseler veren tarihî bir olayı anlatmaktadır.
İşte böylece boş olan, bir ürünü olmayan şeylerin peşine koştular ve zâlim oldular. Zâlim oldular, çünkü Allah bize her türlü imkânları onlardan yararlanalım diye vermiştir. Zararlanalım diye vermemiştir. İnanmışlar, çoluk çocuk hayatlarını düzenlemelidirler. Bu âyet bize hayatımızla ilgili çok önemli şeyler anlatıyor.
Hayatımızın saatlerini nasıl doldurmalıyız? Zenginliklerimizi nasıl değerlendirmeliyiz? İsraf ettiğimiz zamanın hesabını Allah’a vereceğiz. İsraf ettiğimiz mallarımızın hesabını Allah’a vereceğiz. Çevremiz, hatta en yakınlarımız bizimle olmayabilirler. Ama biz kendimizden sorumluyuz. Biz sabrımızla onları da bu bataklıklardan kurtarabiliriz. Bu âyet bana şunu anlatıyor ki; bu medya bizi ateşe götürüyor. Bizi cennete götürecek medyaya ihtiyacımız vardır. Bugün çocuklarımız bundan dolayı sorumlu değildir. Böyle bir medyayı kendilerine sunamayan bizler sorumluyuz.
149 - Yedlerin içine iskat olunup da kendilerini dalâlet ettiklerini rey edince; “Rabb’imiz bize rahmet edip de mağfiret etmezse biz hasirlerden olacağız.” diye kavl ettiler.
149 - Kollarının içine düşürülüp de kendilerini şaşırtmış olduklarını görünce; “Rabb’imiz bize rahmet edip de örtmezse biz silinip gidenlerden oluruz.” dediler.
20. yüzyılın içinde yaşıyoruz, 21. yüzyıla da geçtik. Artık Kâinatın yaratılışından kıyamete kadar neler olacağını ilmen biliyoruz. Kâinatın en uzak yerlerinden bilgiler alabiliyoruz. İnsanın yaratılışını, gelişmesini, çocuğun doğup büyümesi kadar yakından biliyoruz. Artık ilâhi kanunların dışında ve tek tanrıdan başka bir gücün olmadığını çok iyi biliyoruz. İçimizde Allah’a inanmayanlar olabilir, âhirete inanmayanlar olabilir. Ama nazarlığın işe yaramadığını herkes bilmektedir. Heykellerin ve resimlerin bir gücü olmadığını herkes biliyor. Ama yine ona inanıyor görünüyor, başkalarını da zorla inandırmaya çalışıyor. Oysa İbraniler, büyücüler ülkesinde köle muamelesi gören bir topluluk, daha Tevrat da onlara gelmemiş. Bu tür yanılmalara ve aldanmalara düşmeleri normal karşılanabilir. Nitekim Allah da böyle yapıp onları hemen cezalandırmadı. Gerçekleri gördüklerinde tevbe ettiler ve affedilmelerini istediler. “Ellerinin veya kollarının içine düşürüldüğünde şarmış olduklarını gördüler.” deniyor. Yani, onu yakından incelediler ve sonunda hiçbir şey olmadığını, Mısırlıların sihirlerine benzer bir şey olduğunu görünce yanıldıklarını anladılar. Ellerine düşürülme mânâsı burada açıkça ifade ediliyor. Düşürenin Allah’ın izni ile bu oyunu oynayanlar olduğu anlaşılıyor. Eğer milletimiz biraz düşünürse oyunu hemen anlamaktadır.
- Birincisi, İstiklâl Savaşı’ndan sonra yapılan inkılâpların hemen hepsi dış baskı ile yapılmıştır. 12 milyonluk “Yoksul Türkiye” bugünkü 70 milyonluk “Güçlü Türkiye” olabilmiştir. Zaman kazanılmıştır. O zaman yapılanların hepsini bu gözle değerlendirmek gerekir.
- İkincisi, yapılan inkılâpların büyük çoğunluğu zaten yapılması gerekenleri yapmaktı. Görünürde Türkiye’ye zararlı işler yapılıyordu, gerçekte yararlı idi. Mesela, harf inkılâbını Batılılar bizi İslâmiyet’ten koparmak için istedikler. Biz de Batılıları öğrenmek için istedik. Biz Batıyı öğrendik ama İslâmiyet’ten de kopmadık. Aksine, İslâmiyet’i daha iyi anladık. Tercümelerle uğraşırken İslâm ve Kur’an’ın kendisini öğrendik.
- İnkılâpların bir kısmı ise halkı yeniliklere alıştırmak içindir. Bu memlekette yalnız putperestlik değil, resim yapma, heykel yapma da haramdı. Oysa Davut Aleyhisselâmın heykeller yapan ustaları vardır. Şekil ve resim sanatı yalnız estetik için değil, sanayi için de gerekli bir meslektir. Yasak olan, günah olan, resim yapmak veya heykel yapmak değil, onları kutsileştirmek ve onlara tapmaktır. İşte inkılâpların içinde bu da yer alıyordu. Ama 1950’den sonra resim ve heykellere, sanat eserlerine tapılmaya başlandı. Hâlâ da zorla taptırılıyor. Yani, Türk Milleti daha İsrail oğullarının gösterdiği izanı bugün gösteremiyor.
- Asıl oynanmak istenen oyun, Mustafa Kemal’e taptırmaya zorlayarak halkımızı ondan nefret ettirmektir. Böylece halk Mustafa Kemal’den nefret edecek, bu nefret askerlere de sıçrayacak. Nihayet, halkımız İstiklâl Savaşı’ndan nefret eder hâle gelecektir. Bugün bu hâle getirilmiştir. Bazı askerlerin bazı davranışları bu gidişe tuz-biber ekmektedir.
İşte, nasıl İsrail oğulları oynanan oyunları anlamışlar ise; biz de anlamalıyız ve gerçekleri görmeliyiz. Mustafa Kemal tanrı değildir. Belki Hz. Musa İsrail oğulları için ne idiyse, bizim için de Mustafa Kemal o idi. Tarihin kendine verdiği görevleri yapmıştır. Herkesin kendine göre günahları ve sevapları vardır. Ama biz ne mahkemeyiz, ne de yaratıcıyız. Hesabı Allah kendisi Âhirette verir. Onun nereye gideceğine biz değil O karar verir ama, bu ülke Kemalizm ilkeleri ile kurulmuştur. Onları yeteri kadar değerlendirmeliyiz. Bu ilkeleri kısaca tekrar hatırlatalım:
a) Türkiye Millî Hâkimiyet ilkesi üzerinde kurulmuştur. Bunun iki ayağı vardır:
- Ülkeyi yabancı güçler yönetmeyecek. İstiklâl-i tâmme; eksiksiz bağımsızlık.
- Ülkeyi hanedanlar yönetmeyecek. Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Millet bu hâkimiyetini Türkiye Büyük Millet Meclisi eliyle kullanır. Millî hâkimiyet Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde tecellî ve temerküz etmiştir. Milletin yegâne mümessili Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir.
- Türkiye Kuvva-yı Milliye üzerinde kurulmuştur. Bunun da iki ayağı vardır:
- Ülkeyi Millî Ordu savunacaktır. Başkalarının desteğiyle ayakta kalan devlet, devlet değildir ve varlığını sürdüremez.
- Millî Ekonomi. Ülke kendi ekonomisine dayanmalıdır. Yabancı sömürücü sermaye kovulmalıdır. Katiyen dış borçlar alınmamalıdır. Borç alan değil, borç veren ülke olmalıdır.
- Kuvvetler Birliği. Bunun da iki dayanağı vardır:
- Merkezî yönetime dayanan tek ordu. Nizamî tek ordu. Askerî gücü asla parçalamamak. Askerlikte demokrasiyi uzak tutmak.
- Tek güçlü meclis. Meclisin üstünde ve dışında bir güç tanımamak. İkinci meclise imkân vermemek. Meclisi bağımsız yargının da üstünde tutmak. Ordunun desteğini anlamış yegane güç olma.
- Müsbet İlim ilkesi. Bunun da iki dayanağı vardır:
- Devlet yönetiminde müsbet ilmi hâkim kılarak muasır medeniyetin fevkine çıkmak. İlmi inançların emrine vermek değil, inançları müsbet ilmin emrine vermek. Müsbet ilmin verilerine inanmak. Yani, bâtıl inançlardan gerçek inançlara geçmek.
- Lâiklik; devleti bir dinin, bir mezhebin kurallarının bekçisi olmaktan çıkarıp, bütün din ve mezheplerden eşit uzaklıkta halkı dinlerinde serbest bırakmak. Hanefi mezhebinin baskısını kırmak için başlangıçta lâikliğe aykırı hareketler olmuş olabilir. Ama onların hepsi geçicidir.
Kemalizm’i anlamamız için altıok olarak benimsediği prensipleri de gözden geçirmemiz gerekir.
- Ülke büyük ekseriyetin isteklerine göre yönetilecektir. Bu “cumhuriyetçilik”tir. Ama herkesin hakkı ve hürriyeti korunacaktır. Bu da “lâiklik”tir. Cumhuriyet lâiklikle dengelenmiştir.
- Halk geçmişteki ataların iyi mirasına vâris olacak, onları geliştirecektir. Bu “milliyetçilik”tir. Ama ömrünü doldurmuş ya da yanlış olanları bırakacak, onun yerine nereden gelirse gelsin iyiyi alacaktır. Bu da “inkılâpçılık”tır. Milliyetçilik inkılapçılıkla dengelenmiştir.
- Ekonomi “halk ekonomisi”ne dayanacaktır. Tekel oluşturulmayacaktır. Sosyalizm de olmayacaktır. Ama halkın yapamayacağı işleri ise “devlet” yapacaktır. Sömürü sermayesine izin vermeyecektir. Halkçılık devletçilikle dengelenmiştir.
Burada son uyarıyı yaptıktan sonra, son sözümüzü söyleyelim.
Bir devlet askerî metotla kurulur ve korunur. Ama bir devlet hukuk düzeni ile yaşar ve gelişir. Bu sebeple devlet ilk kurulurken bazı askeri metotlar geçici olarak uygulanmıştır. Bu da vahdet-i kuvvadaki aşırılıktır. Tek meclisin yanında tek partiyi benimsemiştir. Tek ehliyet ve ehliyete yetkinin yanında tek tedris sistemi benimsenmiştir. Devletin bütün dinlerden eşit uzaklıkta olmasının yanında; tek mezhep, tek mabet ilkesi benimsenmiştir. Halkın yapamayacağı işleri devlet tekeline almıştır. Bugün yapabileceği hâle geldiği halde hâlâ elinde tutuyor.
Mustafa Kemal yaptıklarının çoğulculuğa aykırı olduğunu biliyordu ve bu tekçiliği geçici olarak benimsemiştir. Bu sebeple o gün tedvin ettiği mevzuat içinde bunlar yer almamıştır. O halde, bizim yapacağımız iş, devletimizin kuruluş ilkelerini çoğulculuk içinde ileriye götürmektir.
İşte “Kemalizm” budur. Yoksa, resimlere ve heykellere tapmak Kemalizm değildir. Mustafa Kemal’e tapmaktan vazgeçilmelidir ama; Mustafa Kemal’in kendisine, kurduğu devletine ve devletinin temel ilkelerine saygılı olunmalıdır. Kendisine saygılı olunmalı; mezarına değil.
150 - Musa kavmine esefen gadbân olarak rücu’ edince: “Benden sonra ne beis içinde bana halef oldunuz. Rabb’inizin emrini mi ta’cil ettiniz?” diye kavl etti. Levhaları ilka etti. Ve ehisinin re’sinden ahzetti, kendisine cerrediyordu. “Ümmümün ibni! Kavmim beni istid’af ettiler, katletmeye keydettiler. E’daımla beni şemt etme. Beni zâlim kavimle ma’an ca’letme.” diye kavl etti.
150 - Musa ulusuna üzgün ve kızgın olarak dönünce: “Benden sonra benim yerime ne biçimde geçtin? Yetiştirici’nizin buyruğunu çabuklaştırdınız mı?” dedi. Parçaları yere koydu. Ve kardeşinin başından tuttu, kendisine doğru çekiyordu. “Anamın oğlu! Ulus beni yenik gördü, öldürmeye kalkıştılar. Düşmanlarımla beni yerme. Beni ezenlerle bir sayma.” dedi.
İnsanlığa öncülük yapan dört tür kimseler vardır. Hz. Musa siyasî önderdi. Adaletin yanında silahı da elinde tutuyordu. Dinî liderler vardır. Hz. Harun dinî liderdi. İrşâdı ve merhameti elinde tutuyordu. Birisi resullük, diğeri nebîlik görevini görüyordu. Topluluk sadece dinle yönetilemez. Topluluğu yönetmek aynı zamanda güç ile olur.
Erbakan iktidar olunca bu gücü gösterememiştir. Onun için kavmi onu zayıf bulmuş, nerede ise onu öldürmeye kalkışmışlardır. Ama Cemal Gürsel, Kenan Evren sopanın ucunu gösterdikleri zaman işler yatışmıştır. Biz sivillerin devlet başkanlığı (yani cumhurbaşkanlığı) yapamayacaklarını bunun için söylemekteyiz. Hangi sivil adam uygun devlet başkanlığı yapabildi? Bu onların kötü olmalarından değil, sivil olmalarından ileri geliyordu. Askerliğin kuralı çok farklıdır. Bu sebepledir ki, Tevrat’ta hiç Âhiretten bahsedilmez. İncil’de de yönetimden bahsedilmez. Onlar ayrı ayrı olarak sistemi tamamlarlar. Kur’an ise bir bütünlük içinde kitaptır. Hz. Muhammed bu bakımdan eşi olmayan bir peygamberdir. Ama o da daha çok Hz. İsa’ya değil, Hz. Musa’ya benzer.
Kur’an’ın Fatiha’dan sonraki ilk sûresi daha çok Hz. Musa’dan, ondan sonra gelen daha çok Hz. İsa’dan söz eder. Bu usûl böyle devam eder. Bu sûre, yani A’râf Sûresi “içtihat sûresi”dir. Hz. Nuh ve ondan sonra gelen peygamberlerden bahseder. Ondan sonra Musa Peygamberden bahseder. Hazreti İsa’dan bahsetmez. Çünkü içtihat ve bilhassa icma, dinde değil siyasette vardır.
151 – “Rabb’im, beni ve ehimi mağfiret et ve bizi rahmetine idhal et. Sen rahmet edenlerin rahîmisin.” dedi.
151 – “Yetiştiricim, beni ve kardeşimi ört ve bizi esenliğine sok. Sen esenlik verenlerin en üstünüsün.” dedi.
Hz. Musa Harun peygamberin verdiği cevabı üzerine kendisinin de hata etmekte olduğunu anlamıştır. Yöneticilerin huyudur, asıl suçlulara bir şey yapamayınca kendi yakınlarına ceza verirler. Onları ezerler. Böylece zaman kazanırlar.
Türk ordusu da seksen sene bunu yapmıştır. Solculara doğrudan bir şey yapamayınca, inanmış olanlara vurmuştur, onları ezmiştir. Ama sonra sağı gösterip daima solu vurmuştur. Bu 1920’lerde başlar, hep böyle devam eder. Tarikatlar kapanmış ama, Mason locaları da kapanmıştır. Müslümanlar nefeslerini 1960’dan sonra aldılar. 1970’den sonra iktidar olmaya başladılar. 1980 zaten Müslümanların zaferi olmuştur. 28 Şubat olaylarında askerler kendilerini savunmak için Müslümanlara vurdular. Ama bugün Refah-Yol Hükümeti’ni herkes mumla arıyor. Ancak, bulma ümidini bile kesmişlerdir. Bakalım bu oluşun sonucu nasıl bitecektir? Eğer Türk Milleti bu bâdireyi atlatırsa, elbette bir daha böyle bir Şubatı müdahalesini denemeye bile kalkışmaz.
İşte, Hz. Musa da bunu yapmış, kardeşini sıkmış ama, sonra dönüp dua etmiştir.
28 Şubat müsebbiplerinden de bekliyoruz; bizim için ve kendileri için dua etsinler...
152 - İcli ittihaz etmiş olanlar, onlara yakında Rab’larından gadab ve dünya hayatında zillet neyl edecektir. Biz müfterileri böylece tecziye ederiz.
152 – Buzağıyı ittihaz etmiş olanlar, onlara yakında Yetiştiricilerinden kızgınlık ve dünya hayatında alçaklık erişecektir. Biz iftiracıları böyle cezalandırırız.
Burada Allah araya girmiş ve Musa Peygamberin duasına cevap vermiştir. Evet, sizi bağışlayacağım ama, buzağıya tapanlara dünyada gazabım ulaşacak ve zillete uğrayacaklardır.
Biz bunu Demokrat Parti’nin uğradığı zillet ve gazap ile biliyoruz. Mustafa Kemal’in heykellerine ve resimlerine tapmayı başlatan parti, on sene sonra iktidardan inmiş ve maalesef partinin önemli şahsiyetleri sehpalarda can vermişlerdir. Ondan sonra da putperestlik devam etmiş ve Allah’ın gazâbı eksilmemiştir. Türkiye’nin başına 1950’den beri gelenlerin suç kaynağı ve sebebi putperestliktir.
İsterseniz bir deneyelim; bir on yıl Allah’tan başkasına tapmayalım. Mustafa Kemal’in dediği gibi; elimizdeki yegâne meşalemiz “müsbet ilim” olsun.
Biz müsbet ilme uymayan Kur’an’ın ifadelerini tevil etmeye hazırız. Siz de müsbet ilmin reddettiği putperestlikten, kanunları keyfî yorumlamaktan, hukuk dışı infazlardan vazgeçin. Muhakemesi yapılmayan, soruşturması yapılmayan, ifadesi alınmayan kimseleri mahkûm etmekten vazgeçin. Tarihin bu kadar kararmış bir dönemi olmamıştır. Zalimler olmuş ama, zulümlerini hiçbir zaman hukuka uydurmamışlardır. Allah, zilletin yani alçaklığın dünya hayatında olacağını açıkça ifade etmiştir. Sovyetlerin nasıl çöktüğünü hep birlikte gördük. Allah yakın geleceği ifade eden “Se” harfini kullanarak putperestlerin kısa zaman sonra yok olacaklarını bildirmiştir.
153 - Seyyieleri amel ettikten sonra tevbe etmiş ve îman etmiş olan kimselere gelinirse, Rabb’in bundan sonra gafûrur rahîmdir.
153 - Kötülükleri yaptıktan sonra onu bırakır da inanırlarsa, Yetiştiricin bundan sonra örtücüdür ve esenliğe çıkarıcıdır.
Demek ki; kötülükler yapanlar da tevbe edince bağışlanacaklardır. Kötülükler iyiliklere dönecektir. 28 Şubatın faillerinin böyle tevbe etmelerini bekliyor. Kimler tevbe edecek?
Önce, bu hadiselere işledikleri hatalardan dolayı sebep olan iki partinin yöneticileri ve milletvekilleri tevbe edecekler. Başta, Erbakan ve Çiller. Çünkü onlar “Adil Düzen”i bırakıp putperestlik içinde iyi olmaya çalıştılar. Sonra bu oluşa çanak tutan diğer siyasi partiler ve başkanları.
Anap ve Yılmaz, CHP ve Baykal, Bahçeli ve MHP, Ecevit ve DSP. Sonra, seçimde bu gerçekleri göremeyen ve bugünkü partileri iktidar eden halk ve onları destekleyen devletin örgütleri. Şimdi devlet yıkılıp gidiyor; siz de seyirci olmaya devam ediyorsunuz!..
Diyeceksiniz ki; asıl suçlu olan orduyu saymadın. 28 Şubatı ordu yapmadı mı? İşte, sizleri böyle yanıltıyorlar. 28 Şubatı Türk Ordusu ile Türk Halkını karşı karşıya getirip devletimizi yıkmak için dış güçler tezgâhladı. Ordu kendisini değişik taktiklerle korudu. Sivil yönetimin beceriksizliği nedeniyle ordu da birbirine giriyordu. Önerilerim kabul edilsin, bakın ordu bir şey der mi?
- Sayın Cumhurbaşkanı istifa etmelidir. Yerine meclis tarafından bir orgeneral -emekli biri de olabilir- Devlet Başkanı olmalıdır. Kenan Evren, Süleyman Demirel ve Ahmet N. Sezer, Devlet Başkanının resmî danışmanları olmalı ve Çankaya’da oturmalıdırlar.
- Bahçeli; kuramazsa, Çiller; kuramazsa, Pakdemirli Millî Mutabakat Hükümeti kurmalıdır. O da kuramazsa, derhal seçime gidilmelidir. Bu mutabakat hükümeti içinde mahallî seçimler dahil %5’den fazla oy almış partiler bakan bulundurmalıdırlar. Sayın Erbakan mutlaka orada yer almalıdır. Erbakan’sız Millî Mutabakat Hükümeti olmaz.
- Odu doğrudan Devlet Başkanına bağlanmalıdır. Dış siyaset Devlet Başkanı, Başbakan ve Genel Kurmay Başkanınca sırren yürütülmelidir. Meclis Başbakanı düşürmek suretiyle denetimi sürdürmelidir. Devlet Başkanı da Genel Kurmay Başkanını değiştirmelidir. Asker sivilin, sivil askerin işine karışmamalıdır.
- Devlet Plânlama Teşkilâtı Türkiye Büyük Millet Meclisine bağlanmalıdır. Üniversiteler onun verdikleri konularda çalışmalıdırlar. Mevzuat orada hazırlanmalıdır. Orduda bir araştırma merkezi kurulmalıdır. Devlet Başkanı onların görüşünü aldıktan sonra kanunları onaylamalıdır.
İşte bunları siviller yapsın. O zaman işlerin nasıl yürüyeceğini görecekler. Ordu ondan sonra müdahale ederse; tamam, diyelim; Türkiye elden gitmiş, diyelim. Ama şimdi müdahale etmezse Türkiye gerçekten gider.
Bu âyet bize tevbe kapısını aralıyor ve bize yol gösteriyor.