ARAF
أو لم يهد للذين يرثون الأرض من بعد أهلها أن لو نشاء أصبناهم بذنوبهم ونطبع على قلوبهم فهم لا يسمعون (100) تلك القرى نقص عليك من أنبائها ولقد جاءتهم رسلهم بالبينات فما كانوا ليؤمنوا بما كذبوا من قبل كذلك يطبع الله على قلوب الكافرين (101) و ما وجدنا لأكثرهم من عهد و إن وجدنا أكثرهم لفاسقين(102)
KUR’AN MATEMATİĞİ / 137. SEMİNER / ÜSKÜDAR – İSTANBUL, 23 KASIM 200
“Ehlinden sonra arza vâris olan kimseler. Bu meşietimiz olsaydı onlar zunubları ile isbat edebileceğimizi hidayet etmiyor mu? Kalblerini de tab’ ederdik de onlar sem’ edemezlerdi.” (A’raf; 100)
“Yerlilerinden sonra yere konanlara, bu dileseydik onları suçlarıyla çarpabileceğimizi göstermiyor mu? Yüreklerini damgalardık da onlar işitemezlerdi.” (A’raf; 100)
İnsanlardan önce, insan öncesi maymunlar vardı. Bunlar iskeletleri ve yaşayışları ile insanlara çok benziyordu. Onlar da toplayıcılık yapmışlar, araçlar kullanmışlardır. Bizlerden farkları, onlarda evrim yoktu. Düşünüp gelişmeler yapamıyorlardı. Sonra insanlar gelince onların soyları yok oldu ve onların yerini insanlar aldı. Bu tür insan öncesi maymun bundan 12 milyar yıl önce yaratıldı. Bunlar yere 3 milyon yıl sonra indiler. Bir milyon yıl evvel dik olarak yürümeğe başladılar. Yarım milyon yıl önce avcılığa başladılar. İnsan ise mağarada resim çizmeye başlamasından biraz önce yaratıldı. Bu insan belki beden olarak maymundan yaratıldı. Ama bu insana ruh üflendi. Bugünkü insan meydana geldi. Yani, o tarihten beri insanın ruhî ve bedenî yapısı değişmedi. Gelişme çevresinde oldu. Bu bize neyi gösteriyor? Evrim kanununu gösteriyor. Daha ileri nesil gelince eski nesil gider.
“Arz” kelimesi yeryüzünü, “Hüm” kelimesi de insan türünü göstermiş olabilir. O zaman mânâsı budur. Yine insan arz yeryüzünü gösterir, varis olanlar sonra gelenlerdir. Bunları dört döneme ayrılabilir. Buradaki vârislikten maksat hâkim güç olmadır. İnsanlık ayrı ayrı topluluk hâlinde yaşamakla beraber, hâkim güç bir merkezde bulunur. Yerleşik dönemden önce de medeniyette hâkim güç vardır. Çünkü kullandıkları araçların birbirine benzemesinden bunların da bir yerden yararlandıkları anlaşılıyor. Yerleştikten sonra hâkim güç uzun zaman Mezopotamyalılar olmuştur. Sonra Mısırlılar, sonra İbraniler, sonra Grekler, sonra Müslümanlar, şimdi de Avrupalılar hâkim güçtür.
Bunun yanında “arz”dan maksat bir memleket, mesela Anadolu kastedilir. Ülkelere böyle başka kavim vâris olur. Bundan 1000 sene önce Türkiye’nin halkı Hıristiyan iken, şimdi Müslümanlardır. Bundan 500 yıl önce Amerikan halkı yerliler iken, şimdi Avrupalılardır. Görülüyor ki, uluslar yok oluyor, yerine başka uluslar geliyor.
“Arz” kelimesi aynı yeri, “halklar” da aynı yeri gösterir, ama yöneticileri değişir. Ülkemizi düşünelim. 100 yıl önce buraları Osmanlılar yönetiyordu, şimdi Cumhuriyet adı altında başka güç yönetiyor. Bütün bunlar bir şeyi gösterir. Evrim kanununu gösterir. Günü gelip de evrimleşemeyen topluluklar yok olurlar, onların yerine başkaları vâris olur.
“Dileseydik bu vâris olanlara da günahlarını çarpardık.” Burada işaret edilen çok önemli bir husus vardır. Evrimi gerçekleştiren topluluk kötü olabilir, zalim olabilir, ama evrimi gerçekleştiriyorsa ona izin verilir. İnsanlık başlangıçta halkın kendi aralarında seçtiği başkanlar veya Allah’ın gönderdiği peygamberler tarafından yönetiyordu. Sonra yönetim bir ilim işi olunca Allah hanedanlara o bilgiyi verdi, onlara yönetme sanatını öğretti. Binlerce yıldır insanlar miras yoluyla yönetim yapmaktadırlar. Ancak artık yönetme sanatı okullarda öğrenilir oldu. Askeri akademiler, liseler, üniversiteler ortaya çıktı. Hanedanların yerine partiler ortaya çıktı. Hanedanlık müessesesi yıkılmalıydı. Fransız İhtilâli ile başlayan Cumhuriyet Dönemi 20. yüzyılın diktatörlükleri ile son buldu. Saltanat ya tamamen kalktı, ya da yönetimdeki etkisi yok oldu. Bu ihtilâlleri yapanlar çok iyi insanlar değildi. Ama evrim yapmışlardı. Saltanatı kaldırıp cumhuriyeti getirmişlerdi. Onun için başarılı oldular.
20. asır diktatörler asrı oldu. Ama diktatörlük geçici idi, halkın hanedan dışı yönetilebileceğinin delili idi. Ama esas olan halkın kendi seçtiği yöneticilerle yönetilmesi dönemi henüz gelmemişti. O sebepledir ki, diktatörlükler de teker teker yıkıldı, partiler diktatörlüğü doğdu. Parti başkanları memleketi diktatörlerden iyi idare etmiyorlardı ama halk açısından doğru bir evrimdi. Türkiye yumuşak geçiş yaptı. Diğerleri kanlı geçişle demokrasiye ulaştılar.
O halde topluluklar şunu anlamalıdırlar ki, artık merkezi yönetim, şahsın yönetimi tarih olmaktadır. Bundan sonra hâkim olacak yönetim nedir?
- Önce içtihat yönetimi olacak. Yerinden yönetim olacak. Merkezi yönetim kalkacak.
- Serbest sözleşme yönetimi olacak. Merkezler olacak ama merkezler hâkim değil, hâdim olacak.
- Bir yerin yönetimi halk tarafından değiştirilmeyecek, halk istediği yere rahatlıkla göç edebilmekle yöneticisini değiştirecek. Herkes kendi seçtiği yönetici ile yönetilecek. İktidarlar insanların o ocak veya bucaktan göçmesi ile çökeceklerdir.
- Çıkan nizalar merkezden atanan hakimler tarafından değil, herkesin kendi seçtiği hakemler tarafından çözülecektir. Hakem kararlarına uymayanlar dayanışma ortaklıklarınca kararlara uymaya zorlanacaktır. Jandarma ve ordu hakem kararları için olacaktır.
İşte bu evrimin gereğidir. Bu evrime uyan halk ister muttaki olsun, ister kâfir olsun, varlıklarını sürdüreceklerdir. Uymayanlar da ister muttaki olsun, ister kâfir olsun, helâk olacaklardır. İşte bu âyet onun için çok önemli bir âyettir. İbadet edebilirler, Müslüman olabilirler; ama evrime hayır diyenler hüsrana uğrayacaklardır. “Adil Düzen”e karşı çıkanlar, onu ihmal edenler, perişan olacaklardır. Zaten olmakta olduklarını görmektesiniz. Sosyalistlerin Çarlara karşı başarıları onların bunlardan daha muttaki oluşundan değil, daha ileri görüşleri taşımış olmalarındandır. Allah Âhirette muttakileri cennete götürecektir. Ama dünyada evrime uyanları başarıya ulaştıracaktır.
Âyette başka bir şeye daha işaret ediyor; “Kalplerini mühürleriz de işitmezler.” diyor. Yani, günahları ile isabet ederdik ifadesini geçmiş zamanı ile, kalplerini mühürlemeyi gelecek zamanı ile kullandı. Gerçi “Lev”den sonra muzari de mâzi mânâsınadır. Ama bu cümle bağımsız da okunabilir. Eğer bir topluluk evrime yanaşmayacak ve ille kendisini düzeltmeyecekse, o kavme ne kadar uyarıcılar ve anlatanlar gelse de dinlemeyeceklerdir. Biz burada anlatıyoruz. Kendilerinin İslâm’ın temsilcisi olduğunu iddia edenler tarafından daha fazla olmak üzere, sesimiz kısılmaktadır. Sizler de buna üzülüyorsunuz. Bizim görevimiz gücümüzün yettiği yere kadar ulaşmaktır. Anlatmaktır. Ortaklıkları bunları anlatalım diye tesis ediyoruz. Başarının olması için Allah’ın bunların kalplerinden mührü çözmesi gerekir. Hiç belli olmaz. Belki de Yunus aleyhisselamın kavminde olduğu gibi bunların da kalplerindeki mühürler çözülür. Bizim duamız da kabul edilir. Belki de çözülmez. Biz yetmiş kere de dua etsek Allah kendi sünnetini değiştirmez, evrim yapmayan kavim helâk olur. Bu anlattıklarımız tarih sahifelerine geçer ve o zamanki uyarıcılara örnek olur. Bunların disketlere geçmesi, yazılı hâle gelmesi, kısmen de olsa kitaplaşmaları bizim için yeterlidir. Bununla beraber, bir örnek gösterip anlatmak da vazifemizdir. Onun için “Ahşap Evler ve Market İşleri” ile uğraşıyoruz. Bedenlerimizi ve mallarımızı harcıyoruz. Allah bunların mükâfatını sizlere hem bu Dünyada hem Âhirette verecektir. İzmir’deki Akevler’de olanların hepsine Allah kendilerinin beklemediği nimetleri verdi. Onları kullanmayı bilip bilmediklerini bilemiyorum. Sizler de yarın bu nimetlere ulaşacaksınız, ama kullanmakta dikkatli olunuz.
“Bu karyelerin enbaından sana kasas ettim. Onlara resulleri beyyinât ile gelmişlerdi. Min kabl tekzib ettiklerine iman eder olmadılar. Allah kâfirlerin kalblerini böyle tab’ etti.” (101)
“Bu ülkelerin başlarına gelenleri sana sıraladık. Onlara elçiler kanıtları ile gelmişlerdi. Daha önceleri yalanladıklarına inanır olmadılar. Kapatanların yüreklerini biz böylece damgalarız.” (101)
Buradaki “Tilke” ism-i işarettir. Uzak olanlara işaret eder. Bu ülkeler uzak ülkelerdir. Onun için işaret sıfatı bu şekilde gelmiştir. Bunlar Nuh, Hûd, Sâlih ve Lût kavimleri ile Şuayb’ın kavmidir. Daha önce Hazreti Adem’in de kıssası geçti ama bir kavme gelmemişti. “Bunları sana kasas ettim.” diyor. Bunlar peş peşe gelen kavimler oldukları için “kasas” kelimesini kullanıyor. Biri diğerinin arkasından gelmiştir. “Sana” kelimesini kullanıyır, “Size” demiyor. Bunlardan her mü’min kendisine ders almalıdır. Bunları okuyup kişi tek başına da olsa kendisine görev çıkarmalıdır. Sizin her birinize Kur’an ayrı ayrı hikâye etmektedir. Bunun için sizin göreviniz ortaya çıkmaktadır. Kur’an’ın verdiği görev ortaya çıkmaktadır.
- Önce; her mü’min gücü yettiğinde Allah’ın kelâmını öğrenmekle gününü geçirmelidir. Mü’min boş vakitlerini Kur’an okumakla değerlendirmelidir. Bunun için Kur’an’ın kendisini yani Arapçasını öğrenmeden önce, mealleri ve tefsirleri okumaya başlamalıdır. Değişik kimselerin mealleri ve tefsirleri okunmalıdır. Tercümelerde yanlışlar görürsünüz; bu mütercimin hatasıdır deyip geçeceksiniz. Tefsirlerde hatalar görürsünüz; bu müfessirlerin hatasıdır deyip geçeceksiniz. Sonra Kur’an’ı tecvitle okumaya başlayacaksınız. Bunun için bugün bilgisayarlardan yararlanabilirsiniz. Bundan sonra da Kur’an’da geçen kelimelerin mânâlarını tefsirli lugattan okuyacaksınız. Bundan sonra mealle Kur’an’ı bir arada takip edip hatmedeceksiniz. Ondan sonra Arapça’nın gramer kitaplarını Kur’an örnekleri ile okuyup öğreneceksiniz. İşte Kur’an “Ke/Sen” harfiyle size bu görevi yüklemektedir. Bunu tek başınıza yapamayacağınız için 5-10 kişilik cemaat oluşturup her gün her beş vakit namazın sonunda veya başında bu tedrise devam edeceksiniz. Bu işe beşikten başlayıp mezara kadar devam etmeniz gerekmektedir.
- İkinci göreviniz; burada öğrendiklerinizi ortaklıklar içinde uygulayacak ve örnekler oluşturacaksınız. Kur’an’a göre birer işletme kurup oralarda uygulamaya çalışacaksınız. Siteler kurup oralarda yaşamaya başlayacaksınız.
- Bundan sonraki göreviniz; işte bu âyetin size verdiği görevi yapacaksınız. Kur’an’ın ahkâmını anlatacak, onlara evrimin şaşmaz kanununu göstereceksiniz. Allah’ın Rabb’i’l-âlemîn olduğunu bildireceksiniz.
- Nihayet göreviniz; size katılan olursa onlarla işbirliği yapacaksınız. Size saldıran olursa, birlikte sabır gösterecek, gerektiğinde oradan göç edeceksiniz.
“Onlara resulleri geldi.” denmektedir. “Elçileri geldi.” denmektedir. Tarih hep uyarıcılarla doludur. Hz. Peygamber’den önce insanları peygamberler uyardı. Ondan sonra bu uyarma işi âlimlere verildi. Bu âlimler her zaman muttaki kimseler olmayabilir. Ama gerçekleri söyleyip uyarırlar. Kimini doğru, kimini yanlış söyleyip uyarırlar. İnsanların görevleri söyleyene bakıp reddetme veya kabul etme yerine; söze bakıp sözün iyisini seçmeleri gerekir.
“Onlar beyyinelerle geldiler.” diyor. “Delillerle geldiler.” diyor. Bugünkü ilim adamlarının görevi de beyyinelerle gelmedir. Söyleneni ispat etmektir. Onlara ilmen nereden gelip nereye gittiğimizi göstermemiz gerekir. Evrimin gereğini anlatmamız gerekir. Tarihte evrim yapan toplulukların nasıl galip geldiklerini göstermemiz gerekir. Evrim yapmayan toplulukların nasıl helâk olduğunu anlatmamız gerekir. Bunun için de yalnız Kur’an ilimlerini bilmemiz yeterli değildir. Bütün ilimleri öğrenmemiz gerekir. Matematikten başlayarak Fizik, Kimya, Biyoloji ve Sosyoloji gibi ilimleri tahsil etmemiz gerekir. Eski kavimlerin ilimlerini bilmemiz gerekir. Bunu da tek başımıza yapmamız mümkün olmadığı için aramızda işbölümü yapıp değişik ilimleri Kur’an öğretisi içinde tahsil etmeliyiz. Kur’an diliyle tahsil etmeliyiz.
“II. Kur’an Medeniyeti” dediğimiz zaman, bu işleri yapacak mü’minleri arıyoruz. Biz şimdi birkaç kişiden ibaret olan garibanlar olarak burada bu yola koyulduk. Ama sonraları tüm insanlık harekete geçecektir. Kurduğumuz işbölümüne herkes katılacak, insanlık birden “II. Kur’an Medeniyeti”ne ona inanmasa da katılacaktır. İlimler sadece geçmiş olayları tesbit edip sömürücülere malzeme hazırlamakla geçiştirilmeyecek, geçmişi-geleceği bilmek ve yapacaklarımızı belirlemek için öğreneceğiz. Şimdi ilim dünyası geçmişi öğreniyor, gelecekte ne yapmamız gerektiğini sömürücülere bırakmaktadır. Oysa peygamberler insanların geleceklerini bilmeleri için geçmişlerini öğretmiştir. Kur’an’ın burada “ahbar” demeyip de “enba” demiş olmasının hikmeti budur. Biz kavimlerin kıssalarını okurken, onların başlarına neler geçeceğini öğreten peygamberleri öğreniyoruz.
“Daha önce tekzib ettiklerine sonraları inanmaz oldular.” deniyor. Burada bize çok önemli bir ders verilmektedir. Bir kimse bir şeyi söylediği zaman hemen tekzip etmememiz gerekir. “Henüz bana sizin söylediğinizin doğruluğuna dair bir beyyine gelmemiştir. Onun için beyyine gelinceye kadar bekleyeceğim.” dememiz gerekir. Baştan bir şeyi beyyinemiz yoksa reddetmemeliyiz. Mesela, insanın maymundan geldiğini iddia eden birine hemen; “Yalan söylüyorsun, öyle değil.” demeyeceğiz. Kur’an’a inanmayan birisi ise ondan ilmî delillerini getirmesini isteyeceğiz. O da kendine göre delil getirecektir. Bizim de ona karşı ilmî delilleri getirmemiz gerekecektir. İşte böyle hem biz hem de onlar ilimde buluşlara doğru adımlar atıyoruz. İşte tekâmül de böyle olmaktadır. Yeterli deliller nereyi gösterirse onu kabul etmek zorundayız. Kur’an’a inanan kimse ile tartışıyorsak, tabii ilimlerin yanında Kur’an ilimleri ile de delil getirmek zorundayız. Kur’an’dan başka hatasız bir söz yoktur. Hadislerin sıhhatleri kesin değildir. Kendisinde hata olmasa dahi, nakilde hata olabilir. Kur’an’ın da müteşabih olanları vardır. Öyleyse ilmin kesin olarak ispat ettiği bir şey Kur’an’a aykırı olmaz. Kur’an ona göre tevil olunur. Bu kuralı Kur’an koymuştur. İşte Kur’an üzerimizden büyük ağırlığı böyle kaldırmıştır.
“Allah kâfirlerin kalplerini böyle tab’ eder.” demek suretiyle de kâfir ile mümini birbirinden ayıran kimseyi de tanımlamış oluyor. Peşinen reddeden veya peşinen kabul eden kimse mümin olmaz. Mümin beyyineler gelmeden tavakkuf eder. Beyyinelerin gelmesini bekler. Beyyine gelince de beyyine ne diyorsa ona uyar. “Resulleri onlara beyyineler ile gelmişlerdi.” diyor. Allah, bizim de beyyine ile gelmemiz gerektiğini söylüyor. Beyyinenin başı uygulamadır. Bir örnek vermişseniz, o örnekte başarılı olduğunuz takdirde beyyine ile gelmiş olursunuz. Başarılı uygulama yapamamışsak, beyyine ile gelemedik demektir. Onların bize uymalarını istemeye hakkımız yoktur. Görevimiz, yapacağımız uygulamada başarılı oluncaya kadar çalışmaktır. Durmadan çalışmaktır. Günü gelmemişse biz başarılı olamayabiliriz. Çünkü başarılı olmamız biraz da onların kabulüne bağlıdır. Bizim yeteri kadar ilim sahibi olmamız gerekir. Biz çalıştığımız için Allah kusurlarımızı affedecek ve bizi cennete ithal edecektir. Bu sûrenin ilk âyetleri cennet ve cehennemi anlatmıştır. Ağır göreve ancak Âhirete inanarak devam edebiliriz.
Karşımızda eğer kâfirler varsa yani beyyine olmadığı için değil de beyyine olsa bile kabul etmeyecekler ise bizim onları inandıracağımızı ümit etmek hatalı olacaktır. Biz burada insanları çağırıyor, onlara nasıl kurtulacağımızı anlatıyoruz. Bize “hayır” diyorlar. Kıssaları okuduk. İnsanların “hayır” demedikleri peygamber olmuş mu? Ama ne olmuş? Allah yine de nesiller göndermiş. Öyleyse, biz görevimizi yapacağız, sonraki işler bizim değil Allah’ın işleridir.
“Ekserlerine bir ahit vecd edemedik. Ekserlerini fâsık vecd ettik.” (102
“Çoğuna bir sözleşme bulamadık. Çoğunu kaçak bulduk.” (102)
Evrim yaptıkları için başarıya ulaşmış kimselerin çoğu iyi kimseler değildi. Çoğu ibadetlerini yapan kimseler değildi. Dünyada başarıya ulaşmaları inkılâp yapmış olmaları nedeniyledir. Burada onlara bir ahit bulamadık. Onlarla sözleşelim de o söz üzerinde gelişmeler ve adalet olsun şeklinde bir çözüm bulamadık diyor. Adeta Allah onlara iyilik yapmak için çözüm aramış ama bulamamış. Bu anlam olabildiği gibi; “Li”yi “Fi” olarak anlayabiliriz. O zaman onlarda bir ahit bulamadık olmuş olur. Yani onlar sözlerinde durmadılar diyor. Bir savaşa girildiğinde sözler verirler. Allah’a sığınarak işe başlarlar, başardılar mı unuturlar, lâiklik adı altında dine saldırırlar. Halk da Allah’tan geleni Allah’tan bilmez, kişilerden bilir ve onlara tapmaya başlar. İnkılâptan sonra da kötülüklere devam edilir. Osmanlıların pisliği Cumhuriyet döneminde de devam etmektedir. Rüşvet, yolsuzluk, dış borç, hiçbir şey değişmemiştir. Ama inkılâp olmuştur. Türkler bir adım ileri gitmişlerdir. Ama henüz inkılâp tamamlanmamıştır. Muasır medeniyetin icaplarını yerine getirdik ama henüz muasır medeniyetin fevkine çıkamadık. Acaba niçin çıkamadık? Başka bir ifade ile; eskisini yıktık ama yenisini yerine getiremedik. Çünkü başarı bizim gözlerimizi boyadı, uyuşturdu, uyuttu. “Ekserisini fâsık bulduk.” diyor. Fısk, olgunlaşan meyvenin kabuğundan fırlayıp atılmasıdır. Çığırından çıkmak anlamındadır. Kaçaktır. Düzen içinde olmamaktır. Düzene aykırı hareket edip onu gizlemek de kaçakçılıktır. İnsanlar başarının arkasında böyle hareket ederler. Tarihte bu sebeple devletler doğmuş ve batmıştır.
Bu âyetler bize bir gerçeği göstermektedir. Bir insan dindardır, Allah’a ve Âhirete inanmaktadır, elinden geldiği kadar iyi işler işlemektedir. Bu kimse Dünya hayatında da Âhiret hayatında da saadet içinde olur. Dünya’da görmediği mükâfatını Âhirette alır. Bu insanın dinî tarafıdır. Oysa siyaset tarafı medeniyetlerin çatışması ile gelişir. İyiler veya kötülerden ziyade, inkılâpçılar yani ilericiler başarılı olurlar. Müslümanlar 500 yıldır durağan hayat yaşamaktadırlar. İçtihat kapılarını kapatarak değişen ve gelişen dünyaya ayak uyduramadılar. Onun için çöktüler, bugünkü hâle geldiler. Şimdi de sıra Batılılarda. Şimdi onlar değişmeye ve gelişmeye ayak uyduramıyorlar. Onlar çökmeye başladılar. Müslümanlar ise her yerde Kur’an’a sarılmaktadırlar. Kur’an’a inanan ve inanmayanlar onunla ilgilenmeye başladı. İslâmiyet’e saldırıyorlar ama Kur’an’a nerede ise bir şey diyemiyorlar. Artık gelişme sırası İslâm Âleminde, Allah’a inananlarda. Hıristiyanlar, Yahudiler, hatta Budistler de bu İslâm Âlemi içindedir. Bundan önceki savaş dindarlarla dinsizler arasında olmuştur. Dinsizler galip gelmiştir. Bundan sonraki savaş dindarların galibiyeti ile bitecektir. Çünkü bütün dinler artık müsbet ilimlere göre kendilerini ayarlıyorlar.
بسم الله الرحمن الرحيم
ثم بعثنا من بعدهم موسى بآياتنا إلى فرعون و ملأه فظلموا بها فانظر كيف كان عاقبة المفسدين(103) و قال موسى يا فرعون إني رسول من رب العالمين (104) حقيق على أن لا أقول على الله إلا الحق قد جئتكم ببينة من ربكم فأرسل معي بنى إسرائيل (105) قال إن كنت جئت بأية فأت بها إن كنت من الصادقين (106) فألقى عصاه فإذا هي ثعبان مبين (107) فنزع يده فإذا هي بيضاء للناظرين (108) قال الملأ من قوم فرعون إن هذا لساحر عليم (109) يريد أن يخرجكم من أرضكم فما ذا تأمرون (110) قالوا أرجه و أخاه و أرسل فى المدائن حاشرين (111) يأتوك بكل ساحر عليم (112) و جاء السحرة فرعون قالوا إن لنا لأجرا إن كنا نحن الغالبين (113) قال نعم و إنكم لمن المقربين (114) قالوا يا موسى إما أن تلقي و أما أن نكون نحن الملقين (115) قال ألقوا فلما ألقوا سحروا أعين الناس و استرهبوهم و جاءو بسحر عظيم (116) و أوحينا إلى موسى أن ألق عصاك فإذا هي تلقف ما يأفكون(117) فوقع الحق و بطل ما كانوا يعملون(118)
“Sonra onların ba’dinden Musa’yı âyetlerimizle Firavun ve meleine ba’settik de onlar onlara zulmettiler. Müfsidlerin akıbetinin nasıl olduğuna nazar et.” (A’RÂF SÛRESİ(7);103)
“Sonra onların arkasından Musa’yı kanıtlarımızla Firavun ve yöneticilerine yolladık da onlar onları ezdiler. Bozguncuların sonunun nasıl olduğuna bakıver.” (A’RÂF SÛRESİ(7);103)
Nuh, Hûd, Sâlih, Lût ve Şuayb’dan sonrasını “sonra” kelimesi ile atfederek Musa’yı gönderdiğini söylemektedir. Böylece I. İslâm Medeniyeti’nden sonra II. İslâm Medeniyeti’ne geçmektedir. II. İslâm Medeniyeti’nin doğuşundan başlamaktadır. Mezopotamya’dan 500 yıl sonra Mısır Medeniyeti doğmuştur. İlkin Mısır Medeniyeti’nin Mezopotamya Medeniyeti’nden önce doğduğu sanılmıştı. Sonra 500 yıl sonra doğduğu anlaşıldı. Yine önce Mısır Medeniyeti’nin özgün bir medeniyet olduğu sanılmıştı. Sonra Mezopotamya’dan etkilenerek doğduğu sabit oldu. Bu sebeple Kur’an Mezopotamya peygamberlerinden sonra Mısır’a gelen peygamberden bahsetmektedir. Yer değiştiği ve hak medeniyeti kuvvet medeniyetine dönüştüğü için “Sümme” kelimesini kullanmıştır. Nûh Peygamber için “Erselnâ” kelimesini, burada ise “Beasnâ” kelimesini kullanmıştır. Çünkü Nuh Peygamber doğrudan kavme hitap etmiş, bu peygamber ise yönetime hitap etmiştir. Kelimeyi değiştirerek gönderilmenin farklı olduğuna işaret etmiştir. Çünkü Mezopotamya’da kent devletleri vardı. Orada peygamberler birlik sağlamakla görevli idiler. Devlet düzenini öğretiyorlardı. Mısır’da ise devlet kurulmuştu. Adil devletin oluşması hususunda tebliğde bulunuluyordu. “Firavun ve Meleine” sözü ile hükümdarın güçlülüğü ve baskıcı yönetimi yanlarındakilerden oluşur. Yani başkanlar genellikle kukla hâline gelirler. Kendisi iyi adamdır ama yanlarındakiler kötüdürler. Kişinin çevresinde toplananlar, kendilerinin halka hâkim olmaları için başkanlarını büyütürler. Böylece baskı düzeni oluşur. Onun için sadece Firavun’a tebliğ bir mânâ ifade etmez. Allah bu hususa burada işaret etmektedir. Mezopotamya peygamberleri “beyyinelerle” geldi dendiği halde, burada “âyetlerle” denmiş olmaktadır. Beyyine ile âyet birbirinden ayrılmaktadır. Âyet, belge demektir. Daha çok işaretle yapılan kanıttır. Beyyine ise ilmî kanıttır. Yani Kur’an’dan olacakları haber verirsem âyet olur, müsbet ilimle olacakları haber verirsem beyyine olur. Mucizeler birer âyettir. Hz. Musa Firavun’a âyetlerle gelmişti. Çünkü onlar sihre inanıyorlardı. Sihir demek, kişilerin doğa üstü güce inanmaları demektir. Her peygamber kendi ulusunun kanıtları ile gelmelidir. Bugünkü insanlar için sorun geçim sorunudur. O halde bugünkü insanlara ekonomik mucize ile gelmeliyiz. Yani Kur’an’ın gösterdiği yoldan yürüyerek “Herkese Aş ve Herkese İş” sorununu çözmeliyiz. İşte bizim mucizemiz de bu olacaktır. Bu sebepledir ki biz ekonomik teşebbüsler kurmaya çalışıyoruz.
Onlara yani kanıtlara zulmettiler diyor. Kanıtları ezdiler diyor. Burada Musa’ya zulmettiler demiyor, kanıtlara zulmettiler diyor. Yahut kanıtları bahane ederek halka zulmettiler diyor. “Bi” harfi bunu ifade eder. Burada çok önemli bir hususa işaret ediyor. Tebliğ yaptığınızda size zulmederler. Bunlara dayananlar yeni medeniyeti kuracaklardır. Hemen arkasından müfsidlerin sonu ne oldu diye bak diyor. Kim galip geldi? Musa mı, Firavun mu?
Bu sûrenin Mekke’de nâzil olduğunu ve orada da Kur’an’a Mekkelilerin zulmettiğini düşünün. Demek ki bu âyetle Müslümanların zaferini haber vermektedir. Bugün de eğer biz mü’min isek bize de zaferimizi müjdelemektedir. Bugünküler bize zulmetmiyorlar, anlattıklarımıza zulmediyorlar. İnternette bile saldırıyorlar. Diğer taraftan bizden bahsetmemekle, bize kulak vermemekle Kur’an’a zulmediyorlar. Kur’an’ı tahrif ederek, gerçekleri ise kapatarak bahsediyorlar. Bu açıkça Kur’an’a zulüm değil midir?
“Müfsidler” diyor. “Salâh” uygun davranma demektir. “Fesad” ise bozguncu olarak davranmaktır. Biz insanlara Kur’an’ın yolunu gösteriyoruz, faizsiz işletmenin yollarını gösteriyoruz. Onlar fesat düzeni içinde hareket ediyorlar. Onda ısrar ediyorlar.
“Ve Musa: Ey Firavun! Ben âlemlerin Rabbi tarafından resulüm, dedi.” (A’RÂF SÛRESİ(7);104)
“Ve Musa: Ey Firavun! Ben herkesin yetiştiricisinden gönderilmişim, dedi.” (A’RÂF SÛRESİ(7);104)
O günkü imkânlarla Firavun halkın tamamına ulaşıyordu. Hz. Musa’nın talebi hemen yerine getiriliyor ve Firavun’a ulaşıyor, o da kabul ediyor. Öyle bir mekanizma sayesinde Mısır binlerce sene yaşamıştır. Bu nasıl sağlanır? Birinin bir arzusu varsa görevliler yerine getirirler. Getirmez de kişi Firavun’a ulaşmak isterse kimse onu engelleyemez. Firavun’a ulaştı mı, haksızsa şikâyetçiyi asar, haklı ise ona haksızlık edeni asar. Böylece merkezî hükümet ülkeye hâkim olur. Bugün olduğu gibi bir dernek başkanı ile üç ayda ancak görüşürseniz, bu topluluk binlerce yıl değil, yüzlerce yıl değil, onlarca yıl bile yaşayamaz. Hz. Musa; “Ben âlemlerin Rabb’i tarafından gönderilmişim” diyor. Yani Mısır ve diğer bütün dünyanın Rabb’i tarafından. Buradan bizim alacağımız ders, yalnız kendimizi yani Müslümanları değil, Müslüman olmayanları da, yalnız Türkleri değil herkesi düşünmek zorundayız. Kur’an’dan getireceğimiz çözüm herkes için çözüm olmalıdır. Yalnız kendimize, yalnız halkımıza çözüm ararsak o zaman o Kur’an’ın değil de Firavun’un çözümü olur. Burada “Yâ Firavun!” hitabı ile başkana hitabın topluluğa hitap olduğunu belirtiyor.
“Bana Allah üzerine hakkın dışında bir şeyi kavl etmeme tahakkuk etti. Rabb’inizden bir beyyine ile ciet ettim. Benî İsraili maiyetime irsal et.” (A’RÂF SÛRESİ(7);105)
“Bana Allah konusunda gerçeğin dışında bir şey söylememe görevi verildi. Yetiştiricinizden bir belge ile geldim. İsrail oğullarını benimle gönder.” (A’RÂF SÛRESİ(7);105)
Mü’minlerin görevi, Kur’an ne diyorsa onu nakletmeliler, kendileri heva ve heveslerine uymamalıdırlar. İçtihattaki hatadan sorumluluk yoktur. Ama içtihadı Kur’an’a göre yapmak, yoksa Kur’an’ı isteklere uydurmak değildir. Bu sebepledir ki bir hüküm verirken kendi hevamıza uyup uymadığımıza dikkat etmemiz gerekir. Burada içtihadın temel kuralı konmuştur. İçtihat tahrife doğru gitmemelidir. Bunun için de içtihat yaparken yalnız kendimizi değil, herkesi düşünmek zorundayız. Burada “Rabb’inizden” denmiştir. Karşı tarafa bir öneride bulunduğumuzda onun çıkarına bir öneride bulunmamız gerekir. “Sen de kazan” dememiz gerekir. “Ben kazanayım; sen ister kazan ister kaybet!” dememeliyiz. “Bu senin sorunun!” dememeliyiz. Yine bu da içtihat kuralıdır.
Musa Peygamber Firavun’un değişmesini istememiş, sadece İsrail oğullarının kendisine katılmasını istemiştir. Çünkü Mısır Medeniyeti henüz çökme durumunda değildir. Daha asırlarca yaşayacaktır. Eski medeniyetin birden değişmesi istenemez. Batı Medeniyeti de bugün değişemez. Batı dünyasından bizim isteyeceğimiz şey, bizi serbest bıraksınlar. Bize karışmasınlar. Biz kendi medeniyetimizi kuralım. Onlar böyle yapmıyor, bizi de kendilerine benzetmek istiyorlar. Bizi eziyorlar. O halde biz bunu Türkiye’de yöneticilere ve büyük sermayeye de söylemeliyiz. Biz sizin değişmenizi istemiyoruz. Sadece bizi serbest bırakın, biz kendi kendimize “Adil Düzen”i kuralım. Onlar bize iş yaptırmıyorlar, Adil Düzen kurdurmuyorlar, ifsad ediyorlar. Faize, rüşvete, yolsuzluğa, kaçakçılığa zorluyorlar. Onlardan bir şey isterken de ilmî delilleri getirmemiz gerekir. Şimdi onun hazırlıklarını yapıyoruz.
“Bir âyetle ciet ettinse , sâdıklardan isen onunla etvet et dedi.” (A’RÂF SÛRESİ(7);106)
“Bir kanıtın varsa , doğrulardan isen onu getir dedi.” (A’RÂF SÛRESİ(7);106)
Hz. Musa, “Beyyine ile geldim” diyor, o “Âyet getir” diyor. Yani, “bana ilmî delil değil de sihrî delil getir” diyor. Yani, “mucizeni göster” diyor. Böylece anlaşılıyor ki siyasiler ilmî delillerden değil de görecekleri bir delilden hoşlanırlar. Bizim bugün yapacağımız iş vardır. Kur’an mucizesini göstermek. Mesela, “Mala-Mal Marketi”ni kurduğumuz, bunun çalıştığını Türkiye’de 1000 kadar yerde gösterdiğimiz zaman başarılı oluruz. Burada altın istikraz bölmeleri var, yani isteyenler burada altınlarını teminat olarak koyup mağazamızdan mal alabiliyorlar. Böylece her mağazamızda 15 ton altın birikse ve o zaman hükümete desek ki; “Biz sizin bütün borcunuzu ödeyeceğiz.” İşte bu Kur’an’ın mucizesi olur. Kur’an’a göre bir işletme kurmalıyız, onun başarısı ile yönetimin karşısına çıkıp; “Bize müsaade et, işimizi yapacağız” demeliyiz. Bir örnek oluşturmalıyız. O işletme bizim mucizemiz olacaktır.
“O asayı koydu, o da mübin bir su’ban oldu.” (A’RÂF SÛRESİ(7);107)
“O sopayı koydu, o da ortaya çıkan bir yılan oldu.” (A’RÂF SÛRESİ(7);107)
Firavun Musa’dan kanıt istiyor. O da sopayı ortaya koyuyor. Demek ki biz bugünkü yönetime kanıtla gitmeliyiz. Buna ilmî açıklamalarla değil, görünen bir mucize ile gitmeliyiz. Onlar için delil dolardır. Biz eğer TL koyar da dolar olarak elde edersek o onlar için mucize olur. Bunu bir işte, bir işletmede göstermeliyiz. Bir Mala-Mal Marketi kurmalıyız. Mala-Mal Marketimize kişiler altın getirip koyacaklar. Marketimizden malları alıp gidecekler. Kasamızda altın kalacak. Altını satıp dolara çevirebiliriz. Böylece borç almaya gerek kalmadan dolar sahibi oluruz. Bunu yalnız ülkemizde yapmayız. Dünyanın her yerinde kurarız. Bunun anlamı şudur. Sağlam bir şirketin senedi dolardan daha kıymetli hâle geldi mi sorun biter. Bugünkü karşılıksız para Mısırlıların büyüsüdür. Göz boyamadır. Bizim mala karşı çıkaracağımız “İşletme Hesabı” Musa’nın sopası olacak, mucize olacaktır. Ancak bu “Mala-Mal Hesabı”nı ortaya koymalıyız.
“Yedini nez’ etti, nâzırlara beyza oldu.” (A’RÂF SÛRESİ(7);108)
“Elini çıkardı, bakanlara apak oldu.” (A’RÂF SÛRESİ(7);108)
Hz. Musa’nın ikinci mucizesi de elinin ağarmasıdır. Bakanlar öyle gördüler. Yani elde bir değişme olmadı, ama görünüşü ağardı. Yine teorik izahın ötesinde ikinci bir kanıt gerekmektedir. Biz ikinci kanıt olarak da “Ahşap Evler”i ortaya koymalıyız. Son derece ucuz evler üretmeliyiz. İnsanlar artan emeklerini yatırıma çevirmelidirler. Bunu da göstermeliyiz. Kavaktan ve seri üretimle evler üretmeliyiz. Kavak kerestesinin bir metreküpü 50 dolardır. Bir odaya 5 metreküp kereste gerekiyor. Demek ki bir oda için 250 dolar yetiyor. İşçiliği de 250 dolar kabul edersek, bir oda 500 dolara mâl olacaktır. Şimdi 2000 dolara mâl ediyoruz. Dört oda 2000 dolar olabilir. Bizim bu mucizeyi göstermemiz gerekir. Mucize olarak bizim elimizden “Ak Evler” çıkmalıdır. Buna ulaşabilir miyiz? Eğer Kur’an’ın gösterdiği yoldan inanmışlarla bir işletme kurarsak buna ulaşabiliriz. Bu kurulabilecek mi? Kurulacak; ama biz ama başkaları, bu kurulacak.
“Firavun’un kavminden mele olanlar, bu âlim sâhirdir dediler.” (A’RÂF SÛRESİ(7);109)
“Firavun’un yöneticileri bu bilgin bir büyücüdür, dediler.” (A’RÂF SÛRESİ(7);109)
Görülüyor ki Firavun kanıt istemiş, Musa da göstermişti. Musa ondan sadece İsrail oğullarını serbest bırakmasını istemişlerdir. Yanındakiler daha Firavun bir şey söylemeden hemen atlıyorlar, Musa’nın bilen bir sâhir olduğunu söylüyorlar. Mısırlılar da sihrin bir göz boyama olduğunu biliyorlar. Daha çok kültürsüzler onunla kandırılıyor. Bu sebepledir ki Musa’nın mucizesine inanmıyorlar.
“Bizi arzımızdan ihraç etmek istiyor, ne emredersiniz?” (A’RÂF SÛRESİ(7);110)
“Bizi yurdumuzdan çıkarmak istiyorlar, ne yapalım?” (A’RÂF SÛRESİ(7);1010)
Önemli bir olay olduğu zaman çevre en kısa zamanda dâvetsiz toplanır, başkanın çevresinde birikirler. Onu yönlendirirler. Çevresindekiler Firavun’un Musa’nın etkisinde kalmaması için yanında yer almışlardır. Firavun sormadan kendileri birbirine sorup duruyorlar. Bu gerçekten becerikli bir sihirbaz diyorlar. Ne yapalım, diyorlar. Topluluğun bir başkanı olur. Başkanın çevresinde ire erkân oluşur. Başkanın çıkarları erkânın çıkarlarına dönüşür. Yanındakiler başkanlarını sevmeseler de kendi çıkarlarını korumaları için onu desteklerler. Başkan artık o çıkar şebekesinin başkanı hâline dönüşür. Kuvvetle yönetilen sistemler budur. Bugün Türkiye’de partiler böyle yönetilmektedir. Hükümetler böyle ayakta durmaktadır. Peygamberlerin çevresinde de böyle azimli sahabeler vardır. Ne var ki, bunlar kendi çıkarları ve başkanlarının çıkarları için değil, Allah rızası için birleşmişlerdir. Başkan yanındakilere hizmet etmektedir, yanındakiler ashâb-ı yemine hizmet etmekte , ashâb-ı yemin müellefe-i kulûba hizmet etmekte, müellefe-i kulûb da insanlığa hizmet etmektedir. Yani kuvvet toplumları sömürü düzenidir. Hak toplulukları hizmet düzenidir. Hizmet edenlere Allah mükâfatını vermektedir. Bunun görünür göstergesi yaşama tarzıdır. Başkanlar en yoksul şekilde yaşarlar, mukarrabûn başkandan daha iyi ama ashâb-ı yeminden daha mütevazi yaşarlar, ashâb-ı yemin müelleflerden daha mütevazi yaşarlar. Müellefler ise nâstan daha mütevazi yaparlar.
“Onu ve e kardeşini irca et ve medaine haşırleri irsal et.” (A’RÂF SÛRESİ(7);111)
“Onu ve kardeşini alakoy ve kentlere çağıracak kimseleri gönder.” (A’RÂF (7);111)
Erkân Firavun’a hemen akıl veriyorlar. Onu ve kardeşini salma, beklet. Halkı ifsâd etmesin. Halkı toplayalım da biz onu mağlup edelim, diyorlar. Burada Firavun’un ne kadar ustalıkla ülkeyi yönettiğini görüyoruz. Firavun ülkeyi kendi mülkü kabul ettiği için ülkesini koruması amacıyla hukuk dışı davranmak istemiyor. Yani Musa’yı kabul etmeyebilir, onu dinlemeyebilirdi. Ama o zaman kimi kabul edeceğini, kimi kabul etmeyeceğini bilemez. Düzen bozulurdu. Erkân kişinin arzularını yerine getirir, başkana çıkartamazdı. Ama kişi mutlaka görüşmek istiyor idiyse başkana çıkarmamazlık sözkonusu değildi. Firavun dinler ve belki de gelenin başını uçururdu, ama kabul eder ve mutlaka onunla görüşürdü. Ama belki de yöneticinin başını uçururdu. Gerçek olan şu idi ki, dinliyordu. Musa’yı haklı görseydi onu durdururdu. Burada Allah’ın da bir takdiri vardır. Eğer erkân böyle davranmasaydı belki de Musa’nın başı gidecekti. Ama erkân korktu ve ona imkân tanımasını istedi. Erkân bu imkânı biraz da Firavun’a kendi ustalıklarını ve güçlerini göstermek için yaparlar. Birçok kereler çevre başkana gereksiz iş yaptırarak kendilerini kanıtlamaya çalışır. Bundan alacağımız ders, bize de Allah böyle yardımlar yapar. Ben hayatımda bu türlü pek çok yardımı görmüşümdür. Hamd olsun. Yani, Allah karşı tarafa yanlış yaptırmıştır.
“Bütün âlim sahr sana etvet etsin.” (A’RÂF SÛRESİ(7);112)
“Bütün bilgiç büyücü sana gelsin.” (A’RÂF SÛRESİ(7);112)
Erkân Firavun’a akıl veriyor. Bu sâhiri eğer kovarsan dışarıda fitne yapar, öldürürsen adın zâlime çıkar. O halde yapılacak iş sihri sihirle def etmektir. Görülüyor ki Mısır yönetimi yönetme kurallarını biliyor. Fikir fikirle savılır. Görmemezlikten gelmek veya ona baskı yapmak bir sonuç vermez. Fikri görmemezlikten gelirseniz o yavaş yavaş tüm halka yayılır. Karşı fikirle çıkmadığınız için o güçlenir. Fikre baskı yaparsanız bu sefer daha derinden ve daha da güçlenerek gelişir. Başkaları onu istismar eder ve yeraltı faaliyetleri gelişir. Ani çökmeler olur. En sâlim yol fikre fikirle karşı koymadır. Doğru ise halk ona yönelir. Sağlam başarı olur. Değilse çöküp gider. Demek ki Mısır çağımızdan çok daha ileri bir demokrasiye sahipti.
“Sahirler Firavun’a gelip galip gelirsek bize bir ecir var mıdır dediler.” (A’RÂF (7);113)
“Büyücüler Firavun’a geldiler. Biz yenersek bize bir karşılık var mı dediler.” (A’RÂF (7);113)
Bakınız, kapitalizmde her şey para ile ölçülmektedir. Büyü de para kazanmak için yapılmaktadır. Büyücüler kendi güçlerini para için göstermektedirler. Oysa Musa ile Harun para-pul için değil de hak için savaşmaktadırlar. İşte mü’minler ile mü’min olmayanlar arasındaki fark budur. Biri madde için diğeri mânâ için gayret sarf eder. Allah her ikisine de rızık verir. Madde için çırpınanlara daha çok rızık verir ama o rızıktan zevk almazlar. Mesela, yiyeceği bol alanın iştahı kesilir o yemekleri yiyemez, yese de tat alamaz. Oysa yoksulun karnı açtır ama bir ekmek bulduğu zaman o kadar zevkle yer ki diğerinden daha çok dünya sefası sürer. Kâfir ile mü’min arasındaki diğer fark, biri üstünlüğünü ilimde ve ahlâkta arar, diğeri ise malda ve kuvvette arar. Biri başkalarına kendisini sevdirmekle ve ikna etmekle sevinir. Diğeri başkalarını korkutmakla ve gösterişle sevinir.
“Evet, hem de mukarreblerden olacaksınız dedi.” (A’RÂF SÛRESİ(7);114)
“Evet, hem de yakınlarımdan olacaksınız dedi.” (A’RÂF SÛRESİ(7);114)
İnsanların dört değeri vardır. İlim üstünlüğü, ahlâki üstünlük, servet üstünlüğü ve makam üstünlüğü. Peygamber ve mü’minler ilmi ve ahlâki üstünlükleri vâd ederler. Yani ellerine bir şey vermezler. Hükümdarlar ise servet ve makam vâd ederler. Çevrelerini böyle yönetirler. Allah bize maddi imkânlar vermiyorsa, bunun hikmeti çevremizde maddeperestler toplanmasınlar diyedir. Yani Allah bizi koruyor. İçimizden maddi kazançları attığımızda başarıya ulaşacağız demektir. Bugün biz birkaç kişiyiz. Nitekim bize çok yakın olan bir zamanda Bediüzzaman’ın arkadaşları da çok azdı. Bugün bize neler oluyorsa ona da o olmuştu. Onlar yazılarını elle yazdılar. Biz de bilgisayarda yazıyoruz. Bugün onlar ne derece genişlemişlerdir? Yarın siz de o derece genişleyeceksiniz. Ama sizi bir tehlike bekliyor. Para ve makam peşine düşebilirsiniz. Halbuki ilim ve ahlâk peşinde olmalısınız.
“Ey Musa! Biz mi ilka edelim, yoksa sen mi ilka edeceksin?” dediler.” (A’RÂF SÛRESİ(7);115)
“Ya Musa! Biz mi koyacağız, yoksa sen mi koyuculardan olacaksın?” dediler.” (A’RÂF SÛRESİ(7);115)
Yine burada Mısır yöneticilerinin veya büyücülerin yarış kurallarını ne kadar nezaketle yürüttüklerini görüyoruz. Yenmek için hileler yapmıyorlar. Biz kazanalım diye seçim kanunlarını değiştirmiyorlar. Hz. Musa iddia makamındadır. Önce onun koyması gerekir. Ama onlar daha önce göstermiştir. Artık Hz. Musa savunma makamına geçmiştir. Şimdi sıra Firavun tarafındadır. Ama yine de nezaketen soruyorlar. İşte Mısır Medeniyeti’ni binlerce yıl yaşatan bu kurallardır. İbadetler de insanları kurallara alıştırmak içindir. Hep aynı şekilde hareket eden insan kurallarla hareket ermeyi öğrenir.
“Siz ilka edin” dedi. İlka ettiklerinde nâsın ayınlarını sihr ettiler ve istirhab ettiler de azîm bir sihir ile ciet ettiler.” (A’RÂF SÛRESİ(7);116)
“Siz bırakın” dedi. Bıraktılar da kişilerin gözlerini boyadılar ve onları ürküttüler ve büyük bir büyü ile geldiler.” (A’RÂF SÛRESİ(7);116)
İnsanlar ilk yaratıldıkları günden beri bazı fizik ve kimya kanunlarını yakalar ve onu halktan gizler, kendilerinde tabiat üstü bir güç olduğunu telkin ederler. Bu bir kandırmaca, bir aldatmaca olduğu için peygamberler hep buna karşı çıkmışlardır. Ama hükümdarlar bunlara dayanarak ve bunları yapanları besleyerek halka gücünü göstermesi için sahirleri hep yanlarında bulundurmuşlardır. Bunlar da çalışarak keşifler yapmışlar ve ustalıklarını göstermişlerdir. Günümüzde artık bunlar göstermelik olduğu için kimse inanmıyor. Yine de hokkabazları seyrediyorlar. Âyette çok açık olarak “insanların gözlerini büyülediler” diyor. Yani onlara öyle göründü. Buna benzer hokkabazlıklar bugün de yapılıyor. Karagöz oyunu bunun kuklalaştırılmış şeklidir. Halk bunların yalan olduğunu bile bile bunu yapanlara hayran oluyordu. Hz. Musa da bunlardan bir sanılıyordu.
“Biz Musa’ya “asanı ilka et” diye vahy ettik. İfk ettiklerini lakf edecektir.” (A’RÂF (7);117)
“Biz “sopanı koy” diye Musa’ya bildirdik. O onların uydurduklarını yutacaktır.” (A’RÂF (7);117)
Onlar göz boyayarak iş yaptılar. Hz. Musa’nın sopası ise yılan oldu ve onları yuttu. Burada çok önemli bir hususun hatırlanması gerekir. Mucizeler iki çeşittir. Biri ilmî mucizedir ki bu Kur’an’dır. İlmen araştırır Kuran’ın ilâhi söz olduğunu biliriz. Diğeri ise re’yen mucizedir. Yani görürsünüz ve mucize olduğunu anlarsınız. Kur’an gelinceye kadar re’yen mucize vardı. Peygamberler halkın yapamayacağı şeyleri yapar ve peygamber olduklarını ispat ederlerdi. Halkın bilemeyecekleri şeyleri bilirler ve onunla peygamber olduklarını ispat ederlerdi. O zamanki insanlarda ilim olmadığı için mucize olarak re’yen mucize vardı. Şimdi ise insanlar ilmen ileri gitmiş oldukları için artık re’yen mucizeye gerek yoktur, ilmen mucize yeterlidir. Onun için son peygambere re’yen mucize değil de ilmen mucize verilmiştir. Kur’an’ın hiç bir yerinde Muhammed’in re’yen mucizesinden bahsedilmemektedir. Oysa eski peygamberlerin re’yen mucizelerinden bahsedilmektedir. “Ben son peygamberim” diyen kimsenin başka bir yol tutması çelişki olmaz mıydı?
“Hak vaki oldu, fi’lettikleri de bâtıl oldu.” (A’RÂF SÛRESİ(7);118)
“Gerçek ortaya çıktı, yanlışlar yok oldu.” (A’RÂF SÛRESİ(7);118)
Böylece Hz. Musa galip gelmiştir.
Şimdi biz bugünkü hayata dönelim.
Bugün biz insanlardan, yönetimden şunları istiyoruz:
- Faiz karşılığında karşılıksız para çıkararak ekonomik yapınızı bozmayınız. Mal senedine dayanana para çıkarınız. Ekonominiz düzelsin.
- Ekseriyet sistemine dayanan baskıcı sistemi bırakın, yerinden yönetimli nisbî sistemi kullanın. İnsanlar huzur içinde yaşasınlar.
- Uydurma nikâh formaliteleri ile insanları fuhşa zorlamayın. Halkı bırakın, zina yapmasın, ama eşlik sözleşmesini istedikleri gibi yapsınlar. İsterlerse evli kalsınlar, isterlerse ayrılsınlar. Siz eşlerin ve çocukların hukukunu gözetin.
- İnsanların eğitimine siz karışmayın. Herkes istediğini öğrensin, istediği gibi ibadet etsin. Siz imtihan yapın, bilene ehliyet verin ve ehliyetli olana kamuda hizmet verin. Serbest meslek icra etmesinde güvence verin. Bir şey dinî olduğu için suç olmasın, suç ise de dinî olduğu için suç olmaktan çıkmasın.
İşte bizim bunlara yapacağımız öneriler bunlardır. Yani Musa Peygamberin İsrail oğullarına kati önerisi gibi açık bir öneridir. Ama bunların hakkıdır. “Bize mucize göster” diyecekler. Biz de mucize olarak “İşte marketlerimiz, işte dinlenme sitelerimiz” diyeceğiz. Onlar da “Bizim sitelerimiz var, marketlerimiz var” diyecekler. “Öyleyse buyurun karşılaşalım” diyelim. Müsade edin, biz bunlarla yarışalım; ya bizim marketlerimiz onların marketlerini yutar, ya da aksi olur veya bizim sitelerimiz onların sitelerini yutar, ya da onlarınki bizimkini yutar. İşte eğer biz Kur’an’a göre hareket edersek yani işletmelerimizi Kur’an’a göre kurarsak bizim kuruluşlarımızın onların kuruluşlarını yutacağı kesindir. Zaten bunu bildikleri için bizim faaliyetlerimizi bastırmaktadırlar. Ama biz de yanlışlıklar yapıyoruz ki henüz başarmış değiliz. Daha yutmamıştır.
Bu açıklamamızla şunu anlatmış oluyoruz ki içtihat ve icma sadece sorunları çözme değildir. Aynı zamanda ilerleme projesidir, inkılâp projesidir.
Musa Peygamber şanslı idi. Firavun gibi bir muhatabı vardı. Bizim şanssızlığımız Firavun gibi bir muhatabımızın olmayışı. Kendisine güvenip karşımıza çıkacak bir devlet adamı bulamıyoruz ki ona anlatmayı deneyelim. Çağımızdaki yöneticiler Firavun kadar bile dinlemiyorlar.
Necmettin Erbakan’ı bulmuştuk, maalesef sinip kaldı.
Turgut Özal öldü, Süleyman Demirel yaşlandı!..
Allah yardımcımız olsun.