ARAF
بسم الله الرحمن الرحيم
فمن أظلم ممن افترى على الله كذبا او كذب بأيات الله أولئك ينالهم نصيبهم من الكتاب حتى اذا جائتهم رسلنا يتوفونهم قالوا اين ما كنتم تدعون من دون الله قالوا ضلوا عنا وشهدوا على أنفسهم أنهم كانوا كافرين(7/37) قال ادخلوا فى أمم قد خلت من قبلكم من الجن والأنس فى النار كلما دخلت أمة لعنت أختها حتى أذا اداركوا فيها جميعا قالت أخراهم لأوليهم ربنا هؤلاء أضلونا فئاتهم عذابا ضعفا من النار قال لكل ضعف و لكن لا تعلمون(7/38) و قالت أوليهم لأخراهم فما كان لكم علينا من فضل فذوقوا العذاب بما كنتم تكذبون(7/39)
Bundan önceki âyette, “Allah’ın âyetlerini tekzib ettiler ve istikbar ettiler.” denmiştir. Âyet demek, müsbet ilimle sâbit olmuş olan Kur’an’ın sözleri demektir. Yani, bunları tekzib edenler Kur’an’ı tekzib etmiyorlar, müsbet ilmin verilerini tekzib ediyorlar. Bu tekzibin sebebi de, kendilerinin büyüklüğüne halel gelecek, onlar da diğer insanların derecesine inecekler.
Oysa, onlar kendilerine göre üstün insandırlar.
İslâmiyet’te zengin var, fakir var; ama zenginin fakirden üstün bir tarafı yoktur. Amir var, memur var; ama amirin memurdan üstün tarafı yoktur. Âlim var, cahil var; ama âlimin cahilden üstün tarafı yoktur. Şeyh var, mürit var; ama şeyhin müritten üstün tarafı yoktur.
Bunlar görev bölümüdür. Herkes kendi işini yapar ve herkes kendi işinde sorumlu ve yetkilidir. Komünizmde herkes eşit, kapitalizmde sınıf var; İslâmiyet’te eşit değil, gerek yaratılış gerek sonradan edinme imkânları ile insanlar farklıdır, ama kimse kimseden üstün değildir. Üstün olan yalnız Allah’tır. İşte Allah’ın âyetlerini yalanlayanlar bu denklik ilkesini hazmedemeyen kimselerdir. Diktatörlerin din düşmanlığı kendilerini tanrılaştırmak içindir.
فمن أظلم ممن افترى على الله كذبا او كذب بأيات الله
Bu âyette de; “Allah’a yalan uyduran veya âyetlerini tekzib edenden daha zâlim kim vardır?” diyor. Burada da zâlimleri ikiye ayırmaktadır. Biri, yalan uyduran yani gerçekte olmayan, bilmediği halde Allah böyle diyor veya yapıyor diye söyleyenden daha zâlim kim vardır? Şimdi biz Kur’an’a mânâ veriyoruz. Bu mânâları uydursak, tevil etsek ve kendi işimize geldiği gibi mânâlandırsak, bizden daha zâlimi kim olabilir? Yahut, bu bizim verdiğimiz mânâlar mutlaka doğrudur, hata yoktur desek, yine bizden zalimi olmaz. Biz Kur’an’ı böyle anlıyoruz. Doğrular Allah’ın, yanlışlar bizimdir. Bu yanlışları bilmeyerek yapmışsak günah işlemiş olmayız. Yoksa kâfir oluruz. Diğer taraftan öyle olduğu açık olarak anlaşıldığı halde, sırf işimize gelmediği, modaya uymadığı veya korktuğumuz için onu kabul etmezsek, bizden zâlim kim olabilir? Burada mü’min kimdir dendiği zaman, doğruluğu anlaşılan şeyi hemen tereddütsüzce kabul eden, yanlışlığı anlaşılanı da tereddütsüzce reddeden kimse mü’mindir. Henüz doğru veya yanlışlığı belli olmayan hakkında ise beklemek, o hususta iddiacı olmamaktır. Bunlar üzerinde içtihat yapar ve kendisi ona göre amel eder, diğerlerini kendi içtihatlarına bırakır, onlara etki etmez. Demek ki, burada da çok önemli içtihatla ilgili hüküm ortaya çıkmıştır.
Zulüm kelimesi, fuhuş kelimesine yakın mânâ taşır. Fuhuş, serseriyane, kuralsız, kaidesiz hareket etmektir. Zulüm ise, kaideli olmakla beraber varlıkları yerli yerine koymamaktır. Yanlışı doğru iddia etmek, doğruyu da yanlış olarak ortaya sürmek zulmün en büyüğüdür. Isıtılmamış su yakmadığı halde yakar deyip suyu içmemek, ateş yaktığı halde yakmaz deyip eli ateşe sokmak ne kadar büyük zulümdür. Allah yoksa var demek kadar zulüm yoktur, ama varsa yok demek kadar zulüm olmaz. Çünkü bütün hayatımızı yalan üzerine oturtmuş oluruz.
أولئك ينالهم نصيبهم من الكتاب İşte onlara kitaptan nasipleri ulaşacaktır.
Bunun anlamı şudur. Bu kitapta bu kitabı tekzib edenlerin de nasipleri vardır. Önce tekzib ettiklerinden dolayı başlarına gelecekleri bu kitap onlara bildirdiği için nasiplerini alacaklardır. Kur’an’ın Allah kitabı olduğunu tekzib edenler başlangıçta kahir çoğunluktu. Müslümanlar önce 6 yılda 40 kişiye vardılar, sonra 7 yılda 150 kişiye vardılar, ondan sonra 10 yılda 10 milyonlara ulaştılar. 100 yılda 100 milyona vardılar, 1000 yılda birkaç milyar oldular.
İnanmayanlar hep yenildi, mağlup oldu. 20. yüzyılın dehşetli tanrısızlık yeli tüm dünyayı kapladı. Sanıldı ki, artık dinler çöktü. Yaşlılar ölünce din de biter, dediler. Ama 20. yüzyılın sonunda sosyalizm yıkıldı, sosyalistler artık tanrı ile savaşmayı bıraktılar. Yarım asırlık bir fırtına geldi ve geçti. Kur’an’ın dedikleri oldu.
Birinci Kur’an Medeniyeti yaşlandı ve çöktü, ama şimdi İkinci Kur’an Medeniyeti’nin filizleri ortaya çıkmaktadır. Bugün batının savunduğu bütün iyiler hep Tevrat’a, İncil’e ve Kur’an’a dayanmaktadır. Eğer bu kitaplara uymayan varsa, onlar da yanlıştır ve biraz sonra yanlışlığı ortaya çıkacaktır. Sosyalizme bakınız, kitaba uyanlar doğrudur, doğruluğunu muhafaza etmektedir. Oysa, kitaba uymayanlar yanlıştır ve yanlışlığı anlaşıldığı için terk edilmiştir. Artık solcular da aile düşmanlığını, mülkiyet düşmanlığını, din düşmanlığını, devlet düşmanlığını yapmıyorlar. Bu tür ütopik iddialardan vazgeçtiler. Sosyal dayanışma ise zaten Kur’an’ın öğrettiği ve emrettiği şeylerdir. Yani, kâfirler bile kitaptan nasiplerini almışlardır. Bugünkü Batı Medeniyeti’nin insanlık değerleri Kur’an’dan iktibas edilmiştir. Ne var ki, yalan yanlış, bölük pörçük bir iktibas.
الكتاب حتى اذا جائتهم رسلنا يتوفونهم قالوا اين ما كنتم تدعون من دون الله
Onlara resuller gelip onlar vefat ettiklerinde onlara Allah’tan başka dua ettikleriniz nerede diye sorarlar. Bu olay topluluklara dünyada gerçekleşir. Yani, Kur’an’ı yalanlayanlar, ona karşı cephe alıp savaşanlar bir gün yenilirler. Onlara, “Sizi destekleyenler nerede?” dendiğinde, itiraf ederler.
Türkiye’nin İstiklâl Savaşı’nı düşünelim. 900 yıl Anadolu’da Rum ve Ermenilerle beraber yaşadık, hiçbir sorunumuz olmadı. Zayıf düşmemizden yararlandılar ve Batılıların teşviki ile bizi imhaya başladılar. Halkı camilere doldurup yakıp soyumuzu imha edeceklerdi. İstiklâl Savaşı’nı kazandığımızda onlar Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldılar, böylece kendi kendilerini imha ettiler. Onları kışkırtanlar, silahla destekleyenler Lozan’da onları koruyamadılar.
Şimdi Yahudiler soykırım var diye tazminat istiyorlar, Ermeniler böyle tazminat istemeye hazırlanıyorlar. Ya biz Müslüman ve Hıristiyanlar 200 yıldır uğradığımız zulmün hesabını kapitalist ve sosyalistlerden istersek, karşılığını nereden bulup verecekler?
İki asırdır inananlara zulmedenler şimdi yavaş yavaş geri çekiliyorlar. Gelecek tarihçileri Firavunları ve Neronları bu çağın tanrıları olarak bulacaklardır. Hâlâ okuttukları kendiliğinden oluş nazariyelerine bir taraftan gülecekler, diğer taraftan ağlayacaklardır. Bunu Kur’an haber veriyor, ama haber verdikleri gözlerimizin önünde cereyan ediyor. Allah’ın âyetlerini yalanlayanlar pişman olacaklar. Onların peşine gidenler de nasiplerini alacaklardır.
قالوا ضلوا عنا وشهدوا على أنفسهم أنهم كانوا كافرين Kâfir oldukların itiraf edecekler, diyor âyet. Kâfir nedir? Kâfir, bile bile aksini iddia etmektir. Bugün birbirine dayanarak yalanları koro hâlinde söylüyorlar. Yarın birlikleri dağılacak ve yalanlara inandıklarını itiraf edeceklerdir. Diktatörlerin tanrı olmadığını itiraf edeceklerdir. İneklerin tanrı olmadığını itiraf edeceklerdir. Bütün bunlar dünyada gerçekleşecektir.
Ama Âhirete varıldığında herkesin beyni ayna gibi ortaya konacak, okunacak ve kendisi de seyredecektir. Bile bile yalan söylediği ortaya çıkacaktır. Kur’an yanlış bilenlere bir şey demiyor. Eğer biri çıkar da, her şeyi kendisine borçlu olduğumuz Mustafa Kemal der, buna gerçekten inanırsa, bu mü’mindir, cennete gider. Çünkü onun için Allah Mustafa Kemal olarak görünür. “Her şeyimizi ona borçlu olduğumuz!” derken, bunun böyle olmadığını bildiği halde, sadece başkalarını kandırmak için, kendi çıkarı için söylüyorsa, işte o kâfirdir ve cehenneme gidecektir. Allah yanlış bilmekten kimseyi sorguya çekmeyecektir. Doğruyu öğrenmek istemeyen ile doğruyu bildiği halde onu inkâr edeni sorguya çekecektir. Kâfir odur. Yanlışları düzeltmek için tartışanları değil, doğrunun ortaya çıkmasını önlemek için tartışmayı yasaklayanları sorguya çekecektir. Yanlış olsun, doğru olsun, öğrenmeyi yasaklayanlar kâfirdir. Onlar o gün günahlarını itiraf edeceklerdir.
Bundan önceki âyette icma ile sabit olan hükümlerle, içtihat ile sabit olan hükümler arasındaki farkı belirtmiştir. İcma, ilimle kesin olarak sabit olmuş olan hükümlerdir. İçtihat ise, zannen galip gelen hükümdür. İcma ile sabit olanlara inanmak, içtihat ile sabit olanlarla amel etmek gerekmektedir. Îmanda başkalarını dâvet etme yetkimiz vardır. İçtihat ise ancak içtihat eden için geçerlidir. Bu âyette taklidin caiz olmadığı, taklit edenlerin kişileri kurtaramayacaklarını bildirmektedir.
Bu âyette bir taraftan âhiretteki hayatı anlatmakta, diğer taraftan bu dünyada taklidin günahlığını bildirmektedir. Taklit ile ittiba arasındaki fark şudur. Taklit, kişinin kendisini üstün kabul ederek ona uymaktır. Burada uyulanın kişinin hatırı, baskısı için veya çıkar için uyulmaktadır. İttibada ise uyulan kimsenin sizin uyup uymadığınızdan haberi bile olmayabilir. Siz onu kendinizden daha çok bilen kabul ettiğiniz için kendisine değil de ilmine uyuyorsunuz. İçtihatlarına uyuyorsunuz. Onun arzularına uyuyorsunuz.
قال ادخلوا فى أمم قد خلت من قبلكم من الجن والأنس فى النار
Topluluklar peş peşe gireceklerdir. Burada peş peşe girişlerin ölüş tarihlerine göre olacağını ifade etmektedir. Sorguya çekilirken ilk yakalanan önce sorguya çekilir. Çünkü yakalandıktan sonra artık kişinin olaylara etkisi yoktur. Onun hesabı görülür. Sonra yakalanan sonra hesaba çekilir. Arada kalan zamanın da hesabını verir. Topluluklar da böyle ölümlerine göre hesaba çekileceklerdir. Burada önemli olan toplulukların ölümü söz konusudur. “Her ümmetin eceli vardır.” sözünde bu açıkça anlaşılmaktadır. Âhirette kişiler ayrı ayrı sorguya çekilecek, iyiler cennete, kötüler cehenneme gidecektir. Ama cennettekiler de topluluk hâlinde olacaklar, cehennemdekiler de topluluk hâlinde olacaklardır. Cehenneme kafile kafile gönderilirken, kendilerine daha önce gidenler hakkında bilgi verilir. İlgili topluluklar ilgililere gönderilir. Buradaki topluluktan maksat, aynı topluluk içindeki öncülerle artçılardır.
كلما دخلت أمة لعنت أختها “Her biri suçu diğerine atar ve onu suçlar. “Sizin yüzünüzden buradayız. Siz sebep oldunuz.” derler.
Bu durum dünyada da böyledir. Başarısızlığa uğranıldı mı birbirimizi suçlamaya başlarız. Bir kimse sizi bir yere dâvet ettiğinde, ona uydunuz ve kötülük oldu, sizin ona suçu atmaya yetkiniz yoktur. Niye ona uydunuz, niye onu arkadaş seçtiniz? Belki siz ona arkadaş olsaydınız o işi yapmaya koyulmayacak ve o da bu başarısızlığa düşmeyecekti.
Şimdi biz, üç yıl olacak, ahşap ev, market işi ile uğraşıyoruz. Başarısızlığımızı kendimizde arayacağız. Ben kendimde, siz kendinizde arayacaksınız. Kendi eksikliklerimizi buluruz. Onları düzeltirken başarırız.
Benim gayem Adil Düzeni öğrenmek ve bildiklerimi arkadaşlarımla paylaşmaktır. Bu hususta başarıya ulaşmış bulunuyorum. Allah’a hamd olsun. Arkadaşlarımın beklediklerini verememiş bulunuyorum. Bu bakımdan üzgünüm. Sizler de kendinize düşen payı yapıp yapmadıklarınızı kontrol etmelisiniz. Birbirimizden bir şey istememeliyiz. Her şeyi Allah’tan istemeliyiz. İşte bu âyet bu hususu açıklamaktadır.
حتى أذا اداركوا فيها جميعا قالت أخراهم لأوليهم ربنا هؤلاء أضلونا فئاتهم عذابا ضعفا من النار
“Hepsi bir araya gelince, işte bunlar bizi azdırdı, onalar iki kat ceza ver, derler.” diyor. Yani, başarısız bir işte öncülük yapanlar suçlanırlar. Onlara uyanlar kendilerini suçsuz görür veya yarım suçlu görürler. Allah bunun böyle olmadığını bildiriyor.
Bir topluluk içinde bulunup da o topluluğun öncülerini dinlediğiniz zaman siz de onlar gibi suçlusunuz. Ya ne yapılacaktır? Her harekette kendin içtihat yapacaksın ve içtihadına göre hareket edeceksin. Kendi içtihadınla hareket ettiğin zaman, hata etsen de sevap alırsın; başkasının içtihadını taklit edersen, isabet edersen de mükâfat almazsın. Herkes kendi içtihadında ve kendi sorumluluğunda hareket ettiğinde artık sonra kimse kimseye senin yüzünden diyemez. İçtihadı taklit etme başka, içtihada uyma başkadır. İçtihada uymak demek, onun içtihadını tercih etmek demektir. Bu tercih de içtihatla olmaktadır. Taklit demek, içtihatsız ona uymak demektir.
قال لكل ضعف و لكن لا تعلمون Hepinizin cezası kat kattır diyor.
Onların cezası, kendileri kötülük yaptılar, bunun bir karşılığını alacaklar; bir de başkalarını sürüklediler, onların da cezalanmalarını sağladılar, bunun için cezalanacaklardır. Tâbi olanların cezası ise, kötülük yaptılar, onun için cezalanmaktadırlar; bir de içtihat yapmadan amel ettiler, onun için cezalanacaklardır.
Görülüyor ki, müçtehitler tarafından tesbit edilip icma ile sabit olan hususlar âyetlerde peş peşe açıklanmaktadır. Müçtehitler bunları Hz. Peygamberin öğretileri ile buldular. Biz şimdi bunları Kur’an’dan istidlâl ediyoruz. Çünkü müçtehitler tefsir ilminde geridirler. Onların zamanında tefsir ilmi yoktu. Âyetlerden doğrudan bu hükümleri çıkaramazlardı. Peki, Hz. Peygamber nasıl çıkardı? Hz. Peygamber vahiy ile çıkardı. Bunun içindir ki sünnet olmadan Kur’an’ı anlamamız mümkün değildir. Bugün sünnetsiz Kur’an’ı anlıyoruz ama sünnetle öğrendiğimiz usûllerle anlıyoruz.
و قالت أوليهم لأخراهم فما كان لكم علينا من فضل فذوقوا العذاب بما كنتم تكذبون
Bu âyetlerde ilklerle sonra onlara tâbi olanlar anlatılmaktadır. Topluluklar tutucudur. Yenilik istemezler, kurulu düzenlerini bozmak istemezler. Ezilenler bile alışıktırlar! Herkes ne yapıyorsa onlar da onu yaparlar. Adil Düzene göre kurmak istediğimiz işletmeleri anlatıyoruz. Gelin, yerinizi ciro üzerinden ortaklığa koyun, diyoruz. Aklı erenler hain oldukları için, parası olanlar iş yapmasınlar, herkes bizim işçimiz olsun, esirimiz olsun diye, bu tür halk teşebbüslerine yanaşmıyorlar. Okumamış olanlar da, biz bilmediğimiz işi yapmayız, sadece kiramızı tanırız deyip yenilik yapmak istemiyorlar. Dünyada evrim vardır. Adil Düzen mutlaka gelecektir. Halk teşebbüsleri kurulacaktır. Kapitalizm ve sosyalizm şimdilik tarih olacaktır. Bunu biz yapmayacağız. Tarihin gidişi böyledir. Buna ayak uyduramayan zenginler iflas edecek, zengin olmayanlar da elenecektir. Bunlar âhirete vardıklarında; biz size uyduk, o sebeple başımıza bunlar geldi diyecekler. Atalarının düzeninde olanlar böyle diyecekler.
İlkler sonrakilere; bizim aleyhimizde, sizin lehinizde bir üstünlük sözkonusu değildir, derler. İlkler sonra gelenlerden daha az suçludurlar. Çünkü onlar kendi dönemlerinin gereğini yaptılar. O zaman öyle yapılması gerekmiş olabilir. Diyelim ki, Mustafa Kemal medreseleri kapattı. Bu iş kötü ise şimdi gelenlerin onu taklit etmeleri bunların yükünü hafifletmez. Mustafa Kemal yaşlı medreseleri kapatmış olabilir. Yerine yeni okullar açmak ve daha iyisini yapmak için kapattı. Sonra görüldü ki, dinî eğitim almayan topluluk çöküyor, anarşiye gidiyor. Bunu gören askerler dinî eğitimi tekrar başlattılar. Bunlar şimdi tekrar kapatıyorlar!
Bu sözler Kur’an Kurslarını kapatanlar için ne kadar doğru ise; Kur’an Kurslarını bin yıl önceki eğitimle sürdürenler de aynı şekilde tutucudurlar. Kur’an’dan asrın ilimleri ile asrın ihtiyaçlarına göre cevap alınmalıdır. Bugünkü dinî okulların buna cevap verememekte oldukları açıkça görülüyor. O halde bunu değiştirmemiz gerekiyor.
Hâsılı, her an yeni içtihat ve icmalar içinde olmalıyız. Biz eskilerin deneyimlerinden yararlanma imkânına sahibiz, bu sebeple bizim sorumluluğumuz daha fazladır. 1400 yıl önce I. İslâm Medeniyeti’ni kuranlar bizim imkânlarımıza sahip değildiler. Ona rağmen onu yaptılar. Biz ise onlardan çok daha fazla imkânlara sahibiz. Biz neden onlardan daha gelişmiş yeni bir Kur’an Medeniyeti’ni kurmayalım? Bizim sorumluluğumuz onlardan fazladır. Onlar görmemişlerdir. Biz ise gördük ve yaşadık. Bizim yaptıklarımızdan ders almayarak körü körüne bizi taklit ettiğiniz için yaptıklarınızın cezasını çekiniz diyecekler.
Bu âyetler bize inkılâpçılığı emretmektedir. Ancak bu inkılâpçılık başkalarına benzeme inkılâpçılığı değildir. Avrupalılaşma inkılâpçılığı değildir.
- İyi bir şey devam ettirilmelidir, korunmalıdır. Bu hususta eskilere tâbi olunmalıdır.
- Bir şey kötü ise terk edilmelidir. Yerine yenileri bulunup konmalıdır.
- Bunun yolu nedir? İçtihat ve icmadır. Müsbet ilimdir. Ancak müsbet ilme dayanarak yapacağımız içtihat ve icmalarla eskinin iyisini ve kötüsünü birbirinden ayırabiliriz. Kötülerin yerine iyilerini, daha iyilerini koyabiliriz.
- İçtihat ilimden farklıdır. İlim sadece söylemek ve yazmaktır. İçtihat ise ilmin verilerini uygulamaktır. İlericilik hususunda cihat yapmaktır.
Mustafa Kemal İslâm dünyasında yetişmiş, bugünkü medeniyeti de bilen bir komutandır. Onun için son derece uygun yol izlemiştir.
- Önce, Mustafa Kemal batılılaşmayı değil, muasır medeniyetin bütün icaplarının yerine getirileceğini söylemiştir. Muasır medeniyet tarihin geliştirdiği medeniyet idi, Batı Medeniyeti değildi. Yani, onun da iyileri alınacak, kötüleri atılacaktı. Bunu 1924’de söylemiştir. On yıllık program yapmış ve bunları uygulamıştı.
- Mustafa Kemal Onuncu Yıl Nutku’nda; “Muasır medeniyetin bütün icapları yerine getirilmiştir. Şimdi muasır medeniyetin fevkine çıkılacaktır.” diyor. İnkılâpçılığı Avrupalılaşma şeklinde anlamamış, tam tersine, Avrupa medeniyetinin üstüne çıkma şeklinde anlamıştır.
- Bunun için; “Elimizde tuttuğumuz meş’ale müsbet ilimdir.” demiştir. Ne var ki, müsbet ilim yeterli olmamıştır. Yeni medeniyeti hiç bir yerde oluşturmamıştır. İşte sosyalizm bunun açık örneğidir. Nazizm, faşizm, Maoizm bunların açık örnekleridir. Yeni medeniyet Kur’an’ın müsbet ilimle yorumlanması ile kurulur.
- Mustafa Kemal altı ok içinde iki esas koymuş; milliyetçilik ve inkılâpçılık. Bunun mânâsı açıktır. Halkımızın ve devletimizin sahibi olduğu bütün iyi şeyler alınacak ve korunacaktır. Halkımızın ve devletimizin sahip olduğu bütün kötülükler atılacak, yerine daha iyi yenileri getirilecektir. İşte bu da icma ve içtihattır. Bunlar bu sûrenin konusudur. Nitekim Mustafa Kemal; “İslâmiyet son dindir, ileri dindir, çünkü İslâmiyet’te içtihat vardır.” diyor.
Sonra gelenler önce gelenleri taklit etmekle kurtulsaydılar, o zaman sonra gelenlerin önce gelenlerden bir üstünlükleri olacaktı. Onlar zahmetsizce cennete girecekler, ilk gelenler sıkıntı çekeceklerdi. Onun için Allah sonra gelenlerle ilk gelenleri eşitlemiş, onların doğrularını almakta kolaylık görecekler, ama kötülüklerini atmakta da zorluk çekeceklerdir. Böylece iki topluluk arasında zorluk ve sorumluluk açısından bir üstünlük olmayacaktır.
Kur’an’ı biz günlük hayatımızı irdelememiz için okumalıyız. Bu sebeple biz hep yaşadığımız hayattan misaller vermeye çalışıyoruz. Tarihin akışını anlatıyoruz.
Tav’an ve kerhen Allah’ın dedikleri olmaktadır. İnsanların başka çareleri yoktur.
بسم الله الرحمن الرحيم
ان الذين كذبوا بأياتنا و استكبروا عنها لا تفتح لهم أبواب السماء و لا يدخلون الجنة حتى يلج الجمل فى سم الخياط و كذلك نجزى المجرمين (7/40) لهم من جهنم مهاد ومن فوقهم غواش و كذلك نجزى الظالمين (7/41) والذين أمنوا و عملوا الصالحات لا نكلف الا وسعها أولئك أصحاب الجنة هم فيها خالدون (7/42) و نزعنا ما فى صدورهم من غل تجرى من تحتهم الأنهار و قالوا الحمد لله الذي هدانا لهذا و ما كنا لنهتدي لو لا أن هدينا الله لقد جاءت رسل ربنا بالحق و نودوا تلكم الجنة أورثتموها بما كنتم تعملون (7/43)
ان الذين كذبوا بأياتنا و استكبروا عنها “Âyetlerimizi tekzib edip istikbar edenler.” deyimi daha önce geçmişti. Daha sonra Allah üzerine kezib iftira eden veya âyetlerini tekzib edenden deyimi kullanılmıştır. Burada yeniden âyetlerimizi tekzib eden ve istikbar eden deyimini tekrar etmiştir. “Va” harfi getirmeden tekrar etmiştir. Demek ki yukarıda kastedilenlerle burada zikredilenler aynı kimselerdir. Kur’an’da Allah’a izafe edilen âyetten maksat, Kur’an’ın müsbet ilimle doğrulanmış ifadeleridir. Müsbet ilim demek, deneylerle sağlanmış ilim demektir. Saatte 80 kilometre ile giden bir araba İstanbul’dan Ankara’ya 6 saate varır dersek ve sonra da gerçekten öyle varsak, bu müsbet ilim olur. Eskiden sosyal ilimlerde müsbet ilmin olmayacağı sanılırdı. Oysa bugün istatistik ilmiyle bütün olaylar müsbet ilmin, yani matematiğin merceği altına alınmıştır. Sosyal ilimlerde de pekala müsbet sonuçlar elde edilmektedir. Mesela, tarihte zalim yönetimler olmuş, ömürleri ne olmuş; adil yönetimler olmuş, ömürleri ne olmuş? istatistiği yapılıp Kur’an’da söylenenlerin doğru olup olmadığı saptanabilir.
İstikbar etmek demek, kendini büyük saymak, üstün saymak ve başkalarına eşit hâle gelmemek için uzak kalınmaktadır. Mü’min ile kâfir arasındaki en büyük fark, mü’min zekât vermek için çalışır, kâfir ise başkalarına üstün olmak, onlara hükmetmek için çalışır. Birisi hâkim olmak, diğeri hâdim olmak için çalışır. Biri kendisinin olup komşusunun olmazsa bunun sevincini yaşar. Diğeri ise benim var onun yok diye üzülür. Allah zıt şeyleri de hep dengeli var etmiştir. Sırat köprüsü bıçak sırtı kadar keskindir derler. Îman ile küfür arasındaki fark bıçak sırtı kadardır. Îman sahipleri de kazanmak için, âlim olmak için, güçlü olmak için çalışırlar, ibadet ederler. Kâfirler de benzer işler yaparlar. Sadece maksatları farklıdır. Biri iyilik için, diğeri başkalarından üstün olmak için çalışır.
لا تفتح لهم أبواب السماء Önceki âyette, âyetleri tekzib edip istikbar edenlerin ateş halkı olduklarını zikretmiş, cezalarını sadece âhirete bırakmıştı. Burada ise âyet hem “İnne” ile başlamış hem de onlara semanın kapılarının açılmayacağını ifade etmiştir. Semanın kapılarının açılması da bir deyimdir. Gökten bereket yağmak anlamında mecazi bir tâbirdir. İnsanların rızkı gökten gelmektedir. Güneş gökten gelmektedir. Yağmur gökten gelmektedir. Demek ki bereketi gökten almaktayız. Bunların dünyada da başarıya ulaşamayacaklarını, istedikleri yere varamayacaklarını ifade etmektedir. Başka bir deyişle de yine mecazi olmak üzere gök yükseklik demektir, yükselemeyeceklerini ifade etmektedir. Eğer bu âyeti bu dünya hayatı için anlarsak, onların çalışmalarında bereket olmayacağı, onların yeryüzünde zannettikleri yükselip inanmış olanlara galip gelemeyeceklerini anlatır. Bu mânâsı da doğrudur. Yine tarihte bu tür toplulukların birden çöktükleri, bu tür kazançların birden yok olup gittiğini görmüşlerdir. Aksine îman içinde zekât vermek için çalışanların servetleri asırlarca payidar olmaktadır.
و لا يدخلون الجنة حتى يلج الجمل فى سم الخياطBununla beraber cennetin gökte olduğunu, cehennemin de yerin içinde olduğunu kabul edecek olursak, o zaman bu ifade âhiret için olup onların cennete gidemeyeceklerini ifade etmiş olur. Nitekim bundan sonraki deyim bunu göstermektedir. “Deve iğnenin deliğinden geçene dek onlar cennete giremezler.” diyerek âhiretteki durumlarını ifade etmektedir. Bundan önceki âyette; “Ateş halkıdırlar, orada hâlittirler.” denmişti. Burada ise göklerin kapılarının açılmayacağını, devenin iğnenin deliğinden geçene dek deyimini kullanarak onlara cennet kapılarını az da olsa aralamıştır. Bugünkü ilimle biliyoruz ki, eğer deve hızlanırsa küçülür ve iğnenin deliğinden geçer. Onların da zor da olsa cennete girme ihtimalleri vardır.
و كذلك نجزى المجرمين “Biz suçluları böyle karşılarız.” deyimi ile de yine bir kolaylığa işaret vardır. Ceza demek işlenen suçun karşılığını vermek demektir. Suç ne kadar büyük olursa olsun sınırlı zamanda işlenmiştir. Cezaları da sınırlı olacaktır. Ya cehennem azabı büyük olacak, zaman kısa olacak; ya da cehennem azabı hafif olacak, zaman uzayacak. Sonra oradan a’rafa, oradan da cennete zor ve uzak olsa da, az muhtemel olsa da, bir delik vardır demektir.
لهم من جهنم مهاد ومن فوقهم غواش “Onlara cehennemden mihad fevklerinden de ğavaş vardır.” deniyor. Mihad beşikler demektir. Ğavaş da yorganlar demektir. Cehennemden diyerek bunların cennetten değil de cehennemden olduğunu ifade etmektedir. Böylece gerek cennet olsun, gerek cehennem olsun, sadece mânevi bir eziyet veya zevk değil, maddî oluşlardır onlar. Rüya bu dünya ne ise âhirette de bu dünya bir rüya gibi olacaktır. Gerçek hayat odur. Çünkü bu geçici hayattır, o kalıcı hayattır. Geçici hayat rüyadan farklı değildir.
غواش و كذلك نجزى الظالمين “Zalimleri böylece cezalandırırız.” deniyor. Burada “Va” harfi kullanılmıştır. Suçlularla zulmedenler ayrılmış bulunmaktadır. Cürüm, insanların maddî varlıklarına zarar veren, toplulukların düzenini bozan kimse demektir. Zalim ise insanları üzen ve sıkıntıya sokan, onları durup dururken rûhî sıkıntılar içinde bırakan kimseler demektir. Âhirette cezalar böyle verilecektir. Bunun anlamı şudur ki, dünyada insanlara ne tür kötülük yapılmışsa âhirette de Allah onlara benzer cezalarla cezalandıracaktır. Maddi suçlara maddi cezalar, manevi suçlara da manevi cezalar.
Bu bize bu dünyada ceza uygulamasını yaparken benzer sistem içinde olmamız gerektiğini ifade eder. Kısas cezası bu ilkeye dayanır. “Kötülüğün cezası benzeri kötülüktür” kaidesi bunu açıkça ifade eder. Demek ki içtihat yaparken takip edeceğimiz başka bir kuralı da yine bu âyet bize göstermektedir. Âyetin bize anlattığı başka bir husus da, suçlu cezalandırılırken onda daima bir kurtuluş penceresi bırakılmalıdır. Cinayetlerde af müessesesi bu olduğu gibi müebbet mahkumlar için de daima bir ümit bulunmalıdır. Deve için iğne deliği kadar da olsa bir aralık bırakılmalıdır. Fahişe kadınlar için; Allah onlara bir yol yapıncaya kadar evlerinde hapis tutun diyor. O yolun ne olacağını bulmayı da bize bırakıyor. Kur’an kanun değildir. Kanunların nasıl yapılacağını öğreten kitaptır. Yani Kur’an bize içtihadın nasıl yapılacağını öğretiyor. Bir taraftan âhiret hayatını tasvir ederken, diğer taraftan bize bu dünyadaki sistemlerimiz için de örnekler vermektedir.
“Benî Âdem” başlığıyla başlayan bu bölümde Kur’an’ın nuzûlünden sonra peygamberden gelen resullerden bahsetmiş ki, bunlar yönetici kimselerdir. Onlara uyanlar için korku yoktur, üzülme yoktur, denmişti. O âyetin ifadesi bir İslâm topluluğunu ifade ediyordu. İslâm düzeni öyle bir düzendir ki, orada düzene uyan kimse için korku ve üzüntü sözkonusu değildir. Sokakta yürüyen insan huzur içindedir. Benim devletim var, her bakımdan beni görür, diyor. Bana aş verir, bana iş verir, saldıranlardan beni korur, der. Böyle bir düzeni kurmayıp şer düzeni kurup halk cürüm işlerse , yöneticileri de zulmederse onların başlarına nelerin geleceğini anlatmıştır bundan önceki âyetlerde. Yani şeriat düzeninin yöneticileri resuller gibidir; adaleti dağıtır, halka hizmet ederler, halk da şeriata uyar ve dünyaları cennet olur. Oysa şeriatı kabul etmeyen topluluklarda yöneticiler zulmetmekte, halk da suç işlemektedir. İşte dengesiz düzen böyle yaşayabilerek denge oluşmaktadır. Burada yöneticiler halkı suçlamakta, halk da yöneticileri suçlamaktadır.
والذين أمنوا و عملوا الصالحات لا نكلف الا وسعها أولئك أصحاب الجنة هم فيها خالدون Suçlular için dünya ve âhiret sıkıntılarını anlatmıştır. Şimdi de müminlere tekrar dönerek onlar için bu dünya hayatı ile ilgili gene usulle ilgili çok önemli bir hüküm getirmektedir. “Îman etmiş ve iyi işer işlemiş kimseler.” deyimini kullanmıştır. Daha önce, “Kim ittika eder ve ıslah ederse.” denmiştir. Burada ittika yerine îmanı, ıslah yerine amel-i sâlihi getirmiştir. Bunlar birbirini beyan etmektedir. İttika, kulübeye girme, fırtınalardan korunmadır. Îman ise dayanışma içine girmedir. Devletin temeli buna göre atılmaktadır. Biz müslim olarak barış içinde yaşayacağız. Aramızda çıkan nizaları hakemler halledecektir. Hakem kararlarına uymayanlara karşı dayanışma içine girip onların kötülüklerini önleyeceğiz. Îman budur. Allah’a îman, topluğa îmandır. Çünkü Allah’ın yeryüzündeki halifesi Allah’tır. Resule îman da başkana îmandır. Çünkü onun da bizdeki halifesi odur.
Sâlih amel etmek demek, kurallı hareket etmek demektir. O kurallar öyle olmalıdır ki eksiksiz proje olmalıdır. Yani düzen öyle kurulmalıdır. Kişi kendi isteğiyle kurallara uygun işler yaparsa düzen bozulmamaktadır. İşte müsbet ilmin hakemliği buradadır. Ne diye kavga ediyoruz. İsteyen, kapitalist, isteyen sosyalist, isteyen faşist, isteyen komünist, isteyen Hanefi, isteyen Budist, isteyen Katolik siteler kursun. Biz de Adil Düzen sitesini kuralım. Orada deneyelim. Bakalım işler nasıl yürüyor? Ondan sonra zaten her şey ortaya çıkar. Siteler yavaş yavaş elenir. İsrail’de böyle 22 çeşit site kurdular. Sonunda dört çeşit site kaldı. Şimdi bilmiyorum, belki de iki çeşide inmiştir. İşte müsbet ilim budur. İlmin hakemliği budur. Değişik tür bucaklar kurulacak, bunlar tamamen bağımsız olacaktır. Bize asker verecek, vergi verecektir. Giriş ve çıkışlar belli olacaktır. Bakalım düzen nedir. Başarıları sonra ölçeriz. Bugün artık başarıyı ölçebiliyoruz.
Mesela, bir çevrede devamlı oksijen üretilip tüketilir. Oksijenli hava o ülkenin refahta olduğunu gösterir. Oksijen tüketim miktarı o ülkedeki gelişmeyi gösterir. Bu tüketim miktarını da sabah ölçülen oksijen miktarı ile akşam ölçülen oksijen miktarıdır. Uygun işler yapılacak, birinin yaptığı diğerinin yaptığını tamamlayacak. Birinin yaptığını diğeri bozmayacak.
لا نكلف الا وسعهاBurada konan en önemli usûl kaidesi, kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemeyiz ilkesidir. Herkes gücüne göre yükümlü olacaktır. Bir işte çalışan zararlara katılmaz. O sadece ücret almaz. Çünkü onun zararları karşılayacak nakdi yoktur. Zarar eden bir müessesede çalışanlara da ücret ödenmez, çünkü onun da çalışacak gücü yoktur. Faiz yasağı da buna dayanır. İçtihat yapacağımız herhangi bir konuda herkese ancak yapabileceği yükü yüklemek gerekir. Burada bize büyük hitap vardır. Biz elimizden geleni yapacağız. Ondan sonrasından biz sorumlu değiliz. Kişi içtihat edecektir. İçtihadına göre elinden geleni yapacaktır. Sonrası yalnız Allah’a aittir. Bazı kimseler biz içtihat yapamayız deyip içtihattan vazgeçiyor ve başkalarının yollarına sapıyorlar. Şirk yapıyorlar. İçtihadı inkâr eden İslâmiyet’i inkâr etmiş olur.
أولئك أصحاب الجنة هم فيها خالدون “Onlar cennet halkıdır orada daim kalırlar.” deniyor. Yani bu dünya hayatını cennet yapmak isteyenler âhirette cennette olacaklardır.
و نزعنا ما فى صدورهم من غل “Onların sadırlarında ğıllı nez’ ettik.” Selasil zincir, eğlal da tasmalar, kayıştan yapılmış bağlar demektir. Onların yularlarını çözmüş bulunuyoruz. Onlar serbesttir, istediklerini yaparlar demektir. İnsanların bir kısmı düzene uymaz, hukuka riayet etmez. Onlar cezalandırılır. Ama hukuka, kurallara uyan kimseler de serbest bırakılır, şeriat içinde her şeyi yaparlar. Cennette insanlar hür hâle getirilmişlerdir. Birbirine kötülük etmek istemezler. Başkalarını ezmek ve sıkmak arzusunu duymazlar.
تجرى من تحتهم الأنهار “Altlarında ırmaklar akar.” Diyor. Bahçelerinde değil de kendilerinin altında ırmakların aktığını belirtmektedir. Suların faydası, bahçeleri sulamanın dışında serinlik yapar. Yani iklimi düzenler, orada yaşayan canlılar oksijen üretir. Diğer taraftan pislikleri de alır götürür. Burada çoğula bağlanmıştır. Onların ırmakları denmiştir. Yani her birinin akar suları vardır. Suların borularda ve çeşmelerde değil de açıkta olması gerekir. Pis sular temiz sulara karışmamalıdır. Suların açık olması havalanmalarını sağlar. Ayrıca serinliği de ona göre olur. Bugünkü sulama tekniği cennetteki sulama tekniğine uymuyor.
و قالوا الحمد لله الذي هدانا لهذا و ما كنا لنهتدي لو لا أن هدينا الله “Bizi buraya getiren Allah’a hamd olsun, Allah getirmeseydi biz gelemezdik derler.” deniyor. Demek ki orada da hamd vardır, ibadet vardır. İyi işler işleyenler cennetteki derecelerini artıracaklar, kötü işler yapmayacaklar, ibadet etmezlerse ceza görmeyecekler. Buna işaret etmektedir.
Mü’minlerin bu dünyada hallerine şükretmeleri gerekir. Sadece îman etmiş olmaları onların şükretmeleri için yeterlidir. İyi durumlarına kendilerinin geldiklerini sanmamalıdırlar. Onları buralara tesadüfleri getirdi sanmasınlar, hepsini Allah yapmıştır. Devamlı hamd ve hadlerini bilmede olmamız gerekir.
لقد جاءت رسل ربنا بالحق “Resullerimiz bize hakkı getirdi.” Bir şeyin hak olup olmadığını ayıran tek kaynak vardır. O da içtihattır, icmadır, yani ilimdir. Yoksa herkes benim yaptığım hidayettir der. İlimde hakka teslim olan ilim olmalıdır. Varsayımları hak olmalıdır. Yoksa varsayımları yanlış olan veya kullanma hedefi kötü olan ilim ya ilim olmaz, ya da faydalı olma yerine zararlı olur. Onun için imna ihtiyaç vardır. Onun için peygamberlere ve kitaplara ihtiyacımız vardır. İcma budur. Son Peygamber’den sonra da resuller gelecektir. Onlar adaletle yöneteceklerdir. Zalim yöneticiler de gelecektir. Aradaki fark nedir? Resuller hakkı söylerler. Hak nedir? İcma ile sabit olandır. İlimle sabit olandır. İlmin ne söylediğini kim tesbit edecek? Hakemler tesbit edecektir. Demek ki İslâmiyet’in bir ayağı içtihattır, yani yerinden yönetimdir. Eğer biz içtihat sistemini, yerinden yönetim sistemini, hakemler sistemini benimsemezsek Kur’an’ı mânâlandırmak ve sorunları gidermek imkânına sahip olmayız.
و نودوا تلكم الجنة أورثتموها بما كنتم تعملون “Onlara işte size cennet. Yaptıklarınızın karşılığı oraya varis oldunuz.” Bir ağacı diker büyütürsünüz. Meyve vermeye başlar,i ondan sonra da size o bakar. Dünya âhiretin tarlasıdır. Burada ekeceğiz, orada biçeceğiz. Âhiret dünya amellerinin bir ürünü olacaktır. Allah en az bire on verecektir.
Bu âyetler de bize içtihat ve icmalarla yaşamamızı, elimizden geleni yapmamızı, ondan sonra da karşılığını Allah’tan beklememizi emrediyor.