A’RÂF SÛRESİ – MUKAYESELİ TEFSİR ÇALIŞMASI
Hz. MUSA’NIN KAVMİ VE TÜRKİYE
161 – Onlara, “Bu karyede sakin olun, meşiet ettiğinizi ekl edin. “Hitta” diye kavl edin. Babdan sücceden duhul edin. Hatalarınızı mağfiret edelim. Muhsinlere ziyade edeceğiz.” diye kavl edildi.
161 – Onlara, “Bu köye yerleşin, oradan istediğiniz yerden yiyin. “Silinsin” deyin. Kapıdan kapanarak girin. Yanlışlarınızı kapatalım. İyilere artıracağız.” denildi.
“Rızık olarak verdiğimizin tayyibatını yiyin.” âyetiyle, yukarıda temas ettiği helal ve haram konusuna burada tekrar temas etmektedir. Musa Peygamberin kavmine de aynı şeyleri emrediyor. Ne var ki, Tevrat’ta helal ve haramlar sayılmıştır. Kur’an’da ise örnekleri verilmiş, diğerleri kıyasa bırakılmıştır. Her topluluk bulunduğu yerde kendi helal ve haramlarını kendileri tesbit edecektir; içtihatla ve icma ile.
İbrahim aleyhisselam Mezopotamya’dan çıkmıştı. Mezopotamya’da iki çeşit halk yaşıyordu. Yerlileri tarım yapıyordu. Göçmenler ise çobanlık yapıyordu. Kentte oturuyorlar ama hayvanlarla geçiniyorlardı. Sürülerle çıkıp göç etmeleri kolay olmuştur. Mısır’a gittikleri zaman da yine çobanlıkları devam ediyordu. Kadınlar hayvanlara bakıyor, erkekler ise Firavun’un işçisi olmuşlardır. Mısır’dan çıkmaları da kolay olmuştur. Yani, İbraniler çoban topluluklar olmakla beraber kent hayatını bilen bir topluluktur. Ziraatı da bilmektedirler. Allah onları yerleştirip bir ulus yapmak istemektedir. Onun için, “Bu karyeye girin.” denmektedir. İsrail oğulları ise çoban topluluk olarak kalmakta direnmektedir. Türkiye’de de Yörükler ve Singanlar böyle göçebelikte direnmişlerdir. İnsanlar alıştıkları hayatı severler.
“Nereden isterseniz oradan eklediniz.” denmektedir. Yani, o köy onlara verilmiştir. Meyvelikler olan yer olduğu anlaşılıyor. Toplayıcılıkla işe başlayacaklar. Hayvanları otlatacaklar.
Hitta demek, silmek demektir. Yani, göçebelik dönemlerinin âdetlerini bırakın, yeni düzene girin, Tevrat’ın buyruklarına göre yerleşin demektir. Burada bize çok önemli bir buyruk vardır. Biz de bir “site” kuracağız ve oraya gireceğiz. Orada eski alışkanlıklarımızı bırakacağız, tamamen Kur’an’ın istediklerini yapacağız. Benim yazdığım “Fıkıh Kitabı” vardır. Onu esas alacağız. Yazdığımız “Anayasayı” esas alacağız. Tamamen yeniden oluşacağız. Yani, biz şimdi “Adil düzene göre bir karye” tesis etme yolunda olmalıyız.
Kapıdan succeden girişin anlamı, oraya giriş ve çıkış serbest olacaktır. Ama oraya giren oranın düzenine uyacaktır. Kim nerede bulunuyorsa, kamu hukukuna, oranın kurallarına uyacaktır.
“Hatalarınızı affedelim.” Böylece eski alışkanlıkları silelim, yeni düzen kuralım. Bu âyetle İbranilere yeni yerleşimlerini emretmektedir. Demek ki, önce onlara köy kurmayı emretti. Sonra devlet oldular. Biz ne yapıyoruz. “Ahşap Evler” yapıyoruz. “Araziler” ediniyoruz. İstiyoruz ki, bir dinlenme kenti kuralım. III. bin yıl uygarlığını şöylece tasavvur ediyoruz.
Oluşmuş büyük kentler varlıklarını sürdürecek, ama bu kentlerin civarında dinleme siteleri olacak, iş zamanlarının dışındaki günlerini halk oralarda geçirecektir. Helikopter ulaşım sistemi ile daha kolay ulaşım sağlanacaktır. Dinlenme evleri ağaçlıklar içinde olacaktır. Bir dönümde bir veya iki aile yerleşmiş olacaktır.
“Muhsinlere ziyade edeceğiz.” Ya da yüz dönümlük arazilerde her katta on daire bulunan yüz dairelik apartmanlar olacaktır. Kent geceleri boşalacaktır. Yahut hafta sonunda boşalacaktır. Yeni hayat bu dinlenme evlerinde başlayacaktır.
Hıtta, eski hesapları karıştırmama, cahiliye zamanında yapılanları bağışlamadır. Secde etme ise, yeni düzene girmedir. Bunun yanında, ihsan edenlere ziyade edeceğiz, demek, daha ileri gitme, daha fazlasını yapma demektir. Yani, öyle düzen oluşturmalıyız ki orada iyilik yapanlar, ilerlemek isteyenler, yenilik yapanlar desteklenmeli, başarıları karşılanmalıdır. Allah bir şeyi vaad ediyor demek, düzen onu sağlayacak demektir. Adil Düzende buluş yapanların buluşları satın alınır ve buluşları değerlendirilir. Buluşlar ise halka bedava verilir, halk da onları uygulayarak ihsanı gerçekleştirir, böylece ihsan ziyadeleştirilir.
162 - Zulmetmiş olanlar, kavli kendilerine kavl ettiğimizin gayrisi ile tebdil ettiler, biz de zulmetmiş olduklarından semadan onların üzerine riczi irsâl ettik.
162 - Ezmiş olanlar, sözleri kendilerine söylenenlerden başkası ile değiştirdiler, biz de ezdiklerinden dolayı onlara gökten kötülükleri gönderdik.
Kur’an birçok kötülüklerden bahsetmekte, insanları ondan uzak tutmak istemektedir. Ama kötülüğün merkezinde zulmü yerleştirmektedir. Zulüm, haksızlık yapmak demektir. Kendine haksızlık yapmak, kendi sağlığını bozmak, kendi servetini israf etmek zulümdür.
“Sözleri kendilerine söylendiğinden başkasına değiştirdiler.” İnsanlar sözleri kendilerine göre tam tersine çevirirler. Bu tarihte hep böyle olmuştur. Hazreti İsa’nın sözlerini tahrip ettiler, kendisine tapmaya başladılar. Mustafa Kemal’in sözlerini değiştirdiler, kendisine tapmaya başladılar. Demek ki, benzer değiştirme olayını İsrail oğulları yaptılar. Hâlâ da yapmaktadırlar. Gelin, Tevrat’ı, İncil’i, Kur’an’ı alalım, orada söylenelim dendiği zaman, onlar kitabın kendisine değil de, ondan sonra tevil edilmiş yorumlara sarılmaktadırlar. Herkes başka türlü tevil edince de ayrılıklar olmakta, bu sefer tefrika ortaya çıkmaktadır. Görüşlerin ayrılığı çoğulculuktur. Grupların birbirine hasım olması ise tefrikadır. İnsanlar hâlâ bu iki ayrılığı ayırt edememektedirler. Oysa Kur’an’da tefrika şiddetle yasaklanıyor, gruplaşma ise teşri ediliyor.
“Semadan onların üzerine riczi irsâl ettik.” denmektedir. Burada “sema”dan kasdın gökten gelen yıldırım gibi felâketler olduğu gibi, fıkıh ıstılahında “sema” deyince tabii âfet için kullanılmakta, “arziye” de beşeri âfeti ifade etmektedir. Burada kastedilen “ricz” doğrudan semadan yağan felâket olabileceği gibi; insanların birbirine girmesi, doğan krizler de semadan gelen krizlerdir. Bu ekonomik krizler de semadan gelen ricz kabul edilmiş olur. Hakiki anlamda da olsa bile, kıyas yoluyla bizim ülkemizdeki krizi de ifade etmiş olur. Kur’an’ın istediği, insanların hep başlarına gelenleri düşünmeleri ve ilmen elde ettikleri sonuçları değerlendirmeleri gerekir. Kendilerini düzeltmeleri gerekir. Bugün Türkiye çıkmazdadır. Eski hataları doğru gösterme çabası yerine, hataları başkasına atma yerine; hatanın ne olduğunu birlikte tesbit edip düzeltme cihetine gitmeliyiz.
163 - Bahrın hazırında bulunan karyeden onlara sual et. Hani sebtte adavet ediyorlardı. Sebt yevmlerinde hitanları şurraan onlara etvet ederdi, sebt etmedikleri yevmde onlara etvet etmezdi. Küfretmiş olan kimseleri fısk ettiklerinden dolayı böylece nebl ediyorduk.
163 - Denizin yanında bulunan köyden onlara sor. Hani dinlenmelerine saldırıyorlardı. Dinlendikleri gün balıkları onlara gelirdi. Dinlenmediklerinde gelmezlerdi. Çizgiden çıktıklarından dolayı onları böyle deniyorduk.
Sebt kelimesi seb’ kelimesinden dönüşmüştür. Avcılık döneminde insanlar altı gün kendileri için avlarlardı. Bir gün de saldırgan canavarları avlarlardı. O gün normal av yapmak yasaklanmıştır. Herkes savunma avına giderdi. Çobanlık döneminde bu av çok daha önemli olmaya başladı. Haftada bir gün saldırgan avlar avlandı. Bu durum çiftçilik döneminde de devam etti. Kentleşme başladıktan sonra ise bu dinlenme günleri köleler ve işçiler için teşri edilmiş ve sürmüştür. Hıristiyanlar da bu geleneği sürdürmüşlerdir. Sadece günleri bir sonraki güne almışlardır. İşçilik döneminde Pazar ve Cumartesi tatilleri zorunlu olarak meşrudur. Ama ortaklık döneminde herkes istediği gibi çalışmak veya çalışmamakta serbest olduğu için bu tür zorunlu tatil İslâm şeriatında yoktur. Artık ortak avlanma zaten sözkonusu değildir. Kur’an’da sadece cuma namazında çalışma haram kılınmıştır. Sadece asker olan erkeklere cuma farz kılınmıştır. Diğerleri isterlerse cumayı kılmayabilirler.
İslâmiyet’te haftalık tatil olmadığı için işçilik de meşru değildir ve işçilik dışı bir düzene zaruret vardır demektir. Bizim ortaya koyduğumuz ortaklık dönemi budur. Yalnız bizim bu ideal halk işletmelerinde ortaklık tamamen serbesttir; kişi istediği zaman girebilmekte, istediği zaman çıkabilmektedir. Kâr ve zarar gün gün hesaplanmakta ve hakları hemen verilmektedir. “Adil Düzen” demek, böyle bir işletmeyi kurmak demektir. Madem ki Cumartesi yasağı kaldırıldı, o halde işçilik de kalkmıştır demektir. Yeni sistem bulmamız gerekir.
Burada “karye” kelimesi marifeli olarak geçmektedir. Tevrat’ta bu karyeden bahsedilmiş olması gerekir. Bunu bizim kitaplarda bulamadım. Tevrat’ı da tamamen okumadığım için bilemedim. Şimdi bize araştırmak farzdır. Hahamlar bu karyenin Tevrat’ta nerede anlatıldığını bize söylesinler. Düşünün ki, biz Müslümanlar bunu 1400 yıldır öğrenemedik. Ama biz onlardan soracağız, öğreneceğiz ve bu Kur’an için bir mucize olacaktır. Aslında Hz. Peygamber’in bunu o zaman onlara sormuş olması gerekir. Bu hususta da Kütüb-i Sitte’de bir hadise rastlamış değilim. Şimdi sizler fırsat buldukça hahamlarla görüşün; Ahd-i Atik’te veya Ahd-i Cedid’de buna dair konunun nerede olduğunu öğrenmiş olalım.
“Sen onlara sor.” demek suretiyle, Kur’an bize bu kitabın Allah sözü olduğuna inandırmak için delil getiriyor. Bizim değil, Hıristiyanların bile bilmedikleri, ancak hahamların bilebileceği bir olayı Kur’an nereden bilmiş ve öğrenmiştir. Bu Kur’an’ın bizim için ileride çıkacak bir mucizesi olacaktır.
Burada çok önemli bir hususa Kur’an temas ediyor. Korumalı yerler vardır. Orada avlanma yasaktır. Hayvanlar bunu bilmekte, gecelerini buralarda geçirmekte, burada yavrulamakta ve yavrularını buralarda bırakmaktadırlar. Bunun anlamı; hayvanların da deneme mekanizmaları vardır ve bunları konuşarak nesillerine aktarırlar. Mezkur “karye”de balıklar Cumartesi günleri avlanmayacaklarını bildikleri için o gün gelirler, artıklardan yararlanır ve doyarlar, diğer günlerde gelmezlerdi. Diğer günlerin tehlikeli gün olduğunu biliyorlardı. Haftalık iyi beslenme onlara yetiyor, diğer günlerde deniz içlerine gidip yaşıyorlardı. Avcılar da gidip onları oralarda avlıyorlardı. Ne var ki, avlanan hayvanlarla çoğalan hayvanlar dengede oluyorlardı. Sonra Cumartesi günleri de avlanmaya başlayınca iki bakımdan denge bozuldu.
- Balıklar kolay avlandığı için herkes bol bol balık avladı. Böylece nesil tükendi. Artık yalnız o günler için değil, başka günlerde de açık denizlerde balık bulamadılar.
- Balıklar orasını tehlikeli mıntıka olarak ilân ettiklerinden kıyıya yanaşmamaya başladılar. Kıyıdaki insan artıkları ve diğer kara artıkları kokup çürüdü, deniz kirliliği yaptı. Açık denizlerde de balık bulamadılar. Böylece balık sayısı fazlasıyla düştü.
“Fisk ettiklerinden dolayı biz böylece onları belâlara çarptırdık.” deniyor. Şeriatın emirleri dışına çıkınca Allah da böylece ceza vermiş olur. Bu âyet çok önemli bir hususa işaret etmektedir. Çok basit ve mânâsız görünen şeriat hükümlerine uyulmadığı zaman çok acı sonuçlar doğar. Çünkü Allah Kâinatı bir düzen içinde var etmiştir. Küçük bir sapma helâk sinyallerini çaldırır. Evlilik dışı ilişkilerin yasaklanması da böyle basit görünür, ama insanlık o sebeple helâke gider. Nitekim, evlilik dışı ilişkileri meşru kılan Avrupa’nın nüfusu azalmaktadır ve AİDS gibi hastalıklarla burun buruna gelmiştir. Bu durum ekonomisini de çökertmektedir. Çok evliliği yasaklarsın ama arkasından fuhuş seli gelir. Çünkü koca bulamayan kadınlar fuhşa başlarlar. Bu âyet şeriatın ne olduğunu anlatmaktadır. Kanunlarla şeriat arasındaki uçurum da kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Kanunlar sathî hükümleri içerirler. Şeriat ise derinden köklü hükümleri içerir.
164 - Hani onlardan bir ümmet, “Allah’ın kendilerini helâk edeceği veya onları şediden ta’zib edeceği bir kavme neden vazediyorsunuz?” demişti. Rabb’inize mazeret olsun veya ittika etsinler diye kavl ettiler.
164 - Hani onlardan bir toplum, “Allah’ın kendilerini çökerteceği ya da onları sıkı tattırışla tattıracağı bir ulusa neden öğüt veriyorsunuz?” demişti de, onlara Yetiştiriciniz’e bağışlama olsun veya onlar korunurlar diye karşılık vermişlerdi.
Geçmişte cereyan eden olaylar bugün de aynen sürüp girmektedir.
Millî Nizam ve Millî Selâmet partilerini kurduğumuzda ve “Biz sadece tebliğimizi söyleyelim” önerisinde bulunduğumuzda, merkezî otorite; “Kimse izinsiz konuşamaz! Başkanın dediğinden başka kimsenin söz hakkı yoktur! Başkan da ancak kararlaştırdığı birkaç sözü yıllarca tekrar eder!” Böylece her söz partinin olur, sonra da Allah onları kapatır.
Mü’minlere düşen görev, akıllarına ne gelirse açıkça söylemektir. Karşı tarafın sözlerini de dinlemektir. İnsan böylece yanlış fikirleri düzeltir. Karşı tarafın da yanlışlıklarını düzeltmesine yardımcı olur. Karşı taraf bile bile yanlış yolda olabilir. Ancak kendisine hatırlatılmazsa; bilmediğinden mi, yoksa bile bile mi yanlışlıklar yaptığını bilemeyiz. Biz uyarmadığımız için sorumlu oluruz. Bu kural Batıda “fikir hürriyeti” olarak ortaya çıkmıştır. Meşhur, “Vur, fakat dinle!” sözü yaygınlaşmıştır.
Bugün Türkiye helâke veya şedit azaba doğru gitmektedir. Türkiye’yi helâke götürmek için yalnız “rüşvetin yaygınlaşması” yeterlidir. Türkiye’yi helâke götürmek için yalnız “dış borç” yeterlidir. Türkiye’yi helâke götürmek için “başkalarının aklıyla gezmek” yeterlidir. Bunlar daha önceki açıklamalarda anlatılmıştı. Bugün bunları yapanlar bunları bilmiş olabilir. Ama bizim vazifemiz yine söylemektir. Biz bunları niçin söylüyoruz? Rabb’imizin huzurunda bizim mazeretimiz olsun. “Rabb’imiz! Biz söyledik ama kimse bize yardımcı olmadı. O sebeple bir şey yapamadık.” diyelim demektir. Bizim üzerimize bu gidişi düzeltmek farzdır. Ancak tek başımıza düzeltemiyoruz. Onun için söylememiz gerekir. İşte o sebepledir ki bizimle görüşen insanlara vaktimizi ayırıyoruz. Kilometrelerle yollar teperek ayaklarına gidip anlatıyoruz. Bizim elimizden bunlar gelmektedir. Yazıyoruz. Yakında Allah’ın izniyle internette tekrar yayınlamaya başlayacağız. İşte bu çabamız bize mazeret olacaktır.
Bununla beraber karşı taraftaki kimselerin de ittika etme ihtimali her zaman vardır. Bizim ümidimizi kesip de; “Bunlar yola gelmez, bunlar bir şey anlamaz!” demememiz gerekir. En’âm ve A’râf sûreleri tebliğin nasıl yapılacağını anlatmaktadır. A’râf Sûresi daha çok içtihat ve icma üzerinde durmaktadır. Bu âyet hem bize tebliği niçin yapmamız gerektiğini bildirmektedir, hem de diğer taraftan icmaların oluşması için öğütleşmemiz gerektiğini teşri etmektedir. Böylece aramızda zamanla fikir birliği doğar. Biz karşı tarafa öğüt verirken kendimize de öğüt vermiş oluruz. Toplulukta çoklu sisteme ve gruplaşmaya bunun için ihtiyaç vardır. Aynı partide olanlarda zamanla benzer fikirler oluşmaktadır. Aynı ülkede olanlar arasında zamanla yakınlaşma başlar. Partiler arası diyaloga , partiler arası tartışmalara bunun için ihtiyaç vardır. Zamanla bunlar tüm ulusu birleştirir, aynı yerde toplar. Çoklu gruplar olmazsa, fikir hürriyeti olmazsa, o zaman topluluğun ortak anlayışları oluşmaz.
Bu âyet cezaları iki şekilde zikrediyor. Helâk etmek veya şiddetli şekilde azap etmek. Bunun anlamı; azap edilenler tevbe ederler, sonunda kurtulurlar, daha ileri bir düzen ortaya çıkar. Osmanlı yöneticileri de bugünkü yönetimler gibi ülkeyi uçuruma götürdüler, borçlandırdılar ve esir ettiler. Allah da şiddetli azap verdi. Ülkemiz işgal edildi. Sevr dayatması ortaya çıktı. Allah’tan duamız; ne helâk ne de şiddetli azap olmadan bu krizleri atlatmamızdır. Kur’an “şiddetli” kelimesini kullanmaktadır. Zaten bu durumda olan topluluklar bugün Türkiye’de olduğu gibi hafif azap içindedirler.
165 - Kendilerine tezkir edileni nesyettiklerinde, su’den nehy edenleri incâ ettik ve zulmetmiş olanları fisk ettiklerinden dolayı besi’ bir azapla ahzettik.
165 - Kendilerine anlatılanları unuttuklarında kötülüklerden sakındıranları kurtardık, ezen kimseleri ise çizgiden çıkmış olmalarından dolayı etkili tattırışla yakaladık.
Devamlı olarak anlattığımız hususlar bu âyette tasrih ediliyor.
Bir topluluk çökmeye başlayınca yalnız kötü kimseler azaba uğramaz, tüm halk azaba uğrar. İyiler de kötüler de dünyada aynı azabı görür. Kriz var; herkes için kriz vardır; gelecek olan şiddetli kötülükler de herkes için olacaktır. Ne sebeple gelecektir? Zulmettiklerinden dolayı gelecektir. Adalet olmadığından dolayı gelecektir. Hukuk düzeni olmadığı için gelecektir. Kanunlara göre değil de, keyfî yorumlarla hükmettiklerinden dolayı gelecektir. Anayasa ve yasalara uymayıp herkesin onu kendisine göre tahrip etmekle meşgul olmasından dolayı gelecektir. “Hâkim hükümden önce kanaatini izhar etmez.” hükmü varken; bir baskıyı yargı teşkilâtı olarak alkışlamışlardır. Hükümet düştü. Ama hukuk da pay-i mâl oldu. İşte âyet bunu ifade ediyor. Fisk demek, mevzuat dışına çıkmak demektir. Sözleşmelere ve kanunlara uymama demekdir. Halk uymaz, yöneticiler uymaz. Niçin uymaz? Zulmetsinler diye uymaz. Yani, birbirlerinin haklarını yesinler diye uymaz. Bugünkü Türkiye bu âyetin tam tasviri içindedir. Herkes kanunları çiğniyor. Herkes başkalarının hakkını yemekle meşgul. Servetler yığıyorlar. Oysa mümin; benim hakkım başkasına geçmesin diye değil de, başkasının hakkı bana geçmesin diye didinen kimsedir.
Burada, uyarmış olan kimselerin kurtulacağı müjdesini vermektedir. Biz bu görüşmeler ve konuşmalar ile elimizden geldiği kadar uyarmada bulunduğumuz için Allah bizi gelecek âfetlere karşı koruyacaktır. Korumazsa; bizde bir eksiklik var diye düşünecek ve tevbe edeceksiniz. Allah sizi yine koruyacaktır.
166 – Nehy ettiklerinde atvet edince onlara, “Hâsiîn birer kırade olunuz.” dedik.
166 – Sakındıranlar da direnince biz onlara; “Bozulmuş maymunlar olunuz.” dedik.
Burada baştan, “Hani bir ümmet böyle demişti.” diye başlamıştı. Yani, Allah bize bu dersi geçmişte cereyan eden bir olay olarak hikâye etmekte ve bize bir misal vermektedir. Onlar maymunlara dönüşmüşler. Şüphesiz herkese aynı azap gelmeyecektir. Her topluluğa farklı azaplar gelecektir. Onlar ise bozuk maymuna dönüşmüştür.
Burada çok önemli ilmî gerçekler vardır:
- İnsanda 23 çift kromozomlar, salsallar vardır. Bunlar üzerinde pek çok genler, hameler vardır. Maymunlarda ise farklı sayıda ve farklı genler vardır. Bunlardan bir kısmı ortaktır. Yani, bizimle maymunlar arasında ortak genlerimiz var, bizde olmayan genler maymunlarda var, maymunlarda olmayan genler bizde var. Maymunlarda olan genlerin bir kısmı bizde sinliktir. Var ama faaliyet göstermemektedir. Eğer maymunda olmayan, insanda olan genler tahrip edilirse, maymunların genleri siliklikten çıkar ve faal hâle gelir. Böylece insan maymunlaşır. Ama bu faaliyete geçen genler yeteri kadar olmadığı için bozuk maymuna dönüşür.
Bugünkü insan ve maymun üzerinde yapılan ilmî çalışmalar sonunda anlaşılmaktadır ki, insan maymundan gelmemiştir. İnsan ile maymunun ortak atası olması gerekir. Olduğu saptanmış değildir. Bunlardaki tür bölünmesi ile maymunlar ve insanlar oluştu. Biri diğerinin evrimleşmişi olmayıp, ikisi ayrı ayrı dalda gelişmişlerdir. Kazılar bize bunları gösteriyor. Kur’an’daki “bozuk maymun” tabiri ilmî verilere tamamen uymaktadır.
- İkinci gerçek de şudur ki, insana en yakın canlı maymundur. Ortak yapıları vardır. Bu da bugün hayvanat ilminde tesbit edilmiş bir gerçektir. Kur’an buna da işaret etmektedir. Kur’an insanın tek anne-babadan üreyip çoğaldığını ifade etmektedir. İnsanın topraktan yaratıldığını yani yapısının toprak olduğunu söylemektedir. Hiçbir zaman diğer canlı evriminden geçmeden insan olduğunu ifade etmemektedir.
Önce bitki hücreleri Güneş ışığını alarak organik maddeler üretirler. Sonra hayvanlar onları yer ve diğer hayvansal maddeler üretirler. İnsan da bunları yiyerek yaşar ve yeni insanın oluşmasına sebep olur. Kur’an’da; “İnsanı tînden olan sülelden yarattık.” diyor. Yani, yapısı toprak olan protoplazmadan var ettik diyor. Bunlar artık bugün çok iyi bilinmektedir. O halde insanın maymunla ortak atadan gelmesine karşı herhangi bir âyet yoktur. Kur’ân, zamanla değişerek insan türünün maymun türünden geldiği şeklindeki iddiaya karşıdır. Zamanla değişerek değil de, sıçrayarak insan öncesi canlıdan insan meydana gelmiştir. Bugünkü biyolojik ve antropolojik verilerle dil ile ilgili çalışmalar hep Kur’an’ı teyit etmektedir. Bu âyette de insan ile maymunun ortak atası olduğuna dair bir işaret mevcuttur, diyebiliriz.
167 - Hani Rabb’in onların üzerine Kıyamet yevmine dek onlara azabın suunu su edecek kimseleri ba’sedeceğim diye teezzun etmişti. Rabb’in ikabı seri olandır. O gafûrdur, rahîmdir.
167 - Hani Yetiştiricin kalkış gününe dek onların üzerine onlara tadışın kötülük eden kimseleri göndereceğim diye duyurmuştu. Yetiştirici’nin kovalaması çabukçadır. O örtendir, esenlendirendir.
Bu sûrenin başında gelen âyetlerde Kur’an; peygamberliğin sona ermesiyle sünnetullahın sona ermediğini, kıyamete kadar aynı risalet ve nübüvvetin devam edeceğini bildirmiştir. Bu âyet orada bildirileni teyit ediyor. “Kıyamet gününe kadar onların üzerinde kötülük yapacak kimseleri göndereceğim.” demesinin anlamı, aynı kötülüklerin kıyamete kadar devam edeceği, aynı uyarıların kıyamete kadar süreceğidir. Vahyin yerini Kur’an’a dayanılarak yapılacak icma ve içtihatlar alacaktır. Peygamberlerin yerini cihat yapan âlimler alacaktır. Cihat demek, savaş demek değildir. Cihat, gerçekleri söyleme cesaretini gösterme ve tüm sıkıntılara rağmen şeriatın içinde kalma, fısk yapmama yani mevzuatı yok saymamadır.
Bu âyette; “Kıyamete kadar onlara kötülük yapacak kimseleri göndereceğim.” diyerek, bütün kötülüklerin halkın kendi kendine yaptığı kötülük olduğunu bilmesi gerekir. Eğer zalim yönetici gelmişse, eğer düşmanlarımız bizi yenmişse; bu bizim uyarılara kulak vermeyişimizden dolayı olmaktadır. Yöneticilerin ille de iyi olmaları gerekmez. Düşmanlarımızın ille de haklı olmaları gerekmez. Allah bir kötülüğü başka kötülükle def etmiş olur. Allah bir kötüyü başka bir kötü ile etkisiz hâle getirir. 28 Şubatı böyle anlamamız gerekir. Gidenler uyarılara kulak vermediler. Kötülüklere devam ettiler. Yerine gelenler onları götürdüler, ama gelenler de rahat etmediler.
Kurtuluşun tek çaresi vardır; Kur’an’a kulak vermek, gösterdiği yoldan yürümek. İlk iş olarak birbirimizi dinlemeye, söylediklerimizi değerlendirmeye gitmemiz gerekir.
Sizlere “Mala-Mal Marketi” öneriyoruz. Sizlere “Konsinye Marketler” öneriyoruz. Nihayet, biz “Ahşap Evler Teşebbüsümüzü” sürdürüyoruz.
Kardeşlerimiz bizi destekliyorlar. Göreceksiniz, bizi bu destek ve çalışmalarımız kurtaracaktır. Belki de Türkiye’yi de bu kurtaracaktır. Market tebliğimize devam etmeliyiz.
Bu âyetleri, bu tefsirleri dinledikten sonra açıp okuyunuz, başka mütercimlerin tercümelerinden okuyunuz. Söyleneni çok kolay anlarsınız.