29.08.2009/taraf gazetesi/Ahmet Altan/ orduyu yıpratmayalım
Biliyorsunuz, sarraflar altının saflığını anlamak için dişlerine vururlar.
Sanki çok değerliymiş gibi sık sık kullanılan sözlerin değerini anlamak için de onları bir mantığa vurmak gerekir.
Bakalım göründüğü kadar değerli mi o laf.
Bu ülke, sistemini böyle birkaç tuhaf cümlenin etrafına örmüş.
Sistemi o cümleler ayakta tutuyor.
O cümlelerin en çok bilinenlerinden biri, “orduyu yıpratmayalım” lafı.
Nedir bu lafın değeri, bir bakalım.
Ne demek istiyor bu insanlar “orduyu yıpratmayalım” derken, bir anlayalım.
Bunu anlayabilmek için de önce bir soralım.
“Orduyu yıpratmak” olarak kabul edilmeyen herhangi bir ordu eleştirisi var mı?
Böyle bir tek eleştiri biliyorum.
“Ordu halkla ilişkiler konusunda yeterince iyi değil.”
Bunu söylemek orduyu yıpratmak olarak görülmüyor.
Bunun dışında “yıpratmak” tarifine girmeyen bir eleştiri gördünüz mü?
Ben görmedim.
Orduyla ilgili her eleştiri “yıpratma” kalıbının içine alınır.
Peki, ordu hangi konularda eleştiriliyor?
Ordu temelde iki ana konuda eleştiri alıyor.
Biricisi, bütün ağırlığıyla siyasetin içinde var olmak için direnmesi.
İkincisi, askerî yetenekleri ve disiplini.
O zaman şu soruyu soracağız.
Ordunun siyasetin dışına çıkmasını istemek neden “orduyu yıpratmak” oluyor?
Ordunun “yıpranmaması” ancak siyasetin içinde kalmasıyla mı mümkün?
Niye İngiliz ordusu siyaset dışında durduğunda yıpranmıyor da Türk ordusu siyasetin dışında kaldığında yıpranmış oluyor?
Yoksa, “orduyu yıpratmayın” derken aslında “ordunun siyasi varlığını eleştirmeyin” mi demek istiyorlar?
Galiba öyle demek istiyorlar.
Ordu, halkın iradesiyle gelmiş parlamentodan daha güçlü olsun istiyorlar.
Peki, bu ülkenin ve ordunun yararına mı?
Genelkurmay Başkanı, sanırım biraz da kavramları karıştırarak, hep aynı lafları söylüyor.
“Biz ulus-devletin ve üniter-devletin savunucusuyuz.”
Baştan sona yanlış bir cümle bu.
Ordu, “devletin” savunucusu değildir.
Ordu, “ülkenin” savunucusudur.
Ülkenin sınırlarını “düşmanlara” karşı korur, vazifesi budur, bunun için eğitilir, bunun için para alır.
İkincisi, eğer Türk ordusu “ulus-devletin” savunucusu olmak istiyorsa yapabileceği tek şey “ayaklanmaktır”; çünkü Türkiye’nin resmî politikası “ulus-devletten” çıkıp “ulusötesi” bir örgütlenme olan Avrupa Birliği’ne girmektir.
Hem Avrupa Birliği’ne üye olup hem ulus-devleti nasıl savunacaksınız?
Eğer Avrupa üyesi olursak Avrupa’nın parasını, anayasasını, bayrağını kullanacağız.
Başka ülkelerle ortak parası, ortak anayasası, ortak bayrağı olan ulus-devlet olur mu?
Eee, ordu Avrupa Birliği’ne karşı mı?
Karşıysa ordunun dediğini mi yapacağız, halkın iradesiyle seçilen parlamentonun dediğini mi?
“Üniter-devlet” ise bir idare biçiminin adı ve değişik ülkelerde değişik uygulamaları var.
Ne tür bir üniter-devlet olacağımıza ordu mu karar verecek?
Ordu, parlamentodan üstün mü?
Parlamentodan üstünse burada halkın iradesini yok sayan askerî diktatörlük var demektir.
Bir diktatörlüğe karşı çıkmak “orduyu yıpratmak” mı?
Eğer “diktatörlüğe” karşı çıkmaya “orduyu yıpratmak” diyorlarsa sahtekârlık yapıyorlar, bu orduyu yıpratmak değil demokrasiyi savunmaktır çünkü.
Ordunun disiplinsizliğini eleştirmeye gelince...
Bizimkisi disiplinsiz bir ordu, yaptığı darbelerden ve verdiği muhtıralardan belli disiplinsizliği.
Disiplin sadece ordu içinde olmaz, ordunun bütününün kendi üstü olan hükümete ve parlamentoya saygı göstermesiyle olur.
Çünkü ordu bir bütün olarak üstlerine başkaldırır ve laf dinlemezse, kendi içinde de disiplinli olamaz, parlamentoya diklenerek siyasette var olan ordu siyasileşir ve kendi içinde “hizipler” oluşur ki onlara cunta denir.
Şimdi bana söyleyin, neden ordunun siyaset dışında, kendi mesleğine odaklanmış, işini yapan bir yapı olmasını istemek orduyu “yıpratmak” sayılsın?
“Orduyu yıpratmayın” diyenler “ordunun gizli diktatörlüğüne dokunmayın” demek istiyorlar aslında.
Ordunun “siyasi iktidarını” korumak için ülkeyi, demokrasiyi, hukuku, gelişmişliği, çağdaşlığı “yıpratanlara” da bir sormalıyız.
Sizin bu “diktatörlükten” nasıl bir çıkarınız var?
Bize bir de bunu anlatsanıza.
Y O R U M
Bay Altan diyor ki:
Her kim askere ve/ya kurumlarına yapılan eleştirilere “orduyu yıpratmayalım” diyerek karşı çıkıyor ise; Her kim hatalara “gözbebeğimizdir; fazlasını da hak ediyor” taltifiyle yine eleştiriye karşı çıkıyor ise, bu kişiler askerin gelişmesine planlı engel olan “içten” (yurttan) manipulasyonculardır.
Bilim eleştiriyi zorunlu kılar.
Gelişmiş ülkelerde uygulanan bu tür eleştiriler o ülkelerin gelişmesinin motorudur.
Eleştiri karşıtları ordunun parlamentodan üstün olmasını istiyorlar.
Eleştiri karşıtları Halkın iradesini yadsıyorlar.
Eleştiri karşıtları ulus devlet pazarını yitirmekten korkuyorlar
Eleştiri karşıtları A.B.ne “cız” sömürü korkutmasıyla karşı duruyorlar.
Eleştiri karşıtları disiplinli ordu istemiyorlar.
Eleştiri karşıtları başarılı ordu istemiyorlar
Eleştiri karşıtları muhtıra darbe virüsüyle hastalanmış ordu istiyorlar..
Eleştiri karşıtları halkına hesap vermeyen ordu istiyorlar.
Eleştiri karşıtları ordu için özel/askeri mahkeme istiyorlar.
Eleştiri karşıtları siyaset ile ilgilenerek mesleğinin gereğini yapamayan ordu istiyorlar.
Eleştiri karşıtları siyasete bulaşmış ve hiziplere(partilere) bölünmüş ordu istiyorlar.
Eleştiri karşıtları Türkiye’de ordunun gizli diktatörlüğüne dokunulmamasını istiyorlar..
Eleştiri karşıtları dar çıkarları menfaatleri için bunu savunuyorlar.
SUYUN İŞLEVİ : ARINMIŞLIK SIHHATTİR.
1)“Eleştiri birlik eleştiri.” Bu söz Çin Halk Cumhuriyeti devriminin önderi Mao Zedung‘un, yerleşmiş yönetimin (bürokrasi) gelişmeyi önleyici yerlerini koruyucu (sekter) tutumlarına yönelik olarak yapılan ve sürdürülmesini istediği eleştirilerin izleyeceği güzergahı
Tarif için; birliği değişimde savrulmadan tutmanın modeli için ilan etmişti. Bürokrasi kadin Hindistan’da denildiği gibi ateşe benzer; değdiğini kendine çevirir lakin artık onu yakmıştır / bozmuştur. Bürokrasiye talip halk çocukları, söz konusu makamlara geldiklerinde genlikle mutasyona uğrayıp, ortaçağ kalelerinin kendilerini korumak için etraflarında açtıkları derin kanallar ve doldurdukları sular misali; kendi makamlarının ellerinden alınmaması ve buna tevessül edilmemesi için öyle modern “kanallar” oluşturmaktadırlar.
2) Bulgaristan devriminin önderi George Dimitrov, ikinci dünya harbinde sosyalistlerin emperyalistler arasındaki çelişkiden yararlanarak en saldırgan emperyaliste karşı diğerleriyle ittifak yapılması gerektiği çözümlemesini değerlendiren ünlü çalışmasında Alman saldırganları diğer emperyalistlerden şöyle ayırıyordu: “faşizm emperyalizmin en saldırgan, en kanlı, en şoven unsurlarının zırhlı yumruğudur.”
Savaşın en önemli tarafı asıl düşmanı(zincirin zayıf halkası) tespittir. Bu da farkın sisleri dağıtmasıyla olabilir. Farkı işlevsel/ yaşanır kılan, eleştiri kurumudur.Eleştiri fark etmeyi ayırd etmeyi ve seçmeyi öğretir.
3) Türkiye’nin yetiştirip değerinin ayırdına varamadığı (sanırım elli yıl sonra idrak edecek) üstad Süleyman Karagülle’nin Bürokrasiye yönelik şöyle bir çözümlemesi var: “Bürokrasi, şeytanın yeryüzündeki kurumlaşmış halidir; düzenli toplumlarda her kim özgürlüğü tarif ederek sistem kurmaya çalışıyorsa o gelişime ket vuran yobazlık organizasyonudur.Gelişen organizasyonlarda sadece yasaklar tarif edilir;özgürlükler değil!!”
“Özgürlükleri tarif etmek”: özgürleri nasıl kullanılacağını yasa ve alt yasalarla belirlemek; diğer bir değişle ufuk görüşüne at gözlükleriyle izin vermek..Bu ne menem bir beyin düşmanlığıdır?!? Ve hala modern kisvelerde kabul görüle bilmektedirler!? Medeniyetlerin özlerindeki özgür insan cevherini böylelikle bağımlı/ilkeli gibi tumturaklı insan taslaklarına dönüştürmektedirler.
Eleştiriyi gelişmiş toplumlar suyu kullandıkları gibi kullanırlar; onunla temizlenir beslenir ihtiyaç giderirler; yenilenirler. Gelişmiş gibi yapan toplumlar ise bu “su “ yaklaşımını tu-su-nami olarak algılarlar. Yüzme bilmeyenlerin boğulmaktan korkmaları normaldir; balıkçılık yapmak için tekne imal edipte boğulma sendromları a-normaldir.
Değişime direnen yaygın kamusal semptomları şöyle sıralayabılırız:
a- Kamusal ödevlere soyunanların eleştirilme-mesi mümkün değildir! İş/ Hizmet hataları da içerir; önemli olan, hataları görebilmek/gösterileni görmek ve düzeltmektir. İçsel ve dışsal arınmasızlık varlığı/kurumu eksiltir, yolda bırakır. Rahmetli Şerafettin Durmuş’un veciz sözü ile Yargılan (a)mayan yalnız Allah’tır!
Sorun yapıcı yıkıcı ayrımında mı yoksa içten dıştan tarafında mı düğümlenmektedir.
Ciddi ve dürüst olmayan eleştiri ya da yalan temelli eleştiriden çekinerek doğru ve ciddi olanları da kaybetmeyi göze alamayız! Çünkü doğru karanlıkta çakan şimşek gibi nadir fark edilir; bu yüzden onu bulmanın zorluklarını da üstlenmeli değil miyiz?!
b- “Kol kırılır yen içinde kalır.” Zaafların “dışarı”da bilinmesi kurumları yıpratır. Bunlar belki kendi zamanlarında ilkel ve yerel doğruluğu olan ifadelerse de artık zamanını yitirmiş, kullanıldığında kullanıcısını sıkıntıya sokacak deyimlerdir.
Askeri bölgelerden geçerken şu levhaları hepimiz görmekteyiz “bu sahada fotoğraf çekmek yasaktır.” 1960 sıkıntılarında İsmet İnönü’nün evinin bahçesinde uydudan çekilmiş fotoğrafını kendisine iletildiği söylenir; belki şehir efsanesidir; ama okumuştum. Ya şimdi.?!?
O koruyucu uyarı levhasının bu günkü ısrarını sebebi olsa olsa uydusu olmayan muhataplara olduğu anlaşılır. Uçağı olmayanlara tank göstermek gibi. Hatırlarsınız, Saddam çöl fırtınası öncesi yığınla tankını sermişti çöllere Amerika’ya gözdağı vermek için.
c-Çetin Altan ustanın hep değindiği “şanlı tarih” ile başlayan “bağlamalar” suç/hata/kusur örtme mekanızmaları haline gelmiştir.Yanı sıra protokoller…Şaşaalı flamalı yaldızlı itabar neonları.Tumturaklı görüntü ve sesler..Ve benzerleri bu günün ihtiyacı olan AR-GE kaynaklı işlevselliği ne kadar karşılar kim bilir?! Aksine, bu tür AR-GE (Araştırma Geliştirme Buluşçu yatırım üretim organizasyonları) temelli işlevselliğin olmadığı alanlarda çok kullanılan öz tatmin(kendi kendine) yanılsamasıdır. Gür ses teknolojiyi alt eder mi? Tabii ki mistik (ruhsal metafizik) okültist (açıkta olmayan derinde olan, gizil) alanlardaki sedaları (sayha / yıkıcı frekans, o da yüksek ilim gerektirir) hep rezervimde tutuyorum.
SÖZÜN ÖZÜ:
Eleştiri şeytani değildir; kışkırtıcı olabilir ama serbestliğiyle sistem, kendini yeniler ve yaşamını “bağrındakileri” mutlu ederek sürdürür. İş/Hizmet yapan üreten hata yapar/yapabilir bu çok doğaldır; önemli olan, hataların en az zararla tespiti ve giderilmesidir. Bu da ancak açık toplumlara özgü bir yetenektir.
29.08.2009/ TARAF GAZETESİ / AHMET ALTAN
O R D U Y U Y I P R A T M A Y A L I M
Biliyorsunuz, sarraflar altının saflığını anlamak için dişlerine vururlar.
Sanki çok değerliymiş gibi sık sık kullanılan sözlerin değerini anlamak için de onları bir mantığa vurmak gerekir.
Bakalım göründüğü kadar değerli mi o laf.
Bu ülke, sistemini böyle birkaç tuhaf cümlenin etrafına örmüş.
Sistemi o cümleler ayakta tutuyor.
O cümlelerin en çok bilinenlerinden biri, “orduyu yıpratmayalım” lafı.
Nedir bu lafın değeri, bir bakalım.
Ne demek istiyor bu insanlar “orduyu yıpratmayalım” derken, bir anlayalım.
Bunu anlayabilmek için de önce bir soralım.
“Orduyu yıpratmak” olarak kabul edilmeyen herhangi bir ordu eleştirisi var mı?
Böyle bir tek eleştiri biliyorum.
“Ordu halkla ilişkiler konusunda yeterince iyi değil.”
Bunu söylemek orduyu yıpratmak olarak görülmüyor.
Bunun dışında “yıpratmak” tarifine girmeyen bir eleştiri gördünüz mü?
Ben görmedim.
Orduyla ilgili her eleştiri “yıpratma” kalıbının içine alınır.
Peki, ordu hangi konularda eleştiriliyor?
Ordu temelde iki ana konuda eleştiri alıyor.
Biricisi, bütün ağırlığıyla siyasetin içinde var olmak için direnmesi.
İkincisi, askerî yetenekleri ve disiplini.
O zaman şu soruyu soracağız.
Ordunun siyasetin dışına çıkmasını istemek neden “orduyu yıpratmak” oluyor?
Ordunun “yıpranmaması” ancak siyasetin içinde kalmasıyla mı mümkün?
Niye İngiliz ordusu siyaset dışında durduğunda yıpranmıyor da Türk ordusu siyasetin dışında kaldığında yıpranmış oluyor?
Yoksa, “orduyu yıpratmayın” derken aslında “ordunun siyasi varlığını eleştirmeyin” mi demek istiyorlar?
Galiba öyle demek istiyorlar.
Ordu, halkın iradesiyle gelmiş parlamentodan daha güçlü olsun istiyorlar.
Peki, bu ülkenin ve ordunun yararına mı?
Genelkurmay Başkanı, sanırım biraz da kavramları karıştırarak, hep aynı lafları söylüyor.
“Biz ulus-devletin ve üniter-devletin savunucusuyuz.”
Baştan sona yanlış bir cümle bu.
Ordu, “devletin” savunucusu değildir.
Ordu, “ülkenin” savunucusudur.
Ülkenin sınırlarını “düşmanlara” karşı korur, vazifesi budur, bunun için eğitilir, bunun için para alır.
İkincisi, eğer Türk ordusu “ulus-devletin” savunucusu olmak istiyorsa yapabileceği tek şey “ayaklanmaktır”; çünkü Türkiye’nin resmî politikası “ulus-devletten” çıkıp “ulusötesi” bir örgütlenme olan Avrupa Birliği’ne girmektir.
Hem Avrupa Birliği’ne üye olup hem ulus-devleti nasıl savunacaksınız?
Eğer Avrupa üyesi olursak Avrupa’nın parasını, anayasasını, bayrağını kullanacağız.
Başka ülkelerle ortak parası, ortak anayasası, ortak bayrağı olan ulus-devlet olur mu?
Eee, ordu Avrupa Birliği’ne karşı mı?
Karşıysa ordunun dediğini mi yapacağız, halkın iradesiyle seçilen parlamentonun dediğini mi?
“Üniter-devlet” ise bir idare biçiminin adı ve değişik ülkelerde değişik uygulamaları var.
Ne tür bir üniter-devlet olacağımıza ordu mu karar verecek?
Ordu, parlamentodan üstün mü?
Parlamentodan üstünse burada halkın iradesini yok sayan askerî diktatörlük var demektir.
Bir diktatörlüğe karşı çıkmak “orduyu yıpratmak” mı?
Eğer “diktatörlüğe” karşı çıkmaya “orduyu yıpratmak” diyorlarsa sahtekârlık yapıyorlar, bu orduyu yıpratmak değil demokrasiyi savunmaktır çünkü.
Ordunun disiplinsizliğini eleştirmeye gelince...
Bizimkisi disiplinsiz bir ordu, yaptığı darbelerden ve verdiği muhtıralardan belli disiplinsizliği.
Disiplin sadece ordu içinde olmaz, ordunun bütününün kendi üstü olan hükümete ve parlamentoya saygı göstermesiyle olur.
Çünkü ordu bir bütün olarak üstlerine başkaldırır ve laf dinlemezse, kendi içinde de disiplinli olamaz, parlamentoya diklenerek siyasette var olan ordu siyasileşir ve kendi içinde “hizipler” oluşur ki onlara cunta denir.
Şimdi bana söyleyin, neden ordunun siyaset dışında, kendi mesleğine odaklanmış, işini yapan bir yapı olmasını istemek orduyu “yıpratmak” sayılsın?
“Orduyu yıpratmayın” diyenler “ordunun gizli diktatörlüğüne dokunmayın” demek istiyorlar aslında.
Ordunun “siyasi iktidarını” korumak için ülkeyi, demokrasiyi, hukuku, gelişmişliği, çağdaşlığı “yıpratanlara” da bir sormalıyız.
Sizin bu “diktatörlükten” nasıl bir çıkarınız var?
Bize bir de bunu anlatsanıza.
Y O R U M
Bay Altan diyor ki:
Her kim askere ve/ya kurumlarına yapılan eleştirilere “orduyu yıpratmayalım” diyerek karşı çıkıyor ise; Her kim hatalara “gözbebeğimizdir; fazlasını da hakkediyor” taltifiyle yine eleştiriye karşı çıkıyor ise, bu kişiler askerin gelişmesine planlı engel olan “içten” (yurttan) manipulasyonculardır.
Bilim eleştiriyi zorunlu kılar.
Gelişmiş ülkelerde uygulanan bu tür eleştiriler o ülkelerin gelişmesinin motorudur.
Eleştiri karşıtları ordunun parlamentodan üstün olmasını istiyorlar.
Eleştiri karşıtları Halkın iradesini yadsıyorlar.
Eleştiri karşıtları ulus devlet pazarını yitirmekten korkuyorlar
Eleştiri karşıtları A.B.ne “cız” sömürü korkutmasıyla karşı duruyorlar.
Eleştiri karşıtları disiplinli ordu istemiyorlar.
Eleştiri karşıtları başarılı ordu istemiyorlar
Eleştiri karşıtları muhtıra darbe virüsüyle hastalanmış ordu istiyorlar..
Eleştiri karşıtları halkına hesap vermeyen ordu istiyorlar.
Eleştiri karşıtları ordu için özel/askeri mahkeme istiyorlar.
Eleştiri karşıtları siyaset ile ilgilenerek mesleğinin gereğini yapamayan ordu istiyorlar.
Eleştiri karşıtları siyasete bulaşmış ve hiziplere(partilere) bölünmüş ordu istiyorlar.
Eleştiri karşıtları Türkiye’de ordunun gizli diktatörlüğüne dokunulmamasını istiyorlar..
Eleştiri karşıtları dar çıkarları menfaatleri için bunu savunuyorlar.
SUYUN İŞLEVİ : ARINMIŞLIK SIHHATTİR.
“Eleştiri birlik eleştiri.” Bu söz Çin Halk Cumhuriyeti devriminin önderi Mao Zedung ‘un,yerleşmiş yönetimin (bürokrasi) gelişmeyi önleyici yerlerini koruyucu (sekter) tutumlarına yönelik olarak yapılan ve sürdürülmesini istediği eleştirilerin izleyeceği güzergahı
Tarif için; birliği değişimde savrulmadan tutmanın modeli için ilan etmişti. Bürokrasi kadin Hindistan’da denildiği gibi ateşe benzer; değdiğini kendine çevirir lakin artık onu yakmıştır/bozmuştur.Bürokrasiye talip halk çocukları, söz konusu makamlara geldiklerinde genlikle mutasyona uğrayıp, ortaçağ kalelerinin kendilerini korumak için etraflarında açtıkları derin kanallar ve doldurdukları sular misali; kendi makamlarının ellerinden alınmaması ve buna tevessül edilmemesi için öyle modern “kanallar” oluşturmaktadırlar.
2) Bulgaristan devriminin önderi George Dimitrov, ikinci dünya harbinde sosyalistlerin emperyalistler arasındaki çelişkiden yararlanarak en saldırgan emperyaliste karşı diğerleriyle ittifak yapılması gerektiği çözümlemesini değerlendiren ünlü çalışmasında Alman saldırganları diğer emperyalistlerden şöyle ayırıyordu: “faşizm emperyalizmin en saldırgan, en kanlı, en şoven unsurlarının zırhlı yumruğudur.”
Savaşın en önemli tarafı asıl düşmanı(zincirin zayıf halkası) tespittir. Bu da farkın sisleri dağıtmasıyla olabilir.Farkı işlevsel/ yaşanır kılan, eleştiri kurumudur.Eleştiri fark etmeyi ayırd etmeyi ve seçmeyi öğretir.
3) Türkiye’nin yetiştirip değerinin ayırdına varamadığı (sanırım elli yıl sonra idrak edecek) üstad Süleyman Karagülle’nin Bürokrasiye yönelik şöyle bir çözümlemesi var: “Bürokrasi, şeytanın yeryüzündeki kurumlaşmış halidir; düzenli toplumlarda her kim özgürlüğü tarif ederek sistem kurmaya çalışıyorsa o gelişime ket vuran yobazlık organizasyonudur.Gelişen organizasyonlarda sadece yasaklar tarif edilir;özgürlükler değil!!”
“Özgürlükleri tarif etmek”: özgürleri nasıl kullanılacağını yasa ve alt yasalarla belirlemek; diğer bir değişle ufuk görüşüne at gözlükleriyle izin vermek..Bu ne menem bir beyin düşmanlığıdır?!? Ve hala modern kisvelerde kabul görüle bilmektedirler!? Medeniyetlerin özlerindeki özgür insan cevherini böylelikle bağımlı/ilkeli gibi tumturaklı insan taslaklarına dönüştürmektedirler.
Eleştiriyi gelişmiş toplumlar suyu kullandıkları gibi kullanırlar; onunla temizlenir beslenir ihtiyaç giderirler;yenilenirler. Gelişmiş gibi yapan toplumlar ise bu “su “ yaklaşımını tu-su-nami olarak algılarlar. Yüzme bilmeyenlerin boğulmaktan korkmaları normaldir; balıkçılık yapmak için tekne imal edipte boğulma sendromları a-normaldir.
Değişime direnen yaygın kamusal semptomları şöyle sıralayabılırız:
a- Kamusal ödevlere soyunanların eleştirilme-mesi mümkün değildir! İş/ Hizmet hataları da içerir; önemli olan, hataları görebilmek/gösterileni görmek ve düzeltmektir. İçsel ve dışsal arınmasızlık varlığı/kurumu eksiltir,yolda bırakır. Rahmetli Şerafettin Durmuş’un veciz sözü ile :Yargılan(a)mayan yalnız Allah’tır!
Sorun yapıcı yıkıcı ayrımında mı yoksa içten dıştan tarafında mı düğümlenmektedir.
Ciddi ve dürüst olmayan eleştiri ya da yalan temelli eleştiriden çekinerek doğru ve ciddi olanları da kaybetmeyi göze alamayız! Çünkü doğru karanlıkta çakan şimşek gbi nadir fark edilir; bu yüzden onu bulmanın zorluklarını da üstlenmeli değil miyiz?!
b- “Kol kırılır yen içinde kalır.” Zaafların “dışarı”da bilinmesi kurumları yıpratır.Bunlar belki kendi zamanlarında ilkel ve yerel doğruluğu olan ifadelerse de artık zamanını yitirmiş, kullanıldığında kullanıcısını sıkıntıya sokacak deyimlerdir.
Askeri bölgelerden geçerken şu levhaları hepimiz görmekteyiz “bu sahada fotograf çekmek yasaktır.” 1960 sıkıntılarında İsmet İnönü’nün evinin bahçesinde uydudan çekilmiş fotografını kendisine iletildiği söylenir; belki şehir efsanesidir; ama okumuştum. Ya şimdi.?!?
O koruyucu uyarı levhasının bu günkü ısrarını sebebi olsa olsa uydusu olmayan muhataplara olduğu anlaşılır.Uçağı olmayanlara tank göstermek gibi.Hatırlarsınız, Saddam çöl fırtınası öncesi yığınla tankını sermişti çöllere Amerika’ya gözdağı vermek için.
c-Çetin Altan ustanın hep değindiği “şanlı tarih” ile başlayan “bağlamalar” suç/hata/kusur örtme mekanızmaları haline gelmiştir.Yanı sıra protokoller…Şaşaalı flamalı yaldızlı itabar neonları.Tumturaklı görüntü ve sesler..Ve benzerleri bu günün ihtiyacı olan AR-GE kaynaklı işlevselliği ne kadar karşılar kim bilir?! Aksine, bu tür AR-GE (Araştırma Geliştirme Buluşçu yatırım üretim organizasyonları) temelli işlevselliğin olmadığı alanlarda çok kullanılan öz tatmin(kendi kendine) yanılsamasıdır.Gür ses teknolojiyi alt eder mi? Tabii ki mistik(ruhsal metafizik) okültist( açıkta olmayan derinde olan:gizil) alanlardaki sedaları(sayha/yıkıcı frekans:o da yüksek ilim gerektirir) hep rezervimde tutuyorum.
SÖZÜN ÖZÜ:
Eleştiri şeytani değildir; kışkırtıcı olabilir ama serbestliğiyle sistem, kendini yeniler ve yaşamını “bağrındakileri” mutlu ederek sürdürür. İş/Hizmet yapan üreten hata yapar/yapabilir bu çok doğaldır;önemli olan, hataların en az zararla tespiti ve giderilmesidir. Bu da ancak açık toplumlara özgü bir yetenektir.