04.08.2009
Ama bilinçli ama bilinçsiz; sürekli bir bilgi kirletilmesi yaşıyoruz.
Zaten, yaşamımıza inanılmaz ölçüde giren, kitle iletişim araçları ve başta televizyonlar, öyle bir bilgi kirliliği yaratıyorlar ki; bu kirliliği ortadan kaldırmak, neredeyse imkânsız oluyor.
1970'li yıllarda, bir süre ABD'de kaldım. Oradaki insanların, televizyon "takıntılarına" şaşırıp kalmıştım. Televizyonlar önlerine ne koyarsa inanıyorlardı. Üstelik bizde olduğu gibi; 10'larca televizyon kanalı olmadığı için, 3–4 büyük şirketin oluşturduğu oligarşik yapı içinde; neredeyse "tek sesli" bir yayın yapılıyor ve ABD'nin saf ve temiz insanları, bu egemen güç ne derse, ona inanıyorlardı.
Elbette, muhalefet de vardı ama seslerini duyurabilmeleri neredeyse imkânsız oluyordu. Bazı üniversite "kampüslerinde" en katısından muhaliflere rastlansa bile, atalarımızın söyledikleri üzere; "Kim söyleye, kim dinleye..."
O zamanlar; bizde, akşamüstleri dört beş saat yayın yapan, TRT televizyonundan başka hiçbir şey yoktu. Bu siyah beyaz yayında da, seyredecek ne bulurduk anlamıyorum. Ancak, her türlü yeniliğe aç olan ve inanılmaz bir "adaptasyon gücü" olan halkımız, bu yayınları da müthiş merakla izlerdi. Üstelik tam bir "empatiyle" ve duygusallıkla. Düşünün ki; "Jack" isimli bir dizide, "kötü adamı" oynayan ve dizinin kahramanı Jack'a, büyük kötülükler yapan bir karakteri canlandıran Fransız aktörü, bir vesile ile Türkiye'ye gelince; havaalanında Jack'a yaptığı kötülüklerden ötürü saldırıya uğramıştı...
Bugün, kanal sayısı kırkı, elliyi geçti. Fakat insanlar, beğenmedikleri kanalları seyretmeme yerine; başka kanallara geçmeye üşenip, o anda seyrettikleri kanalı eleştirmeyi iş ediniyorlar. Doğrusu, benim böyle bir sorunum (pek) yok. Zaten, genellikle haber kanallarını ve salt müzik yayını yapan bir kanalı izliyorum. Tabii bu arada, Beşiktaş'ın maçlarını seyrediyorum. (Küsmediğim dönemlerde...)
Böyle diyorum ama bazen ben de bir kanala takılıp kalıyorum ve beni sinir eden bilgi kirletmeleri (ama bilinçli ama bilinçsiz) izlemek zorunda kalıyorum.
Örneğin geçenlerde, bir televizyon kanalında; İnönü'nün çocuklarının, İstanbul Teknik Üniversitesi'nde okurken, Dolmabahçe Sarayı'nda kaldıkları ve bu nedenle, sarayın tüm giderlerinin yapıldığını dile getiren, kültürlü ve araştırmacı bir gazetecinin söylediklerini hayretle dinledim. Kültürlü ve araştırmacı derken; buna inanarak söyledim. Zira bazı konularda, çok farklı düşüncelerde olmamıza karşın; saygı duyduğum bir gazeteci idi.
Elimizde, İnönü'nün çocuklarının o dönemdeki "orta sınıf" çocukları nasıl yaşarsa, öyle yaşadıkları konusunda, sayısız bilgi vardır. Bunu, arkadaşlarının kaleme aldıkları anı kitaplarında da sıklıkla görürüz. İstanbul Teknik Üniversitesi'nin, Gümüşsuyu'ndaki yurdunda kalır, yurdun karavanasından yemeklerini yerlermiş.
Kaldı ki; bırakın çocukları için Dolmabahçe Sarayı'nı açtırmayı; İsmet Paşa, İstanbul'daki saray ve köşklerin hiçbirini, kendisi ve eşi için açtırmamış, bunların hiçbirinde, bir gece bile olsun kalmamıştır.
İnönü ve ailesinin tevazuu hakkında, sayısız anekdot vardır. Bunlardan birini sizlerle de paylaşmak istiyorum. Zira beni hep çok duygulandırmıştır.
Erdal İnönü; Ankara liselerinde okuyan, tüm erkek öğrenciler gibi askerlik kampına katılır. O dönemde, liselerde okuyan erkek öğrenciler; her yaz, birkaç haftalığına çadırlı askerlik kampına alınır ve o kamplarda, askerlik koşullarına alıştırılırlarmış. Tabii, Orta Anadolu sıcağında yapılan bir çadırlı kampta pek konfor olmayacağına da kuşku duyulmasa gerek.
O zamanlar Ankara, Çankaya-Ulus arasına sıkışmış 200–300 bin nüfuslu bir kent. Bu kamplar da; bugün, neredeyse Ankara'nın göbeği sayılan kırsallarda kurulurmuş. İşte böyle bir yerde, İnönü ve eşi Mevhibe Hanım at binerken, yolları bir kampın yakınlarına düşmüş. Mevhibe Hanım; bir annenin gönül gözüyle evladını fark etmiş. İsmet Paşa'ya; "Bak İsmet, Erdal
orada" diye seslenmiş. İsmet Paşa, başını bile çevirmemiş ve eşine, "O çocukların hepsi Erdal" yanıtını vermiş.
O İsmet Paşa, çocuklarına Dolmabahçe Sarayı'nı açar mı?
Televizyonlarda izlediğim birkaç bilgi yarışması da var. Daha doğrusu vardı. Zira artık izlemiyorum.
Bunlardan biri (devlet televizyonu olduğu için, adını vermekten çekinmiyorum) TRT 1'de izlediğim "Bir kelime, bir işlem" programı idi. Yıllarca ve yıllarca, çok zevkle izledikten sonra, şimdi artık izlemiyorum. Zira, bir "Türkçe bilgisi" ve "matematik kafası" yarışmasıyken; şimdi, herhalde "rating" alabilmek uğruna, tam bir magazine çevirdiler. Hele, yüksek bir meblağı "özendirmek için" öyle seviyesiz "çığırtkanlıklar" yapılıyor ki; programı sunan değerli tiyatro sanatçısı adına utanır oldum.
Bir başka yarışma programında; "şahadet" ve "şehadet" arasındaki farkı bilmeyen program hazırlayıcıları olduğunu anlayınca, o programı da kara listeye aldım. Harf alarak, kelime bulmaya çalışılan bu programda; "tanık olma"nın, sonunda "şehadet" diye bilinmesi (!) ve bu yanıtın doğru kabul edilmesi, gerçekten utanç vericiydi. Acaba güzel dilimiz nerelere gidiyor?
Başka "kirlilik" örneklerim daha var. Ama yerim bitti. Belki bir başka sefere...
Yorum:
Bilgi Kirliliği ya da Bilgi ve Kirlilik
Bilgi kirliliği ya da bilgi ve kirlilik konusuna doğru bir teşhis konulabilmesi için bence hayatta tabii-suni, normal-anormal ve doğal-yapay olan şeyleri bilmeye ihtiyaç vardır. Bugün hayatımıza girmiş olan kirliliklerin, hava, su ve uzay kirliliklerine bir de bilgi kirliliği eklenmiştir. Normal olarak zamanla eskiyen her şey, tabiatta bir kirlilik meydana getirir. Hücreler ölür, vücut kirlenir, yapraklar dökülür yollar kirlenir, dışkılar atılır, atılan yerler kirlenir. Bilgiler de zamanla kirlenir ve tedavülden çekilir. Ama bugünkü bilgi kirliliği, tabii değil sunidir, normal değil anormaldir, doğal değil, yapaydır. Hayatta tabii, normal ve doğal bir düzen olursa, suni, anormal ve yapay olan şey kendiliğinden yok olup gider. İngiltere’de dil kursundayız; öğretmenimiz bir bayan. İlk derste sınıfa girip “good morning” (günaydın) dedikten sonra “bu ilk dersimiz önce tanışalım” diyerek söze başladı. Böylece herkes kendisini tanıtıp açıklama yaptı. Bu arada ben de hocaya soru sormak için el kaldırdım. Buyurun diye işaret etti. Ben de kendisine “bizi böylece tanımış oldunuz. Biz de sizi tanımalıyız, hele mezuniyetiniz, Oxford mu, yoksa Cambridge mi” dediğim zaman acı, acı gülerek, hayatımda unutamayacağım bir cevap verdi. “Oralara ancak zengin olanlar gider”.
Yönetimde suni, yapay ve anormal bir şekilde iktidar ve muhalefet ayrımcılığının yapıldığı, eğitim ve öğretimin halktan alınıp devletleştirildiği, zengin ile fakir açısından haksız bir rekabete dayandırıldığı, adalete tüm toplumun omuz vermesi gerekirken, bu hak ve vazifenin halktan alınıp sadece savcılar sınıfına havale edildiğinden meydana gelen açığın medya ile kapatılmak istendiği ve medyacılara da kamu görevlisi nişanlarının ihsan edildiği (!) toplumlarda bilgi kirlenmesi kaçınılmaz olur.
Bilgi, bir iş, konu olay ve herhangi bir şey hakkındaki malumata denir. “Bayrak kırmızıdır” “Bir gün 24 saattir” “Dünya her gün güneş etrafında bir tur atar” ve “T.C. 1923 tarihinde kuruldu” cümleleri bilgi veren doğru cümleler yani çevreyi kirletmeyen ifadelerdir. “İnönü’nün çocukları Dolmabahçe Sarayı’nda kaldı” cümlesi, doğruya ve yalana, bugünkü ifade ile temizliğe ve kirliliğe ihtimali olan bir cümledir. Bunun doğru olabilmesi için vakıaya, olmuşa yani gerçeğe uygun olması gerekir. Eğer bu cümle gerçeğe aykırı ise yalan demektir, kirli demektir.
Halkın olan bir hak veya görev, neden devletleştirilir? Bir şeyi hem devlet ve hem de halk yapar mı? Bu bir çelişki değil mi? Haydi geçici bir süre zaruretten dolayı olsun, diyelim. Ama taşımacılıkta olduğu gibi, hem belediye ve hem de halk taşımacılığı, etiğim ve öğretimde ise özel okullar ve resmi okullar ebediyen böyle devam edip gider mi? Eğer tüm okullar, bilgi veren kurumlar ise, bilginin resmisi ve gayri resmisi, vakıflara ait olan bilgi, devlete ait olan bilgi diye bir şey olur mu? Suyu şahıs kaynatınca 100 derecede buharlaşıyorsa, devlet kaynatınca 200 derecede mi buharlaşır?
Bugün medya mensupları kendilerinin kamu görevi yaptıklarını iddia ediyorlar. Ben de soruyorum: Kamu görevi kişilerin kendi seçimleri veya tayinleriyle mi alınıp verilir? “Bir kısım medya” cümlesiyle hakarete maruz olan bu özel medyayı kim seçti ve kim tayin etti? Kamu görevi ya seçimle veya tayinle olmaz mı? Bu medyanın İzmir’in Havra sokağındaki yoğurtçudan farkı nedir ki, bunların birisi kamu görevlisi oluyor da diğeri olmuyor? Hâlbuki bunların birisi yoğurt satıyorsa, diğeri de haber satıyor değil mi? Arakasına devlet desteğini alanlarla rekabet olunmaz; tahsis, tercih ve bilmem daha ne gibi ayrımcılıkların yapıldığı bir yerde rekabet yapılamaz. Eşit şartlarda rekabetin olmadığı yerde de tekelcilik başlar, tekelcilikte de ekşi yoğurt tatlı yoğurt ayrımı yapılmaz, yalan haber, doğru haber ayrımı yapılmaz. İşte böylece ekranlar bilgi kiri akıtırlar. Çünkü bu medya asansör boşluğuna değil, sistemin boşluğuna oturmaktadır. Medya, bu medeniyetin, bu kültürün ve bu düzenin yumuşak karnıdır.
Birey ile toplumun, fert ile devletin sınırları çizilmedikçe ve fonksiyonları bilinmedikçe bu şikâyetler hep devam edip gidecektir. Çünkü insan için her yer ve her konuda normal, tabii ve doğal olanı bulup uygulamaktan başka fayda yoktur. Doğal ve normal olandan uzaklaşılıp da toplumda yapay bir şekilde sınıf ve sınıfçılık üreterek denge kurulmaya çalışılırsa olacağı budur.
Yönlendirme ve etkileme amacını güden, haber, yorum ve her türlü kamuoyu araştırması gayri meşrudur ve insana saygısızlıktır. Bu konuda bizim sınıfta ve sohbette, her zaman ve her yerde söylediğimiz meşhur cümlemiz şöyledir. İnsan iradesine saman çöpü kadar etki ve baskı yapılan bir yerde ne din, ne hukuk ve ne de insanlık vardır. Oysa bugünün ekonomi anlayışının reklâmcılık alanı bu değil mi? Oysa bugünün siyaset ve medya anlayışı ve uygulaması bu değil mi? Medya, insanları şu veya bu tarafa sevk etmek için kullanılan bir araç değil mi? “Kamuoyu oluşturmak” ifadesi bu medeniyetin ürettiği bir deyim değil mi? Kamuoyu nasıl oluşuyor? Yukarıdan aşağıya, tavandan tabana doğru gelen empoze, dayatma ve inmelerle değil mi?
Bize göre toplum aynı insan bünyesine benzer. Nasıl insan bünyesinin doğal bir yapısı varsa, insan bünyesi kendisine uygun olanları kabul ediyor yabancıları çıkarıp atıyorsa ve fakat onun sıkıntısını da çekiyorsa, mesela batan bir dikeni dışlayıp atıyorsa, işte toplum da böyledir. Devlet tüm bireylerin ve tüm doğal sınıfların ortak noktalarının bir bileşkesidir. Yani devlet, tüm vatandaşlara ve normal sınıflara aynı derecede yakın veya uzaktır. Medyaya tabii ki özel medyaya yakın veya uzak olduğu söylenen bir devletin primitif ve ilkel olduğunu söylemek insani bir borcumuzdur. Biz, üreticilere karşı tüketicileri koruyacağız deyen ve üretimin yanında değil, tüketimin yanında olan yöneticilerin yönetimini doğal değil, yapay buluyoruz.
Biz, eğitim ve öğretimde hiçbir ayrım yapılmadan tam bir fırsat eşitliğine dayanan, asker-sivil, memur-esnaf ve resmi gayri resmi kuruluşları arasında imtiyaz tanınmayan, hele, hele özel medyaya kamu görevi yapanlar gözüyle bakılmayan, rejimi, sistemi ve düzeni doğal ve fıtrata uygun olan bir toplum ve devlet içinde yaşamak istiyoruz.