11.01.2010
Batı'dan ülkemize sosyoloji biliminin gelişinden beri yüz yıldan fazla bir zaman geçti. Gayretleri küçümsememekle beraber, bu bilimde iç açıcı bir seviyeye ulaştığımızı söyleyemeyiz.
Oysa içinde bocaladığımız çalkantılardan kurtulmamızda, hukuk devletini oluşturmamızda, sosyal bünyemizi tanımamız çok önemli. Bu bilimde istenilen yere gelemeyişimizin elbette çeşitli sebepleri bulunmaktadır; ama en önemlisi intikal şeklinin çok sınırlı olmasıdır. Batılı iki ekol bizde etkili oldu; Le Play'in görüşünü Sabahattin Bey, Durkheim'inkini de Ziya Gökalp temsil etti.
Sosyoloji bilimi Batı'da da yeni idi; belki Almanya'da, İngiltere'de bu alanla ilgilenen daha dikkat çekici insanlar olabilirdi; mesela Almanya'da Weber vardı. Ama gerek Batılıların 'Prens' lakabını verdikleri Sabahattin Bey gerekse Ziya Gökalp Bey Fransızca biliyorlardı. Bizim de o dönemde sosyoloji ile ilgilenmemiz Fransa ile sınırlı kaldı. İlmi konuları takip edecek derecede dil bilmek zordur; her ilim insanının kullandığı kavramlar farklıdır. Biz yabancılar, ilgi duyduğumuz konuya genellikle tesadüfen kiminle başlarsak, hep onunla devam ederiz. Böylece ilgi alanımız daha da daralır.
Le Play'a göre toplumun çekirdeği ailedir. Uzviyetteki hücreye benzettiği ailenin özelliği ve fonksiyonu topluma yansır. Bilhassa işçi, dar gelirli aileleri öncelikle ele alır, onların incelenmesinin toplumu anlamayı kolaylaştıracağına inanır. Araştırmaları sonucunda Batı'dan Doğu'ya gittikçe ailenin toplumdaki fonksiyonunun arttığı kanaatine varır. Doğu'da aile her bakımdan atölye demektir; toprak mülkiyetine aile hakimdir. Batı'da aile atölyelerinin yerine şirketler, müesseseler ortaya çıkıyor... Ona göre devlet eliyle yapılan inkılaplar, düzenlemeler yüzeyde kalır. Bir toplumda köklü değişiklik isteniyorsa, aile ele alınmalıdır. Ahlak, anane en kristalize olmuş biçimde aile içinde yaşar; bunlar aynı zamanda toplumdaki zihniyetin göstergeleridir. Zihniyet değişmezse, cemiyet nasıl değişir? Topluma materyalist bir anlayışla yaklaşılmasına kesinlikle karşı çıkar. Materyalist bir telakki ile toplumun ancak mekanik şartları gün ışığına çıkarılabilir. Hürriyet onun için vazgeçilmez bir fenomendir; toplumun ve ferdin gelişmesi ancak onunla mümkündür.
Durkheim ise şekilcidir. Her şeyden önce cemiyetin yapısı üzerinde durur. Klandan başlayarak cemiyetin tekamülünü ele alır. Ona göre fertler cemiyetin etkisi altındadır. Nüfus yoğunluğu çoğaldıkça, insanların arasında ilişki sıklaşır; böyle cemiyetlerde iş bölümü artar. Onun görüşüne göre kişiler sosyal şartların ürünüdür. Durkheimci ekol daha çok toprakları dar, nüfusu yoğun yerlerdeki şartlar düşünülerek geliştirilmiştir. Mülkiyetten, aileden çok meslek gruplarına değer vermektedir. Topluma bakışı Marx'a çok yaklaşmaktadır; yalnız din, ahlak ve hukuka değer verdiği için ondan ayrılmaktadır. Fakat siyasi ve iktisadi uygulamaları ve neticeleri bakımından aralarındaki mesafe daralmakta ve hatta proletarya diktatoryasına dayanan komünist cemiyetine hazırlık görevi gördüğü iddia edilmektedir. Bizde Gökalp'in Türkçülüğü komünizme barikat çekmekle beraber, Durkheim'in fikirleri bürokratik ve devlet sosyalizminin doğmasında etkili olmuştur.
İttihat Terakki'deki ağırlığı, cumhuriyeti kuranlarca ideolog kabul edilmesi, Gökalp'in fikirlerinin diplomalılar arasında yayılmasına sebep oldu. Fransa'da milliyet karşıtı olarak değerlendirilen, hatta İzzeddin Şadan'ın yazdığına göre Fransa'da milliyet düşmanı olarak ileri sürülen Durkheim'in fikirleriyle ülkemizde milliyetçilik yapılması, piramidin tepetaklak oturtulmaya çalışılmasının sonucunu doğurdu.
Aslında ikisi de ithaf ekollerdir. Sosyal bilimler, din, milliyet, coğrafya gibi unsurları gözetmek zorundadırlar. Matematik, fizik, kimya bilimleri her yerde birdir; bütün coğrafyalarda iki kere iki dört eder; ama sosyal bilimler millilik damgasını taşırlar; ancak dışarıdan genel bilgileri ve metodu ithal edilir. Batı'da Le Play'inkine şahsiyetçi, Durkheim'ınkine yığıncı görüş denir. Bugünkü sıkıntılarımızda bu yığıncı görüşün payı olmadığını söylemek mümkün mü?.