27.10.2009
Televizyonda DTP Genel Başkanı Ahmet Türk’ün açıklamalarını dinlerken en çok “empati” sözcüğü dikkatimi çekti. Şöyle dedi Türk: “Bölgedeki gelişmelere objektif bir gözle bakılması ve bir empati kurulması durumunda halkın bu coşkusunun, yıllardır çekilen acılarla ve ızdıraplarla doğru orantılı olduğu görülecek ve kimse buna öfkeyle yaklaşamayacaktır.”
Önce “empati” kavramına bakalım. Sözlüklerde empati, “bir insanın, kendisini karşısındaki insanın yerine koyarak onun duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlaması” olarak tanımlanıyor. Hatırlarım, yıllar önce Trabzon’da farklı görüş ve eğilimlerden bir avuç insan, “Empati Grubu” adıyla bir araya gelmiş ve barış içinde bir arada yaşamaya katkıda bulunmak için çok yoğun ve etkili faaliyetler yürütmüşlerdi. Fakat bu kavramın henüz yeterince bilinmediğini, sık sık da “sempati” ile karıştırıldığını vurgulamak şart.
Herkes kendine empatik
Tekrar Türk’ün sözlerine dönecek olursak; DTP liderine sonuna kadar katılıyorum. Silopi’den başlayarak yapılan karşılama törenlerinden rahatsız olan bir vatandaşımız eğer Güneydoğu’da bir müddet kalmış ve yıllardır yaşanan çatışmayı bir de bölge insanının ağzından dinlemiş olsa eminim daha toleranslı ve anlayışlı olur; yaşananları “dünyanın sonu” olarak görmezdi. Gazeteci olarak bölgeye onlarca kez, hatta daha fazla gitmiş ve Kürt sorununun gelişimini adım adım izlemiş biri olarak söz konusu olayları anladığımı düşünüyorum. Dolayısıyla o gösterileri kesinlikle bir “şov” olarak görmüyorum.
Fakat orada binlerce insanın duygu ve coşkusunu anlayışla karşılamak, yaşananların “siyasi” açıdan baştan aşağıya yanlış olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Çünkü ülkenin “Kürt olmayan kesimlerinin” hassasiyetlerini hiçbir şekilde kaale almadan, “yıllardır bu anı bekliyorduk” diyerek bayram havası yaratıldığında barışa değil çatışmaya hizmet edilmiş oluyor.
Yazının tamamı için tıklayınız.
Yorum:
“Bir tarafın galip gelme hırsıdır, insanları bu duruma düşüren. Biraz hoşgörü her şeyi düzeltir, ne olur yani dünyada barış içinde yaşasak, herkes sevse birbirini, çiçekler açsa, kuşlar ötse, hayat bayram olsa! Hem ne olmuş ki? Geçmişe bir sünger çekeriz, devam ederiz hayatımıza.”
Bu sözleri sarf edecek kadar Polyanna olmanın ancak kafasını kuma gömmüş birine faydası olur. Gerçek dünyanın oyuna yer vermeyecek kadar katı olduğunu kavramış herkes bilir ki, yaşanan her şeyin bir bedeli vardır, biz istesek de istemesek de.
Bu bedel de ancak kurulacak adil bir yargı sistemiyle ödenir! Tahkim sistemiyle tafarlar dinlenir ve gerekirse kısas uygulanır. Ancak o zaman empati kurulmuş olur ve herkes herkesi anlar. Yoksa insanın nefsinde olmayan duyguları ondan beklemek ve empati masallarıyla bunu dayatmak, ancak insanın içindeki kini arttırır.
“-Gel kendini benim yerime koy, valla çok mutsuzum.
-Dur bi bakayım, hakkaten iyi görünmüyorsun.” demekle empati kurulmuyor, kimse kimseyi anlayamadığı gibi, affedip hoş göremiyor. Öyle olsaydı halk arasında bu kadar büyük öfke patlamaları yaşanmazdı.
Savaş kötü bir şey, bunda herkes hemfikir mi?
İnsan kanıyla beslenen vampirler hariç herkesin “Evet” dediğini duyar gibiyim.
Peki, o zaman savaşmayalım!
…
Haklı bir sessizlik çünkü bu da mümkün değil. Hayatın dengesi içinde hep savaşlar ve barışlar olacak. Dünya döndükçe hak ve batıl savaşacak, batıl galip gelecek dünya zulüm görecek, zulümden kurtulmak için başkaldıracak, hak gelecek. Hak düzen, bir süre sonra insanların şımarıklıkları yüzünden bozulacak, batıl düzene yenik düşecek…
Ku’ran her ümmetin bir ömrü olduğunu ve zamanı gelince de bundan bir an bile geri kalmayacağını söylüyor. Devletler de insanlar gibi doğarlar, büyürler, yaşlanırlar ve nihayetinde ölürler. Bu evreler yaşanırken savaş da kaçınılmaz olur.
Ku’ran’da bile “Allah yolunda savaşın.” deniyor, Allah onun için savaşılmasını istiyor. Bu tabiîki her şartta gelen bir emir değildir ancak gerektiğinde de gayet meşrudur.
Bu sözlerimden savaş delisi olduğum falan anlaşılmaz umarım, demem o ki, savaştan vebadan kaçar gibi kaçamayız, ya o hasta dokuyu tedavi ederiz ki bu her zaman mümkün olmuyor ya da mücadele ederken ölürüz.
Savaşın bedelleri ağırdır, savaşmamak için iyi bir düzen kurup, korumak gerekiyor ancak bu hiçbir zaman yeterli olmuyor, öyle ki Ku’ran’da savaş esirleri ve kölelerden bahsediliyor ki bunlar savaşın kaçınılmaz sonuçlarıdır. Erkekler öldürülür, kadın ve çocuklar köle olur.
Hükümleri duygularımızla vermeye kalkarsak, bu bizi yanılttığı gibi kalmaz, perişan eder. Bize kalsa, savaşı kaybeden taraftaki insanları affeder, salarız. Bu kontrolsüz potansiyel ya birleşip bize asi olur, ya bizim topraklarımızda anarşi çıkarır ya da halkın arasını açar! Peki o zaman ne yaparız, nasıl başa çıkarız? Bu insanlara merhamet gösterme peşine düşeceğimize adam olsaydık da savaşmasaydık. Madem savaş çıktı o zaman sonuçlarına da katlanmak zorundayız. Sonuçlarının ağır olması bile caydırıcı olması umularak insanların hizmetine sunulmuş.
Biz Rabbimizden ne daha adiliz ne de daha merhametli! Olmaya da çalışmayalım lütfen!