HÛD SÛRESİ - 15. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَإِلَى عَادٍ أَخَاهُمْ هُودًا قَالَ يَاقَوْمِ اعْبُدُوا اللَّهَ مَا لَكُمْ مِنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ إِنْ أَنْتُمْ إِلَّا مُفْتَرُونَ (50) يَاقَوْمِ لَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى الَّذِي فَطَرَنِي أَفَلَا تَعْقِلُونَ (51) وَيَاقَوْمِ اسْتَغْفِرُوا رَبَّكُمْ ثُمَّ تُوبُوا إِلَيْهِ يُرْسِلِ السَّمَاءَ عَلَيْكُمْ مِدْرَارًا وَيَزِدْكُمْ قُوَّةً إِلَى قُوَّتِكُمْ وَلَا تَتَوَلَّوْا مُجْرِمِينَ (52)
***
وَإِلَى عَادٍ أَخَاهُمْ هُودًا قَالَ يَاقَوْمِ اعْبُدُوا اللَّهَ مَا لَكُمْ مِنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ إِنْ أَنْتُمْ إِلَّا مُفْتَرُونَ (50)
Va EiLAy GAvDın EaPAvHuM HUvDan QAvLa YAvQaVMı uGBuDuv elLAHa MAvLaKuM MiN EiLAHın ĞaYRUvHu EiN EaNTuM EilLAv MuFTaRuNa
“… Ve Âd’a kardeşleri Hûd’u. Ey kavmim diye kavl etti. Allah’a ibadet ediniz. Sizin O’ndan gayrı bir ilâhınız yoktur. Siz yalnızca iftira edenlersiniz.”
“Vav” harfi ile Hazreti Nuh’a atfedilmektedir.
“Velekad erselnâ Nuhan ila kavmihi…”
“Âd’a da ehleri Salih’i…” denerek Salih’i de kavmine irsal ettik anlamındadır.
Nuh kavminin devamı olan Âd’ı zikretmektedir.
Sümerler gelmiş ve Mezopotamya’yı fethetmişlerdi. Yönetim Sümerler’de idi. Hazreti Nuh da Sümerler’den idi, ne var ki Sümerler’e irsal olunmamıştı, Sümerler ile yerlilerin kaynaşmasından oluşmuş bir kavme irsal olunmuştu.
Hazreti Nuh Mezopotamya’da kaynaşmış halkı tek devlet hâline getirmek istemiştir. Mezopotamya’da kabileler vardı. Sümer kabileleri veya yerli kabileler henüz gruplanmamıştı. Türkiye’nin İstiklâl Savaşı’ndan önceki durumu vardı. Kabileler vardı. Beylikler vardı. Ama bunlar uluslar olarak gruplanmamıştı. Dolayısıyla ortak adları yoktu. Sonra gruplanmaya başladılar. Sümerler ayrı ulus olmaya başlamış, yerliler ayrı gruplar olmaya başlamıştı. Ondan sonra Âd adını alan kavim yönetime hâkim olmuştu. Bu sefer Âd kavmine Sümerler’den değil kendilerinden Hazreti Hûd gelmiştir. Hazreti Nuh Sümerler’den olduğu halde, Hazreti Hûd Sümerler’den değil Hûd kavminden gelmiş yani iktidarda olan kavimden gelmiştir.
إِنِّي لَكُمْ نَذِيرٌ مُبِين أَنْ لَا تَعْبُدُوا إِلَّا اللَّهَ إِنِّي أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ أَلِيمٍ | وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا إِلَى قَوْمِهِ |
قَالَ يَاقَوْمِ اعْبُدُوا اللَّهَ مَا لَكُمْ مِنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ إِنْ أَنْتُمْ إِلَّا مُفْتَرُون | وَإِلَى عَادٍ أَخَاهُمْ هُودًا |
Hazreti Nuh Peygamberde “Kâle” denmediği halde burada “Kâle” denmiştir.
“Kavmi” deyince orada “Yâ Kavmî” demeye gerek görülmemiştir.
Burada “irsal ettik” kelimesi hazfedilmiş, onun yerine “Kâle” denmiştir.
“Âd” kelimesinde “kardeşleri” dendiği halde “Nuh” kelimesinde kardeşleri denmemiştir. Aynı ırktan olanlar kardeştirler. Aynı ırktan olmadıkları halde aynı dili ve kültürü benimseyenler kavimdir. Hazreti Nuh kavmine hitap ettiği halde hepsi kardeşleri değildir ve yalnız Sümerler’e hitap etmektedir. Sümerler ile beraber Âd halkına hitap etmektedir. Hazreti Hûd ise yalnız yönetici sınıfını oluşturan Âd halkına hitap etmektedir.
Burada “halk” ile “kavim” birbirinden ayrılmış bulunmaktadır. Halklar bir kavim içinde aynı ırktan olanlardır. Türk kavmi değişik halkları içermektedir; Kürtleri, Lazları, Oğuzları… Ama Türk halkı bütün bu halkları içine almamaktadır.
Kürt halkı Türkiye’de, İran’da, Irak’ta ve Suriye’de yaşamaktadır. Oğuzlar da Türkiye’de, Afganistan’da ve Özbekistan’da yaşamaktadır. Onların kavimleri başkadır. Türkiye Türk halklarının değil Türk kavminin ortak yurdudur.
Demek ki kavim ortak yurdu ve ortak yönetimi içermelidir.
Hazreti Nuh Peygamber ‘ben size açık nezirim’ dediği halde, Hazreti Hûd ‘açık nezirim’ diye bir hitapta bulunmamaktadır.
İki türlü halk ortaya çıkmaktadır. Biri; halk kötülük yapar, ceza olarak helâk gelmiş olur. Âd kavmine gelecek olan budur. Diğeri ise; zelzele zaten olacak, tufan zaten gelecektir.
Resul bunları uyarır, şu kötülükler olacaktır, tedbir alın der. Onlar tedbir almazlar ve gark olurlar. Bugünkü durum budur.
Dört ana afet açıkça geliyorum diyor. 1) Çevre kirliliği. 2) Mafyalar. 3) Silahlanma. 4) Neslin dejenerasyonu.
Buna karşı tedbir alalım diyoruz. Tedbir de semt kooperatiflerinin kurulmasıdır diyoruz. Buna kulak vermeyenler helâk olacaklardır diyoruz.
Hazreti Hûd Peygamber sadece davet etmektedir. Davete uymadıkları için onlara helâk gelecektir. Yoksa kendiliğinden gelen bir helâk söz konusu değildir.
Hazreti Nuh Peygamber Allah’tan başkasına ibadet etmeyin demektedir, Allah’a ibadet edin dememektedir. Yani Hazreti Nuh sadece yasağı koyduğu halde emir vermemektedir. Oysa Hazreti Hûd emirleri götürmekte, tek olan Allah’a ibadet edin demektedir. Mekke dönemi Nuh dönemi, Medine dönemi ise Hûd dönemi olmaktadır. Hazreti Nuh zamanında putlara tapmaktan vazgeçiliyor, Hazreti Hûd zamanında da tek Tanrı’ya ibadet ediliyor. “O’nun dışında ilâhınız yoktur” diyerek yasağı da eklemektedir. Yasağı birincisinin açıklanması olarak yapmaktadır. Madem başka ilâhınız yok, ibadet etmeden de yaşanmaz; o halde tek Allah’a ibadet ediniz.
Şimdi inkılâbın nasıl yapılacağı hususunda daha açık yol öğrenmiş oluyoruz.
Önce insanlar davet ediliyor. Ama eski düzenlerini hemen bırakmalarına davet edilmiyor. Zihnen insanlar yeni düzene hazırlanıyor. Ondan sonra yeni düzen kuruluyor. Ondan sonra da eski düzen terk ediliyor.
Biz 1960’lı yıllarda başladığımız Akevler ve Millî Görüş tebliğleri ile insanları zihnen “Adil Kur’an Düzeni”ne hazırladık. Onlarla koalisyonlar yaptık, hükümetler kurduk. Bu şekilde insanlara “Adil Kur’an Düzeni”ni anlatmış olduk. Ama anlatmadan uygulama olamayacağı için uygulama yapmadık. Mevcut uygulamalar içinde “Adil Kur’an Düzeni”ni anlatmaya çalıştık. Bu dönem Hazreti Nuh’un dönemidir.
Şimdi ise “Adil Kur’an Düzeni”ni uygulayacak hâle geldiğimiz için insanları “Adil Kur’an Düzeni”ne davet ediyoruz. O da semt kooperatiflerini kurun da faizli işletmelerden uzak durun davetidir.
Bunu nasıl başaracağız?
Biz kooperatif içinde “Adil Kur’an Düzeni”ni yaşayacak, onlara mallarımızı satacak ve mallarımızı alacağız, bunu yaparken de sadece takas yapacağız.
Hazreti Nuh Peygamber, ben size gelecek elim azaptan korkuyorum diyor.
Hazreti Hûd Peygamber ise ‘siz iftira ediyorsunuz’ diyor.
“Müfteri” iftira eden demektir.
“Müftera” ise iftira olunan demektir.
“MuFTaRUvNa” iftira edenler demektir.
“Müfterevne” iftira olunanlar demektir.
مُفْتَرِيُونَ ß مُفْتَرِيونَ ß مُفْتَرِونَ ß مُفْتَرُونَ
Erkek çoğul kullanıldığı için iftira edenler olmuş olur.
Allah’a, başka ilâhlar halk etti diyerek iftira ediyorsunuz anlamındadır. Yahut bunlar ilâhtır diyerek onlara iftira ediyorsunuz denmiş olur. Bir şey altın olmadığı halde onu altın göstermek iftiradır. Biri hırsız olmadığı halde onu hırsız göstermek iftiradır. Heykel insan olmadığı halde ona insan muamelesi yapmak iftiradır. Heykelin kendisi günah değildir ama heykeli canlı kabul etmek iftiradır. Altın karşılığı çıkarılan bir senet altını göstermektedir. Onu çıkarana verdiğiniz zaman sana o kadar altını veriyorsa bu iftira değildir. Ama karşılıksız parayı karşılıklı para gibi göstermek iftiradır.
Hûd kavmi ne günah işlemişti, neyi iftira ediyorlardı? Âyetlerde bunları çözmemiz gerekmektedir. Sonra da kazılarla bu çözümleri teyiden görerek hem Kur’an’ın şeksiz, şüphesiz olduğunu anlamamız hem de ne yapmamız gerektiğini ortaya koymamız gerekir.
وَإِلَى عَادٍ
Va EiLAy GAvDın
“Ve Âd’a…”
Mezopotamya kavmine önce Hazreti Nuh gönderildi. Hazreti Nuh peygamberin kavmi resulleri tekzip etti denmektedir. Mürselleri de tekzip etti deniyor.
وَإِنْ يُكَذِّبُوكَ فَقَدْ كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ نُوحٍ وَعَادٌ وَثَمُودُ(42)
“Seni tekzip ediyorlarsa senden önce Nuh, Semud ve Âd kavmi de tekzip etti.”
Üç topluluğu bir kavim olarak zikrediyor. Üçü de Mezopotamya uygarlığını yapan kavimdir, bir kavimdir.
كَذَّبَتْ قَوْمُ نُوحٍ الْمُرْسَلِينَ(105)
“Nuh kavmi mürselleri tekzip etti.”
Demek ki Hazreti Nuh, Hazreti Hûd ve Hazreti Salih bir kavme mürsel olanlardır.
وَقَوْمَ نُوحٍ لَمَّا كَذَّبُوا الرُّسُلَ أَغْرَقْنَاهُمْ
“Ve Nuh kavmi resulleri tekzip edince onları gark ettik.”
Demek ki Hazreti Nuh’tan evvel de resuller gelmiş, insanlar uyarılmış ama resuller kabul görmemişlerdir. Burada öğrendiğimiz bir husus olmaktadır. Yeni uygarlık bir resulün (veya halifesinin) gelmesi ile değildir. Değişik resuller gelir, adım adım uyarılırlar ve sonunda son resul gelir ve yeni uygarlık öyle kurulur.
Ülkemizde ilk uyarıyı Bediüzzaman yapmıştır. İkinci uyarı ise Erbakan tarafından yapılmıştır. Akevler çalışanları Erbakan’ın istişare ettiği kimseler olmuştur. Yani resullük değil nebilik hizmetini yapmışlardır. Bediüzzaman ve Erbakan Hazreti Nuh’tan önce gelen resuller mesabesindedirler. Üçüncü binyılın resulü mesabesinde olan ise beklenmektedir.
“Âd” kelimesi “ADV/ADY” kelimesinden ismi faildir. Adavet etme anlamındadır. Saldıran anlamına gelir. Tevrat’ta ise “Akad” olarak geçmektedir. “AKeDe” te’kîd etme anlamındadır.
“Sümer” esmer anlamındadır. Sümerler buğday renginde bir ırk idiler, bu sebeple onlara Sümer denmiştir. “Âd” “I’yd”den gelmiş olabilir. Sümerler’in fethinden sonra yerli halkın bir kısmı orasını terk etmiş ve çöle gitmişlerdir. Sümerler’in barajlar yaparak uygarlık getirmeleri, Hazreti Nuh Peygamberin de “Adil Düzen”i kurmaları sonucu tekrar Fırat ve Dicle havzasına avdet etmişlerdir. Aid olanlar anlamında “I’yd” düşmüş “Âd” olmuştur. “Akad” da “Âd” kelimesinin çoğulu olabilir yani “Âdlar” olur.
Refah içinde olan Mezopotamya yerlilerini kolayca yenmiş ve Sümerler kendi uygarlıklarını kurmuşlardır. Bu sefer çöllere göç eden Âdlar güçlenmişler, Sümerler de refahtan dolayı gevşemişler, aynı gevşeme ve bozulma onlarda da başlamış veya zulüm yapmaya başlamışlardır. Hazreti Nuh bunları uyarmaya gelmiştir.
أَخَاهُمْ
EaPAvHuM
“Kardeşleri”
Kardeş aynı anneden veya aynı babadan doğan kimselerdir. “Miras ayetlerindeki eh bu manadadır”.
فَإِنْ تَابُوا وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَآتَوُا الزَّكَاةَ فَإِخْوَانُكُمْ فِي الدِّينِ
“Tevbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse dinde sizin kardeşlerinizdirler.”
فَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَأَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِهِ إِخْوَانًا
“Kalplerinizin arasını telif etti de Allah’ın nimeti ile ihvan oldunuz.”
Hûd kavmi müşrik oldukları halde Hazreti Hûd’un kardeşleri idiler.
O halde ayrı dinden olanlar da ülkede kardeştirler. Hattâ kavga ederken bu kardeşlikten ayrılmış olmazlar.
PKK mensupları da kavim içinde kardeşlerimizdir demektir, biz onlara kavim içinde kardeşim diyebiliriz. Ancak dinde (düzende) müşriklerdir.
هُودًا
HUvDan
“Hûd’u”
“Hûd” kelimesi “HVD” kökünden gelen kelimedir.
Yahudiler için “Ellezîne Hâdû” denmektedir. “Hâdi” (Yol gösterici) anlamına gelir. “Hevd” deve hörgücünün bulunduğu yer yani devede oturulacak yer demektir. Fiil olarak “yola çıktı” demektir.
“Hidayet etmek” de yol göstermek demektir. “Kûnû Hûden” ifadesinden Yahudi olun manasını çıkarabiliriz. Bize göre doğu dinleri Hûd dinleridir. Hindu dini anlamındadır. “Hind” “HVD”den dönüşmüştür.
Hazreti Hûd aleyhisselâm Âd kavmine gelmiştir. Sonra Âd kavmi mağlup oluyor, ikinci Sümer yönetimi kuruluyor. Sonra ikinci Âd yönetimi oluşuyor.
Tarihçe sabit olan bu husus Kur’an’da da beyan edilmektedir. Adeni-l ulâ denmektedir. Hazreti Hûd birinci Âd yönetimine gelmiştir.
قَالَ يَاقَوْمِ
QAvLa YAvQaVMı
“Ey kavmim demişti”
“Ey kavmim” deyince Sümerlerin ve Âd olanların hepsine birden hitap etmektedir. Yönetimde Âd halkı olduğu için Hazreti Hûd Âd halkından gelmiştir ama resul olarak yalnız Âd halkına hitap etmektedir. Öyle olmasaydı “Ya ihvetî” derdi.
Demek ki biz Ak Partililere kardeşlerimiz diyeceğiz ama ileride biz Ak Partililer, Millî Görüşçüler “Adil Kur’an Düzeni”ni kabul edip iktidar olduğumuzda artık tüm kavmimiz muhatabımız olacaktır.
Bugün de hitabımızı yaparken halkları ayırmamamız, partileri ayırt etmeden bütün ulusu “Adil Kur’an Düzeni”ne davet etmemiz, onlara anlatmamız gerekmektedir. Bu sebepledir ki biz CHP ile koalisyon yaptık. Bu sebepledir ki biz MHP ile seçim ittifakı yaptık. Kurucularımızın birçoğu Kürt kökenli idi. Hattâ HDP’liler de Erbakan’a gelmişlerdi, birlikte seçime girmek istiyorlardı. Erbakan beni çağırmış ve bana sormuştu. Ben; ‘illeri serbest bırakın, isteyenler MHP ile isteyenler HDP ile ittifak yapsınlar’ demiştim. Biz her zaman onlarla siyasette dayanışma içinde olup PKK’lılardan ayırmak istedik. Şimdi AK Parti onları devre dışında bırakınca PKK’nın kucağına düştüler ve çözüm süreci son buldu.
اعْبُدُوا اللَّهَ
uGBuDuv elLAHa
“Allah’a ibadet ediniz”
Hazreti Nuh Peygamber kavmine Allah’tan başkasına ibadet etmeyiniz demişti. Hazreti Hûd ise Allah’a ibadet ediniz demiyor. Hazreti Nuh Peygamber halkından fazla bir şey istemiyordu, sadece Allah’tan başkasına ibadet etmeyiniz diyordu.
Eski kâfirler Allah’tan başka tanrılara tapıyorlardı.
Bugün ise hiçbir tanrıya tapmama modası vardır. İbadeti namaz kılmak, oruç tutmak, umre yapmak diye anlarsak, bugünkülerin durumu dündekilerin durumundan farksızdır. İbadet bir kölenin efendisine yaptıklarını yapmak ise bugün tamamen Allah’tan başkasına tapılmaktadır. Bugün askere gidenler gönül rızası ile ve kendi topluluklarının güvenini sağlamak için gitmiyorlar, yönetimin baskısı sonucu zorla askere alınıyorlar. O halde bunlar topluluğa ibadet etmiyor, yönetime ibadet ediyorlar. Bu şirktir. Bugün vergi verenler isteyerek vergi vermiyorlar, zorlandıkları için veriyorlar. O halde bunlar insanlığa ibadet etmiyorlar, maliye memurlarına ibadet ediyorlar. Bu da şirktir.
Allah’a ibadet etmek demek, gönül rızası ile askere gitmek ve gönül rızası ile vergi ödemek demektir. Bugün bu gerçekleşmiyor.
Biz bu topluluğa diyoruz ki; Allah’a ibadet ediniz yani Allah’ın halifesi olan insanlığa hizmet ediniz, gönül rızanızla hizmet ediniz, yaptıklarınızı yöneticilerden ve görevlilerden korkarak yapmayınız. Hakemlerin kararlarına boyun eğiniz. Zulmederlerse, âhirette Allah size mükâfatını verecektir.
Namaz, zekât, oruç ve hac ibadet değil midir?
Kur’an’da bunlar ibadete atfedilmiştir.
O halde bunlar ibadet değil de nedir?
Namaz kılınız, çünkü fahşadan ve münkerden nehy eder. O halde namazın kendisi ibadet değildir ama ibadete götüren sebeptir, ibadetin eğitimidir, ibadete sevk edendir.
Kişi var, topluluk var. Kişi içtihat yaparken Allah’ın dolayısıyla topluluğun yani insanlığın halifesidir. O’nun adına karar alır. Sonra içtihadı yaparken de Allah’ın yani topluluğun yani insanlığın kuludur. O’na ibadet eder. Topluluk da icmaları ile Allah’ın halifesi olur, cemaati ile de Allah’ın kulu olur.
مَا لَكُمْ مِنْ إِلَهٍ
MAv LaKuM MiN EiLAHin
“Sizin hiç bir ilâhınız yoktur”
Burada “Mâ” “Leyse”ye müşbihtir, sizin yoktur, olmadı demektir. “Min İlâh” “Mâ”nın ismidir. “Leküm” de haberidir. “İlâh” nekredir. Tanrı anlamındadır. “Mâ”dan sonra geldiği için asla yoktur anlamını taşır. Aslında Allah’tan başka ilâh yoktur ifadesi daha genel bir ifadedir. Burada “sizin yoktur” demesiyle O’na ibadet etmenin hikmetini anlatmaktadır. Mefhumu muhalefet anlarsanız, başkaları için vardır anlamı çıkar. Bu sebepledir ki Ebu Hanife mefhumu muhalefeti kabul etmez. Bizim görüşümüz de böyledir.
“Lah” bir şeyi kapatmak için üstüne örtülen örtü demektir.
“İlâh” örtülmüş, görünmez anlamında olup tanrı demektir.
“İlâh” kelimesi Tanrı anlamındadır. İnsanlar, “var ediciyi” her zaman bilmişlerdir. O’nu en kıymetli veya güçlü gördükleri bir varlık ile ifade etmeye çalışmışlardır. Bu sebepledir ki birçok dinlerde Tanrı güneş kelimesi ile ifade edilmiştir. Türkçedeki Tanrı da ışık kelimesinden gelmektedir. Kur’an’da da “Allah göklerin ve yerin nurudur” denmektedir. Bu kelimenin çıkışı “aydınlık” anlamına gelen bir sözden gelmiş olmalıdır. Türkçeye Tanrı diye tercüme edilecektir.
O’nu gözler idrak edemez. Göz ancak çarpıp geri dönen ışıkları idrak eder. Zaten insan hiçbir şeyin aslını idrak edemez. Ben sizinle konuşurken sizi idrak etmiyorum, sizin gönderdiğiniz mesajları idrak ediyorum. Allah ise her yerde zahirdir ama özel zuhuru yoktur. Onun için ilâh denmiştir.
غَيْرُهُ
ĞaYRUvHu
“Onun gayrısı”
“Gayri” kelimesi “Mâ”nın haberi olan kelimenin bedelidir, ilâhın sıfatıdır. Yani ilâhın sıfatı olabilir. Gerçi izafetle lâfzen marifedir. Ancak “gayr” kelimesi manen nekredir. Çünkü onun dışında olanlar bilinmemektedir. “Gayruhu” dendiği zaman kurala göre o gayrın bilinmesi gerekmektedir. Ancak Araplar gayrı nekre olarak anlarlar. Bununla beraber “Gayruhu” “Mâ”nın haberi olabilir. “Min İlâhin” de mukaddem hâl olur. “Darabe Kaimen reculün” cümlesi caiz görülmesi halinde bu mana verilebilir.
“Allah’a ibadet edin” emrinden sonra “başkasına ibadet etmeyin” nehyini de böyle ifade etmiş olmaktadır. Yalnız Allah’ın işi yapılacaktır. Amel başkasının işini yapma taahhüdüdür. Bu caizdir. İbadet ise ondan başka hiç kimsenin işini yapmama taahhüdüdür. Köle yalnız sahibinin işini yapar. Bu Allah’tan başkası için haramdır, nehy edilmiştir.
İslâmiyet’te kölenin de kişiliği vardır, o da Allah’ın yani topluluğun kuludur. O da topluluğun bir temsilcisidir. Bu sebeple kölenin de kişiliği vardır. Davalı ve davacı olur. Köleyi öldüren de öldürülür. Roma’da ise kölenin kişiliği yoktu, eşya mertebesinde idi. Sahibi devesi gibi onu öldürebilirdi. Başkası öldürse de kısas talep edilemezdi, ancak bedeli istenebilirdi.
إِنْ أَنْتُمْ إِلَّا مُفْتَرُونَ (50)
EiN EaNTuM EilLAv MuFTaRuNa
“Siz sadece müfterisiniz.”
“İftira etmek” demek, uydurmak, olmayanı olmuş gibi göstermek demektir. Tanrı olmayanı tanrı imiş gibi söylemedir. Onun tanrı olmadığını aslında onlar da bilirler.
Ateistler öldükten sonra insanın yaşadığına inanmazlar ama Mustafa Kemal’e, Lenin’e taptırırlar. Peki, madem öldükten sonra kişi ölmüştür, onun heykelini yapıp insanları taptırmak nedir, resimlere duyulan saygı nedir?! Onu güçlü yapıp kendi istediklerini topluluğa yaptırmak için bunları yapıyorlar. Ölmeden evvel şiddetle karşı olunanlar ölünce kahraman olur, büyütülür, tanrılaştırılır. Hazreti İsa hayatında her türlü zulme uğradı, hattâ onu katletmek istediler ama sonra tanrılaştırıldı!
Necmettin Erbakan’a yapmadıkları eziyet kalmadı ama ölünce cenazesi akın akın doldu. Şimdi oğlunu itekliyorlar ama babasına ibadet ediyorlar! Bunlar Erbakan’ı sevdikleri veya saydıkları için yapmıyorlar. Erbakan’ı sevdiklerini veya saydıklarını göstererek onun sayesinde insanları sömürmektirler. Yoksa ona saygısı olanlar Fatih Erbakan’a konuşmayı yasaklarlar mı? Başdanışman yapıyorlar, sonra da teşkilata emir veriyorlar ve konuşturmuyorlar. İşte, onların Erbakan’a saygıları da budur.
Mustafa Kamalak diyor ki; Oğuzhan’ı dinleyin, o kıdemlidir. Süleyman Arif Emre, Hasan Aksay, Süleyman Karagülle ondan yani Oğuzhan’dan çok çok kıdemlidir.
İşte bunlar müfteridirler. Allah’tan başka ilâh ittihaz edinenler müfteridirler.
Ne Erbakan tanrıdır, ne Mustafa Kemal tanrıdır. Hepsi birer kuldur. Allah’ın onlara yüklemiş olduğu görevleri yapmışlardır. Tek mabud O’dur.
Eskiden hanedanlar tanrılaştırılıyordu. Sonra diktatörler tanrı oldu. Şimdi de parti başkanları tanrı olmaya başladı. Eğer kendi liderlerini tanrılaştırır karşı taraflarınkini lânetlersen onbinlerce okunur. Liderlerine dokunursan veya karşı partinin başkanına küçük metheder cümle söylersen, o zaman bin bile okunmaz. Partisinin putuna taparsanız siz makbul insansınız. Âlemlerin Rabbine taparsanız, işte o zaman işe yaramazsınız.
Siz bugün bunları yaşamıyor musunuz?
Hazreti Hûd Peygamber de halkına bunları anlatmaktadır.
Bizim parti başkanlarına veya cumhurbaşkanlarına değil, topluluğa hizmet etmemiz gerekir. Topluluğumuz da insanlığın hizmetkârı olmalıdır.
يَاقَوْمِ لَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى الَّذي فَطَرَنِي أَفَلَا تَعْقِلُونَ (51)
YAv QAvMı LAv EaSEaLuKuM GaLaYHi EaCRan EiN EaCRiYa EilLAv GaLay elLaÜIy FaOaRaNIy EFaLAv TaGQıLUvNa
“Bunun üzerine bir ecr sual etmiyorum. Benim ecrim beni fıtrat eden kimseye aittir. Akletmez misiniz?”
Atıf harfi getirmeden “Ey Kavmim” dedi. Oysa bundan sonra gelecek âyette “Ve Ya Kavmi” diyecektir. “Ey Kavmim” + “Ey Kavmim” + “Ve Ey Kavmim” şeklinde olan bu ifadelerde iki şekilde mana verilebilir.
1- İki cümle arasında “ve” harfi ya kemali infisalle olur, aralarında ilişki yok demektir. O takdirde birinci “kavmim” ayrı, son ikisi birdir. Ey Kavmim + (Ey Kavmim + Ve Ey Kavmim)
2- Veya kemali ittisal vardır. (Ey Kavmim + Ey Kavmim) + Ve Ey Kavmim
“Ben sizden ücret istemiyorum” ile “Ey kavmim istiğfar ediniz” arasında yakınlık az olduğu, bu ikinci “Ey Kavmim” hitabını birinci “Ey Kavmim” hitabının tekidi olarak anlarız. Bundan sonraki “Ve Ya Kavmi”nin atfı olarak yorumluyoruz.
“Ondan başka ilâhınız yoktur, O’na ibadet ediniz” ilâhi emrini tebliğ ediyoruz. “Onun üzerine bir ücret istemiyorum” yani bu tebliği yapmış olmadan dolayı bir ücret istemiyorum.
يَاقَوْمِ لَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى الَّذي فَطَرَنِي | وَيَاقَوْمِ لَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مَالًا إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى اللَّهِ |
أَفَلَا تَعْقِلُونَ | وَمَا أَنَا بِطَارِدِ الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّهُمْ مُلَاقُو رَبِّهِمْ وَلَكِنِّي أَرَاكُمْ قَوْمًا تَجْهَلُونَ |
Hazreti Nuh Peygamber kavmine ben sizden mal istemiyorum demiştir.
Oysa Hazreti Hûd Peygamber ben sizden ücret istemiyorum demektedir.
Hazreti Nuh Peygamber zamanında henüz ücret kavramı yoktu. Yapılan işte bedel alınırdı. Hâlbuki Hazreti Hûd zamanında artık işçi-patron kavramları ortaya çıkmış ve devamlı iş anlaşmasını yapmaya başlamışlardır. Bunu bize anlatması için Nuh kıssasında “mâlen” denmektedir, Hûd kıssasında ise “ecren” denmektedir.
Hazreti Nuh Peygamberin kıssasında “ben sizi cahil kavim görüyorum” demişti.
Burada ise “akletmez misiniz” denmektedir.
Hazreti Nuh Peygamber zamanında halk İslâm düzenini bilmiyordu, öğrenmek istemiyordu. Onun için onlara “ben sizi cahil bir kavim görüyorum” demektedir. Çünkü onlar uygarlığı getirecek ilk kavim olmuşlardır. Zorluk da buradan doğmaktadır. Kişi yönetiminden şeriat yönetimine geçme zorluğu vardır. Kişi yönetimi bugünkü askerlikte uygulanan emir komuta zinciri ile yönetmedir. Hattâ zincir bile yoktur. Doğrudan emir komuta vardır. Oysa Hazreti Nuh ile şeriat dönemine geçilmiştir. Kişilikte içtihadı ile kurallara uyar. Zarar verirse hakemlerin kararı ile tazmin eder.
Hazreti Nuh Peygamberde “benim ecrim Allah’a aittir” dediği halde, Hazreti Hûd Peygamberde “beni yaratana aittir” denmektedir. “Halakanî” de demeyip “Fetaranî” demektedir. Hilkat birbirine benzeyen varlıkları üretmedir. Fıtrat ise ayrı ayrı birbirinden farklı varlıkları üretmedir. “Fetaranî” demekle şuna işaret etmektedir. Bana farklı görev verdi. Risalet görevi verdi. Farklı görev vermişse onun ücretini de o verecektir.
İşte, Millî Görüşçülerin ve Cemaatin hataları bu olmuştur.
İzmir’de Remzi Güres’in başkanlığında oluşan Halil Rifat Paşa Mahallesi Cemaati’nin temel dayanağı makroda bu sorunların çözülemeyeceği, mikroda çözülmesi gerektiği idi. Ben buna katıldım. Aramızdaki fark; onlar mevcut düzenden faizli kredi alarak mikroyu oluşturacakları görüşünde idi, ben ise bu görüşlerine katılmadım. Ayrıldık.
Biz Prof. Dr. Ahmet Tahir Satoğlu ile kooperatif kurduk. Halil Rifat Paşa Mahallesi mensupları da bize katıldılar. Faizden dolayı onlar sonunda dağıldılar. Akevler ise yarım asırdır yaşıyor ve gelişmektedir.
يَاقَوْمِ
YAv QAvMı
“Ey Kavmim”
Konuşurken bir şeyi anlattığınız zaman, muhatapla ilgili iyi duyguları teyit etmek için muhatabı tekrar edersiniz. Bakara’nın son âyetinde, “Rabbimiz, hata eder veya unutursak bizi muaheze etme; Rabbimiz, bizden öncekilere hamlettiklerini bize hamletme” denmektedir.
Burada Hazreti Hûd Peygamber kavmine nasihat etmekte ve onları kurtarmak için onlara yalvarmaktadır.
Bizim de görevimiz budur. Tüm insanlığa hitap ederek diyoruz ki: Faizli düzen sona ermiştir. İnsanlık uçuruma gitmektedir. Faizsiz düzene gelin diyoruz. Biz onların helak olmasını veya iflas etmesini istemiyoruz. Serbest rekabet içinde ticaret yapsınlar, para kazansınlar ve uygarlaşma hizmetine devam etsinler. Bu sebeple onlara intihar edin demiyoruz. Sosyalistlerin yaptıkları gibi onlara ticareti yasak etmiyoruz. Sermayeniz var, işi biliyorsunuz, ticarete devam edin, ribayı terk edin diyoruz.
Hazreti Hûd da bunu yapmıştır, o sebeple “Ey Kavmim” diye tekrar etmiştir.
لَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ
LAv EaSEaLuKuM GaLaYHi
“Üzerine sizden sual etmiyorum”
Sual etmek sormak veya istemek anlamındadır. Sormak “An” veya “Bi” harfleri ile olur. Doğrudan iki meful alır. Ücreti istemek “Ala” harfi ile söylemedir.
Ben sizden ücret istemiyorum diyor.
Buradaki “Hi” (o) zamiri mahzuf olan cümlede geçen bir isim olabilir. “Lâ Es’elüküm” cümlesi onun beyanı olur. Bunun delaleti buradaki “Hu” zamiridir. Ben size Allah’a nasıl ibadet edeceğimizi öğretmekle görevliyim. Benim size öğreteceğim şekilde ibadet edeceğinizi öğretmekle görevlendirildim, risaletle görevlendirildim, bundan dolayı sizden bir ücret istemiyorum diyor.
Bizim “Adil Kur’an Düzeni”ni tebliğ etmemiz için de kimseden bir ücret istemememiz gerekir. Kooperatif kuruyoruz, ücret vermelerini değil ortak olmalarını istiyoruz. Birinci Akevler uygulamasında bize ortak olanlara ortaklık vecibelerimizi yerine getirdik. Şimdi yeni ortaklık kurmaktayız. Bir araştırma merkezi kuralım dedik. Şimdilik bir ortağımız devam etmektedir. Ona taahhüdümüz şudur. Yatırdıklarının iki misli değerini ödemiş olacağız. O da ödenecektir, Allah’ın izniyle. Yalova’da yerleşiyoruz. Seracılık da planımızın içinde bulunmaktadır. Seracılık yapıp çiçeği maliyetimizle ödeyeceğiz, ucuza mal edeceğiz ve yarı değerle ona satacağız.
O halde üçüncü binyıl uygarlığı “gönüllü ortaklık” üzerinde kurulacaktır.
Biz yöneticiler olarak kooperatifte herhangi bir ücret almıyoruz. Ortaklık kurar ortaklarımıza kâr ettirirsek, biz de bize düşen payımızı almış olabiliriz. Kooperatif ortaklarından hizmet ettiğimiz için bir bedel almayı meşru saymıyoruz. İş yapılır ortaklara kazandırılırsa, kazançtan pay almamız bizim de hakkımız olur. Ama ilmî çalışmalarımızdan dolayı bir ücret veya pay almayı meşru kabul etmiyoruz.
Mevcut kooperatiflerde ise yönetim kurullarına ücret verilmektedir. Ortaklar zarar ettiği halde yöneticiler kazanmaktadırlar. Bir de bunun üstüne üstlük suni olarak zarar ettirip kooperatifçiliği kötü göstermektedirler. Bu sermayenin oyunudur. Akevler bu oyunu yıkmıştır. Elli senedir yaşamaktadır. Hakemlik maddesi çalışmaktadır.
Son senelerde dünyada kooperatifçilik gelişmeye başlamıştır. Sovyetlerin kolhozları birer kooperatiftir ve Sovyetler yıkılmış ama kolhozlar fiilen yaşamaktadır.
أَجْرًا
EaCRan
“Ücret”
Bir iş yaparsınız, yaptığınız işten dolayı üründen pay alırsınız. Diyelim ki siz iki elbiselik kumaş aldınız, biri sana biri bana olmak üzere yap dediniz. O ikisinden birini de siz seçiyorsunuz. Bu ortaklıktır. Herkes elbisesini alır gider. Hayır, siz kumaş verdiniz. Bunu bana yap, sana 100 TL vereceğim diyorsunuz. Bu istisna’ (üretim) akittir.
Peki, ücret nedir?
Ücret demek, gel sabahleyin işe başla, akşamleyin dönerken de 50 TL al git. Bu ücrettir ve haramdır. Çünkü işveren zarar ettiği halde çalışan kazanmaktadır. Tıraş ettin, 50 lira aldın, faiz değildir. Çünkü yapılan iş karşılığı aldın, tıraş olan zarar etmedi.
Burada şu sorulur. Kamu hizmeti yapan devlet başkanı veya bucak reisi nasıl geçinecektir? Kurulan bir ortaklık kazandığı zaman kazançtan yönetenlere de pay ayrılır, bu ücret değil hizmet payıdır. ‘Ben sizden ücret istemiyorum’ demek, üretim yapmadan, ortak mahsul olmadan herhangi bir bedel istemiyorum demektir; hep beraber kazanırsak ben de sizin gibi oradan payımı alırım demektir.
Demek oluyor ki ücret oradaki kişilerin payından pay istemektir. Onlar kazansın veya kaybetsin, çok kazansın veya kaybetsin, sen onlardan bir bedel alıyorsun yani onlar zarar ediyor ama sen kazanıyorsun!
إِنْ أَجْرِيَ
EiN EaCRiYa
“Benim ücretim değildir”
“İn” aslında bir şart edatıdır. Ben ücret alsam da sadece Âlemlerin Rabbi olan Allah’tan başkasından almam anlamında şart edatı aynı zamanda nefy edatı olmaktadır. Yani “İllâ”dan önce gelen “İn” nefy manasını taşır ve tahsis eder.
Yani…
Genel hizmet görevlileri ortaklara verdikleri hizmetlerden dolayı ücret isteyemezler.
Bir öğretmen düşünelim. Öğretmen genci eğitecek, onun hoşlanmadığı bir duruma sokacak. Bir taraftan ücret ver ben seni terbiye edeyim denemez. Hizmet eden hizmet verdiği kimseden ücret isteyemez. Ama hizmet karşılığını almazsa aç kalır. Onun ücreti Allah’a aittir.
Peki, Allah ona ücreti nasıl verecektir?
Allah kendi görev haklarını topluluğa devretmiştir. İşletmede elde edilen ürün girdileri üretenler arasında paylaşılır. Yönetim de verdiği kamu görevi ve genel hizmet karşılığı payını alır. Şeriata göre bu pay topluluğa hizmet verenlere bölüştürülür.
O halde hizmetliler kişilerden değil kamu hakkından paylarını alırlar.
إِلَّا عَلَى الَّذي فَطَرَنِي
EilLAv GaLay elLaÜIy FaOaRaNIy
“Ücretim yalnızca beni fıtrat eden kimse üzerine aittir”
Hazreti Nuh Peygamber için “Allah’ın üzerine” denmiş, burada ise “beni fıtrat edene aittir” denmektedir. Hazreti Hûd Allah’ın kendisini bu şekilde var ettiğini söylemektedir. Yani beni ne görev üzerinde var ettiyse ona aittir demektir.
Devlet oluşmadan ücret topluluğa değil Kâinatı var eden Allah’a aittir.
Bizim bir numaralı sorunumuz sigorta sorunudur. Bugün topluluk içinde çalışmıyoruz. Devlet bize ücret veriyor. Yahut bir iş yerinde çalışıyoruz. Ücret alıyoruz. Sigortalanıyoruz. Bunlar İslâm düzeninde haramdır. Ama biz henüz İslâm düzenini kuramadığımız için bunları yapmak zorundayız.
Ben sigortalamayı haram kabul ettiğim için Akevler’de başlangıçta zorunlu olmayanları sigorta yapmadım. Kardeşime hayvancılık yaptırdım. Kooperatif içinde sigortalayacaktım. Ne var ki kooperatif kendi sigorta sistemini kuramadı. Bu sefer emekli olamadı. Şimdi herkes emekli, o emekli değil! Kooperatifte ona gerekli destek yapıldı ama sigortalı olmadığı için hâlâ şikâyetçi.
Ben de zorunlu olarak sigortalı olmuştum. MİT’ten görevli muhasibim beni emekli etti. Şimdi onunla geçiniyorum. O zaman sigorta payını benden kestiği için helal mi değil mi; sağlıkla ilgili olduğu için kumar benzeridir.
Hâsılı, hepimiz kooperatifte sigortalanmalıyız. Sigorta primi kesilmeden usulümüze göre sigortalanmalıdır. Asgari kanuni sigorta yaptırmalıyız. Sigorta kooperatife kalmalıdır.
En zor işimiz bu sigorta işidir.
Bizim apartmana hicret edenler bu statüyü kabul edecekler.
Eski sigortalı olanların durumu nasıl olacaktır?
Bu sorunların çözümüne “Adil Kur’an Düzeni” semtini oluştururken ulaşılır.
İnsanlar değişik kabiliyette yaratılmıştır. Bu kabiliyetleri insanlar iyilikte de kullanırlar kötülükte de kullanabilirler. Kabiliyetlerimizi iyilikte kullanmayı Allah bize emretmiştir. Kimimiz iyi âlim oluruz, gerçekleri ortaya koyarız, başkaları ile tartışırız; kimimiz insanları severiz, onlar da bizi sever ve sözümüzü dinler, böylece onların ahlâklı olmalarını sağlarız. Kimimiz iyi iş adamı oluruz, kazandıklarımızla topluluğa ve insanlara yararlı oluruz. Kimimiz güçlü ve cesur oluruz, zalimleri korkuturuz, zulmetmelerine imkân vermeyiz. Yani… Her birimizi Allah farklı fıtratta yaratmıştır. Farklı görevlerimiz vardır. Yetki ve sorumluluklar da farklıdır. Dolayısıyla gelirler ve kazançlar da farklıdır.
أَفَلَا تَعْقِلُونَ (51)
EFaLAv TaGQıLUvNa
“Akletmez misiniz?”
“Ukl” kulp halka demektir. Zincirin her halkası bir ukldur.
“Akletmek” demek birbirine bağlı cümleleri sıralayıp bilinenlerden bilinmeyenlere ulamadır.
“Zikretmek” vardır.
“Fıkhetmek” vardır.
“Fikretmek” vardır.
“Akletmek” vardır.
“Zikretmek” demek söylenenleri ve görülenleri anlamak demektir. Yani birbirine bağlanacak cümleleri bulmak demektir.
“Akletmek” demek bunlardan aklederek bilinmeyenleri de ortaya çıkarmak demektir. İçi kapalı zikirdir.
“Fikretmek” demek ne yapılırsa ne sonuçlar doğarı tespit etmektir. Olmuşları değil de olacakları ortaya koymadır.
“Fıkhetmek” ise benim ne yapacağıma karar vermek ve ona göre yapmak demektir.
Bu söylediklerim üzerinde düşünürseniz olacakları görürsünüz.
Benim sizden ücret istemeden söylediklerimi değerlendirmeniz gerekmektedir.
Biz insanlara Kur’an böyle diyor, siz onun dediğini yapın demiyoruz; Kur’an’ın söyledikleri üzerinde aklediniz diyoruz. Sizin aklınız da söylenenlere uyarsa o zaman onu yapınız diyoruz. Bu esas kabul edilince ona göre içtihat yapınız diyor.
Ehl-i tarik akıllarını kesiyorlar, böylece şüpheden kurtulmaya çalışıyorlar.
Hâlbuki Kur’an sadece ve sadece akıllarını kullanmalarını emretmektedir.
“Onlar kelimeleri tahrif ederler” diyor, Kur’an.
Bunlar kendi aklımıza güveniyoruz diye bizi şımarık kabul ediyorlar. Biz şeriat ehliyiz, aklın kabul etmediği şeyi reddederiz. Hattâ fıkıhta kural vardır; akıl ile nakil tearuz ettiğinde akıl tercih olunur.
وَيَاقَوْمِ اسْتَغْفِرُوا رَبَّكُمْ ثُمَّ تُوبُوا إِلَيْهِ يُرْسِلِ السَّمَاءَ عَلَيْكُمْ مِدْرَارًا وَيَزِدْكُمْ قُوَّةً إِلَى قُوَّتِكُمْ وَلَا تَتَوَلَّوْا مُجْرِمِينَ (52)
Va Yav KavMı iSaTaĞFiRUv RabBaKuM ÇümMa TUBUv EiLaYHi YuRSiLi elSaMAvEa GaLaYKuM MiDRAvRan VaYaZıDKuM QuvVaTan EiLAy QuvVaTiKuM Va LAv TaTaValLAV MuCRiMIyNa
“Ey Kavmim! Rabbinize istiğfar ediniz, sonra O’na tevbe ediniz, semayı size midrar olarak irsal eder ve kuvvetinize kuvveti ziyade eder ve mücrim olarak tevelli etmeyiniz.”
“Ve” harfi ile “Ey kavmim istiğfar ediniz” diyor. Bundan önce “Allah’a ibadet edin ve O’ndan başka ilâhınız yoktur” dendikten sonra “Ben sizden ücret istemiyorum” denmiş ve şimdi de “ve” harfi ile atfederek “istiğfar etmeyi” emretmektedir.
İstiğfar demek, eski yapılmış olan yanlışlıkları düzeltmek demektir.
AK Parti;
a) Eski yönetimin iflas ettirdiği bankaların 50 milyar dolar borcunu ödemiştir.
b) Eski yönetimler zamanında başlayıp bitmeyen Bolu Tüneli, Karadeniz Otoyolu’nu tamamlamıştır.
c) Eski yönetimlerin memurlardan yaptığı iştirakleri (zoraki tasarruflar) ödeyerek devleti müflis durumdan kurtarmıştır.
d) Kendisine oy versin vermesin bütün belediyelere eşit muamele yapılmıştır.
Bu istiğfardır.
Gerçi AK Parti bunu tamamlayamamıştır.
Örnek olarak, başörtüsü veya başka sebeplerle üniversiteden uzaklaştırılan ve ilim yapmaktan alıkonulan kimselerin haklarını iade edememiştir.
Adil bir yapılaşma getiremediği için rüşvetli çarpık yapılaşma devam etmektedir.
İşte…
Önce “istiğfar ediniz” diyor. Yani eskiden yapılmış olan zulümlere devam etmeyiniz diyor. Eski mağdurların mağduriyetini gideriniz.
Sonra “sümme” diyerek Allah’a tevbe ediniz diyor.
Tevbe günahı bırakmak şeklinde anlaşılmaktadır.
Tevbe etme, günahlardan vazgeçip onun yerine günah olmayanı ikame etmedir.
Tevbe dönüştür. Hem “İlâ” hem de “Alâ” ile geçmektedir. “İla” ile gelirse ona dönmektir. “Ala” ile gelirse o dönüşü kabul etme demektir.
Tevbe sadece vazgeçme değildir, kötünün yerine yenisini ikame etme demektir. Örnek olarak, sigaradan vazgeçme tevbe için yeterli değildir, sigaranın yerine başka bir iyiliği ikame etme demektir. a) Bu helal bir şeyi yeme şeklinde olabilir. b) Oruç tutma olabilir. c) Salih amel işleme olabilir. d) ‘Allah Allah’ deyip tesbih etme veya istiğfar olabilir.
İstiğfar edeceksiniz, sonra da Allah’a tevbe edeceksiniz.
Bu topluluk içinde yapılacağı gibi kişinin özel hayatı içinde de yapılmalıdır. Sigara parasını tasadduk ederek sigara alma imkânını yitirme Allah’a tevbedir.
Burada semanın irsalinden bahsedilmektedir. Kur’an’da mâın/suyun inzâlinden bahseder, mâın irsalinden bahsetmez. O halde burada kastedilen su değildir. Mâ yeryüzünden göğe çıkar, sonra dağlarda ve karalarda konaklar, tekrar denizlere döner. Yani su yer ile gök arasında seyahat etmektedir, bir yerde bir gökte konaklamaktadır.
Burada göğün yere irsal edilmesinden bahsedilmektedir. Güneşten ışık yere iner, kuvveti bırakarak tekrar güneşe değil uzaya ısı hâlinde döner.
Bitkiler bunları depolarlar yahut su buharlaşarak depolanır. Bu sayede güç oluşur, kuvvet oluşur. Biz onu kullanarak yaşarız ve varlığımızı sürdürürüz.
Sema ışık olarak yere iner, bizim kuvvetimize kuvvet katar ve kuvvetini kaybetmiş olarak tekrar geriye döner, kuvvet bizde kalır.
Entropinin büyümesi ile ısı ile problemlerini çözmeye çalışırlar. Işık ısıya dönüşünce ısıda entropi artar. Kur’an bunu ışıktan ısıya dönüşünce kuvvetini kaybeder ve kuvveti maddeye aktarır şeklinde ifade etmektedir.
İstiğfar eder ve tevbe edersek, Allah semayı (ışığı) yeryüzüne indirir ve bize kuvvet verir. Burada işaret edilen husus, israftan uzak kalarak Güneş enerjisinden yararlanma anlamına gelmektedir. Yani doğanın imkânlarını boşa akıtmamak için istiğfar edip Allah’a tevbe edilmesini emretmektedir. Bugün kârı azamiye çıkarmak gayesiyle birçok imkân heder edilmekte ve kötüye kullanılmaktadır. Bu durumla insanların yarısı işsiz hâle getirilmekte, ayrıca çevre kirliliği ile de dünya tahrip edilmektedir. Hazreti Hûd kavmine yapılan emir bize de yapılmaktadır. Allah bizden faizli sömürü düzenini bırakmamızı emretmekte, zekâtlı ekonomiye dönmemizi emretmektedir.
“DRR” kökü Kur’an’da dört defa geçmektedir. Biri “durri yıldız” şeklinde geçmektedir. Diğer üçü de burada olduğu gibi “semanın midrar olarak irsalinden” şeklindedir.
“Durr” memede toplanmış süt demektir. “Derre” memesi sütlendi demek olur.
Kevkeb yani Güneş dürridir, enerji dolu süt memesine benzemektedir. Güneş ışığını sağılan süt gibi ikame etmektedir. Yeryüzüne gelen Güneş enerjisi bitkilerin yapraklarında kimyasal enerjiye çevrilmekte ve depolanmaktadır. Sonra biz onu mekanik enerjiye, elektrik enerjisine çevirip kullanmaktayız.
Bugün insanlık doğaya karşı iki suç işlemektedir.
İnsanlar kârı maksimize edeceğiz diye doğa imkânlarını heba etmektedir. Böylece malları iki misli pahalı satmaktadır. Halkta satın alma gücü kalmadığı için tüketim yarıya düşmekte, böylece insanların yarısı işsiz kalmaktadır.
Diğeri de çevre kirliliğidir. İnsanlar israf ederek çevreyi kirletmektedirler.
Kur’an doğaya karşı işlenmiş bu suçlardan vazgeçirmek için Hazreti Hûd aleyhisselamın kavmini örnek olarak anlatmaktadır.
وَيَاقَوْمِ
Va Yav KavMı
“Ve ey kavmim”
“Ve” harfi ile atfetmiştir. Bundan önceki ey kavme değil de daha önceki ey kavme atfetmektedir. Orada Allah’a ibadet ediniz denmektedir. Burada istiğfar ediniz denmektedir.
Bir işçi bir işyerinde çalışmaktadır. Sonra orasını bırakıp başka işyerine geçmektedir. Eski işyeri ile ilişkisini kesecektir.
Burada kavme hitap edilmektedir, sömürülen kavme hitap edilmektedir. İnsanlar düşman istilası ile sömürülmüyor. Kendi halkı içinde oluşmuş zenginler ve devlet adamları işbirliği içinde halk sömürülmektedir. Bugün olduğu gibi; devlet düzeni zenginlerle bürokratların halkı sömürmesi için oluşmuş bir beraberlikten ibarettir.
Gelecek düzen ne olacaktır?
Bürokratlar kamu görevlisi ve genel hizmetli olacaklardır. Bürokrasi değişecektir. Ortadan kalkmayacak, işçi/memur yerine ortak olacaktır. Bankerler ortadan çekilecek, patronlar ve tüccarlar kalacaktır. Bankerlerin yerine kredileşme kooperatifleri oluşacaktır.
اسْتَغْفِرُوا رَبَّكُمْ
iSTaĞFiRUv RabBaKuM
“Rabbinizden istiğfar ediniz”
Bugün faizli sisteme dayanan bir üretim biçimi vardır. Sömürü olsa da bu düzen bu şekilde insanların yaşamasına imkân vermektedir. Bu sömürü düzenini bırakıp yeni düzene geçme basit ve kolay bir iş değildir. Erbakan’ın yaşadığı sıkıntılar buradan neşet etmektedir. AK Parti’nin zorlanması da bundandır. “Adil Kur’an Düzeni”ne gerek vardır ama “Adil Kur’an Düzeni”ne de geçilemiyor.
İşte, burada bu geçişin şeklini anlatmaktadır.
Rabbimizden istiğfar edilecektir.
Şöyle bir çözüm oluşacaktır.
a) Tüm bankalar kamu bankaları hâline getirilecek, banka sahipleri yararlanma mülkiyetine sahip olacaklardır. İşletme mülkiyeti ise devlete intikal eder. Arz-talep kanunları içinde devlet bu payları alıp satacaktır.
b) Tüm borçları devlet üzerine alacak ve herkese ödeme yapacaktır. Bu uygulama enflasyon yapmaz. Çünkü yeni para üretmiyorsun, borç parasını nakit paraya çeviriyorsun.
c) Herkes eski anlaşmalara aynen devam edecektir. Yalnız faiz sıfırlanacak, bütün işler peşin para ile görülmeye başlanacaktır. Borçlarını ödeyemeyen işletmelerin paylarına el konarak devlet o nispette ortak olmuş olacaktır. İşletmeler çalışmaya devam edeceklerdir. İşletmelerin hisse senetleri alınıp satılarak işletme sahibine yalnız kıyam mülkiyeti kalacaktır.
d) İşletemeyen sahiplerinden işletme mülkiyeti de alınacaktır.
Demek ki “İŞÇİLİK DÜZENİ”nden “ORTAKLIK DÜZENİ”ne kamuca geçilecektir.
Bu sebeple deniyor ki; Rabbinizden istiğfar ediniz.
ثُمَّ تُوبُوا إِلَيْهِ
ÇümMa TUBUv EiLaYHi
“Sonra O’na tevbe ediniz”
Semt kooperatifleri kuruyoruz. Semte hicret edenler semt içinde “Adil Kur’an Düzeni”ne geçiyorlar. Bu mikro ekonomide geçmedir.
Makro ekonomiye kooperatiflerle geçilemez. “Adil Kur’an Düzeni”nin gelmesi gerekir. “Adil Kur’an Düzeni” de birden gelmez.
Önce mevcut düzen adalet içinde tasfiye edilir.
Sonra “Adil Kur’an Düzeni”ne geçilir.
Bu tasfiye onlara zulmetme şeklinde olmayacaktır. Faizli krediler birden iptal edilmeyecektir. Aksine, faizsiz krediler verilerek zor durumda olan firmalar desteklenecektir.
“Sonra” dendiğine göre halkı serbest bırakacağız, eski tür işletmeler devam edecektir. Onlar da kredi alacaklardır. Yeni tür işletmeler kurulacak, halk yavaş yavaş “birinci işletme tipi”nden “ikinci işletme tipi”ne geçecektir. Yani “Adil Kur’an Düzeni işletmeleri” sonradan kendiliğinden oluşacaktır.
يُرْسِلِ السَّمَاءَ عَلَيْكُمْ
YurSiLu elSaMAvEa GaLaYKuM
“Semayı sizin üzerinize irsal etsin”
Sema yalnız yukarısı değildir. Arz da yalnız aşağısı değildir. Sema, oradaki mekanla beraber içindekilerdir. Yani içindekiler de semaya ve arza dâhildir. Bundan dolayı ve ma Fiha ve ma beynehuma denmemiştir. Burada ki ma varlıklardan çok olaylardır, fiillerdir. Yer ve gök ve aralarında olanlar değil de aralarındaki ilişkiler demektir.
Semadan bize ışık irsal edilmektedir. Semanın kendisi bize gelmektedir. Onda azalma meydana gelmektedir. Bizde ise artma meydana gelmektedir. “Sizin üzerinize” denmektedir. Çünkü yerde ne varsa hepsi bizimdir. “Leküm” denmeyip “Aleyküm” denmiş olması da bunu size gönderiyoruz, onu değerlendirmeniz gerekmektedir demektir.
İnsanlar üretici ve tüketici varlıklardır. Üreticiler aynı zamanda tüketicidirler ama tüketiciler üretici değildir. Gelen Güneş ışığını üreticiler kullanırlar. Onların aleyhinedir. Çünkü onları değerlendirmek onlara verilmiş görevdir.
Demek ki “Adil Kur’an Düzeni”nin ana görevi doğayı çevre kirliliğinden korumak ve onun israfını önlemektir. Planlama yaparken, yasalar düzenlenirken temel dayanağımız bu olmalıdır. Doğa ve insan emeği heba edilmeyecek, doğa tahrip edilmeyecek.
مِدْرَارًا
MiDRAvRan
“Midrar olarak”
“Dürr” memede toplanan süttür. Fiil olarak memede sütün toplanması veya sağılması anlamlarına gelir.
“Midrar” ismi alettir. Mif’al veznindedir yani ism-i alet veznidir. Semayı size süt sağma aleti olarak indiririz. Yani Güneş ışığı sonunda süt olur ve onu içersiniz demek olmuştur.
Miskalde olduğu gibi ölçü birimi de olur.
O halde bizim Kur’an’da geçen kalıpları baştan sonuna kadar tarayıp mif’al kalıbının ne manalar taşıyabileceğini tesbit etmemiz ve âyete onlardan uygun olan manaları vermemiz gerekir. “Midraran” dendiği zaman birimler hâlinde anlamı çıkar ki Güneş enerjisi bize kuantumlar hâlinde gelir.
Kur’an’da üç yerde bu ifade geçmektedir, hepsinde “Midrar” kelimesi vardır.
وَيَزِدْكُمْ
VaYaZıDKuM
“Ve sizi ziyade eder”
“Zâd” azık demektir. Artırır manasına geldiği gibi size azık yapar manasına da gelir, kuvvetinize kuvveti ekler.
قُوَّةً إِلَى قُوَّتِكُمْ
QuvVaTan EiLAy QuvVaTiKuM
“Kuvvetinize kuvvet…”
Kuvvet mekanik iş yapan güç demektir.
Yani…
Siz eğer tevbe eder “Adil Kur’an Düzeni”ne dönerseniz geliriniz artar demektir.
Daha çok nüfusu yaşatır hâle getirirsiniz demektir.
وَلَا تَتَوَلَّوْا
VaLAv TaTaValLAV
“Tevelli etmeyiniz”
“Tevelli” demek gerisin geriye dönmek demektir.
Ortaklık sistemine geçtikten sonra tekrar işçilik sistemine dönmeyin demektir.
مُجْرِمِينَ (52)
MuCRiMIyNa
“Cürüm işleyenler olarak”
“Cürame” hurma döküntüsü demektir. Hurma toplarken işe yaramayan hurma döküntüsüdür.
Buğdaydan veya hurmadan kopup dökülen döküntü veya ağaç kesildikten ve dalları koparıldıktan sonra kalan kütük veya insanın bedeni demektir.
“Darb” insanın bedeninde iz bırakmayan ama eziyet veren etkidir.
“Cürüm” ise insanı parçalayan veya öldüren müessir fiildir.
Topluluğun yapısını parçalayan anlamına gelmiş olur.
Bu âyetlerin yorumu bize yeni düzenle eski düzeni karşılaştırtacaktır.
Onu da size bırakıyorum...
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92