İBRAHİM SÛRESİ - 7. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
اللَّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ وَأَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ وَسَخَّرَ لَكُمُ الْفُلْكَ لِتَجْرِيَ فِي الْبَحْرِ بِأَمْرِهِ وَسَخَّرَ لَكُمُ الْأَنْهَارَ (32) وَسَخَّرَ لَكُمُ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ دَائِبَيْنِ وَسَخَّرَ لَكُمُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ (33) وَآتَاكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَأَلْتُمُوهُ وَإِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللَّهِ لَا تُحْصُوهَا إِنَّ الْإِنْسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ (34)
***
اللَّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ وَأَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ وَسَخَّرَ لَكُمُ الْفُلْكَ لِتَجْرِيَ فِي الْبَحْرِ بِأَمْرِهِ وَسَخَّرَ لَكُمُ الْأَنْهَارَ (32)
ElLAvHu elLaÜIy PaLaQa elSaMAvVAvTı Va eLEaRWa Va ENZaLa MıNa elSaMAvEi MAvEan FaEaPRaCa BıHIy MıNa elÇaMaRAvTı RıZQan LaKuM Va SapPaRa LaKuMu eLFuLKa LıTaCRiYa Fıy eLBaXRı BiEaMRıHIy Va sapPaRa LaKuMu eLEaNHAvRa
“Allah, semavatı ve arzı halk eden ve semadan mâ inzal eden, onunla semerattan size rızık olmak üzere ihraç eden ve bahrda emri ile cereyan etsin diye size fulkü teshir eden ve nehirleri size teshir edendir.”
“Sema” kelimesi bu surede 8 defa geçmektedir. Üçü sema şeklinde geçmekte, birinde de âhirette değişeceğinden bahsetmektedir. Dördü de semavat ve arz olarak geçmektedir. Gökte olanların ve yerde olanların Allah’ı, semavat ve arzın fatırı Allah, semavat ve arzı hak ile halk etti. Semavat ve arzı halk etti denmektedir.
Semavat yedi tabakadan oluşan bir bütündür. Onun için kurallı dişi çoğul gelmiştir. Yağmur, hava, ışık, ay, güneş, burçlar ve galaksi tabakaları vardır. Yeryüzü bunlarla kuşatılmıştır. O sayede yaşamamız mümkün olmaktadır. Aynı zamanda altı devrede yaratılmıştır. Canlı yaratılmadan önce iki dönem geçmiştir. Sıvıdan sonra gaz dönemine geçmiş ve sonra yıldızlar oluşmuştur. Bu birinci dönemdir. İkinci dönemde ise gezegenler oluşmuş ve melekler yaratılmıştır. Bundan sonra gezegenlerde canlılar başlamış, tek hücreliler, deniz canlıları, kara canlıları ve insan olmak üzere dört dönemde bu canlılar oluşmuştur. Bugün jeolojide bunlara birinci zaman, ikinci zaman, üçüncü zaman ve dördüncü zaman denmektedir. Kur’an ise dört besin döneminden bahsetmektedir. Bu surede semavat ve arzın yaratılışını dört defa zikretmesinin sebebi, sizin için demesi, insanlara ilahi bir projenin içinde olduğunu hatırlatmadır ve ona göre davranmalarını istemektedir.
Yer ve gökleri yaratmış, önce galaksilere bölmüş, sonra birbirini çeken gaz molekülleri dönmeye başlamış, birleşerek yıldızları oluşturmuş. Bundan sonra bu yıldızların çevresinde gezegenleri yerleştirmiş. Yıldızların etrafında gezegenlerin olduğu bugün tesbit edilmiş bulunmaktadır. Allah zaten her şeyi benzer yapar. Yeryüzünde milyonlarca çeşit canlı var ama hepsi dört çeşit çekirdek asiti ve 20 tuğlayı kullanır. Bunların tek kaynaklı olduğunu buradan biliyoruz.
İşte bu birinci devre geçtikten sonra bir hücre var etmiş ve denize koymuş. Bu bir hücre tüm canlıların kıyamete kadar taşıyacağı DNA’ları içerir.
DNA’lardan oluşan genlerin bir özelliği vardır. Bunlar çift olurlar. Biri faal diğeri ise sinik olur. Yani sadece gelecek nesle intikal eder ama iş yapmaz. Faal genlerin ortadan kalktığı hücrelerde bunlar aktif hâle gelirler. İşte, insanın bazı genleri üç milyar yıl sinik kalmış ve şimdi 60 000 sene evvel faaliyete geçmişlerdir. Yer ve göklerin yaratılmasından bahsettikten sonra canlıların yaratıldığına işaret etmiştir. Semadan mâı indirdi. Onunla sizin için rızık olmak üzere meyveleri çıkardı deniyor.
Hayvanlardan bir kısmı otla beslenirler, bir kısmı ise meyvelerle beslenirler. İnsanlar ve maymunlar bunlardandır. Sonra leş ile beslenenler var. Sonra canlı yiyen canavarlar vardır. İnsan meyve yiyen canlıdır. Burada buna işaret etmektedir. Canlıların mideleri farklı yaratıldığı için ancak kendi besini olanları yer. İpekböceği yalnız dut yaprağını yer.
Canlılar su ile var olurlar. Susuz canlı düşünülemez. Su ile yeşerirler veya beklemeye alınırlar. Semadan indirdik diyor. Semavatı halk ettikten sonra semadan indirdik diyor. Yani yağmur diğer göklerden gelmez, yalnız bir gökten gelir. Diğer semaları geçip gelmeyeceğine göre en yakın semadan gelir demektir.
Yağmur, en yüksek dağların ulaştığı on kilometre kadar bir atmosferden yağar. Kur’an buradaki bir semadan yani marifeli semadan bahsettiğine göre bu semadır. Bugün uçaklar bu semanın üstüne çıkarlar. Orada rüzgâr yoktur, fırtına yoktur, rahatça giderler. Kur’an böyle ifadeler kullanır, bir tanesinde hata yapmaz.
“Sizin için rızık yaptık” deniyor. “Semerattan” diyor. “Min” harfi ile getiriyor. Demek ki bazı meyveler bizim için rızıktır. Her meyve rızık değildir. “Semerat” kelimesi kurallı dişi çoğul olarak kullanılıyor. Çünkü değişik meyvelerde değişik besinler yerleştirilmiştir. Tek besinle yaşayamayız. Besinler birbirine dolaştığından bütün canlılara sonunda ulaşmaktadır. Öyle bitki vardır ki o yalnız Yeni Zelanda adalarında yetişmektedir. Göçmen kuşlar oradan geçerken aldıkları tohumları veya meyveleri ülkemizde bırakır. Ülkemizdeki bitkiler onu yapraklarına depo eder, başka yerlere taşırlar, Çin’den Hint’ten bize getirirler ve bizim topraklara bırakırlar. Bizim bitkiler onu meyve yapar, biz de onu yeriz. Böylece dünyanın neresinde olursa olsun üretilen sonunda bize semere olarak gelir ve yeriz.
Bundan sonra dört defa “sehhara” denmektedir. “Teshir etmek” demek emrine vermek demektir. Bu dört teshirden ikisi bu ayette geçmekte, diğer ikisi ise bundan sonraki ayette geçmektedir. Burada fulk ve enhardan bahsetmektedir. Bundan sonrakilerde ay, güneş ve leyl-nehardan bahsetmektedir. Gemiler var ama nehirler de var. Gemiler denizde yüzüyorlar ama nehirlerde de kayıklar işletiliyor.
Uygarlaşma, su taşımacılığının gelişmesi ile olacaktır.
Önce her yerde bentler yapılarak boşuna akan ırmaklar olmayacaktır. Bu göllerden elektrik üretilecek, balıklar üretilecek, sulama yapılacak, bir de taşımacılık yapılacaktır. Bentlerde gemiler ve kayıklar indirilip çıkarılacaktır. Yağmurlar muntazam yağacaktır. Bu sayede yeryüzünün iklimi düzelecektir. Havanın oksijen ve karbondioksiti dengelenecektir.
Moritanya’ya (Batı Afrika’daki çöl ülkesi) öneride bulunduk. Arkadaşlar bahsetmişler. Onlar da sormuşlar. Bize yetişmeyebilir ama er geç dünyanın en verimli toprakları bugünkü çöller olacaktır.
Ekonomide iki ana değer vardır.
Biri, bir insanın bir saat çalışması ile bir kişiyi kaç gün geçindirir. Buna gün/saat diyoruz. Teknoloji geliştikçe, eğitim ilerledikçe gün/saat artmaktadır.
Ekonominin ikinci değeri metrekare başına üretilen miktarın bir insanı kaç gün beslediğidir. Gün/m^2.
İşte bu enhar/nehirler ile sağlanacaktır. Gemileri biz yaparız. Nehirler kendi kendine akar gibi görünür ama Allah onu da bizim gemiler gibi değerlendirmemizi istediği için gemilere atfetmiştir. Teknolojisi farklı olduğu için de “sehhara” kelimesini iade etmiştir.
Kur’an’ın böylece yirminci yüzyılda ortaya çıkan gerçekleri 1400 sene önceden anlatması ilahi söz olduğunu gösterir. Kur’an’ın bundan başka lâfzî mucizesi vardır. Örnek olarak bu ayeti ele alalım.
Kur’an’ın bu mucizesini görebilmek için sesler hakkında bilgi sahibi olmak gerekir. Sesler boğazdan başlar, dudaklarda sona erer. Çıkış yerleri yakın olan sesler birbirine akrabadır. Örnek olarak B ile M akrabadır. Ayrıca çıkışları da farklıdır, sert veya yumuşak, sürekli, yarı sürekli, süreksiz olarak çıkarlar. Böylece kardeş harflerdir. Amcazade, halazade harfler vardır. İşte buna göre harfler öyle yer alırlar ki sayıları birbirine eşit olsun.
Bir de seçkin sayılar vardır. 2, 4, 8, 16, 32, 64 yahut 3, 6, 12, 24, 48, 96. Kur’an bu sayılarla nazil olduğunu söylemektedir. Şimdi bu ayete bakalım.
32 kelime vardır, yarısı türetilmiş kelimelerdir, yarısı türetilmemiş kelimelerdir. Türetilmiş kelimelerin yarısı harfi tariflidir, yarısı değildir. Harfi tarifli olanlardan yarısı sülasidir. Bunların ikisi rızkan ve maen isimdir, halaka ve tecrî fiildir. Türetilmişlerin diğer yarısı dördüncü babdan fiildir, ikisi enzele ve ehrace if’âl babındandır, diğer ikisi sehhara ve sehhara tefil babındandır.
Harfi tarifle gelenlerin yarısı tekil harfi tariflerdir; es-sema, el-erd, el-fulk ve el-bahr. İkisi salim, ikisi illetlidir. Diğer dördün ikisi semerat ve semavat kurallı dişi çoğuldur. Kalan iki kelime arasında marifeli var ama aralarında bir eşleşme görülmüyor. Bu da bölüşmede kuraldır. Herkes bölüşünce kalan eşya kalan kişilere kalır.
KELİMELER
| | | | | |
مِنَ مِنَ لِ بِ | و و وَو | الَّذِي اللَّهُ بِهِ | | مَاءً رِزْقًا | الْفُلْكَ الْبَحْرِ |
فِي | ف | لَكُمْ لَكُمُ لَكُمُ | | خَلَقَتَجْرِيَ | الْأَرْضَ السَّمَاءِ |
| | | | أَخْرَج أَنْزَلَ | الثَّمَرَاتِ السَّمَوَاتِ |
| | | | سَخَّروَسَخَّرَ | الْأَنْهَارَأَمْرِهِ |
Kelimelerin sayısı 32’dir. Yarısı türetilmiş kelimedir, üçlü kökten üretilmiştir. Diğerleri ise kural dışı oluşmuştur. Türetilmiş kelimelerin yarısı marifedir, yarısı değildir. Marife olanların yarısı tekildir, yarısı değildir. Tekil kelimelerden yarısı sahihtir yarısı illetlidir.
Tekil olmayanlardan yarısı kurallı dişi çoğuldur, diğerlerinden biri kuralsız çoğul, biri de izafetlidir.
Nekre olanların dörtte biri tenvinli isimdir, ikisi sülasidir, ikisi if’âl, ikisi tef’îl babındandır.
Türetilmiş olmayanlarda onu harftir. 6’sı isimdir. 16, 10 ve 6 şeklinde bölünmektedir. Bunun yarısı “leküm”dür, diğer üçü ellahi, ellezi ve bihi şeklindedir.
Sade harflerden 5’i harficer, 5’i harfi atıftır.
HARFLER
وَسَخَّرَ لَكُمُ الْأَنْهَارَ | وَسَخَّرَ لَكُمُ الْفُلْكَ لِتَجْرِيَ فِي الْبَحْرِ بِأَمْرِهِ | وَأَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ | اللَّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ | 14+28+39+23=104 |
8+6=14 | 8+4+5+5+6=28 | 5+7+4+8+8+7= 39 | 4+4+3+7+5=23 | | | | |
1 | 1 | 1 | 1 | 4H | 4 | | |
| 1 | | | 1X | | | |
2 | 2 | 1 | 1 | 6P | | | |
| | 1 | | 1Q | 8 | | |
1 | 2 | 1 | | 4K | 4 | | |
| 1 | | | 1Y | | | |
| 1 | 1 | 1 | 3I | 4 | | |
1 | 1 | 2+2 | 2 | 2E | | | |
| 1 | 1 | | 2C | 4 | | 24 |
| | | 1 | 1W | | | |
| | 2 | | 2Z | | | |
| | | 1 | 1Ü | 4 | | |
1 | 1 | 2 | 2 | 6S | | | |
| | 2 | | 2Ç | 8 | | |
| 1 | 1 | 1 | 3T | | | |
1 | | 4 | | 5N | 8 | | |
2 | 5 | 3 | 6 | 16L | 16 | | |
2 | 4 | 3 | 1 | 10R | | | |
1 | | 1+2 | 1+2 | 2A | 12 | | |
| | | | | | | |
| | | | | | | |
1 | 2 | 6 | 1 | 10M | 10 | | |
| | | | 3E | | | |
| 2 | 1 | | 3B | 6 | 16 | |
1 | 1 | 1 | 2 | 5V | | | |
| 2 | 1 | | 3F | 8 | | 24 |
Bazı kıraatlerde okunmayan harfler vardır, “el-enhar” ve “el-erd” de böyledir. Vasıl hemzesi de bazen okunup bazen okunmayan harftir, 3 hemze böyledir. Bazı elifler harften dönüşmüştür. Semavat ve semerattaki elifler çoğul vavından dönüşmüştür. Diğer harfler harekenin uzatılmasından harf olmuştur; “Mae, Semae, Semavat”taki ilk elif, “ellah” ve “enhar”daki elifler böyledir. Bunları saymazsak harflerin sayısı 96’dır.
Harflerin yarısı şemsiye yarısı kameriyedir. Kameriye olanların yarısı dudaktan çıkar, yarısı arkadan çıkar. Tablodaki durumu tetkik eder ve gruplaşmalardaki farkları bulabilirsiniz, bu rakamların kendiliğinden rastlantı olarak gelmesini matematikçilere hesaplatabilirsiniz.
Böylece diğer ayetler gibi Kur’an’ın her ayeti kendi icazını ispat etmiş olur.
اللَّهُ
ElLAvHu
“Allah”
“Allah” burada müfrettir. Haberi “ellezî” ile gelen cümlelerdir. Burada fasl edilmiştir, “ve” harfi getirilmemiştir. Bundan önce iman etmiş olanlara hitap etmiştir. Şimdi ise bütün insanlığa hitap etmiş olduğundan “ve” harfi getirilmemiştir. Burada insan ile Allah arasındaki ilişki anlatılmaktadır. Kur’an’ın mütekellimi Allah’tır, muhatabı insandır. Hem ayrı ayrı kişilerdir hem de topluluklardır.
Kişi doğrudan Allah’a karşı sorumlu olduğu gibi topluluk içinde de birlikte sorumlu bulunmaktadır. Bundan önceki ayetlerde “ente, leke” ifadeleri vardı yani insan tek başına muhataptı. Şimdi ise “leküm” kelimelerini kullanarak insanlara birlikte hitap etmektedir. Gökleri ve yeri var eden topluluk değil âlemlerin rabbi olan Allah’tır. Dolayısıyla burada topluluk manası verilemez.
“İlah” kelimesi marifeli olarak “el-ilah”tır, zamanla hemze elife dönüşerek “Allah” olmuştur.
الَّذِي خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ
elLaÜIy PaLaQa elSaMAvVAvTı Va eLEaRWa
“Semavatı ve arzı halk etmiş olan kimsedir”
Kur’an Arapçası Kureyş Arapçasıdır. O gün Arabistan’ın merkezinde konuşulan dildir. Mezopotamya ve Mısır arasındaki tüccarların konakladığı yerde oluşan bir dildir. Arabistan henüz cahiliye döneminde yaşıyordu ama dili çok gelişmişti. İki büyük medeniyetin buluştuğu yerdi. Ayrıca Mekkelilerin tek geçim araçları ticaretti, dünyanın her yerine gidip ticaret yaparlardı. Kur’an nazil olduğu yıllarda Çin’de bile hemen duyulmuştur. Kur’an Kureyş Arapçasını kullanmakla beraber yepyeni bir uygarlık getiriyor, daha önce bilinmeyen müesseseleri anlatıyordu. Bunu Mekke Arapçası ile yapmıştır. Kelimelere yeni kavramlar yükleniyordu. Buradaki yeni kavramlar semavat ve arz, leyl ve nehardır.
Allah kâinatı insanlar için yaratmıştı. İnsan bir yönüyle basit bir canlıdır, diğer yönüyle Allah’ın muhatabıdır, Tanrı’nın halifesidir. Bu ayet bu konu üzerinde durmaktadır. “Size müsahhar kıldı” diyerek kâinatı bizim yararımıza var etti, ondan yaralanarak yaşıyoruz.
“Semavat ve arz” bir kavramdır, yer ayrı gökler ayrı değil de hepsi birlikte bir tek varlığın ismidir. Semavat ve arz dendiği zaman, zaman ve mekân içinde yerleştirilen madde ve enerji kül/bütün olarak kastedilmektedir.
“Ellezî halaka” mübtedanın haberidir. “Ellahu halaka” da isim cümlesidir. Onun manası “Allah halk etti”dir. “Cae Zeydun” Zeyd geldi demektir. “Zeydun cae” deseniz, Zeyd gelmiştir manası çıkar. Eğer “ellezine halaka” derseniz, “ellezi”deki “el” istiğrakı içerir ve cins olmayı sağlar, böylece sürekli halk etmektedir, sürekli inzal etmektedir, sürekli teshir etmektedir. “Ellahu ellezi yehluku” derseniz, daha halk etmemiş olabilir veya halk eder, ara verir, tekrar halk eder anlamı çıkar.
Demek ki burada Allah halk etti ve orada kaldı anlamında değil de, Allah halk etmekte olan kimsedir anlamındadır.
وَأَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً
Va ENZaLa MıNa elSaMAvEi MAvEan
“Ve semadan maı inzal eden kimsedir”
Allah semavatı ve arzı halk etmiş, sonra semadan yere yağmur inzal etmektedir. Henüz canlı yaratılmamıştı. Kâinat işletmesi yanında Yer/Dünya işletmesi de kurmuştu.
Kâinat işletmesinde hidrojen yakılıyor, helyuma çevriliyor ve yeryüzüne ışık salınıyordu. Bu da Kâinatın mekânını büyütüyordu.
Bundan sonra ikinci zamanda gezegenler yaratıldı. Güneş enerjisi ile sular buharlaşıyor, bulut oluyor, dağlara çarpıyor ve yağmura dönüşüyor, kayaları aşındırıp kırmızı toprak yapıyordu. Bu da bir işletme idi, kırmızı kayaları kırmızı toprak yapıyordu.
Henüz canlı yaratılmamıştı.
Bir fabrikayı kurarsınız, sonra onu işletirsiniz. Allah da önce arzı ve semayı kurdu. Sonra onu işletmeye başladı. Bu işletme de gökten su indirip kayaları toprağa çevirme olan işletmedir. Birinci yıldız işletmelerden sonra onun ürettiği ışığı kullanarak ikinci işletmeyi gerçekleştiriyor, toprak üretiyor.
فَأَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ
FaEaPRaCa BıHIy MıNa elÇaMaRAvTı
“Onunla semerattan ihraç etmiştir”
Zaman geçiyor. Allah bir dabbeyi yeryüzüne koyuyor, deniz sularına koyuyor. Proje bakımından mükemmel bir varlıktır. Tüm gelecek canlıların DNA’ları onda vardır. Görünürde ise sade bir varlıktır. Bu canlı çoğalacak, evrimleşecek ve yeni tür canlıları oluşturacak.
Bu ilk hücreyi melekler yapmışlardır. Meleklerin varlığını bunlarla biliyoruz. Bugün ilmen biliyoruz ki canlı çok sonra yaratılmıştır. Kâinatın ömrü 13,7 milyardır. Yeryüzündeki canlının ömrü ise üç milyardan azdır. O halde canlının DNA’larını dizen birileri vardır. Bunları melekler dizmiştir.
Başka önemli olay ise; bu ilk canlı hücrenin değişmesiyle yeni canlılar meydana geliyor ve sonunda insan var oluyor.
Canlıların özelliği; doğmaları, yaşamaları, yaşlanmaları ve ölmeleridir. Bu sayede gelişme ve çoğalma olmaktadır. Bedenleri ise yeni canlılara besin olmaktadır.
Canlı demek gelişen ve çoğalan bir varlık demektir. Canlılar melekler tarafından geliştirilmiştir. Gayesi ise insandır. Demek ki canlılık kendi kendine gelişen ve büyüyen bir varlıktır. Gayesi insanı ortaya çıkarmaktır.
Canlılarda bir özellik vardır, bölünerek çoğalırlar. İşe yaramayanlar elenirler. Hastalar ve zayıflar elenirler, sağlamları kalır. Bir de evrimleşirler. Gelişmiş olanları hayatta kalır. Evrimleşme böyle oluşur.
İnsanlar biyolojik bakımdan artık evrimleşmiyorlar ama sosyal bakımdan evrimleşerek iyi insanlarla kötü insanlar ayrılıyor. İyiler galip geliyor ve dünyada uygarlaşma oluyor.
Bu evrim ve eleme sistemi sonunda nereye gidecektir?
İşte onun cevabı ahirettir.
“Meyveleri intaç etti” demiyor de “ihraç etti” diyor. Türkçede “ihraç” çıkardı sattı anlamında kullanılır. Hâlbuki ihracın karşılığı Arapçada isdardır. İntac etmenin Kur’an’daki karşılığı ihrac etti demektir. İthalatın karşılığı istiraddır. Vurd’un istif’âl babıdır. Kur’an’da NTC kökü yoktur. “Semerat” kurallı çoğul gelmiştir. Çünkü bir takım olarak bize meyve olur. “Min” harfi getirilmiştir. Bütün meyveler bize rızık değildir.
رِزْقًا لَكُمْ
RıZQan LaKuM
“Sizin için rızık olmak üzere”
Bitkiler yeşil yaprakları ile güneş ışığını alır ve onu çeşitli şekillerde depolarlar. Bu semeredir; depo edilmiş besin demektir. Aslında yapraklar da semeredir; bize değil, hayvanlara.
“Rızık” ne demektir.
Bitkiler meyveleri depolarlar. Her bitki farklı depolama şekli geliştirmiştir. Ayrıca bir canlının bedeni de başka canlı için hattâ aç kaldığı için kendisi için de rızıktır. Ne var ki bunların diğer canlı tarafından depolanması ve kullanılması için yapılarının değiştirilmesi gerekir. Ambalajlarının çözülüp yeni ambalaj yapılması gerekir. Her canlının böyle fabrikaları vardır. Başka canlının, hattâ kendisinin depoladıkları maddeleri çözer, kullanır veya yeniden ambalaj yapıp depolar. Eğer bir canlıda bir maddeyi çözüp kendi ambarına veya kullanıma alabiliyorsa, böyle bir makinesi varsa, o zaman onun rızkı olur.
Allah bedenimizi yaratıyor. Bedenimize makineler koyuyor. O tesislerle biz belli maddeleri alabiliyoruz, sindirebiliyoruz. Başka canlılara da öyle tesis yapıyor ki onların ambalajlarını çözüyoruz. Gazoz üreten öyle kapak koyuyor ki bizde o kapağı açacak alet vardır. Böylece seçicilik olmaktadır. Canlılar besin zincirini oluşturmakta ve birbirlerine o zincir içinde besin olmaktadırlar. İşte bu uyumluluk “rızık” olarak ifade edilmektedir.
Bugün benim ürettiğimi ben tüketmiyorum. Onu başkaları kullansın diye ambalajlıyorum ve satıyorum. O onun ambalajını açıyor ve kullanıyor. Onun ambalajlı malını da başkası kullanıyor. Ben de başkalarının ürettiğini kullanıyorum.
Demek ki “rızkan” kelimesi ekonominin ana mekanizmasını ortaya koyuyor.
وَسَخَّرَ لَكُمُ الْفُلْكَ
Va SapPaRa LaKuMu eLFuLKa
“Ve fulkü size teshir etmiş olan”
“Sahr” kayalık sahadır. “Sehl” kuzu demektir. “Sehr” söz dinleyen uysal yabancı işçidir. Bir işten bedelsiz yararlanmak “suhr” olduğu gibi, böyle hor görülen yabancı işçinin alay edilmesine de “sıhr” denir.
“Rızk” kelimesi, maddelerin kullanılarak miktarları ile tüketilmesidir. “Sihr” kelimesi ise miktarları tüketmeden yararlanmadır. Armudu yer yararlanırsınız ama bıçağı kullanır yararlanırsınız, o gene orada kalır. Yani ya bedel verirsiniz ve yararlanırsınız ya da kira verip yararlanırsınız. Ya miktarından yararlanırsınız ya da zamanından yararlanırsınız.
“Teshir etmek” demek kullandırmak demektir; karşılığı olur veya olmaz.
Gemileri size kullandırıyor. Gemiye biner yolculuk yaparız, sonra iner gemiyi aynen bırakırız. Elbise bedene uyacak şekilde üretilmişse size teshir edilmiştir demektir.
“Fulk” geminin kendisidir. “Felek” ise fulkun geçtiği ve seyahat ettiği alandır, denizdir. Gemiler öyle yapılmıştır ki denizlerde yürüyebilsin, batmadan devrilmesin. Uçak ise havada uçabilsin. Bizim için öyle yapılmıştır. Biz denizlerde dolaşalım diye, biz havada uçalım diye, biz uzaylarda dolaşalım diye araçlara o imkânlar sağlanmıştır.
Demek ki “fulk” demek araç demektir, “felek” ise o aracın hareket edebileceği alan demektir.
لِتَجْرِيَ فِي الْبَحْرِ
LıTaCRiYa Fıy eLBaXRı
“Bahrda cereyan etsin diye”
Yani gemiye öyle imkânlar sağlamıştır ki o bahrda/denizde gidebilir. Otomobilse kara yolunda, trense demiryolu üzerinde, gemi ise su üzerinde, denizaltı ise su içinde, uçaksa havada, füze ise uzayda hareket edebilecek şekilde donatılmıştır.
Evin kapısının kilidi öyle yapılsın ki anahtarımız onu açsın ve biz girelim.
Burada “ala’l-bahri” demiyor da “fi’l-bahri” diyor. “Bahr” deyince biz yalnız denizi anlıyoruz; oysa hava da bahrdır, uzay da bahrdır, bir alan bahrdır. Bu tek yol olabileceği bir deniz yüzeyi olabilir, hacim olabilir. “Fi’l-berri ve’l-bahri” dendiği zaman karaların karşıtı olan bahr anlaşılır ama bahr sadece o değildir.
بِأَمْرِهِ
BiEaMRıHIy
“Emri ile”
“Emr” kelimesi enerji demektir ama teshir edilmiş enerji demektir. “Kudret” de enerji demektir, miktarı belli olan enerji demektir. “Emir” ise bir işe göre ayarlanmış ve müdahale edilebilecek enerjidir. Araçlar onun var ettiği ve insanlara musahhar kıldığı yakıtlarla buralarda seferler yapmaktadırlar.
Allah yeryüzünde canlılar yarattı, insanları yaratmadan önce o canlılara görev verdi, yeraltı yakıtlarını üretmelerini emretti. Onlar da ağaçları devirip linyit yaptılar, kömür yaptılar. Hayvanların yağları eriyip petrol oldu. Bunların bedenleri çürüyüp gaz oldu. Allah onların üzerine toprak yığdı ve depoladı. Milyarlarca sene sonra insanı yarattı. Hazreti Nuh Peygamber ile insanlar uygarlaşmaya başladılar. Son olarak Kur’an’ı gönderdi. Teknoloji gelişti. Bu yakıtları kullanarak motorları ürettiler. İlk ürettikleri denizdeki gemilere buhar makineleri koydular. Sonra akaryakıt bulundu. Elektrik keşfedildi. Bugün Ay’a gidildi.
Bütün bunlar işte O’nun emridir.
Bugün de o güçlerden yararlanıyoruz. Bu tarihî yakıtlar tükenmektedir ama insanlar da Güneş enerjisini depolama imkânları bulabilmektedir. Barajlar yapılıyor, sular depolanıyor. Bitkilerden odun elde ediliyor ve depolanıyor. Rüzgârlarla elde edilen enerji yarın su ve kimyasal enerji olarak depolanacaktır. O halde tarihi birikimle uygarlaşma tamamlanacak ve artık eski yakıt kalıntılarına gerek kalmayacaktır.
Buradaki “emrihi” kelimesi bu enerjiyi ifade ettiği gibi bütün bu tarihî gelişmeler ve keşifleri de içermektedir.
وَسَخَّرَ لَكُمُ الْأَنْهَارَ (32)
Va SapPaRa LaKuMu eLEaNHAvRa
“Ve nehirleri size musahhar kıldı.”
Gemilerin denizlerde cereyan edeceğini bildirdikten sonra nehirleri de musahhar kıldı denmektedir ve “teshir” kelimesini iade etmektedir. Gemilerin zamanından yararlanıyoruz, suların ise kendisinden yararlanıyoruz.
Güneş denizleri ısıtmaktadır. Çıkan buhar havada bulut olmakta, sonra onlar denizdeki suları karalara taşımakta ve yağmur halinde yağmaktadır. Kar halinde depolanıp tüm yıl boyunca kullanılmasına imkân vermektedir. Kar, pilin şarjına benzemektedir. Bu depolama yalnız dağların üstlerinde olmamakta, ayrıca topraklara girmekte ve oralarda kumlu tabakalarda depolanmakta, sonra pınarlar halinde ortaya çıkmaktadır. Böylece önce pınarlardan geçmektedir. Denizden çıkan buhar temizlenmiş olarak çıkmaktadır. Yağmur yağdığı zaman su temizdir ama insanlar için gerekli maddeleri içermemektedir. Yeraltından geçtikten sonra oradan canlıların ihtiyacı olan maddeleri de eriterek almaktadır. Böylece akarsular bitkiler için besin olmaktadır. Bitkiler bu suları köklerinden almakta, Güneş enerjisi ile birleştirerek kimyasal enerji olarak depo etmektedir. Böylece bizim için besinler hazırlamakta ve ağaçlar üretmektedir.
Demek ki semavat ve arz yaratılmış ve insanlara zamanları ile yararlanacak imkânlar vermiş, diğer taraftan miktarları da vererek hayatı imkân dâhiline sokmuştur. Gemiler tesisler ise nehirlerde hammadde bulunmaktadır. Miktarları ile katılırlar, pis su olup denizlere giderler. Demek ki yer yuvarlağının kanı olurlar, nehirler de damar olur.
Teshir olarak ifade etmesi nehirlerin ıslah edileceği ve kanallar, barajlar, borular, künklerle zamanla insan vücudundaki damarlar şeklini alacağını bildirmektedir. Uygarlaşmanın bir yanı da suların kapalı devreye alınarak istendiği şekilde kullanılmasıdır. Yeraltı suları çıkarılıp topraklar sulanarak çöllerde vahalar hâline gelmektedir. Güneydoğu Anadolu barajları bunlara örnektir.
وَسَخَّرَ لَكُمُ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ دَائِبَيْنِ وَسَخَّرَ لَكُمُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ (33)
Va SapPaRa LeKuMu elŞaMSa Va elQaMaRa DavEiBiYnı Va SapPaRa LaKuMu elLaYLa Va elNaHaRa
“Ve size şemsi ve kameri dibyen olarak musahhar etti. Leyl ve neharı da musahhar etti.”
Yerleri ve gökleri yaratmış ve semadan mai/suyu indirerek orada ürettiği bitkiler ile sizi rızıklandırmıştır. Bunlardan yararlanmanız için size gemileri musahhar kılmış ve sonra yağan yağmurları depolayan ve dağıtan kan damarları yapmıştır, dedikten sonra, şems ve kameri musahhar kılmıştır demektedir. Önce ana döngüyü anlatmış, sonra bu döngünün bölümlerine geçmiştir. Gemiler ve nehirler. Devam ediyor…
Bunların olması için kâinat yaratılmıştır. Yani bizim bahçemizdeki elma ağacının elma verip bize rızık olması için Ay ve Güneş yaratılmıştır. Cesamet bakımından onlar çok çok büyüktür ama gaye olarak insan merkezdir, insanlar içindir bütün bunlar. Daha ileri gidip melekler, cinler ve ruhlar da insanlar için yaratılmıştır diyebiliriz.
Kur’an’da buna işaret eden ayetler vardır. Meleklerin Hazreti Âdem’e secde etmesi, insanın en keremli bir varlık olarak yaratılması, Kâinat emanetinin insanlara verilmesi, yeryüzünde ne varsa hepsinin insanlar için olması buna işaret etmektedir. Ne var ki bu daif ve cehul insanı bu kadar büyütme şeklinde görmek aklıma yatmadığı için bu ayetleri tevil ediyorum ve bu dört şuurlu yaratığı insan, melek, cin ve ruhu eşit seviyede kabul ediyorum, bütün kâinatı Allah bunlar için yaratmıştır diyorum.
“Sahhara” kelimesi de bu görüşümü teyit etmektedir. Kur’an “sizin için yarattı” demiyor, “size musahhar etti” diyor; yaratıldıktan sonra bizim hizmetimize verdi demektir. Allah yaratırken birileri için yaratmıştır. Bu birileri arasında insan da vardır. Ama insan olmasa da olur. Sizi tebdil eder ayeti buna işaret etmektedir.
Düşünürken korkmamanız için ben bazen inanmadığım ama o şekilde de düşünülebilen cümleler söylerim. Bunu ben başka sebeple de yapma ihtiyacını duyuyorum. Kimse benim söylediklerimi doğru kabul etmesin. Ben sizin Kur’an sarayına girmeniz için kapıyı açarken yardımcı olayım diyorum. Kapıyı siz açacaksınız. Siz içeri girdiğinizde artık benim anlattıklarımı unutacak, kendiniz o sarayda gerçekleri görecek ve yaşayacaksınız.
Geçmişteki peygamberler dâhil görevliler bu görevi yapmışlardır. Müçtehit âlimler bu görevi yapmışlardır. Hepiniz bu görevi yapıyorsunuz. Ben de sizlerden biriyim, sizden önce dünyaya gelmiş olmanın avantajından başka bir durumum yoktur.
Şems ve kameri bir sehhara da zikretti. Gökler ve yerler tarifi gibi bu da bir birleşik kelimedir. Bu ifade içinde Güneş ve gezegenler bir arada düşünülmelidir. Yer Güneş etrafında dönmektedir. Güneş de tümü ile galaksi merkezi etrafında dönmektedir. Bunu 225 milyon yıl içinde tamamlamaktadır. Şimdiye kadar Güneş yaratıldığından beri 20 defa dönmüştür. Güneş döndüğü gibi Yer ve Ay da dönmektedir. Ekvator’umuzla yaptığı açı 38 derece civarında bir doğrultudur.
Yer ile beraber Güneş etrafında on gezegen vardır. Onlarda hayat yoktur. O halde neden yaratılmışlardır? İlerde insanlar oralara hayat götürebilirler. Yer’de de uzun zaman hayat yoktu, bir yerde başladı ve yayıldı. Bu yayılma devam edecek, önce Ay’a, sonra da diğer gezegenlere doğru yayılacaktır.
Bunun dışında Yer yılda bir defa Güneş etrafında döner, kendi etrafında da günde bir defa döner. Bu dönmenin dengede kalması yani yavaşlamaması için sürtünmeleri yenen bir kuvvete ihtiyaç vardır. İşte bu güç gezegenlerdir. Dünya dönmesinin yavaşlamaması için Ay’ın yavaşlamaması gerekir. Ay’ın yavaşlamaması için tüm Güneş gezegenlerinin yavaşlamaması icap eder. Böylece büyük bir gezegenler sistemi konmuş ve yeryüzündeki dönmelerinde denge kurulmuştur. Eskiden zincirli saat vardı, yukarıya çeker bırakırdınız. Ağırlık aşağıya inene kadar saat dakikası dakikasına çalışırdı. Bunun gibi gezegenler aynı sistem içinde bunu sağlamaktadır. Diğer bütün gezegenler Ay’a etki yaparlar, Ay da Yeryüzü’ne etki yapar, gel-git olaylarına sebep olur.
Kur’an’da şems ve kamerin birlikte bahsedilmesinin hikmeti budur. Güneş Yeryüzü’ne ışık gönderir. Ay da bu ışığın uygun bir şekilde dağılmasını sağlamak için yaz ve kışı, gece ve gündüzü düzenler. Uydusu olmayan gezegenler Güneş etrafında aynı yüzü göstererek dönerler, kendi etraflarında dönmezler.
Kuyudaki su ne kadar önemliyse, suyu çekecek kova da önemlidir. Yoksa kuyudaki su işe yaramaz. Yani bizim için Güneş ne kadar önemli ise Ay da o kadar önemlidir. Arabadaki benzin kadar karbüratör de önemlidir. Evdeki elektrik kadar anahtar da önemlidir.
Gemileri ve ırmakları musahhar kıldığı gibi, Güneş ve Ay’ı da bize musahhar kılmıştır. Ay’ın teshiri gezegenlerle olmaktadır. Gezegenler gelişigüzel değil Bode dizisi dediğimiz bir diziye göre dizilmişlerdir, 3’ün katları olarak dizilmişlerdir.
Yer-Güneş uzaklığı 10 alınırsa ve 1 Bir Güneş çevresi ise;
1 + 3 +3 +3 +6 + 12+24+48+ 96+ 192
Bunlar aralıklardır. Uzaklıklar ise;
0, 4, 7, 10, 16, 28, 52, 100, 196, 300, 388 dir.
300 arada ek olarak girmiştir. Bununla üçlü sistem kullanıldığına işaret edilmektedir. Ayrıca 28’inci değerdeki gezegen ise (Ceres) dağılmış halde halkalar oluşturmuştur.
Plüton’un gezegen olup olmadığı tartışmalıdır. Kur’an sizin üstünüzde yedi yol vardır demektedir. Demek ki Plüton da gezegendir, çünkü çevresinde uydular vardır.
“Daibeyn” denmektedir. Hareketli oldukları belirtilmektedir. Burada sistemin hareketi anlatılmaktadır.
“De’b” adet, kural demektir. Hep aynı davranışı yaparlar demektir. Hareket anlamında olmayıp görünüş anlamındadır. Dünya Güneş etrafında dönmektedir. Dünya kendi etrafında da dönmektedir. Dünya kendi etrafında dönerken Güneş ve Ay yüzlerini günün yarısında göstermekte, yarısında göstermemektedir. Yaz ve kış olmaktadır. Güney kutbu Güneş tarafına döndüğü zaman Güneş ufka yaklaşır ve kış olur.
Kur’an “de’b” kelimesini ulusların örf ve âdetleri için 4 defa kullanmaktadır. Hazreti Yusuf aleyhisselam yedi sene de’ben ziraat yapın demekte yani eskiden olduğu gibi bolluk yıllarda ürettiğiniz buğdayı yine üretin, artanı depolayın demektedir.
“Daibeyn” demek devamlı kurallar içinde yıl ve gün içinde değişmeden aksatmadan anlamındadır. Gök cisimlerinin hareketi “sabaha” yani yüzmekle ifade edilir. Burada “sabiheyn” değil de “daibeyn” denmiş olması adet üzere ekin ifadesi ile birlikte manalandırıldığı zaman bu ifade bir mucizedir. Kur’an’da bir hata yoktur.
O halde “de’b” kelimesinin manası standartlar demektir, kurallar demektir, periyodik benzer hareketler demektir.
“Leyl ve neharı size teshir etti” diyor. Ay ve Güneş’in teshiri ile leyl ve neharın teshirini aynı âyette zikretti ama teshir kelimesi ile ayırdı. Leyl ve nehar kelimesini madde ve enerji olarak anlayabiliriz. Fülkü musahhar etmesi, enharı musahhar etmesi; onların hepsi araçtır. Nehirler de araçtır. Kendileri üretmez, dolayısıyla hayata iştirak etmezler. Onlar üretim ve tüketim için çalışma ve yaşamamız için zamanlarını bize kullandırırlar. Biz ise topraktan aldığımız maddeyi Güneş’ten gelen enerji ile birleştirip yapıları oluşturur ve onları kullanarak ve tüketerek yaşarız.
Onlar bize teshir edilmiştir. Çalışmadan yaşayamayız. Çalışma saatlerimizin verimi öyle ayarlanmıştır ki bize yetsin, aynı zamanda artsın ve çoğalalım. Eğer bu şekilde değil de çalışacağımız zamanla harcayacağımız emek elde ettiğimiz ürünün yaşatacağı günden fazla olsaydı hayatta kalamayız. Çok fazla verimli olsaydı o zaman da o kadar süratle çoğalırdık ki yaşamamıza yer kalmazdı. Kimsenin inkâr edemeyeceği bir ayarlama ile öyle düzen kurmuş ki yaşamak için çalışmak...
Yaşamak için çalışmak zorundayız ama çalışmamız verimlidir. O sayede çoğalabiliyoruz. İşte leyl ve nehar böyle musahhar kılınmıştır.
Leyl-nehar gece-gündüz olarak da anlaşılır. Birçok bitkiler günün uzunluğuna göre çiçek açarlar. Nasıl insanın uyuyarak dinlenmeye ihtiyacı varsa, bitkilerin de yazları çalışıp kışları dinlenmeye ihtiyaçları vardır. Bu da gecelerin kısalması ve uzaması ile sağlanmaktadır. Canlılarda biyolojik saat vardır, o saate göre hareket ederler. Horozlar belli saatte ötmeye başlarlar, tüm canlılara sabah olmakta olduğunu haber verirler. Belli saatte bütün kuşların uçmaya başladığını görürüz. Biz de hayatımızı ona göre ayarlarız. Uyku saatlerimiz vardır. İş saatlerimiz vardır. Dinlenme saatlerimiz vardır.
Ay’da kolonileri kurduğumuz zaman orada gece ve gündüz bir ay kadar sürecektir. Orada öyle teknoloji geliştireceğiz ki Güneş ışığı bizim bedenimizin yapısına uysun.
Şimdi yeni bir mantık içinde düşünebiliriz. Allah önce insanı yarattı. “Er-Rahman”da bu ifade edilmektedir. Projede önce insanı yarattı. İnsan şöyle özelliğe sahip olsun dedi. Genleri ve DNA’ları tasvir etti. O musavvirdir.
Bunu yapabilmesi için şu tür moleküller olması gerekir dedi. Sonra o tür moleküllerin oluşması için şu tür atomlar olsun dedi. Bunu yaparken israfı sevmedi. Yani en az çeşit ve en az malzeme ile bunu yaptı. Basit bazı şeyleri o şekilde yarattı ki bugünkü hayat meydana geldi.
Buradan aldığımız ders şudur. Biz insanı değiştiremeyiz. İnsan kendi hilkatinde olacaktır. Ama çevremizi insanın hilkatine göre düzenleyebiliriz. İşte bu teshirdir. Bir somun eğer cıvataya uyuyorsa, ona göre yapılmış ise o somun ona teshir edilmiştir.
İşte Marx’ın yanıldığı nokta budur. Bugün Sermaye’nin ve siyasetin yanıldığı nokta burasıdır. Çevreyi insana göre düzenleyeceklerine, eğitimle insanları çevreye göre oluşturuyorlar, insanın özgürlüğünü yok ediyorlar.
Allah çevreyi insan için yaratmıştır, insanı çevre için yaratmamıştır.
Bu sebepledir ki Akevler insanları eğitmeyi hedeflemez, bunu haddini aşmış olmak kabul eder, insanların kendi kendilerini eğitmelerini sağlayacak imkânlar hazırlar. Yüz lojmanlı apartmanlar yapar. Onar daireli katlar yapar. İnsanların aşiret ve semt kurmaları için imkân hazırlar. Çalışmada ve yaşamada anlaşabilecek olanlarını bir araya getirir, buna imkân verir, isteyen gelir. Sonrasında ise herkes kendi iradeleri ile yapacaklarını yaparlar.
Allah bizi gece ve gündüze uyumlu olalım olarak yaratmadı, gece ve gündüzü bize musahhar olarak var etti. Özgür insan bir tanrı gibi davranan kimsedir. Allah ikinci tanrıyı yaratmaz, yaratmadı da. Tanrı’ya muhatap olan insanı, melekleri, cinleri ve ruhları yarattı. Tanrı bizi yaratmak zorunda değildir ama birilerini yaratmalıdır, çünkü boş durmak Tanrı’nın sıfatlarına aykırıdır.
وَسَخَّرَ لَكُمُ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ
Va SapPaRa LeKuMu elŞaMSa Va elQaMaRa
“Ve Şems ve Kameri size teshir etti”
“Şems” kelimesi Kur’an’da 33 yerde geçmektedir. Kur’an’da her söz çift olduğuna göre bunun yanında tek olarak geçen bir kelime olmalıdır. ŞMT kelimesi olmalıdır. “S”ye en yakın iki harf “Z”dir, “T”dir. Manaları arasında yakınlık olmalıdır Şamata sevinci gösterme demektir. ŞMS kelimesinin etimolojik manası ortalığı aydınlatma demek olmaktadır. Ayrıca “şule” ve “şita” kelimeleri vardır. Hepsinin Güneş ile hem lafızda hem de manada yakınlıkları vardır. “Şule” gece aydınlatmak için yakılan çıradır. “Şita” da yazın karşılığı olan kıştır. “M” dalgalanan su yüzeyini remzeder. “Şita” ise donmuş su ile buz ile temsil olunur. Demek ki Güneş aydınlatan anlamında olduğu gibi ısıtan anlamındadır.
“Kamer” kelimesi 27 defa geçmektedir. En yakın kelime “kummel”dir. “Komul” kumral renginde bir böceğin adıdır. Ay daha çok ziya alan manasında olup Şems ve Kamer ikisi birden görüntüleme sistemini ifade eder. Işık dalgası Güneş’ten çıkar, cisimlere vurur, orada cismin rengini ve şeklini alır, gözlere getirir, gözler onu idrak ederler.
İnsanın gözü ile Güneş’in ışığı ve onu cisimlerin yansıtması hep uyumlu var edilmiştir. Görünmeyen ışıklar olduğu gibi görünmeyen cisimler de vardır. Örnek olarak havayı göremiyoruz. Demek ki yıldızlar, cisimler ve gözler insanların görmesi için yaratılmış, birbiriyle uyumlu olması sağlanmıştır. Güneş en çok yeşile yakın ışığı salar, cisimler de en çok yeşil renge yakın olanları aksettirir. İnsan da en çok yeşile yakın rengi görür. İşte bu teshirdir. Ay’ın ve Güneş sisteminin ısı bakımından önemli olması yanında aydınlanma bakımından da önemi vardır. Birbirinden tamamen farklı fonksiyonları ifade eder. Uzayda renk diye bir şey yoktur. Değişik dalgalar vardır ama göz onu renkler olarak görmektedir.
دَائِبَيْنِ
DavEiBaYNi
“İki di’b olarak”
Kurallar içinde hareket ederek, gelişigüzel değil de hareketleri belli sistemde ve periyotta yaparak demektir. İnsanda hücrelere bölünür, çoğalır ve yeteri kadar olunca çoğalma durur. Devam ederse kanser olur. Cisimler de belli düzeni koruyarak varlıklarını sürdürürler. Bunları dengede tutan sistemler oluşturulmuştur.
Yer/Dünya Güneş etrafında belirlenen yörüngenin dışına çıkmadan döner durur.
Ay da böyledir.
Daibeyn Ay ve Güneş’in hâlidir, sıfatı değildir. Nekreler marifeye sıfat olmazlar. Elektron da çekirdek etrafında daibeyn olarak dolanıp durur. Bu sayede atomlar ve moleküller meydana gelmiş olur. Işıklar parçacıklar şeklinde yayılırlar, sayısaldırlar, sürekli değildirler. Bu sayede kâinatta düzen kurulmuştur.
وَسَخَّرَ لَكُمُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ (33)
Va SapPaRa LaKuMu elLaYLa Va elNaHaRa
“Ve leyl ve neharı size teshir etmiştir.”
Leyl ve neharın madde ve enerji, gece ve gündüz anlamları olduğu gibi Allah her şeyi çift yaratmıştır. Bir cisim hareket ederken bir kendi hızı vardır bir de dalgasının hızı vardır. Gemiye bindiğiniz zaman gemi kendi hızıyla giderken dalgasının hızı da etrafa yayılır, kendi hızına v, dalgasının hızına u dersiniz. Kâinatta her hareketlinin bir kendi hızı vardır bir de dalgasının hızı vardır. İkisinin çarpımı saniyede 300 000 kilometrenin (ışık hızının) karesine eşittir. Yani ışık demek dalgasının hızı kendi hızına eşit olan varlık demektir. Küresel yapıda dalgalar karşı kutupta toplanırlar ve orada da maddenin görüntüsünü oluştururlar. Dolayısıyla benim buradaki hareketime benzer, orada da benim görüntüm hareket eder. İşte bunlardan burada olan leyl ise orada olan da nehardır. Melekler ve ruhlar oralara hükmederler. Biz ise buralarda hükmederiz. Leyl ve nehar bunu da ifade etmiş olur. Bu, maddenin dalga tabiatı olduğunun keşfinden sonra anlaşılmıştır. u*v=c^2 olarak ifade edilmekte ve buna dayanarak yapılan hesaplar tam tamına uymaktadır.
وَآتَاكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَأَلْتُمُوهُ وَإِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللَّهِ لَا تُحْصُوهَا إِنَّ الْإِنْسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ (34)
VaEAvTAyKuM MiN KulLi MAv SaEaLTuMUvHuv VaEiN TaGudDUv NıGMaTa elLAvHIı LaV TuXÖUvHAv EinNa eL EiNSAvNa La JaLUvMUn KafFARun
“Ve sual ettiklerinizin hepsini ita etmiştir. Allah’ın nimetlerini i’dad ederseniz ıhsa etmezsiniz. İnsan zalum ve keffârdır.”
Kur’an bir şeyi anlatırken ibaresi ile asıl olanı söylemesinin yanında işaretle başka bilgiler de verir. Önce Kur’an Arapçasının kurallarını öğretir. Erişilemeyecek seviyede gramer kitabıdır. Ayrıca Matematiği ve müsbet ilimleri de öğretir. Sayı vardır, adet ile ifade edilir. Hesap vardır, sayılar arasındaki ilişkileri belirtir. Mantık vardır, sayı dışında varlıklar arası ilişkileri belirtir. Bir de ıhsa vardır, onu bugün matrislerle ifade ederiz. Matris, sayı gruplarının arasında kurulan ilişkidir. Örnek olarak bir bakkal dükkânında bulunan malların adlarını satırda sıra ile yazar, fiyatlarını da üstünde yazar, değişmeleri yalnız satırda veya üstünde yapar. Böylece yazmayı kısaltmış olur. Satırdaki her sayıya üstünde bir sayı tekabül eder. Satır sütunla çarpılıp toplanırsa bakkalın tüm mal varlığı bulunmuş olur. İşte bu işlem ıhsadır. İnsan nimetleri satır olarak yazsa, sütun olarak nimetlerin sağladığı faydaları yazsa insan ömrü ve zamanı onları yazmaya yetmez, ömrü biter. Bu nimetlerden insan kendisine gerekenleri ister, onu Allah verir ve hayat böyle sürer. İnsanın ne yapması gerektiğini insana duyguları verir. Acıkır, üşür, sıkılır. O nimetlerini kullanarak ihtiyaçlarını giderir. Çevreyi öyle yaratmıştır ki insanın neye ihtiyacı olursa onu gidersin. Ayrıca insan da ihtiyacını onun verdiği duygularla gidermektedir.
İnsan zalumdur keffârdır.
Zalumdur, kendi ihtiyaçlarını giderirken başkalarının ihtiyaçlarını gidermeyi önler. Kendilerine verilen bu nimetlere de nankörlük yapar. Bütün bunların tesadüflerle kendiliğinden oluştuğunun, Tanrı’nın olmadığının veya karışmadığının görüşündedir. Her şeyin tesadüfen oluştuğunu varsayalım, insanın acıkması hangi tesadüflerle izah edilecek, insanın acı duyması hangi tesadüfle açıklanacaktır?
Ondokuzuncu yüzyıl makro kanunların keşiflerinin yapıldığı dönemdir. Olaylar doğal kanunlarla açıklanabiliyordu. Doğal kanunlar da Tanrı gibi kendiliğinden var olabilirdi. Tanrı kendiliğinden olduğu gibi doğa kanunları da kendiliğinden olabilirdi. Materyalistlerin bu iddialarında haklı tarafının olabileceğini yazmışımdır.
Yirminci yüzyılda mikroya inildi ve görüldü ki burada doğal kanunlar yoktur, özel dizilişler vardır, iradi hareketler vardır. Ondokuzuncu yüzyıldaki ateizm her buluşu yıkmaya başladı. Tevillerle savunmaya başladılar. Yirminci yüzyıl bu savunmayı da çökertti. Bu ayetler bunun en açık ispatıdır. Kâinatı ve insanı anlattığımızda tesadüfün hiç yeri olmadığı ortaya çıkar. İnsanların Güneş’e göre yaratıldığını düşündüğünüz zaman insanı da tanrı kabul ederseniz bir açıklama olabilir. Ama Güneş’in insana göre yaratıldığı ve insanın da tanrı olmadığını göz önüne aldığınızda artık ateizmin düşünülmesi akıl için imkânsız hale gelir.
Ayet zalum ve keffar olarak bitmektedir. Bundan sonra Hz. İbrahim kıssasına geçmektedir. Bugünkü insanlığı bundan daha iyi tasvir eden ifade bulmak çok zordur. Bugün yarım asır süren davalar olmaktadır. Hiçbir davayı davacının kazanması düşünülemez. Elli sene bir davanın stresi bile onun getireceğinden çok daha zararlıdır. Sadece karşı tarafı da eziyete sokmak için dava açılmaktadır. Mahkemeler huzuru ve saadeti getireceğine huzursuzluğu ve işkenceyi getirmektedir. Bu hâkimlerin, savcıların, avukatların zalim olmasından ziyade sistemin zulmüdür. Hem halk da bu zulmü kaldırmak için değil, bu zulümle zulmetmeyi tercih etmektedir. Bu konuda yazı yazarsanız okuyanların sayısı yirmi binleri bulur, barışı önerirseniz binlere iner.
Diğer taraftan herkes Allah’ı unutmuş, kendilerini Allah’tan daha bilgili ve akıllı kabul eden insanlar her yerde yer almışlardır. Beş vakit namaz kılan kardeşlerimizin dahi böyle düşünmeleri bizi üzmektedir.
وَآتَاكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَأَلْتُمُوهُ
Va EAvTAyKuM MiN KulLi MAv SaEaLTuMUvHu
“Ve sual ettiklerinizin hepsinden ita etmiştir.”
“Külle”nin başına “Min” getirilmiştir. Yani her isteneni vermemektedir. İstemeden gerekli olanlar verilmektedir. Yani insan ihtiyaçlarını gidermek için talepte bulunur. Talep edilenden gerekenler verilir. Ama insan daima fazla talep etmektedir. Fiyat verirken alırken pazarlık payı derler. Allah da insanların her istediğini vermemektedir ama ihtiyaçlarını gidermektedir. Bu, herkese ihtiyacı olan istedikleri verilmektedir demektir.
“Min külli” talep edilenin hepsinden anlamındadır. Burada insanın doyumsuzluğunu açıklamaktadır. İnsanın her istediği verilse yine doymaz. Bu sebepledir ki Allah azar azar vererek insanı devamlı çalıştırmaktadır. Eğer herkese istediği para verilse, para paralık vasfını kaybeder, işe yaramaz olur. Ama bugün İstanbul’da 20 milyon insan yaşamaktadır. Bunların hiçbirisinin garantili rızıkları yoktur ama hiç kimse açlıktan ölmemektedir.
وَإِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللَّهِ
Va EiN TaGudDUv NıGMaTa elLLAvHı
“Ve Allah’ın nimetini sayacak olursanız”
Saymak demek paketlemek demektir.
Biz bugün onlu paketler sistemini kullanıyoruz. 327 demek, 3 adet yüzlük, 2 tane onluk, 7 tane birlik demektir. Bu paketleme dışarıda yapıldığı gibi zihinde de yapılmaktadır. Kâğıda rakamlar olarak yazılmaktadır. Allah’ın nimetlerinin listesini yapmaya kalkışsanız ömrünüz yetmez. Başkaları yazıp siz okumaya kalkışsanız onlarınki de yetmez.
Nimet maddidir, rahmet manevidir.
Sadece manevi nimetlerden bahsetmektedir.
لَا تُحْصُوهَا
LaV TuXÖUvHAv
“Onu ihsa edemezsiniz”
“Hasıy” çakıl taşı demektir. Yazı icat edilmeden önce insanlar sayıları çakıl taşlarıyla gösterirlerdi. Amerika yerlileri çakıl yerine düğümleri kullandılar.
“Ihsa” çakıl taşlarını uygun tarzda torbalayıp bağlamak demektir.
“İdad” toplayıcılık zamanında meyve toplayanların aşiret reislerine verdikleri paydı. Hâlâ vergi manasını taşımaktadır. “Hudud” kelimesiyle de akrabalığı vardır. “Hadede” çizerek sınırlamak, “adede” sayarak sınırlamak demektir. Başkalarına hükmetmek için servet edinen kimseler devamlı olarak varlıklarını ve zenginliklerini göstermeye çalışmışlardır. Buradaki “addede” kendi kendine saymak değil, başkalarına gösteriş için saymak demektir.
“Aded” gerektiği kadarını saymadır. “Ihsa” ise mevcut olanları sonuna kadar saymak demektir. “Sayma” addetmektir. “Ihsa” ise sayılanların sonucunu ortaya koymadır.
إِنَّ الْإِنْسَانَ لَظَلُومٌ
EinNa eL EiNSAvNa La JaLUvMUn
“İnsan zalumdur”
“Zelûm” sigası hem fail hem de meful için kullanılır. İnsan zalimdir anlamı da çıkar, mazlumdur anlamı da çıkar. İnsan zalimdir, kendi kendisine zalimdir. Kişi başkasına zulmedilsin de arada kendisine de o zulüm bulaşırsa ona da razı gelmektedir.
İnsan zaif ve cahildir. İnsan zalum ve keffardır. İnsan eksik yaratılmıştır. Kendi iradesi ile eksikliklerini gidermektedir. Bu sebeple en üst canlı olmaktadır.
كَفَّارٌ (34)
KafFARun
“Keffârdır.”
Nankördür. Nimetlere şükretmez, nimetleri değerlendirmez.
Evet, insan fıtraten böyle yaratılmıştır. Ona bundan kurtulma yollarını göstermiştir.
İşte, Kur’an insandaki bu eksiklikleri gideren bir varlıktır. Allah ona akıl nimetini vermiştir. Kâinatı kavrama yeteneğini vermiştir. Bu sayede durmadan dereceler alabilecektir. O ise küfranı seçmiştir. Allah o insanları da iyi insanlar olsun diye var etmiştir.
Kötüler olmasaydı iyilerin iyilikleri bilinemezdi.
Onlara zulüm olmuyor, çünkü kendi iradeleri ile o yolu seçmişlerdir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92