HÛD SÛRESİ - 4. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَلَئِنْ أَذَقْنَا الْإِنْسَانَ مِنَّا رَحْمَةً ثُمَّ نَزَعْنَاهَا مِنْهُ إِنَّهُ لَيَئُوسٌ كَفُورٌ (9) وَلَئِنْ أَذَقْنَاهُ نَعْمَاءَ بَعْدَ ضَرَّاءَ مَسَّتْهُ لَيَقُولَنَّ ذَهَبَ السَّيِّئَاتُ عَنِّي إِنَّهُ لَفَرِحٌ فَخُورٌ (10) إِلَّا الَّذِينَ صَبَرُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أُولَئِكَ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَأَجْرٌ كَبِيرٌ (11) فَلَعَلَّكَ تَارِكٌ بَعْضَ مَا يُوحَى إِلَيْكَ وَضَائِقٌ بِهِ صَدْرُكَ أَنْ يَقُولُوا لَوْلَا أُنْزِلَ عَلَيْهِ كَنْزٌ أَوْ جَاءَ مَعَهُ مَلَكٌ إِنَّمَا أَنْتَ نَذِيرٌ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ (12)
وَلَئِنْ أَذَقْنَا الْإِنْسَانَ مِنَّا رَحْمَةً ثُمَّ نَزَعْنَاهَا مِنْهُ إِنَّهُ لَيَئُوسٌ كَفُورٌ (9)
Va LaEiN EaÜaQNAv eLEiNSAvNa MinNAv RaXMaTan ÇumMa NaZaGNAvHAv MiNHu EinNaHUv LaYaEUvSun KaFUvRun
“Ve eğer insana bizden bir rahmet izaka ettirir sonra da onu nez' edecek olursak o yeus ve kefur olur.”
Sûre Kâinatın ve insanın yaratılışını açıklamakla başladı. İnsanların uygarlaşmalarına işaret etti. Uygarlaşmanın oluşması için azabı geciktirdiğini beyan etti.
Bunun sebepleri vardır.
1) İnsanlar daha yeni uygarlığı öğrenmiş ve uygulayacak durumda değildirler. Onlara zaman kazandırmak için azab gecikmektedir.
2) Bugün muhalefet edenler ola ki zamanla o cepheden bu cepheye geçerler. Onların tövbelerine imkân vermek için azab geciktiriliyordu.
Bu âyetlerde ise uygarlaşmanın oluşması için insan ruhiyatında mevcut olan bir özellik anlatılacaktır, bu da değişme özelliğidir. İnsan daima ilerlemek ister. Bu da yeni uygarlığın sebebi olur. Bunu tam anlatmamız için fizik kanunlarına bir göz atalım.
Madde yaratılmıştır, parçacıklardan oluşur. 17*6*6*3+1=1837 kadar parçacık hidrojenin çekirdeğini oluşturur.
Bundan sonra
2*(1+(1+3)+(1+3+5) + (1+3+5+7) + (1+3+5+7) + (1+3+5) + (1+3) = 2*59 = 118 element vardır.
Kur’an her hacme “sema”, her yüzeye “felek”, her yörüngeye “tarık” demekte, bunların 7 olduğunu söylemektedir. Toplam 7 sema vardır. Bir semada en çok 4 felek vardır. Bir felekte en çok 7 tarık vardır. Kur’an 7 tarıktan bahsetmektedir. Bunların birleşmesinden moleküller oluşmaktadır. Zariyat Sûresi’nin ilk âyetlerinde de elektrikten bahsetmektedir.
1) Elektriki alan vardır, manyetik alan vardır. Manyetik alanların toplamı yükler oluşturmaktadır. Elektriki yükler iki kutupludur; müsbet elektrik, menfi elektrik. Bu kutuplar birbirlerinden kopabilmektedir. Mıknatısın ise kuzey ve güney diye iki kutbu vardır. Bunlar birbirlerinden kopmaktadır.
2) Şimdi bizim âyetle ilgili duruma gelelim. Eğer elektriki ve manyetik alanlar durgunsa aralarında hiçbir etki yoktur. Bobin içinde mıknatıs hiçbir etki yapmaz. Ama bobinden mıknatısı çıkaracak olursak bobine elektrik geçer ve lamba yanar. Aksi de doğrudur. Hareketli elektrik manyetik alanı, hareketli manyetik elektrik alanı oluşturur.
3) Bu sebepledir ki su gücü ile dönen mıknatıslar elektriği meydana getirir. Elektrik tellerden akarak dünyanın her tarafına suyun taşıdığı yükü götürür ve onlarla lambalar yanar, makinelere girer ve istediğimiz işi yapar.
4) Böylece hem enerji dağıtır hem de bilgisayarda ve telefonda olduğu gibi haberleri yani emirleri ulaştırır. “Emir”in Arapçada iki manası vardır; iş ve buyruk. Elektrik ikisini de yapar.
Size bu âyetleri göstermek isterim.
وَالذَّارِيَاتِ ذَرْوًا(1) Zerveler zerv ettiğinde (manyetik alan hareket edince).
فَالْحَامِلَاتِ وِقْرًا(2) Vıkr hamledince (elektrik alanı oluşup elektriği çekmeye başlayınca).
فَالْجَارِيَاتِ يُسْرًا(3) Yüsren cereyan edince (elektronlar, hamuleler kolayca akınca).
فَالْمُقَسِّمَاتِ أَمْرًا(4) Emri taksim edince (işleri ve haberleri bölüştürünce).
Bu dört kanunu Maxwell formüle etmiştir. Burada âyetimizle ilgili hususu durup dururken mıknatıs ve elektrik birbirine etki etmediği halde elektrik üreten merkezlerde manyetik alan hareket ediyor, elektrik doğuyor, akıyor, Keban Barajı’ndan bize geliyor, motora giriyor, bu sefer hareketle elektrik manyetik alanı doğuruyor ve motoru çalıştırıyor.
Demek ki doğada olaylar hareketlinin karşısındakine de etki etmesidir.
İşte, insan psikolojisi de böyle yaratılmıştır. Değişme yoksa ne üzülür ne de sevinir. Milyon parası olan kimse ile bin lirası olan için hiçbir sevindirici ve üzücü bir şey yoktur. İnsan alışmış olanı olduğu gibi kabullenmiştir. Servet insan ruhuna etki etmemektedir.
Ama bir milyonu olan kişi elli bin daha kazandığı zaman serveti bir milyon elli bine çıkmışsa sevinir, 950 bine düşerse üzülür. 1000 lirası olan için de durum aynıdır. 1050 lira olursa sevinir, 950 liraya düşerse üzülür. Hattâ diyebiliriz ki sevinç ve üzüntü ikisinde aynıdır.
Bu iki âyette insan ruhiyatının bu durumunu anlatmakta, aynı zamanda doğadaki etkileşimi de temsili olarak bildirmektedir.
و ثُمَّ “Ve” ile “Sümme” getirilmiştir. İkisi harfi atıftır. Birinde umumilik, diğerinde hususilik vardır.
لَ لَ İki harfi te’kîd getirilmiştir.
مِنَّا مِنْهُ İnsan ile Allah “Minhu” ve “Minna” ile karşılaştırılmıştır. Yunus Sûresi’nin son âyetinde de aynı karşılaştırma vardı, “Allah ve “O” olarak karşılaştırılmıştı.
ئِنْ إِنَّهُ “İn” ile “Lehu” karşılaştırılmıştır. Biri kesinliği, diğeri ihtimaliyatı ele alır.
أَذَقْنَا نَزَعْنَاهَا “İzaka” ile “Nez’ etme”, biri verme diğeri almadır, biri iyi diğeri kötüdür.
يَئُوسٌ كَفُورٌ “Kefur” nankör demektir. Yani verilen nimetlere şükredeceğine, ‘daha, daha’ deyip bir türlü doymaz. ‘Yeis” ise “Meyus” kelimesi ile akrabadır. Nimeti görmeme, yeis de ümidini kesme benzeri bir ifade vardır. Üzerinde durmalıyız.
الْإِنْسَانَ رَحْمَةً Diğer kelimeleri yerleştirdik. Onların hepsinde bir yakınlık vardır. Sonunda elimizde iki kelime kaldı; “insan” ve “rahmet”. Demek ki bunlar arasında bir ilişki vardır. İşte onu düşünüp bulma yorumdur, tefsirdir. “Rahmet” nimet karşılığı da kullanılmıştır. İnsanın maddi ihtiyaçları vardır; yer, giyinir, barınır, dolaşır. Bunlara nimet diyoruz. İnsanın bir de ruhi ihtiyaçları vardır. Kendisine hiçbir faydası olmayan parayı kazanınca sevinmektedir. Makamı yükselince sevinmektedir. Sevilince sevinmektedir. Bilince de sevinir. Hâsılı kişi olarak ve mensup olduğu topluluk olarak başarılı olunca sevinir. Bu da insana has bir olaydır. Nimet, bir hayvan olarak elde edilen iyiliklerdir. Rahmet ise insan olarak elde ettiği iyiliklerdir. Fatiha’da bu karşılaştırma yapılmıştır.
وَ
Vav
“Ve”
Buradaki “Ve Lein” bundan önce geçen “Ve Lein Ehharna el-azabe” âyetindeki “lein”in atfedildiği yere gitmektedir. Sen öldükten sonra dirileceksiniz dersen âyetinde “velein” geçmektedir. Uygun atfedilecek yer bulamadığımız için mahzuf cümleye atfedildiğini yazmıştık. İkincilerin “velein” biz eğer onlara azabı tehir edecek olsak, olarak geçmektedir. İki defa da buralarda geçmektedir.
Bu dört “Lein”i alıp karşılaştırma yaparsınız, hangi sınıflaşma yapılmıştır görürsünüz; dirilme, azabın tehiri, rahmetin nez’i, nimetin verilmesi. Bu dört konu yalnız bu dünyadaki olayları değil, öldükten sonra dirilmeyi ve oranın da gayesini ortaya koyar.
لَئِنْ أَذَقْنَا
LaEiN EaÜaQNAv
“İzaka ettirirsek”
“Zevk” insandaki bir melekedir. İnsan bir şeyi görünce onun kendisine besin olup olmadığını tahmin eder. Sonra eline alır, besin olmaya uygun mu değil mi diye yoklar. Sonra onu koklar, kokusu ile onun kendisine yarayıp yaramadığını bilir. Sonunda ağzına alıp lezzetine bakar. En sonunda yutar.
Demek ki dört barajlı imtihandan geçirir.
Bunlardan zevk alırsa yol verir, acı duyarsa o zaman da yol vermez.
“Zevk” hoşlanıp hoşlanmama şeklinde de ifade edilir. Allah burada “biz” demektedir. Çünkü zevk alma işlemi insanda mevcut olan melekeler sayesindedir. Allah o melekeleri insana vererek onun yaşamasını sağlamaktadır.
الْإِنْسَانَ
eLEiNSAvNa
“İnsana”
İnsan Kâinatın sahibi olarak yaratılan bir varlıktır. Allah’ın muhatabıdır. Melekler ve cinler ona yardımcı olsunlar diye vardır. Herkese karşı görevlendirilmiş melekler vardır. Sürekli insanla beraber dolaşırlar ve insana iyi yolları ilham ederler. Bir de cinden şeytan vardır. Şeytan da fırsat bulduğu zaman insana yaklaşır ve kötülüğü telkin eder.
Kâinatta sadece 10^10 yani 10 milyar kadar insan yeryüzündedir. Oysa insan sayısı kadar sayıda Samanyolu’nda yıldız vardır. Eğer yakın yıldızları incelersek her birimize 20 güneş düşecektir. Orada da bizim gibi insanlar mevcuttur. Kâinatta insan sayısı olarak 250 milyar*milyar*milyar*milyar insan vardır. Bunların ruhi yapıları aynıdır.
İşte burada bahsedilen insan bu insandır. Yeryüzündeki insan “Âdemoğlu”dur. “Beşer” ise insan türüdür. “Büşr” tüysüz deridir. Yalnız insan tüysüz ırk olarak var edilmiştir. Bu sayede yeryüzünün her yerine gidebilmekte, denizlere inmekte ve uzaya çıkmaktadır. Bu sebeple “beşeran tenteşirûne” denmektedir. İnsandan başka “ins” de vardır.
“İnsan” cins isimdir. Müennesi olmadığı gibi cemi de yoktur. Burada insan cinsi ifade ettiği için insan ırk olarak her tarafa intişar etmiş varlığın adıdır.
مِنَّا رَحْمَةً
MinNAv RaXMatan
“Bizden rahmet”
İnsanın beşeri değil de insani ihtiyaçlarını karşılayan ihsan (iyilikler) rahmettir. İnsanın bedeni çürüyüp gidecektir. Oysa ruhu ebedidir ve varlığını yücelmiş olarak devam ettirecektir. Ruh insan yaratılmadan önce vardır.
Bunu nereden biliyoruz?
“Siz ölüler idiniz, dirilttik, öldüreceğiz, sonra dirilteceğiz” (2/28) âyeti ile bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin sözü de bunu beyan etmektedir. Sonra benim ruhumdan deyince buradaki izafet cüziliği değil mülkiliği ifade eder. Demek ki daha önce ruh vardı. Ruhun zevk ihtiyacını giderme ihsanlarına rahmet denmektedir. İnsan ruhunun dört melekesi vardır. Onlarla bedenle ilişki kurar. İkisi algılama aracıdır, zevk ve şuur böyledir. Biri insana ne yapacağını öğretir, diğeri ise insana nasıl yapacağını öğretir. İkisi de ruhun bedenle olan ilişkisini ifade eder. İnsana yapması gerekenleri yaptırır. İradeyi harekete geçirir. Diğeri ise görüşmedir, muhaveredir. Bu da insana ne söyleyeceğini öğretir. Allah insana kendisinden rahmet tattırır. Kendisinden deyince Allah her insanla ayrı görüşür. Onun duasını işitir ve istediklerini vahyeder. Allah görünmez ama Allah her zaman her insanla ayrı görüşmektedir. Bu sebeple hiçbir insan birbirine benzemediği gibi hiçbir insanın bugünü dün değildir.
İnsanın bedeni ihtiyaçlarının dışında ruhi ihtiyaçları vardır. Ruhi ihtiyaçlar da bedeni ihtiyaçlar gibidir. Zevkle ifade edilmiştir. Zevk lezzet değildir. Lezzet sadece hislerle idrak edilendir. Zevk ise his, fikir, irade ve ünsiyetle idrak edilir. İnsan bir şeyi yapınca zevk alır.
ثُمَّ نَزَعْنَاهَا مِنْهُ
ÇumMa NaZaGNAvHAv MiNHu
“Sonra onu ondan nez’ edecek olursak”
“Nez’” gerilmiş yay demektir. Sonradan çekme, müfâele babından da çekişme anlamı kazanmıştır. Okun fırlatılması anlamında çekip çıkarma da nez’ anlamına gelmiştir. Rahmeti alıp götürme yahut ondan ayırma anlamındadır.
Milletvekili olursunuz ve sevinirsiniz, sonra üç dönem engeli sebebiyle dışarıda kalırsınız, milletvekili olamazsınız ve üzülürsünüz. Oysa birileri hiç milletvekili olmadı, siz ise oldunuz, şimdi ne diye üzülmektesiniz.
Rahmet bazen verilir bazen alınır. Burada “sonra” ifadesi getirilerek rahmet içinde yaşarken sonra nez’ edilmiştir. Baştan “in” getirilmiş ama “sonra” getirilmelidir.
Her nimet sonunda nez’ edilecektir. İnsana verilen en büyük rahmet hayatıdır ve herkes sonunda ölecektir. Bu dünya hayatı böyle takdir edilmiştir. Geleceğiz, gideceğiz.
Bugün insanlar Ay’a gittiler; Güneş’e bile gidecekler, hattâ üç boyutlu uzayı aşıp dört boyutlu uzayda seyredebilecekler. Ama herkes ölümlüdür. Kimse devamlı yaşama imkânına sahip değildir. Tabipler bile artık insanı yaşatmak için herhangi bir ümide sahip değildirler. İnsanı yaşatma şöyle dursun, insanı yaşatma gücüne sahip değildirler. Tedaviyi doktorlar değil yine insan vücudu kendisi yapıyor, tabip sadece şartları hazırlıyor.
إِنَّهُ لَيَئُوسٌ
EinNaHUv LaYaEUvSun
“Yeus olur”
Hayızdan kesilen kadın demektir. Türkçede “meyus” olarak kullanmaktayız; ümitsiz hâle gelmek demektir.
“Ye's” kalbidir, beyinde ümidin kesilmesidir.
“Kanaat” ise ümidini kesip teslim olmaktır, hareketsiz hâle gelmektir, bitkinlik hâlidir.
“O kanut yeus olur” diyor.
Örnek olarak, biz ne kadar uyarırsak uyaralım, onların yola gelmeyeceklerini biliriz ama biz yine de uyarılar yapmaya devam ederiz, tebliğe devam ederiz. Yeus oluruz ama kanut olmayız. 1960’larda CHP ile AP’nin bir olup Müslümanları ezmeye başlamaları bizi yeus etti. İki parti işbirliği hâlinde Müslümanlara saldırıyor, bunu askerlere yüklüyorlardı. Askerler emir kulu idiler, halkın iktidarına teslim idiler, onların yapacakları iş yoktu.
Biz kanut olmadık. Kooperatif kurduk. Cemaatler oluşturduk. Siyaset yaptık. Hiçbir ümidimiz yoktu. Ama biz görevimizi yapıyorduk. Bugünkü Türkiye, hattâ bütün dünya yeus ama kanut olmayan Müslümanların faaliyetleri mahsulüdür.
كَفُورٌ (9)
KaFUvRun
“Kefur olur.”
Geçmişteki rahmete karşılık şimdi harekete geçmeli ve şükrünü eda etmeli iken ümidi kesip kenara çekilirler. Bizdeki eksiklikten dolayı Ak Parti iktidarı elden gidebilir.
Bu durumda bizim meyus olup kefur olmamız değil, 13 sene bize iktidarı bahşeden Allah’a hamd etmek ve ona göre borcumuzu ödemek durumundayız.
Türk milleti artık semt kooperatiflerini kurmalı ve şunları yapmalıdır: a) Ahşap ev atölyelerini oluşturmalıdır. b) Yüz villalık dinlenme sitelerini kurmalıdır. c) Yüz lojmanlı işyeri apartmanlarını yapmalıdır. d) Bin dil üniversitesi kurulmalıdır.
وَلَئِنْ أَذَقْنَاهُ نَعْمَاءَ بَعْدَ ضَرَّاءَ مَسَّتْهُ لَيَقُولَنَّ ذَهَبَ السَّيِّئَاتُ عَنِّي إِنَّهُ لَفَرِحٌ فَخُورٌ(10)
Va LaEiN EaÜaQNAyHu NaGMAvEa BaGDa WarRAvEa MasSaTHu La YaQUvLanNa ÜaHaBa elSayYıEAvTu GaNIy EinNaHUv LaFaRiXun FaXUvRun
“Ve ona darradan sonra na’mayı zevk ettirsek, benden seyyiat zihab etti der, fahur farih olur.”
Önce bu âyet ile bundan önceki âyeti karşılaştıralım.
أَذَقْنَا الْإِنْسَانَوَلَئِنْ İnsana izaka ettirirsek ona izaka ettirirsen. وَلَئِنْ أَذَقْنَاهُ Ona izaka ettirirsek.
مِنَّا رَحْمَةً Bizden rahmet نَعْمَاءَ Na’mae
ثُمَّ Sonra بَعْدَ Arkasından
نَزَعْنَاهَا Onu ondan nez’ ettik ذَهَبَGitti
مِنْهُ Ondan عَنِّي Benden
إِنَّهُ O إِنَّهُ O
لَفَرِحٌ فَخُورٌ Fehur Ferih لَيَئُوسٌ كَفُورٌ Kefur Yeus
السَّيِّئَاتُ Seyyiat ضَرَّاءَ Darra مَسَّتْهُ Messethu’ların karşılığı birinci âyette yoktur.
مِنَّا Minna’nın karşılığı ikinci âyette yoktur.
Birinci âyette önce iyilik sonra kötülük, ikinci âyette önce kötülük sonra iyilikten bahsetmiştir. Bu dünya böyle yaratılmıştır. Önce iyilik olur, sonra kötülük olur. Fıtri olanı budur. Bunun için takdim etmiştir. İkinci olay uygarlaşmada geçerli olur. Darradan sonra ne’ma tattırılır. “Ve” ile atfedilmiş ve “ezeknâ” kelimesi tekrar edilmiştir.
Her ikisinde rahmet de nimet de “ezeknâ” ile ifade edilmiş, kötülük için “zihâb” kelimesi getirilmiştir. “Rahmet” kelimesini “minna” ile takyit ettiği halde “ne’ma” kelimesini takyit etmemiştir. Çünkü ne’mada esbaba sarılarak elde edilendir, rahmet ise Allah’ın atıfetidir, onun kendisinden olduğunu takyit etmiştir. Çünkü rahmet O’ndan gelmektedir. Ne’ma da ondan gelmekte ise de esbabına insanlar tevessül etmektedir. Esbaba tevessül edince de nimet gelmektedir. Rahmet ise esbaba tevessülün ötesinde Allah’ın ihsanı olarak ortaya çıkmaktadır.
Rahmetin nez’inden bahsetmektedir. Kendisinin alıp götürdüğünü ifade etmekte, seyyielerin ise kendiliğinden gittiğini beyan etmektedir. Hak gelince seyyiat gider. Ne’manın gelmesi seyyienin gitmesine sebep olmaktadır.
“Rahmeti ondan alırız” deniyor. Seyyiat izhab ettiğinde ise “annâ” kelimesini getiriyor. Rahmetin gitmesi onun bedeninde bir değişiklik yapmıyor. Çevresinin şartlarını değiştiriyor. Oysa seyyiatın gitmesi doğrudan kendi bedeninde değişiklik yapıyor, kötülük kendisinden kalkıyor.
Yeus karşılığı ferih, kefur karşılığı fehur getirilmiştir.
Kur’an’daki bütün âyetler taranmalıdır. Aynı âyette hangi kelimelerin hangi kelimelerle eşleştirilmiş olduğu tesbit edilmeli, bir de benzer âyetlerdeki kelimeler karşılaştırılmalı ve böylece Kur’an’da geçen kelimeler sınıflandırılmalıdır. 25’li gruplar oluşturulmalıdır. Bir kelime birkaç grupta yer alabilir. Lügatler buna göre hazırlanmalıdır.
إِنَّهُ لَيَئُوسٌ كَفُورٌ | مِنْهُ | نَزَعْنَاهَا | | ثُمَّ | مِنَّا رَحْمَةً | وَلَئِنْ أَذَقْنَا الْإِنْسَانَ |
إِنَّهُ لَفَرِحٌ فَخُورٌ | عَنِّي | ذَهَبَ السَّيِّئَاتُ | ضَرَّاءَ مَسَّتْهُ لَيَقُولَنَّ | بَعْدَ | نَعْمَاءَ | وَلَئِنْ أَذَقْنَاهُ |
واِنْ | للل | عَنِّي إِنَّهُ | السَّيِّئَاتُ بَعْدَ | فَرِحٌ فَخُورٌ | نَعْمَاءَ ضَرَّاءَ | ذَهَبَ يَقُولَنَّ | أَذَقْنَاهُ مَسَّتْهُ |
| | | | | | | | |
Âyet içinde karşılaştıracak olursak. Elektron ve pozitronun ilk birleşiği sekiz yüzlüdür. Sekiz yüzlünün üzerinde bir çift elektron ve pozitron eder.
أَذَقْنَاهُ مَسَّتْهُ İzaka ettik, ona messetti. Buradaki messetme dokunma anlamında değil çarpma anlamındadır, dolayısıyla zevk ve messetme zıt ama aynı anlamdadır.
ذَهَبَ يَقُولَنَّ Zehebe, kavl edecek. Zehebe gitmek, kavl etmek ise söz söylemektir. Ziyaret edersiniz veya uzaktan görüşürsünüz.
نَعْمَاءَ ضَرَّاءَ Na’ma’ ve darra’, nimet ve zarar. Buradaki zarar bedeni zararı ifade eder.
فَرِحٌ فَخُورٌ Ferih, fehur. Ferih rahatlamaktır. Fehur da ruhi bir duygudur. Kendi iç sıkıntılarının gitmesi feruhtur. Fehur ise öğünmedir, kendisini bir şey zannetmedir.
السَّيِّئَاتُ بَعْدَ Seyyiat ile ba’de kelimesi arasında ne gibi bir bağ olabilir. Kötülük ve uzaklık anlamları akla gelmektedir. Yok olma anlamına gelir. Seyyie kelimesi insanlardan uzak olması gereken şeyleri ifade eder.
Burada 17 kelime vardır. Önce, çift değildir. Önemli sayı olmalıdır. Sekiz yüzlünün üzerinde bir çift en küçük parçacık vardır. Elektron ve pozitron, onlar birbirlerini çekerler ve birbirlerinin çevresinde dönerek dengede kalırlar. Bunlar sekiz çift yani 16 eder. Bunları bir arada tutan bir merkezin olması gerekir. Böylece parçacık ya pozitif ya negatiftir. Sonra bunlardan 6 tanesi birleşir daha üst parçacık oluşur, sonra bunlardan 3 tanesi birleşir, üst parçacık oluşur, üç tanesini bir arada tutan pozitrondur. Böylece pozitronlu bir kâinat oluşmuştur. Elektronlu kâinatta olabilir. İşte 17 sayısı böylece seçkin sayılardandır. Bununla beraber “lein” kelimesi tek kelime olarak alınabilir, o” zaman 16 eder.
وَلَئِنْ أَذَقْنَاهُ
Va LaEiN EaÜaQNAyHu
“Ve ona zevk ettirsek”
Burada topluluğu değil insanın kendisini anlatmaktadır. Sosyal oluşların olması fıtridir. Örnek olarak insan konuşmak zorundadır. Hiçbir topluluk konuşup konuşmama seçeneğine sahip değildir. Kelimeleri olacak. Fail olacak, meful olacak. Tekil olacak, çoğul olacak. Mazi olacak muzari olacak. Topluluk sadece seçeceği sözlerde özgürdür.
Demek ki insanda birçok özellikler vardır, insan onları terk edemez, sadece onları kullanırken tercihler yapar. Kur’an insanı anlatırken, “ey insan” derken, onun bu özelliklerine hitap eder. Burada mümin veya kâfir insandan çok insanın kendisidir.
Allah insanı topluluk içinde istihdam etmektedir, kendisine görev vermektedir, topluluğu öyle yaşatmaktadır. Zevk iyilik üzerine kullanılır.
نَعْمَاءَ
NaGMAvEa
“Nimet”
Fatiha’da da burada da “nimet” “rahmet” ile eşleştiriliyor.
“Nimet” “naam”dan gelir. Davarlardan geviş getiren çift tırnaklılardır. Sonraları bütün besinler için kullanılmıştır. Ruslar mallara davar demektedirler.
“Rahmet” ise annenin döl yatağıdır, rahimden gelir. Karşılık beklemeden yapılan yardımdır. Nimet ekonomik değerler ise rahmet sosyal değerlerdir.
“Na’ma’” isimdir.
Yaz kış olduğu gibi refahta da sıkıntılı günler olur. Zorlu günlerden sonra rahatlı günler gelir. Aksi de olur. Bunları normal karşılayıp ona göre amel etmek gerekir. Bu dünya böyle yaratılmıştır, eğitim yeridir.
بَعْدَ ضَرَّاءَ
BaGWa WarRAvEa
“Darradan sonra”
“Zarar” burada “nimet” karşılığı getirilmiştir. “Min Ba’di” denmemiş de “Ba’de” denmiştir. Nimet arkasından başlar ve devam eder. İnsanların çoğu burada aldanırlar.
İnsan iradesiyle sıkıntı zamanlarında üzülmemeli ve nimetleri unutmamalı. Genişlik zamanlarında da şımarmamalıdır. İnsan bir mevki bir servet edindiği zaman çıkarcı gruplar onun çevresini sarar, onu yüceltirler, sen yücesin derler, o da kendisini gerçekten büyük saymaya başlar, eski arkadaşlarını, dostlarını unutur, hattâ onlardan kurtulma çarelerini arar.
Ben iktidarda olanları değil iktidardan düşenleri severim, çünkü onlar bu konudaki gerçekleri görmüşlerdir.
مَسَّتْهُ
MasSaTHu
“Ona messetmiş”
Zarar ona dokunmuş, kenarından yakalamış, sonra da o def edilmiş. Dokunmuş geçmiş. Onu helak etmemiş, varlığını sürdürmüş.
Kur’an gelmeden önce insanlar gelen melekler tarafından uyarılıyor ve yol gösteriliyordu. Kur’an’dan sonra meleklerin insanlara gelip açıkça görünmeleri kalkmıştır. Onların yerine olaylar geçmiştir.
Bir işe başladığınız zaman önce işleriniz iyi gider, biraz sonra işiniz bozulur.
Bunun iki sebebi vardır.
Biri; hatalı işler yapıyorsunuz, ikaz ediliyorsunuz, böylece Allah size hatalı işlerini düzelt diye ihtar ediyor.
İkincisi ise; o işte kabiliyeti olmayanlar veya işe inanmayanlar o işi bıraksınlar da o işe inananlar ve kabiliyetli olanlar yapsın diye sıkıntılı günler gelir. Bu sebepledir darra çarpmaz, sadece dokunur. Burada bu kaydı koyarak darra zamanlarında yapılacak işler de anlatılmaktadır.
a) Önce darra dokununca nerde hata yapıyorum diye düşüneceksin, suçu başkalarına atıp kendini ibra etmeyeceksin, hatanı arayıp bulacak ve düzelteceksin.
b) Eğer hatan yoksa, hatanı bulamazsan, o zaman sabredeceksin. O işin yürümesi için ısrar edeceksin. Böylece başkaları meydanları bırakır ve siz rahatlıkla ilerlersiniz.
Akevler, Millî Görüş’le ve cemaatle işbirliği yapıp “Adil Kur’an Düzeni”ni ortaya koydu. Zamanla her ikisi de (AK Parti ve Cemaat) “Adil Kur’an Düzeni”ni bırakıp mevcut batıl düzende başarılar elde etmeye başladılar. Şimdi onlara darra mess etmektedir. Biraz sonra bu darra geçecektir. Ama onlar bundan ders almayacak, kötülüklerin onları bıraktığını ileri sürecek, ferihun fahur olacaklardır. Nitekim 28 Şubat’tan sonra aynen böyle olmuş, darra 2002’de geçince önce beraber yürüdükleri arkadaşları bırakarak yerine yeni arkadaşlarla devam ettiler. Şimdi o bırakanları da bıraktılar.
لَيَقُولَنَّ
La YaQUvLanNa
“Kavl edecek”
Burada üç defa tekit vardır. “Lein”in cevabında “Le” gelmesi gramer kuralı olup olmadığı hususunu bilemiyorum. Kur’an’da araştırma yapılıp tesbit edilmelidir.
Bugün Kur’an üzerinde yapacağımız araştırmalar pek çoktur. Acelemiz yoktur. Biz çalışmaya devam edeceğiz. Gerektiği zaman Allah çalışacak ordular gönderir.
ذَهَبَ السَّيِّئَاتُ
ÜaHaBa elSayYıEAvTu
“Seyyiat zihab etti”
“Seyyie”nin karşılığı “Hasene”dir. Burada dişi kurallı çoğul kullanılmıştır. “Zehebet” yerine “zehebe” getirilmiştir. Kurallı çoğullarda müennes yerine müzekker gelebilir. Kuralsız çoğullara gayr-i âkilse erkek olsun dişi olsun dişi zamir gönderilir. Kurallı çoğullara da erkek zamir gönderilir. Arapçadaki dişilik-erkeklik alameti kadın-erkek ayırımı yanında değişik kavramları karşılaştırmak için de kullanılır.
Darranın messini seyyiatla yorumlamaktadır. Seyyiat fail yapılmaktadır. Seyyiat kendiliğinden gitmiştir, onu biri alıp götürmemiştir.
28 Şubat olaylarından sonra önce dünya değişmiştir. Batı ekonomisinde bankerler hâkim iken şimdi üretici patronlar hâkimdirler. Obama ve Putin üretici patronların desteğini almışlardır. Fitne çıkararak dünyayı yönetenler artık fitne çıkaramıyorlar. Bu da Türkiye’yi rahatlatmıştır. Sonra askerler Millî Görüş denemelerinde gördüler ki Millî Görüşsüz Türkiye’yi yaşatmak mümkün değildir, bundan dolayı Millî Görüş’ün yanında yer aldılar ve Millî Görüş’ün birinci kadrosunu getirmeye güçleri yetmediği için ikinci kadroyu getirdiler.
Demek ki seyyiat kendiliğinden gitmemiş, takdiri ilâhi ile gitmiştir.
عَنِّي
GanNIy
“Benden”
Burada “bizden” demiyor, “benden” diyor. Çünkü herkes kendini merkeze koyar, bu işleri ben yaptım der. Oysa kişi bir şey yapmamıştır. Allah’ın takdiri olayları o istikamete götürmüştür. Orada Allah bize de bir görev vermiş, biz de onu yapmışız veya tam yapamamışızdır. Ben o görevi yapmasaydım Allah benim yerime başkasını getirip yaptıracaktı. Herkes öyle düşünmeli ve ona göre ferih ve fahur olmamalıdır.
Bu sebepledir ki eğer bir yerde bensiz bir iş yapılacaksa ben oradan uzaklaşırım, ‘ben yaptım’ hastalığına düşmemeye çalışırım. Eğer ihtiyaçları varsa yardımcı olurum.
إِنَّهُ لَفَرِحٌ فَخُورٌ (10)
EinNaHUv LaFaRıXun FaXUvRun
“O ferih ve fahur olur.”
Senden seyyie gitti diye ferahlanmayacaksın, ortalıktan seyyie gitti mi ondan ferahlanacaksın.
Biz 1967’de Akevler’i kurarken, sonra partiyi kurarken sorunlarımız vardı.
O tarihlerdeki kooperatif kongrelerinde bu sorunlar dile getirilmiştir.
1) Ağır vergiler, sıkı rüşvet denetimleri, bürokratik engeller ve tekel sermayenin piyasayı hâkimiyetine alması nedeniyle iş yapamaz hâle gelmiştik. Kooperatifte çare aradık ama bu şer güçler onu da ezince parti kurduk. Hâlâ eziyorlar; eskiden bizimle yürüyenler şimdi ezenlerin işlerini yapıyorlar, ezilenlere ulufe dağıtıp uyuşturuyorlar.
2) Nüfusunuz artmış, on bin senelik tarım sistem ve hukuku ile artık köylerde barınma imkânı kalmamış. Biz bu köylere modern tarımcılığı getirmek zorunda idik, bunun için 4400 dönümlük bir dağı (İzmir Akkent) satın aldık, orada tarımcılık yapma denemesine girişecektik ama yönetim orasını alenen gasp etti; o gasp hâlâ devam ediyor, zulüm aynen devam ediyor.
3) Hiçbir suçları olmadığı halde Müslümanlar sadece “Allah” dedikleri için hapse giriyordu. Bunları savunmak için Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi’ni kurduk. Karşılarına biz çıktık. Savunduk. Onlar rahat etti. Bu arada bize de kimse dokunamadı.
4) Müslümanlara zulüm yapılıyordu. Müslümanlar hukuk yoluyla kendilerini savunamıyorlardı. Yeraltı faaliyetlerine sempati besler oldular. Müslümanları devletlerine düşman ediyorlardı. Biz kooperatifi, partiyi ve vakfı kurarak meşru yollardan savunmayı halkımıza öğretmek istedik.
Peki, bunları yaparak bu sorunları çözdük mü?
Çözecek güce eriştik ama bizim arkadaşlarımız sermayenin sömürme sorunlarını çözmekle meşguller! Bizim adımızı bile unuttular! Ferih ve fehur oldular!
Allah’a hamd etmeliyiz ki biz o imkânlara erişemedik de ferih ve fehur olmadık.
Duamız; biz de öyle olacaksak, Allah o seyyieleri bizden almasın.
إِلَّا الَّذِينَ صَبَرُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أُولَئِكَ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَأَجْرٌ كَبِيرٌ (11)
EilLav elLaÜIyNa ÖaBaRUv Va GaMiLuv elÖAvLıXAvTı EuLAvİKa LaHuM MaĞFıRatun Va EaCRun KaBIyRun
“Sadece sabretmiş olan kimseler ve salih amel işleyenler; sadece bunlar için bir mağfiret ve kebir bir ücret vardır.”
Şimdi elektrik ve mıknatıs hikâyesini hatırlayalım. Gerekmediği zaman Keban’daki barajdan su akmaz, barajın arkasındaki su depolanmış olarak kalır. Gerektiği zaman İstanbul’da Yenibosna’da ben anahtarı çevirir elektrik sobasını yakarım, o kadar voltaj düşer. Bu Türkiye’nin büyük elektrik şebekesine iletilir. O da Keban’daki baraja bildirir. O da ona göre vanaları açar ve onu üretir. Demek ki santral önce sabrediyor. Gerekli değilse elektrik üretmiyor. Sonra gerekiyorsa tüm şebeke harekete geçiyor ve benim ocağımı yakıyor.
İşte bu da salihat ameldir.
Bu durum elektrikte böyle olduğu gibi arabada yakıt yakarken de böyledir.
İşte, toplulukta da böyle yapılmalıdır. Gereksiz zamanlarda sabretmek, ben bir şey yapacağım diye iş yapmamak, sonra da gerektiği zaman başkaları ile işbirliği içinde ortak hareket etmek yani insandaki aktif olma melekesini yerinde harcamak...
Onlar için mağfiret vardır.
Daha önce yapılan hatalar da böylece giderilecektir.
Burada dikkat edeceğimiz husus şudur. Bundan önce “insandan, benden ve kişilerden” bahsederken, burada “ellezîne saberû” diyerek cemaatten yani topluluktan bahsetmektedir.
Biz “ADİL DÜZEN’E GÖRE İNSANLIK ANAYASASI”nı düzenlerken önce psikolojiden başlıyoruz, insandaki dört ana melekeye göre topluluğu oluşturuyoruz. Hislerle dini, fikirlerle ilmi, irade ile ekonomiyi, ünsiyetle yönetimi kuruyoruz. Yani psikolojiden sosyolojiye geçiyor, yasaları ona göre düzenliyoruz.
Kur’an burada bize işte bunu öğretmektedir.
Önce insanı yani kişiyi ele alacağız ve onun nasıl davranması gerektiğini düzenleyeceğiz. Bu fıkıhtır. Ondan sonra onların ortak hareketleri ile topluluk oluşacaktır. Topluluğu onların sabrı ve salihat ameli oluşturacaktır.
Kur’an ile akıl böylece bir insanın iki ayağı gibidir. Bazen Kur’an söyler akıl onu tasdik eder, bazen akıl onu söyler Kur’an onu tasdik eder, böylece uyumlu olarak yürürler. Kur’an ile akıl arasında çatışma varsa ya aklımız yanlış düşünüyor ya da biz Kur’an’ı anlayamıyoruz demektir. Dolayısıyla Kur’an ile akıl arasında herhangi bir çelişki yoktur. Böyle bir çelişki görürsek araştırmaya devam edeceğiz ve bir gün doğruyu bulacağız...
إِلَّا الَّذِينَ صَبَرُوا
EilLav elLaÜIyNa ÖaBaRUv
“Sadece sabretmiş olan kimseler...”
Burada kişilerin sabrından değil, topluluğun sabrından, sabra dayanan topluluktan bahsetmektedir. İman etmiş kimseler gibi sabretmiş olan kimseler. Topluluğun varlığı sabra dayanmaktadır, gelen sıkıntılarda topluluk teslim olmamaktadır.
Türk milleti çeşitli zamanlarda büyük felaketlere uğradı. İlhanlılar Anadolu’yu işgal ettiler, Türk milleti sabretti, uzlaştı, vergi verdi; sonra onlar yıkılıp gitti ama Türk ulusu varlığını devam ettiriyor. Yine Timur Osmanlıları yıktı ama Osmanlılar sabretti, şimdi varız. İstiklâl Savaşı’ndan sonra dinsizlik baskısı altında kalan Türk milleti sabretti. Şimdi “Adil Düzen”i kuruyor. 28 Şubat olaylarında sabrettik, 2002’de anayasa ekseriyeti ile iktidar olduk.
Darra zamanlarında sabretmek gerekmektedir.
Sinmek ama yok olmamak ve fırsat kollamak gerekir.
Geri çekilme yenilme demek değildir. Esen rüzgâra karşı eğilme rüzgârın dediğini yapma değildir. Biraz sonra rüzgâr geçip gider ise yine doğrulmalısınız.
Topluluk demek sabır demektir. Bazen yenilirsiniz, bazen yenersiniz ama varlığınızı sürdürürsünüz. Onlar ise yenildiler mi işleri biter.
وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
Va GaMiLuv elÖAvLıXAvTı
“Ve salihatı amel etme…”
“Salih” demek uygun demektir. Kapı kasaya/çerçeveye salih ise işe yarar. Parça bütüne uygun ise işe yarar. Elbise bedeninize salih ise rahat edersiniz. Büyük ayakkabı ayağınızda yaralar açar, küçük ayakkabıyı giyemezsiniz.
Toplulukta da iş yaparken salih amel yapacaksınız.
Kur’an’da çokça tekrar edilen bu ifadenin manası ancak işçilik dönemi zamanında yani uyumlu çalışmanın zorunlu olması zamanında anlaşılmıştır.
Biz uygarlığı tarif ederken şöyle diyoruz; başkasının işini yap ama tüm işi yapma.
“Salih amel etmek” demek başkasının işini yapmak demektir. Siz de başkalarının yaptıkları ile yaşarsınız.
“Salih amel” demek, işbölümü içinde planlı projeli uygun işleri yapmak demektir, ortaklık sistemi demektir.
أُولَئِكَ لَهُمْ
EuLAvİKa LaHuM
“Onlar için…”
Sadece onlar için...
“İllâ”dan sonra gelmiştir, tahsisi ifade eder yani başka türlü yeus ve kefur olmaktan kurtulmak mümkün değildir, ferih ve fehur olmaktan kurtulmak mümkün değildir.
Sabredilecek ve salih amel yapılacak.
Keban’da akan su benim bilgisayarımda program yapacak.
Biri bir senaryo yazsa, Mevlana gibi edip olsa...
Mevlana anlatmaya başlar:
Beni bir kamışlıktan kopardılar, onun için inlerim der...
Sonra dolap beygirine araç yaptılar onun için inlerim der...
Kuyudan su çekerken onun için inlerim der...
Bir senarist olsa da Erzurum Palandöken Yaylası’na düşen su damlasının macerasını roman yapsa, senaryo yapsa, bilgisayarıma gelip bu satırları yazsa ve siz de onu okusanız...
Bunların hepsi sabır ve salih amelle olmaktadır. Oradaki damlaları melekler alıp götürürler. Burada ise bizzat insanın kendisi götürür. Tarih işte bunları anlatmalı.
مَغْفِرَةٌ
MaĞFıRaTun
“Bir mağfiret vardır”
Evet, darradan kurtuluş vardır, seyyiattan uzaklaşma vardır. “Adil Kur’an Düzeni” cennetine ulaşmak vardır.
Akevler 1967’de başladığı cihadda böyle darralarla karşılaştı, hep sabretti, şimdi de salihatı amel etmek üzere hazırlanıyor.
Kooperatifleri kuracak, ahşap ev atölyelerini yapacak, dinlenme sitelerini oluşturacak, lojmanlı işyeri apartmanlarını dikecek, mala-mal marketlerini açacak, bin dil üniversitesini kuracak...
Şimdiki hedefleri bu kadardır ve bu da ikinci Akevler denemesi olacak.
Ondan sonrasını o zamanki insanlar bilecek.
وَأَجْرٌ كَبِيرٌ (11)
Va EaCRun KaBIyRun
“Ve kebir bir ücret vardı.”
“Kebir” yaşlı demektir.
“Kebir ücret” de dolgun ve uygun ücret demektir yani refahlı bir hayat demektir. İşe yaramayan çok ücret değil işe yarayan çok ücret.
Zam yaparsınız, enflasyon olur ve o zam hiçbir işe yaramaz. Zam yaparsınız, yeni üretim olur ve insanların gerçek gelirleri artar.
İşte “kebir ücret” budur.
Hiçbir zam yapmazsınız, üretimi artırırsınız, fiyatlar ucuzlar, fiilen zam olmuş olur.
İşte bu da “ecri kebir”dir.
Kur’an’da “azim ecir”, “kerim ecir”, “kebir ecir” geçmektedir. Burada “kebir ecir” ifadesi getirilmiştir. Nekre gelmiştir. Demek ki ecir maruf değildir. Değişik zamanlarda ve değişik şartlarda değişik ecir olacaktır. Bu ecir âhiret ecri değil dünya ecridir.
فَلَعَلَّكَ تَارِكٌ بَعْضَ مَا يُوحَى إِلَيْكَ وَضَائِقٌ بِهِ صَدْرُكَ أَنْ يَقُولُوا لَوْلَا أُنْزِلَ عَلَيْهِ كَنْزٌ أَوْ جَاءَ مَعَهُ مَلَكٌ إِنَّمَا أَنْتَ نَذِيرٌ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ (12)
FaLaGalLaKa TAvRiKun BaGWa MAv YUvXAv EiLaYKa Va WAvEıQun BiHIy ÖaDRuKa EaN YaQUvLUv LaVLAv EuNZiLa GaLaYHi KaNZun EaV CAvEa MaGaHUv MaLaKun EinNaMAv EaNTa NaÜIyRun Va elLAvHu GaLAy KulLı ŞaYEin VaKIyLun)
“Ola ki ona bir kenz inzal olunmalı veya onunla beraber bir melek gelmeliydi derler diye sana vahyolunanın bazısını terk eder, onunla sadrını dîk/dar edersin. Sen sadece nezirsin. Allah her şeye vekildir.”
Buraya geliniz diye size araç gönderdim.
Buraya gelirsiniz diye size araç gönderdim.
Bu cümleler arasında ne fark vardır?
Biri emirdir, ‘gelmeniz gerekir’ demektir. Diğerinde ise; ‘sizin buraya gelmenizi istiyorum, onun için size araba gönderdim’ denmiş olur. Birinde talep var, diğerinde ise emir var. Arapçada emir olduğu zaman “Li” harfi kullanılır, talep olduğu zaman “Lealle” kullanılır. Bu durumda “Lealle”den sonra zamir gelir ve fiil getirilir, “Leallehüm Yerciûn” benzeri cümleler yapılır. İsmi failden önce ve “Fa” harfinden sonra iki defa gelmektedir. İkisinde de yalnız aynı anlamda kullanmaktadır. Tercümesi de ‘umulur ki böyle yaparlar’ yapılmaktadır. Biz ise bu şekilde değil de, belki böyle yapacaklar diye de sana vahyolunanı terk edersin diye söylüyoruz…
Böyle yapıyorsun değil, böyle yapabilirsin, böyle düşünebilirsin deniyor.
Burada muhatap olan yalnız peygamber değildir. “Ellezî Yûhâ” değil de “Mâ Yûhâ” deniyor. Her birimiz kendi içtihadımızla hareket edeceğiz. Sonra birleşerek bir topluluk oluşturacağız. Ondan sonra da içimizden bir sözcü olacak, o sadece çevreyi inzar edecektir.
Buradaki zamir vahyolunana gidebilir. “Tarik” de “terk” fiiline gidebilir. Çünkü ismi fail fiil gibi masdarı içerir. Buna zamirin gideceği görüşünde olanlar vardır. Biz ise bazısına işaret ediyor diyoruz. Söylese olmuyor, çünkü iyi karşılamayacaklar; söylemezse vahyin birini terk etmiş olur. Bu bakımdan beynimde bir sıkıntı vardır, karar verememe sıkıntısı.
Kur’an’a inanan insanların karşılaştıkları sıkıntı, Kur’an’ın ne söylediğine karar verememek. Karar verdikten sonra iş kolaydır. Kur’an ne diyorsa onu yaparsın.
Burada çok önemli olan bize düşen görevi hatırlatmasıdır. Biz kooperatifimizi kuracağız, kendi kendimize yaşayacağız, başkalarının yaptıkları bizi ilgilendirmeyecektir. Ama uyarılarımızı da yapmaya devam edeceğiz. Yani kapalı bir hayat düzeni yapıp kendimizi topluluktan tecrit etmeyeceğiz.
Karşı taraf haklı olmak için ya zengin olmak veya siyasi güce sahip olmak gerekir diye düşünür. Bizim için ise önemli olan zenginlik değil, iktidar değil, haklı olma ve inanmış olma gerekir ve yeterlidir.
Peygamberler hep güçlü olanlarla savaşmışlardır. Firavunu yenen Hazreti Musa ile yalnız Mekkelileri değil Kisra ve Bizans’ı yenen Kur’an olmuştur.
Melekten kasıtları güçtür.
Her şeye vekil olan Allah’tır. Yani zengin olan O’dur, güçlü olan O’dur.
Sûreler bize net olarak yapacaklarımızı öğretmektedir. Uyaracağız, kendimiz kendi sitemizde yaşamaya çalışacağız. Sonrasını da Allah’a havale edeceğiz. Allah’a emirler vermeyeceğiz. O bize emredecek ve biz de O’nun emirlerini yerine getireceğiz.
“Fa” harfi ile bu âyet başlamaktadır. Olaylar anlatılmış, sonuç olarak şimdi bize ne yapmamız gerektiğini bildirmektedir.
İnsanın yaratış hikâyesini anlattıktan sonra iki grup insandan bahsetti. Kur’an’ın kendilerine gönderdiklerinden bahsetti ve “Fa” harfinde aralarındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiğini bildirmiş oldu. Kendimiz sabredecek ve salihatı amel edeceğiz. Onlarla ilişkilerimiz de tebliğden ibaret olacaktır.
Onların yaptıklarından bizim sorumlu olmadığımızı ifade etmektedir.
İşte biz buna dayanarak ülkemizi illere ayırıyoruz. Kendi topraklarında onları bağımsız yapıyoruz. İlleri de bucaklara ayırıyoruz, kendi bucaklarında istedikleri gibi yaşama imkânlarını tanıyoruz. Bucaklar da ocaklara ayrılacaktır.
Sonra ülke çapında işler yapabilmek için ülke üniversitelerinden mezuniyet şartı koyuyoruz. Burada değişik görüşlere yer veriyor, onlara Kur’an’ın söylediklerini anlatıyoruz. Ondan sonra da onların hayatlarına karışmıyoruz. Kendi il ve bucaklarında ne isterlerse onu yaparlar. Devlet içinde de istedikleri gibi yaşarlar. Hakemlerden oluşan yargı kararları dışında müdahale yetkimiz yoktur.
Bütün bunları “sen sadece nezirsin” âyetinden öğreniyoruz.
فَلَعَلَّكَ
FaLaGalLaKa
“Belki…”
“Fa” harfi atfeder, Türkçedeki “P” harfine benzer. ‘Gelip gitti’ dediğimiz zaman, gelip zaman geçirmeden gittiğini ifade eder. Türkçede “ve” harfi yoktur, “de, dahi” kelimeleri kullanılır. Bunlar fiilleri bağlar, isimleri bağlamaz. “Fa” harfi sonuç olarak anlamına da gelmektedir. Burada o manada getirilmiştir.
“Le” tekit harfidir.
“Alle” “anle”den dönüşmedir. Elbette sana bu mana gelmiştir, böyle düşünürsün, böyle yapmak istersin, böyle yapman gerekir. Burada; sen böyle durumlarda kalırsın, bu sebeple sana ne yapacağını bildiriyorum diyor, Kur’an.
تَارِكٌ بَعْضَ مَا يُوحَى إِلَيْكَ
TAvRiKun BaGWa MAv YUvXAv EiLaYKa
“Sana vahyedilenin bazısını terk edecek olursun”
Arapçada ismi fail gelecek sigası anlamına da gelir yani terk edeceksin demektir. Terk edensin değil de terk edecek kimse olabilirsin demektir. “Bazı” kelimesi ile söylendiği zaman kötü tesir yapacağını düşünenler olabilir denir.
Millî Görüşçüler, yeni bir şey söylediğin zaman; bu şimdi Müslümanların kafasını karıştırır diye onu söyletmez ve yapmazlar. Birçok vahyedilenleri terk ederler. Oysa Allah’ın emri sadece tebliğimizi yapmaktır.
Burada “sana vahyolunan” denmesi, içtihadî vahyin herkeste kendisine ait olacağının ifade edilmesi demektir.
وَضَائِقٌ بِهِ صَدْرُكَ
Va WAvEıQun BiHIy ÖaDRuKa
“Ve onunla sadrını dıyk edeceksin”
Göğsün daralacak, için sıkılacak…
Tereddüt içinde olmak sıkıntı getirir. Buradaki zamir “bazı” ifadesine gidiyor. O halde terk edilecek bazı konular vardır. Bunlar topluluğu isyana götürür. Oysa oluş da o isyanla doğar. Halk fikren birbirine girmeli ve tartışmalı ki o işlensin ve sonuç elde edilsin.
Türkiye’de bir parti seçimi kazanıyor. Şenlik yapıyorlar. Bu şenlik Galatasaray maç kazandığı kadar olmaz. İnsanlar tartışmalı konularla ilgilenir. Birinin hareketi diğerini de harekete geçirir. Sabretmek demek saldırmamak, başkasının işine karışmamak demektir. Salih amel ise tebliğdir. Böylece ilişkileri dengede tutmak gerekir.
أَنْ يَقُولُوا
EaN YaQUvLUv
“Kavl edecekler diye”
Sözler insanlara mermilerden daha fazla etki eder.
Bir şair diyor ki; kurşun yarası geçer ama dil yarası geçmez.
Oysa seni ilgilendirmeyen konularda başkaları ne söylerse söylesin sana ne etki eder ki; kendini savunmayacaksın bile! Biri fikrini değil de seni eleştirirse kendini savunmayacaksın; haklısın, ben kötüyüm diyeceksin! Gerçekleri söyleyeceksin ama ben kötüyüm diyeceksin. Mesela, biri sana hırsızsın derse; hırsız değilim ama çok da arınmış suçsuz değilim diyeceksin.
Başka âyette; “sabret, senin sabrın âlemlerin rabbi içindir” denmektedir.
لَوْلَا أُنْزِلَ عَلَيْهِ كَنْزٌ
LaVLAv EuNZiLa GaLaYHi KaNZun
“Ola ki ona bir kenz inzal olunmalı…”
Akevler’i değerlendirenler şunu soruyorlar; Akevler’in kaç ortağı vardır, ne kadar sermayesi vardır? Çünkü onlara göre haklı olmak için zengin olmak veya iktidarda olmak gerekir! Bu sebepledir ki biz meşru yoldan para kazandığımız zaman bize saldırıp elimizden imkânları aldılar. Çünkü onlara göre işi yapan paradır. Çok sıkıntılı günler geçirdik. Vergileri arkadaşlar maaşları ile ödediler. Ama biz varlığımızı yarım asırdır kökleşerek sürdürüyoruz.
Allah peygamberleri zenginler arasından göndermedi, iktidarda olanlardan göndermedi, yoksul ve halk arasındaki kimselerden seçti; Hakk’ın kuvvetlileri nasıl yendiğini insanlar görsün ve bilsin diye.
Medine’ye hicret eden muhacirlerin hiçbir şeyleri yoktu. Hayata sıfırdan başladılar. Ama daha yirmi sene geçmeden o kadar zengin oldular ki zekât verecek fakir bulamadılar.
Hazreti Musa peygamber kavmi ile birlikte Mısır’dan çıktığı zaman çöllerde parasız pulsuz kırk sene dolaştılar ama öyle devlet kurdular ki hâlâ yaşıyorlar.
أَوْ جَاءَ مَعَهُ مَلَكٌ
EaV CAvEa MaGaHUv MaLaKun
“Yahut onunla beraber bir melek gelmelidir”
“Melik” hükümdar demektir.
“Melek” de hükümdarların görevlileridir.
Allah’ın görevlilerine de “melek” denmektedir.
Onu destekleyen bir kumandan olmalıdır; kimsesi olmayan, parası olmayan bu zat ne yapacaktır.
Akevler için de geçmişte öyle söylüyorlardı, bugün de öyle söylüyorlar. Bizim ne paraya ne de askere ihtiyacımız vardır. Hak mutlaka galip gelir.
إِنَّمَا أَنْتَ نَذِيرٌ
EinNaMAv EaNTa NaÜIyRun
“Sen sadece bir nezirsin”
Bunun için para gerekmez, bunun için asker gerekmez.
“Nezir” demek gelecekler hakkında, kötü sonuçlar hakkında haber vermek demektir.
AK Parti’yi hep uyardık, uçuruma gidiyorsunuz diye hep ne yapmaları gerektiğini yazdık. Henüz beklenen olmadı. Bu sûrede o hususta da açıklamalar gelmiştir.
وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ (12)
Va elLAvHu GaLAy KulLı ŞaYEin VaKIyLun
“Ve Allah her şeye vekildir.”
Bir şeye vekil olmak demek sorumlusu olmak demektir. “Başvekil” diyoruz, “dâhiliye vekili” diyoruz. Buradaki en doğru kullanılış şeklidir.
Avukata vekil demek yanlıştır.
Vekil “alâ” ile kullanıldığı zaman herkesin işini yapan kimse demektir.
Demek ki nebiler ve resuller sadece münzirdir, vekil olan Allah’tır.
“Vekil” burada nekre gelmiştir. O halde topluluk yani meclis asıl yetkilidir demektir. Görevliler yasaların istediklerini ilgililere ulaştırırlar ama onları mahkûm edemezler. Onları cezalandıracak olanlar amirler değil hakemlerdir. Kur’an’daki “Allah ve resulü” ibaresi hakemleri ifade eder ve onların hükmü topluluğun hükmü kabul edilir. Hakemleri taraflar oluşturur ama onlar topluluk adına, Allah adına hükmederler.
“ADİL DÜZEN’E GÖRE İNSANLIK ANAYASASI”nda bu kuraldan bahsedilmiştir. Delili ise bu âyettir.
SÜLEYMAN KARAGÜLLE
Yay. Haz.: REŞAT NURİ EROL
www.akevler.org (0532) 246 68 92