http://www.egedesonsoz.com/yazar/baslik/10406
Türk siyaseti; 1921’de büyük bir uzlaşma ile hazırladığı “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu”nun önemini kavrayamadığı sürece demokrasisini geliştiremeyecek, hukuk devletini kuramayacak, tarihi ile de barışamayacaktır.
Meşruiyetini milletten alan iktidarların her konuda ilk başvuracağı kaynak 1921 Anayasası olsaydı, Türkiye’nin uygar dünyadaki yeri çok farklı olurdu. Ne yazık ki Türkiye bu fırsatı kaçırdı.
Böyle olunca da anayasal düzen her krizde mütegallibe (darbeciler)’nin saldırısına uğradı.
Millet ise; meşruiyetin gerçek sahibi kendisi olduğunu bir türlü kavrayamadı.
Siyasal sistemdeki krizleri fırsata dönüştürenler her dönemde milleti ve sistemi istismar ettiler. Sonunda en büyük zararı da millet gördü.
Fırsatçılar ise işledikleri ağır suçlardan bir yolunu bulup ufak sıyrıklarla kurtulabildiler.
***
20 Ocak 1921’de kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun birinci maddesinde “Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir…/Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir…” denmiştir.
Egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olması demek, millet ile Meclis arasında yetkileri paylaşan herhangi bir kurum olamayacağı gibi…
Cumhurbaşkanının, başbakanın, bakanların, milletvekillerinin, belediye başkanlarının, il genel ve belediye meclis üyelerinin, köy ve mahalle muhtarlıklarının seçimle iş başına gelmesi ve gerektiğinde doğrudan halka veya temsilcilerine hesap vermesi demektir.
Kimse bu süreci “ağır işliyor” demekle ortadan kaldırmayı düşünmemelidir.
Padişahın ve kralın yönettikleri sistemler çok hızlı işliyor olmalı ki hepsi başarısız!
Hiçbiri halka hesap veren demokratik ve kapitalist yönetimler kadar başarılı olamadı!
Bütün yetkileri elinde bulunduran sultanlar/krallar, modern zamanların sosyalist veya Saddam, Kaddafi, İdi Amin gibi despot liderleri, ne yazık ki, hesap vermekten kaçınmayan kâfir liderler kadar başarılı olamadılar!
Dünyada hesap vermemek için mekanizma kuran hiçbir devlet ne ekonomide, ne bilimde ne de adalette başarılı olabildi.
Bunu görmek gerekir.
Günümüzde çoğunluğu Müslüman olan 54 devlet var. Bunların hiçbiri laik, demokrat ve Hıristiyan devletler kadar başarılı değil!
Görünen o ki, fosil olmuş Müslümanlık, Müslümana güvenmeyen 54 devlet kurmuş. Kabul edelim ki, bu devletler hepimizi laik ve Hıristiyan devletler aleminde mahcup ettiler!
Kimse bu gerçeği görmemezlikten gelemez.
Bu duruma açıklık getirmeyen dünyayı da anlayamaz!
***
Dünyanın tamamı için konuşamam; yazamam da! Ama şunu söyleyebilirim:
Müslüman onurlu kişidir. Ne devlet yardımına, ne kayırılmaya, ne de torpile ihtiyaç duyar!
Dünyada ne yaşanırsa yaşansın Müslüman; adalete inanan ve ondan asla ayrılmak istemeyen aklı başındaki kişidir.
Beceri sahibidir! Dilenmez! Ağlamaz! Sızlanmaz da!
Yönetimden tek şey ister:
Adalet!
Sünni ile Alevi ayrımı istemez!
Din, dil, ırk, mezhep, parti, servet ayrımı da istemez.
Müslüman bir milletin üyesi olmanın dışında ikinci bir unvana ihtiyaç duymaz.
Müslüman kişi; yaptığı her yanlışın hesabını vermek ister; aynı özeni devleti idare edenlerden de ister.
Bir Müslüman gizli saklı işleri onaylamaz.
Yönetenlerin de siyaset adı altında gizli saklı işlere kalkışmasını ve gizli anlaşmalar yapmasını kendisine güvensizlik sayar.
Vergi veren ve askerlik yapan bir Müslüman, yabancıların bildiği bir antlaşmanın kendisinden gizlenmesini asla kabullenemez!
Müslüman bilir ki, dünyanın bin bir türlü hali, devletlerin de ona göre sorumlulukları var. Milletine bilgi veren yönetimler, her anlaşmayı hesap verebilirlik ciddiyeti içinde yapabilir.
Herkes başarısızlığın hesabını vermek zorundadır; kimse bundan kaçamaz.
Millet bunun bilincinde olmasa da faziletli yönetici millete her şeyin doğrusunu öğretir. Seçmeyi de seçilmeyi de! Hesap vermeyi de hesap sormayı da! Adaletli olmayı da adalete boyun eğmeyi de! Kazanmayı da kaybetmeyi de! Varlığı ve yokluğu paylaşmayı da! Kurallara uymayı da kurnazlıktan uzak durmayı da!...
Faziletli yöneticiye yakışan budur!
Faziletli yönetici; İslâm’ın güzelliklerini, adaletini ve merhametini insanlığa “icraatları” ile tebliğ etmeyi en büyük ideal sayar!