http://www.egedesonsoz.com/yazar/baslik/9588
Gerçek şu ki, “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu” yani 1921 Anayasası son derece özgün ve milli bir anayasaydı. Dünyada bir örneği ve uygulaması da yoktu.
Birinci Meclis, bir yıldan kısa bir süre içinde hem tarihte ilk kez devlet kuran savaşı idare etmiş, hem de milli bir anayasayı hazırlayıp kabul etmişti. Bunu da “Meclis Başkanı” ve başkomutan seçilen Mustafa Kemal Paşa ile başarmıştı.
1920-23 yılları arasında millet olarak yaşadıklarımız, gerçekten ders kitaplarına, cami vaazlarına ve hutbelere konu olmayı hak edecek kadar önemli ve değerliydi. Çünkü yaşadıklarımızın Batı’da ve Türk-İslam tarihinde bir örneği yoktu.
Lozan’a gittiğimizde ne yazık ki, Yunanlıları yenmekle İngiltere, Fransa ve İtalya’yı da yenmediğimizi görmüş olduk!
Lozan’da antlaşma masasına oturduğumuzda bizden sadece Fas, Tunus, Libya, Cezayir, Mısır, Sudan, Yemen, Arabistan, Irak, Suriye, Ürdün, İsrail, Arap emirlikleri… açıkçası Ortadoğu’daki bütün topraklarımızı, Kafkasları, Balkanları, Kıbrıs ve adalarını istemekle kalmadılar…
Türkiye, Lozan’ı imzalayarak daha önce fiilen terk ettiği bu toprakları resmen de terk edecekti. Galip devletler bunu istiyordu.
Aslında bu toprakların bir kısmıyla ilişkilerimiz nice zamandır zayıflamıştı ve zaten adı konmamış bir işgali yaşıyorlardı.
Ancak istenenler bununla da sınırlı değildi:
Osmanlı döneminde başlayan ve bir türlü Batılıları tatmin edemeyen “modernleşme” sürecinin de tamamlanması gerekiyordu. İç ve dış politikamız bir kez daha ama Batı’ya öncekilerden daha güven verici bir şekilde düzenlenecekti.
Sonunda sıkıntılı bir süreçten sonra Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923’te imzalandı.
Gerçek şu ki, Türkiye’nin nasıl bir devlet olacağı ve nasıl modernleşeceği, 15 Mayıs 1919’un öncesinden beri biliniyordu. Her şey Bandırma Vapuru’nun hareketinden çok önce kararlaştırılmıştı. Mazhar Müfit’e dikte ettirilenler de yeni değildi!
Ne yazık ki, dünya anayasalar ve devletler tarihine altın harflerle yazdığımız anayasayı ve meclis başkanlık sistemini, galip devletlerin istekleri doğrultusunda kaldırdık ve 1924 Anayasası’nı yürürlüğe koyduk.
Sözü uzatmaya gerek yok.1924 Anayasası’nın orijinal denebilecek hiçbir özelliği yoktur. O tarihlerde Batı’da benzer anayasalar vardı. Bizimkisi onlarınkinden iyi de değildi!
Osmanlı Devleti, devletler hukukuna göre 1800’lerin başından beri kaybettiği veya işgaline engel olamadığı toprakları, çok ağır bir yenilgiden sonra kaybetti. Kaybedilen toprak miktarı ise 11 milyon km idi. Bununla da kalmadı özgürlüğünü, onurunu ve belleğini de kaybetti.
Halkın milli onurunu kırmama uğruna gizlediğimiz bilgileri açıklamanın zamanı gelmedi mi? Ya bu gerçekleri açıklayacağız ya da Mustafa Kemal Paşa’yı kâfir ve hain olmakla suçlamaya devam edeceğiz!
Özellikle bunu İslâmcı ve muhafazakâr siyasetin açıklaması lazım. Yoksa, çok yakında bizlerin kâfirliği yanında, neden Birinci Meclis’te olduğu gibi özgün bir anayasa yapamadığımız da tartışmaya açılacaktır.
İslâm-Türk tarihinin en büyük siyasilerinden biri olan Mustafa Kemal Paşa, çok ağır koşullarda bir devlet kurabilmişse bunun bedeli, hain ve kâfir ilan edilmek olmamalıdır!
1924 Anayasası İngiltere’nin Türkiye Cumhuriyeti’ne reva gördüğü bir anayasadır ve hiçbir orijinalliği de yoktur!
1961 Anayasası da ABD’nin dayattığı bir anayasadır! Bunun da bir orijinalliği yoktur. 1961 Anayasası’nda Türkiye’ye göre bazı başlıklar yeni olabilir ama bu durum onun ABD dayatması olduğu gerçeğini değiştirmez.
1982 Anayasası da ABD dayatmasıdır ve özgün değildir.
***
Tekrar T.C’nin kuruluş yıllarına dönersek;
Kimse bu milleti küçümseyemez ve cahil olmakla da suçlayamaz! En zor ve yoksul günlerinde adeta sürgünde kurduğu bir meclisle dünyada benzeri olmayan bir savaş ve devlet idaresi örneği sergilemiş ve dünyanın en orijinal demokratik anayasasını da hazırlayabilmiştir. Askeri, sivili, İslâmcısı, Batıcısı, Türk milliyetçisi, Kürdü, Lazı, Çerkezi, Arabı, Hanefisi, Şafiisi, Alevisi, Bektaşisi, Mevlevisi, Nakşisi, Kadirisi… ile birlik ve dayanışma içinde 23+1 maddede oy birliği ile bir Anayasa yapmıştır.
“Parlamento dışı Sivil Anayasalar” konusuna geçmeden önce bir konuya daha değinmekte yarar var:
Arap Baharı sonrası buralarda iktidara gelen İslâmcıların ilk işi bir anayasa hazırlama çalışması oldu. Fakat ne mümkün! İslâmcılar yıllardan beri önlerine gelen her konuyu küfürle ve kâfirlikle itham etmişler ama devleti idare görevi verildiğinde ne yapacaklarına ilişkin bir hazırlık yapmamışlardı.
Dönüp dolaşıp geldikleri ülke Türkiye, Anayasa ise Türkiye’nin 1982 Anayasası oldu. Oysa Türkiye de aynı günlerde yeni bir anayasa ve yönetim biçimini tartışıyordu. Türkiye de en az onlar kadar şaşkındı!
Konulara İslamcı Ulemanın katkısı ise “sıfır”dı!
Demem o ki, 21’nci yüzyılda İslâmcılık ve Muhafazakârlık, bilimin bu kadar geliştiği bir çağda tam bir fiyasko ve cehalet içindeymiş de bu çıplak gerçeği insanlara hatırlatacak kimse yokmuş!