Siyasette en yetkili kurum
1305 Okunma, 0 Yorum
Toktamış Ateş - Bugün
Osman Eskicioğlu

Geçenlerde bir panelde; konuşmalar sonrasında sıra "soru-cevap"a gelince; dinleyicilerden biri ilginç bir soru yöneltti.

"Bir ülkede siyaset alanında en yetkili kurum ya da kurul nedir" diye özetleyebileceğimiz bu soru; o ülkenin yönetilme biçimine göre değişiyor.

Ama eğer o ülke demokrasiyle yönetiliyorsa ya da demokrasiyle yönetildiği iddia ediliyorsa; en yetkili kurumun halkın özgür oylarıyla belirlenen parlamento olduğuna kuşku duyulmaması gerekir. Bunun aksini düşünmek bile mümkün değildir.

Evet bunun aksini düşünmek bile mümkün değildir ama Türkiyemiz için bu yanıtı vermek pek de kolay değil. Siyaset kurumu yani siyasal partiler dışında; "yargı" da kendini yetkili görüyor "TSK" da. Eski düzenlemeler olsa; üniversiteler de kendini yetkili görürdü ama 2547 sayılı yasadan sonra üniversitelerin de üniversite öğrencilerinin de yetkisi falan kalmadı gibi görünüyor.

Bu arada; bazı sendikalar da kendilerini yürütmenin üzerinde yetkili görüyorlar, kimi meslek kuruluşları da...

Neyse bu türden "halüsinasyonların" fazla bir "kıymet-i harbiyesi" olmayacağı günlerin hayali içinde; bugün ele almak istediğim "parlamento" konusuna geçelim...

Bir demokraside en yüksek karar makamının halkın özgür iradesiyle belirlediği parlamento olduğuna kuşku duyulmaması gerekir. Ancak bir parlamentonun üyelerinin halk tarafından seçilmesi ne denli önemliyse; o seçilecek üyelerin "belirlenmesi" de en az halkın seçimi kadar önemlidir. Eğer adayların belirlenmesi ufak bir azınlığın hatta bir kişinin yetkisine bırakılmışsa; demokratik bir parlamentodan söz etmek mümkün değildir.

Türkiye'mizdeki "kadrolu Atatürk düşmanları" ve solcu eskisi "çakma liberaller"; cumhuriyetimizin ilk yıllarındaki TBMM'nin halkı temsil etmediğini; zira adayların belirlenmesinin demokratik olmadığını; biraz da haklı olarak iddia ederler.

Gerçekten biraz haklıdırlar. Zira o dönemlerde uygulanan ve yaşanan demokrasi; günümüz demokrasisinin biraz gerisinde idi. Savaştan çıkan ve nitelikli kadrolarını cephelerde bırakan fukara Türkiye; günümüz dünyasında uygulanan demokrasiyi uygulayamazdı. Fakat o günlerin dünyasında da yaşanan "uygulamalar"; o günlerin Türkiye'sinin çok ilerisinde değildi.

Fakat işin asıl üzücü yönü; "aday belirleme" konusunda Türkiye'nin günümüz uygulaması da o günlerin çok ilerisinde değil. Gene tüm yetki; birkaç partinin genel başkanı ve onların en yakınlarında. Fakat bizim kadrolu Atatürk düşmanları bunu görmez; Atatürk dönemini karalamayı marifet sayarlar.

Söz konusu panelde; tartışmaya yol açmamak için bu ayrıntılara girmedim. Sadece; siyasetteki en yetkili kurumun parlamento olması gerektiğini; zira parlamentonun "ulusal iradenin gerçekleştiği" en üst kurum olduğunu söyledim. Ayrıca Atatürk'ün TBMM'ye duyduğu büyük saygıyı vurgulayarak; bunun nedeninin ulusa ve ulus iradesine duyduğu saygı olduğunu TBMM'de yaptığı bir konuşma ve bazı özel konuşmaları çerçevesinde anlattım.

Gerçekten 12 Eylül'de; seçkin (!) örneklerini üzülerek gördüğümüz "sahte ve sözde" Atatürkçüler; iki cümleyle "TBMM'yi kapattım" ve "siyasal partileri kapattım" derken; Mustafa Kemal Osmanlı "Mebusan Meclisi"nin kapatılmaması için uğraşıyor ve kapatıldıktan sonra da; Anadolu'yu "harmanlarken" derhal seçimlerin yapılmasını istiyordu.

Zira eğer barış konferansına giden delegeler Mebusan Meclisi'nin denetimi dışında kalırlarsa; milletin denetiminin dışında kalacaklarını düşünüyordu.

TBMM Mustafa Kemal'in sonsuz saygı gösterdiği bir kurumdu. Zira TBMM "ulusal iradenin" gerçekleştiği bir kurum olarak "ulus" demekti.

Bunu birkaç örnekle açıklayayım.

İstanbul'un işgali üzerine; Ankara yollarına düşen Meclis'in açılmasının gecikmesi Mustafa Kemal'i "germektedir." Yakın arkadaşı Yunus Nadi Bey gerginleşmeye gerek olmadığını; her "kerametin" Meclis'ten beklenmemesi gerektiğini dile getirince; verdiği güzel bir yanıt vardır: (Dili biraz özleştirdim.)

"Ben; bilakis her kerameti Meclis'ten bekleyenlerdenim Nadi Bey. Bir devreye yetiştik ki; onda her iş meşru olmalıdır. Millet işlerinde meşruiyet; ancak milli kararlara dayanmakla, milletin genel eğilimlerine tercüman olmakla elde edilir... Önce Meclis sonra ordu Nadi Bey. Orduyu yapacak olan millet ve onun adına Meclis'tir... Buna iki üç şahıs karar veremez..."

(Atatürk'ün bu sözlerini bir yazımda kullandığım için 12 Eylül döneminde hakkımda dava açılmıştı...)

4 Ekim 1922. İzmir kurtarıldıktan sonra; Mustafa Kemal ilk kez TBMM çatısı altındadır. Dakikalarca ayakta alkışlanır. Kürsüye çıkar: "...Milletin mukadderatını doğrudan doğruya üstlenerek; üzüntü yerine ümit; perişanlık yerine düzen; tereddüt yerine azim ve iman koyan ve yokluktan koskoca bir varlık çıkartan Meclisimizin civanmert ve kahraman ordularının başında; bir asker sadakat ve itaatiyle emirlerinizi yerine getirdiğimden dolayı; bir insan kalbinin nadiren duyabileceği bir memnuniyet içindeyim..."

Bu satırları; günümüzde bazı "Atatürkçü geçinenler" okumalı...

 

Yorum

 

GERÇEK DEMOKRASİ ve KURUMLAR ARASI DOĞAL İŞBÖLÜMÜ GEREKİR

 Eskiden derinlerde olup da şimdilerde su yüzüne çıkmış olan görüntüdeki “yargı” ile “TSK” arasındaki gerilim, açık söylemek gerekirse demokrasinin zaafından başka bir şey değildir. Böylece bu gerilimin sebeplerini ve köklerini bu kurumlarda aramak doğru bir hareket olmaz. Çünkü bu demokrasi dedikleri yönetim biçimi gerçek değil, sahtedir ve böyle bir yönetim biçiminde de kurumlar arası işbölümü de doğal değil, yapaydır. Böyle olunca hem kurumlar içinde ve hem de kurumlar arasında gürültü ve patırtıların olması, gerenlerin ve gerilimlerin bulunmasından daha tabii ne olabilir? Hatta yazarımız Toktamış Ateş Bey bile görüldüğü gibi “siyasette en yetkili kurum” diye bir başlık atıp panelde "Bir ülkede siyaset alanında en yetkili kurum ya da kurul nedir" şeklinde sorular sorulup tartışmalar yapıldığından ve cevaplar arandığından bahsetmektedir.

Burada hemen sormak gerekiyor: Siyasette en yetkili kurumu arayıp bulma ihtiyacı neden ve niçin ortaya çıktı? Yoksa demokratik yönetim şeklinde az yetkili, yetkili, çok yetkili ve en yetkili diye tasnif edilmiş kurumlar mı var? Yoksa yargı kurumu ile savunma kurumu farklı alanlarda olmayıp aynı bölümde mi faaliyet gösteriyorlar. Yoksa bu demokrasilerde kim yetkili ve hangi kurum ne iş yapar belli değil midir? Evet, aynen öyledir; bu Rönesans medeniyetinin insan ve demokrasi projesi, siyaset ve politika projesi başarılı değildir. Herkesin bildiği gibi söylenenler ve yapılanlar gerçek değil sahtedir. Mesela yönetimde kuvvetler ayrılığından erklerin paylaşımından bahsederler. Hâlbuki gerçekte böyle bir şey yoktur. Zira yasamayı yapan da yürütmeyi yapan ve yargıyı kendi şemsiyesinin gölgesi altında tutan da aynı parti iktidarda olan partidir. Bu böyle iken kuvvetler ayrılığı vardır diye neden yalan söylerler ve neden halkı aldatırlar, hala bir türlü anlamış değilim.

Diğer taraftan bu iş bölümü de doğal değil yapaydır, bu toplum yapısı da tabii değil sunidir. Oysa bize göre insan ve toplum yapısı hareket ve davranışlarıyla, çalışma ve işbölümü ile doğal olduğu kadar mutluluğa mutluluk, refaha refah ve huzura huzur katar. Yapay toplumlarında ise huzur, refah ve mutluluk zor bulunur. Bize göre bugün insanların mutsuz, refahsız ve huzursuz olmasının tek sebebi, bu sahip olduğumuz Rönesans kültürü ile bu sahte demokratik yapıdır Bana öyle geliyor ki, bu Rönesans medeniyetinde ve demokrasi kültüründe sanki insanlar yaşasınlar da nasıl yaşarsa yaşasınlar denilmiştir. Çünkü bu kadar da olmaz ki !!!

Bakınız bu konuda önce bir defa bu toplumda elmalar armut yapılmıştır. Hâlbuki sadece elmalarla armutları toplayıp bir araya getirmek değil, daha daniskası yapılmıştır. Bakın bunu ispat etmek de çok kolaydır. Yine herkesin bildiği gibi bu toplum yapısında insanların çoğu yaptıkları işe ve sahip oldukları mesleklere yönlendirilerek, sevk edilerek ve bir sürü gibi sürülerek gelmişlerdir. Halep orada ise arşın buradadır. Bugün geçer akçe olan istatistik ve anket yollarına başvuralım, hayatında ne olmak istiyordun diye insanlara bir bir soralım. Armutlar elma yapılmış mı veya yapılmamış mı açıkça bir görelim. Ben öğretmen olmak istemiyordum ama böyle oldu, ben avukat olmak istemiyordum ama ne yapalım işte kader böyle imiş, ben hoca olmak istemiyordum ama ne yapalım şans böyle imiş, ben tekniker ve işçi olmak istemiyordum ama Allah böyle yazmış deyen kimseleri ve daha yığın yığın nicelerini dinliyor ve görüyoruz. Evet, işte ben şimdi olmaz böyle şey deyip isyan ediyorum. Olur şey değil bunlar! Bu insan denilen varlığı bunca sıkıntılara sokan, fıtratına zıt ve doğasına ters düşen ortam ve şartlara zorlayan insanüstü bir güç mü var? Hayır, hayır, bin defa hayır milyon defa hayır! Hâşâ’ insana insan dışından bir etki yoktur. İnsana bugün ne oluyorsa yine kendisinden oluyor. Bakınız şu söyleyeceğim cümleyi herkes ama herkes, bütün insanlık ve tüm dünya kulak kesilerek dinlesin. Bütün bunların tek sebebi var cehalet!  Bu Rönesans medeniyeti cahildir, bu aydınlanma kültürü ve bu yönetin biçimi olan demokrasi cahildir. Evet, evet doğru söylüyorum bu medeniyet, bu kültür ve bu yapı birey insanı bilmiyor ve insan toplumunu tanıyamıyor.   

Önce, bir birey vardır ve toplum da vardır. Bunlar aynı bisikletin ön ve arka tekerleklerinde olduğu gibi hem ayrı hem de beraberdirler. İnsanın yalnız başına, toplumdan uzak bir şekilde bireysel olarak bile yaşaması asla mümkün değildir. Hem birey ve hem de toplum ikisi de birlikte esastırlar.  Hatta ıssız bir adada yalnız başına yaşayan Robinson Cruose ne birey insana ve ne de topluma örnek olamaz. “Yalnızlık Allah’a mahsustur” sözü ne kadar güzeldir. Birey, bir aile içinde dünyaya gelir. İnsanlar, evde anne, baba ve dede-nine gibi yakın akrabalarla birlikte otururlar. Evimizin penceresinden dışarıya baktığımız zaman başka evlerin yanında okul-öğretmenler, cami-imam, kışla-askerler, ihtiyaçlarımızı karşılamak için mal üreten fabrikalar-işçiler, adalet sarayı ve hâkimler, içinde kanun yapılan meclis ve vekilleri görürüz. İşte bunlar, hepsiyle birlikte sosyal yapıyı meydana getirirler.

Bizim önerdiğimiz toplum yapısı doğaldır, organiktir. Mukaveleli ve sözleşmeli değildir. Onun için bizim toplumda doku uyuşmazlığı yoktur ve olmayacaktır. Çünkü bu toplumda mektep, medrese, kışla, meclis, cami ve fabrika hep doğal bir işbölümüne sahiptir. Bizim önerdiğimiz mecliste kanun yapma adına kanundan bihaber olan vekiller oturmaz. Vekiller konuşmasın diye grup kararı alınmaz ve alınamaz. Kanunu kanun yapmasını bilen âlimler yapar. Yürütme görevini üstlenmiş olan hükümetler de kanunların uygulanması ile meşgul olurlar. Yargı da tamamen serbest olup tıpkı avukatlık statüsü içersinde çalışıp anlaşmazlıkları bir çözüme kavuştururlar. Askerler de ülkenin savunmasında yönetime katkıda bulunurlar. Yani herkes kendi işiyle meşgul olup biri diğerine karışmadığı için de toplum yapısında tam bir uyum ve ahenk vardır. Bunun için de ne doku uyuşmazlığı vardır ve ne de yetki paylaşımı kavgası olur.

Onun için bizim düşündüğümüz düzende ne siyasette ve ne yönetimde en yetkili kurum nedir ve hangisidir soruları olmayacaktır. Çünkü birey çok merkezli bir varlık olduğu gibi toplum da yine çok merkezli bir yapıya sahiptir. Zira insan dini, ilmi, içtimai (idari siyasi) iktisadi ve ailevi yönleri olan bir varlıktır. Bu bireylerin bir bileşkesi olan toplum da böyledir. Bu yönlerini hem birey ve hem de toplum her an yaşar bir durumda olmalıdırlar. Ben size kuzey güney doğu ve batı yönlerinden hangisi sizce daha üstündür desem veya elips şeklinin iki merkezinden hangisi daha yetkilidir diye bir soru sorsam bana ne cevap verirsiniz. Cevap vermez, veremez, belki gülersiniz. İşte bu demokrasi yönetiminin yapısal durumu da bu kadar gülünçtür. Eğer siz demokrasi denilen bu yönetim biçimini kendinizi düşünmeden ve kendi kültürünüzü dikkate almadan dışarıdan aynıyla aktarmaya çalışırsanız ve hepten başkalarını taklit etmeye uğraşırsanız böyle olur. Armutları elma yapmaya çalışır, portakal iken nar olmaya çalışırsınız.

Size başka bir örnek daha vermek istiyorum. Vücudumuzda bulunan solunum sindirim dolaşım ve boşaltım sistemlerinden hangisi hangisinden daha üstün ve daha yetkilidir diye sorsam ne cevap verirsiniz. Ya da mideniz mi daha değerli yoksa kalbiniz mi desem veya ciğerlerinizi mi tercih edersiniz yoksa böbreklerinizi mi diye sorsam bana ne cevap verirsiniz. İşte vücut yapısı ile toplumsal yapı böyledir. Fakat bugünkü bu yapıyı kuranlar kurumları ve kurumlar arasındaki dengeleri tam kuramadılar ve toplumsal yapıda uyum ve ahengi sağlayamadılar. Ama bize göre toplum, aynı vücut yapısı gibi yapıya sahiptir. Zaten biz bir vücut yapısı gibi bir toplum öneriyoruz. Tam bir iş bölümü ve ihtisaslaşmanın bulunduğu, kurumlar arasında da uyum ve ahengin var olduğu bir yapı istiyoruz.

Bu toplumun en büyük arızalarında biri de bireylerin ve mesleklerin toplumda birbiriyle sosyal alış verişe açık olmamalarıdır. Hâlbuki vücuttaki hücreler yapısal olarak hep birbirine benzerler ve üretim-tüketim yaparak aynı hareket ve davranışta bulunurlar. Hâlbuki bugünkü toplumlarda meslek ahlakı ve meslek kültürü vardır. Yani sahip olduğu meslek kişiyi fikir ve düşünceleriyle hatta hareket ve davranışlarıyla esir almış durumdadır. Bunun içindir ki, toplum fikri meslek dayanışmasına indirgenmiştir. İşte hukuk-asker dayanışması ve savunması bundandır. Yargı kurumunun veya TSK kurumunun yetkiyi kendisinde görme hastalığı yine buraya dayanmaktadır. Çünkü toplumda eşit olan ve eşit kurumlardan biriyim bilgisinin cehaleti hâkimdir. Gece gündüz 24 saat meslekleriyle bütünleşenler, başka meslek ve kurumların topluma yapmış olduğu katkılardan habersiz kalırlar. Zira bu toplum iletişimi olmayan katlara ve kastlara ayrılmıştır. Hâlbuki toplum organik olması dolayısıyla aynı bileşik kaplar misali kazançlar ve karlar hep beraber paylaşıldığı gibi, yine tasalar ve üzüntüler de birlikte paylaşılırlar. Tüm bireyler ve tüm kurumlar da ben eşitlerden biriyim diye düşünürler ve bu yolda yürüyüşlerine devam ederler.

Netice olarak, zaten eksik aksak doğmuş olan bu Rönesans medeniyetinin toplumu sahip olduğu kurumlarıyla bugüne kadar da yıpranmış ve eskimiştir. Yapılacak şey bu toplum binasını ya yeniden yapılmış gibi restore etmek veya yeni baştan ele alarak ta temellerinden yeniden inşa etmektir. Çünkü bu yapı bozuk olduğundan bu sıkıntılar ve bu kurumlar içi veya kurumlar arası yetki ve sorumluluk çelişki ve çatışmaları sona ermeyecektir.      

 

 

Osman Eskicioğlu






Sayı: 43 | Tarih: 4.04.2010
Mümtazer Türköne
'Milletin istiklâl ve istikbalini' kim kurtaracak?
2295 Okunma
Arif Ersoy
Reşat Nuri Erol
İkrazat yasal tefecilik!
1606 Okunma
Ilker Ardic
Ahmet Hakan
Meclis'te kaç Tayyip kaç Deniz, kaç Devlet var
1471 Okunma
Lütfi Hocaoğlu
Ali Bulaç
Adalet ve zulüm
1454 Okunma
Ahmet Yasir Erol
Mehmet Altan
Doğrudan Demokrasi’ için ‘Halk Girişimi
1445 Okunma
Mehmet Hikmetumut
Zülfü Livaneli
Aynadaki yazı
1440 Okunma
Ali Bülent Dilek
Dücane Cündioğlu
Tanrı'nın iki eli de sağ eldir
1438 Okunma
2 Yorum
Abdülkadir Altınhan
Ebubekir Sifil
Müslümanlık Neyle Artar?
1413 Okunma
Zafer Kafkas
Ruşen Çakır
Hayalci ol, azla yetin!
1405 Okunma
Tayibet Erzen
Oktay Ekşi
Mal Meydanda
1394 Okunma
Vahap Alma
Mehmet Şevket Eygi
Dokunulmazlık Meselesi
1386 Okunma
Emine Hocaoğlu
Hayrettin Karaman
Taraflı bağımsız yargı
1351 Okunma
Hilmi Altın
Mahir Kaynak
Terörün genel görünümü
1311 Okunma
2 Yorum
Süleyman Karagülle
Toktamış Ateş
Siyasette en yetkili kurum
1305 Okunma
Osman Eskicioğlu
Rahmi Turan
Baraj ve dokunulmazlık
1294 Okunma
Serdar Turan
Fehmi Koru
12 Eylül felsefesine karşıysak..
1291 Okunma
Ahmet Kirtekin
Can Ataklı
Anayasa’nın en ‘asker’ maddesine dokunulmuyor
1262 Okunma
Mesut Karaaytu
Nazlı Ilıcak
Dokunulmazlığın iç yüzü
1192 Okunma
Fatma Karuç
Mehmet Niyazi
Veli ahlaklı yiğitti
1122 Okunma
Abdurrahman Erol


© 2024 - Akevler