Fantezi
1295 Okunma, 0 Yorum
Ahmet Altan - Taraf
Özer Ataç

07.10.2009

 

Önceki gün yazıyı yazmadan önce bizim çocuklara, “liderlerin birlikte Ceylan’ın evine gidip başsağlığı dilemesi” konusunda ne düşündüklerini sordum.

Hepsi, “bunun harikulade bir jest olacağını, böyle bir şeyin gerçekleşmesi halinde Türkiye’nin çok rahatlayacağını” söylediler.

Ama bunu söylerken “umutsuz” bir tını vardı seslerinde.

Aralarından biri asıl düşüncelerini açıkladı.

“Bu, bir fantezi” dedi.

“Niye?”

“Çünkü asla böyle bir şey yapmazlar.”

Büyük bir ihtimalle onlar haklıydılar ve hâlâ da haklılar.

Ülkenin siyasetine baktığınızda, bu siyasetin “çerçevesini” gerçekçi bir bakışla değerlendirdiğinizde, bizim siyasetçilerin böyle bir jesti yapmaları fikri “fantezi” olarak gözüküyor.

Gençliğimde bir zekâ testine rastlamıştım.

Birbirine paralel üçer üçer yerleştirilmiş dokuz noktayı elinizi kaldırmadan çizeceğiniz dört çizgiyle birleştirmenizi istiyordu.

Ne kadar denerseniz deneyin o dokuz noktayı elinizi kaldırmadan dört çizgiyle birleştiremiyordunuz.

Birleştirmenin tek bir yolu vardı.

Çizdiğiniz çizgi, bir noktada “çerçevenin” dışına çıkarsa dokuz noktayı birleştirebiliyordunuz.

Testte, “çerçevenin dışına çıkılamaz” diye bir kural yoktu.

Ama o çerçevenin varlığı, insanlarda “bunun dışına çıkmamalıyım” düşüncesi uyandırıyordu.

Halbuki çözüm çerçevenin dışındaydı.

Eğer bugün Türkiye’deki sorunların çözümlerini, devletin ve bizim siyasetçilerin çizdiği “çerçevenin” içinde ararsanız, çözümü bulamazsınız.

Çünkü o çerçeve “sorunların çözülmemesi” için çizilmiş.

Bizim siyasetçiler de genellikle “çerçeveyi” aşabilecek düzeyde değiller.

Başbakan Erdoğan’ın, geçen gün yaptığı konuşmada sadece “çerçevenin” dışında kalmış insanların isimlerini söylemesi bile büyük yankı ve hayranlık uyandırdı.

Çerçevenin dışına çıkılması alıştığımız bir davranış ve konuşma biçimi değil çünkü.

Ünlü “gordion” düğümünü bilirsiniz.

Bu “düğümü” çözenin dünyanın hâkimi olacağı söylenirdi.

Ama kimse düğümü çözemezdi, çözülebilecek bir düğüm değildi.

Büyük İskender geldi, düğüme baktı, kılıcını çekip düğümü kesti.

Efsaneyi de doğrulayıp dünyanın önemli bir kısmını fethetti.

Karşılaştığı sorunu, herkesin bildiğinden değişik bir yöntemle çözebildiği için “büyük” lakabını almıştı zaten.

Kristof Kolomb da, asla dik durmayan yuvarlak kıçlı yumurtayı kırıp masanın üstüne dimdik koymuştu.

Onun çözümü de unutulmadı.

Alışılmışın çözemediği sorunları, alışılmamış davranışlarla çözebilirsiniz ancak.

Kılıcı çekip düğümü keser, yumurtayı kırıp kıçının üstüne oturtursunuz.

Tabii, bunu yapabilmek için cesaret ve zekâ gerekiyor.

Ceylan’ın ailesini ziyaret edip başsağlığı dilemek, belki “çerçevenin” dışında bir davranış ama büyük bir zekâ ve cesaret de gerektirmiyor.

O, bu ülkenin bir kızı.

Bir mermiyle öldürülmüş.

Bu ölümden devletin sorumlu olma ihtimali çok yüksek.

Neden bir başbakan, kendi ülkesinin öldürülmüş bir çocuğuna sahip çıkamaz, neden onun ailesine başsağlığına gidemez?

Bu kız, bir çatışmada ölmedi, ağaçtan yaprak keserken karnından vuruldu.

Ailesine başsağlığı dilemenin nasıl bir tehlikesi var?

Bir başbakan, böyle bir durumda bu başsağlığını dilemekten niye korkar?

Kongrede o muhteşem konuşmayı yapan cesur adamla, Ceylan’ın ailesini ziyaret etmekten, ziyaret etmeyi bırakın ailesine bir telefon edip başsağlığı dilemekten korkan adam aynı adam mı?

O kongre konuşması “çerçevenin” dışına çıkmıştı.

Diğer liderleri arayıp böyle bir başsağlığı ziyaretine davet etmek de, “çerçevenin” dışına çıkmaktır.

Ama çerçevenin dışına çıkmadan, çözümsüzlük için çizilmiş o çerçevenin içinde kalarak sorunları nasıl çözeceksiniz?

“Ben, Kürt meselesini çözeceğim” diyen cesaretle, “ben Ceylan’ın ailesine başsağlığı dilemekten korkarım” diyen ürkekliğin yarattığı tezat, tarihî bir açılımın ihtiyaç duyduğu o “güvenin” pek bulunmadığını göstermez mi?

Bir ülke, üç siyasetçinin, öldürülmüş bir kız çocuğunun ailesine ortaklaşa başsağlığı dilemesini “fantezi” olarak görecek bir zavallılığın içine hapsolmuşsa, bu ülke sorunlarını nasıl çözüme kavuşturur?

İnsani jestleri, “fantezi” olmaktan çıkarmak gerekmez mi?

Bana sorarsanız, bu ülkedeki bütün sorunların temelinde, en insani davranışları bile “fantezi” gören bu dar çerçevenin içine hapsolmuşluk var.

Biri bu çerçevenin dışına çıkmalı, biri kılıcını çekip “gordionu” kesmeli.

“Büyüklük” ancak böyle mümkün ve “küçük” olarak da düğümler çözülmüyor.

 

 

Y  O  R  U  M

 

 

 

l) ‘GEN BENCİLDİR.’

 

 

Bireyin, aklı ve emeği ile oluşturulmuş kurumlar; misyonlarına, niteliğine göre  objelikten sujeliğe kayma/dönüşme  eğilimi taşırlar. Bu geçişte(kayma/dönüşme) etkin unsur, “bencil gen”dir. Bütünlük oluştura(cak)n yapılarda, hüclerin birbirlerinin yemeği/gıdası olmasını engelleyen şey içbeslek olmalarıdır. Böylelikle dışını yemeyen  hücreler, yan yana gelerek organizasyon/ beden/ vücut/ organik yapı oluştururlar.

 

Gıda/beslenme sorununda  olumlu yön, beslenilen havzanın ve objenin varlığının sürdürebilmesidir. Bu bağlamda, konuya ardışık sömürü kavramını  değerlendirelim: Hizmet alımlarını   taraflar, ihtiyaçlarını hukuki olarak ,  “kazan kazan”; “oransal katılım”; hakim tarafın oluşturduğu, “hizmet alım sözleşmesi; tek taraflı “hak” bildirim belgesi…gibi çeşitli    şekilde düzenlenmiş bağlayıcı / yaptırım içeren  normlar oluşturarak karşılıyorlar.

 

Varlığın kendini merkez çevresini kurutarak  yaptığı beslenme ve “yaşama” etkinlikleri sömürüdür. Sömürü, tahribatını erişebildiği menzilden, geriye/ kendisine/ içeriye  doğru yapar. Uzandığı, edindiği gasp ettiği şeyler,   merkez için başlangıçta besleyen/  güçlendiren/  lezzet veren kazanımlı olurken;  sonraları zehire/ dürülmeye/ kurumaya ölüme evrilir. Zehir negatif gıdadır; gıdanın   “para”daki ters yüzüdür: Gıda, beslenen sujenin, çevresinde kendisinden   daha atıl olan, kendine benzeme yolunda yaşamını sürdüren, kendine “sunulmuş” canlılardan  edinip, içselleştirdiklerinin; kendisine dönüşmesi, hazım edilmesi, sindirilmesiy-ken; zehir ise, yine beslenen sujenin, kendine benzeyen ve/fakat içselleştirene benzeme  süreci kesilmiş, böylelikle  içselleşmeyi bozan; hazmedilmeye/ asimülasyona direnen;  giderek, hazmedilmeyi hazmetmeye dönüştürebilen; “gastrolojik” objenin suje olma halidir.  

 

 Besinlerin (emeğin, hizmetin, üretimin) sömürü ile (dışta: emperyalizm/içte:baskı rejimi) gıdalanma sürecine girmesi, uzun erimde kendini  zehirlenme olarak gösterir. Zehirlenmek, “hak” edilmemiş gıdanın, bedendeki/sindirilme sürecinde “kalkışma” sıdır. Tıbbi tanı: vücuda yönelik töröristlik; teslim alınmamış tutsaklık !!  

 

Sömürünün cinsi/niteliği,  ben merkezciliğin derecesiyle bağlantılı olup; uzun erimli sömürülerin, merkezi kaydırıp, sömürülenin merkez olma haline dönüştüğü “beslenme”lerdir. İstemin/arzunun şiddeti,  varlığın ufkunu büzerek, geleceğini de iptal eder;  evrensel “organik” paradokslardan biri ile lütfen tanışmıssınızdır!? : varlık zıttı ile kaimdir; zıt ile ilişki, sevginin zirvesidir!!

 

2) BEKACI KURUMLARCA HAPSEDİLMİŞ VİCDANLAR:

 

 

İnsanlık bilinçlendikçe, ilişkilerinde iki tür derinlik görülür: Olumlu ilişkilerin derinliğine vicdani; olumsuz ilişkilerin derinliğine, istismar amaçlı kandırmaca kanallarıyla ulaşılmaktadır.

 

Vicdan, insanın içindeki iyiyi kötüden ayırabilen ve iyilik etmekten lezzet duyuran, kötülükten elem alan, ruhuna gıda aktaran manevi/ hissi; istismar  amaçlı kandırmaca ise kendini; bezemeyi ve memnun etmeyi “dışarısını” kullanarak/ bozarak/ çürüterek sağlayan, gen’i besleyen  yolalış/ kanaldır.  Her iki derinlik güzergâhı, çeşitli galerilerle (haz, neş’e, keyif, sükun; acı, keder, kayıp, gözyaşı) kavşaklaşarak   menzillerine uzanır.

 

Vicdan yolu, sıratı müskakimin içimizdeki;  istismar yolu, delaletin dışımızdaki  simetriğidir. Her iki yolun birbiriyle örtüştüğü, geçiştiği, aynılaştığı an lar da vardır; bu anlar bir’deki ikililiği ve ikilikteki birleşim oranlarında çok luğu göstermektedir.

 

Beden giymiş ruhları, vicdan kanalları,  bedenlerin dış dünya duyumlarıyla, ve bu duyumlara yönelik eylemlerle  besler. Bu eylemler, ruhlara yönelik değil de yalnız bedenlere yönelik oluştuğunda; bedenler ile ruhların  ilişikisi perdelenip, bedenler beka aldatmacına yenik düşerler. Her şey, beden ve bedenin maddi ve “manevi” türevlerine hasredilir: Irk, hâkimiyet, şöhret, para, vb..Böylelikle insanların hayalleri “gün yüzüne” çıkar!

 

 

3) HAYALLER: TIKANMLIŞ VİCDANLARIN, ALTERNATİF YOLLARI:

 

Bedenlerimizin boyutunda, yaşam alternatifleri ile ruhsal boyuttaki “yaşam” yolları kıyaslanamaz! Dünyevi iştahın gemi azıya alan bedenler;  “sahipleri”olan ruhlara yönelik “isyanlarında”, ilk eylem olarak, vicdan kanallarını tıkarlar. Bu kanallar, kullanıldıkça genişleyen ve bedenin tüm yaşamını, eylemlerini bütün debileriyle ruha aktarabilecek çeper genişliğine ulaşabilen özelliktedir. Vicdan kanalları  açık bireylerin, ışık (iyi,olumlu) eylemleriyle, ruhlarını beslemelerinin yanı sıra, bedenlerini besleyen dış  (çevre) dünyayı da geliştirip etkilerler.

 

Ruhlar ve dış dünya “arasındaki” adaptör konumundaki  bedenlerimiz; dış dünya algı ve eylemlerini ruhlara aktarılmasını vicdanlar aracılıyla yaparlar.Vicdan kanalları dışa uygun/diğergam  olumlu eylemlere yönelik işlev görürüler.Olumsuz algı ve eylemler ruhlara ulaştırılamayıp, bedenlerde tıkalı kalırlar. Bu tıkanıklık bedenlerin algı ve eylem obezitine çevirir.Dünyadan aldıklarını aktarmayan bedenler görevini ifa etmemiş kendilerini de heder etmişlerdir. Bu dönem bitmeden ruhlar, bedenlerini ego istilasından kurtarma girişimleri, hayal dediğimiz daha ince (suptil) enerji kanallarıyla başlatırlar.

 

4) EN KARALIKTA OLANIN IŞIĞI KENDİNDEDİR:

 

İnadına hayal !. Hayalin, sistem tarafından ketlendiği, egolarca  aşağılandığı bir durumda giydirilip “onlar” tarafından kabul edilir şekle büründürülüp; bireyin, sömürü sistemine  “ruhsuz istek” gibi gösterilmesinin  yoludur  F a n z  a z i.

 

Vicdanların küçülüp, cılız kalıp kapandığı bir ortamda; ruhlar, kendilerini ve dış dünyayı beslemenin diğer yolu olan hayali; tebdil-i kıyefet etmiş vicdan olarak tasarlanmışlar; zihinlerimize potansiyel “çıkış”olarak koymuşlardır.

 

Vicdanlı bireyler ruhlarını beslerken,  kendilerini kuşatan evreni ve diğer bireyleri de beslerler. Bu çok taraflılığın sosyolojik tanımı, çoğulculuk olarak söylenegelen terimin kaynağıdır. Başkasına ve/ya çevresine zarar veren eylem, vicdan kanallarına değil; ben liğe “hizmet” eder. Benlik, acı nın başlangıcıdır; ”peşin” ücreti hedeflemiş benlik, çevresine verilecek olanı ketlediğinden, çevresini yok saydığından,  sömürdüğünden çevresinden  evrilecek “ücreti” yok sayar; ”sıraya girmez”, çevresinin paylaşım sırasının önüne geçer!  Hodgamalığı , iyilik kırıcılığı sadece kendisine yönelik algı ve eylemleri, önce dışında, sonra içinde çölleşme oluşturur. Dünyadaki çöllerin varlığının işaret ettiği de budur: “Peşin ücret” istemli, özüne  “zalim” bireyin yeryüzündeki bıraktığı iz.

 

Karanlıklar, vicdanın ”ışığını” yok etmese de çevreyi cılız bırakan ön-ketliğinde (öngörmezlik, yalnızlık, hapis, varlıksızlık) kendine dönecek acının başlangıcıdır. Tam da burada, müjdeci olan ortaya çıkar : Kendindeki güneşi, bedeninin en karanlığında oluşturduğu kara delikten ışıtabilir. Bu,  boşverilmiş, rafa kaldırılmış hayallerin; o “sahipsizlikte”, karanlığın etkisi ile alev alıp(fosfos gün ışığında, hayal zindanda “ateş” alır!”) yanmasıdır.

 

6) VİCDAN TEMELLİ  SİSTEMLER

 

 

Adil sistemlerde, bireylerin her birini kuşatacak paylaşım kanalları,  kendilerinde açık olan vicdan kanallarıyla oluşabilir. Sistemin “öteki” taraftan sigortası olan bu lütuf (olgu ), haksızlık, acı  ve sömürünün “içerden” muhalefetidir.

 

“Fırat ta kayıp olacak bir koyunun, çobanına hesap verecek  sistemin lideri” için henüz hayal ve fantezinin işlerliği olacak kadar karanlıkta olmadığımızı düşünüyorum. Hala ışık var; ve hala vidan kanallarımız açık. ”Karanlıktakiler “için yapabileceğimiz ise onları karanlıkta bırakan (bizi bırakacak) “cihazlarından”, dönemsel hak kullanım zamanlarındaki (seçim hakkı) gücümüzle, hepimizin iyiliği için  yoksun bırakmak; hedefte bu zamanları olduğunca kısaltacak yolu , yöntemi oluşturmak.  Marks mı demişti bunun “benzerini” :  Bütün sistem cihazları vicdanlara!!

 

 

 

 

 

 

 

 

Özer Ataç






Sayı: 18 | Tarih: 11.10.2009
Ruşen Çakır
“Tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” ve
1952 Okunma
27 Yorum
Tayibet Erzen
Mehmet Niyazi
Rejim ve anayasa
1503 Okunma
Abdurrahman Erol
Mehmet Şevket Eygi
Kuran'da Nasıl Birleşeceğiz?
1416 Okunma
2 Yorum
Emine Hocaoğlu
Reşat Nuri Erol
Saadet anlayışı ve AKP zihniyeti
1362 Okunma
Ilker Ardic
Oktay Ekşi
Kuran Kursları
1345 Okunma
1 Yorum
Vahap Alma
Cengiz Çandar
Erivan'dan Bursa'ya 'tarih'i yeniden yazmak
1325 Okunma
Ekrem Fildişi
Mahir Kaynak
Ekonomi zirvesi
1323 Okunma
Süleyman Karagülle
Fikret Bila
Atalay: DTP yan çiziyor
1306 Okunma
Harun Özdemir
Ahmet Altan
Fantezi
1295 Okunma
Özer Ataç
Ahmet Taşgetiren
Gençler, ah gençler
1276 Okunma
Zübeyir Erol
Yılmaz Özdil
Baykal nasıl 'milli' oldu?
1274 Okunma
Leyla Okta
Nazlı Ilıcak
Baykal eleştirilerinde haklı mı, haksız mı?
1255 Okunma
2 Yorum
Fatma Karuç
Can Ataklı
Ya dinlemeler hedef değiştirirse?
1246 Okunma
Mesut Karaaytu
Mehmet Altan
Kırmızı alarm...
1244 Okunma
Mehmet Hikmetumut
Fatma K. Barbarosoğlu
Sosyal Problemler konusunda Din ve Diyanet
1223 Okunma
Fatma Zafer
Hayrettin Karaman
Bu CHP ne zaman değişecek
1214 Okunma
Hilmi Altın
Ali Bulaç
Liberal fetva arkadan gelir!
1205 Okunma
Ahmet Yasir Erol
Toktamış Ateş
Hukuk devleti
1197 Okunma
Osman Eskicioğlu
Mümtazer Türköne
Artık Zaman’ı geldi
1179 Okunma
Arif Ersoy
Fehmi Koru
Zürih'te atılan imzaların anlamı
1163 Okunma
Ahmet Kirtekin
Ahmet Hakan
Biraz uzaktan kongre notları
1146 Okunma
6 Yorum
Lütfi Hocaoğlu
Zülfü Livaneli
Hayata dair – 37
1130 Okunma
1 Yorum
Ali Bülent Dilek
Bekir Berat Özipek
Siyasette görme bozukluğunun nedenleri
1075 Okunma
Bünyamin Demir


© 2024 - Akevler