27.08.09
Yakın tarihimizin ilk ciddi “Kürt açılımı”nın bundan 18 yıl önce yaşandığını söyleyebiliriz. Dönemin Doğru Yol Partisi (DYP) lideri Süleyman Demirel “şeffaf devlet” vaadiyle girdiği 1991 genel seçimlerinden birinci olarak çıkmış, Erdal İnönü liderliğindeki SHP ile koalisyon hükümeti kurar kurmaz Güneydoğu’ya gidip birlikte “Kürt realitesi”ni tanıdıklarını ilan etmişlerdi. Ne var ki yaklaşık altı ay sonra Nevruz kutlamalarında yaşananlar bu “açılım”ın daha açılamadan kapanması anlamına gelmişti.
O tarihte Cumhuriyet Gazetesi’nde çalışıyordum ve Diyarbakır’daki kutlamaları izlemekle görevlendirilmiştim. Diyarbakır’da bir tatsızlık yaşanmamıştı ancak Cizre’de çıkan olaylarda foto muhabiri arkadaşımız İzzet Kezer’in de aralarında olduğu çok kişi hayatını kaybetmişti. Ertesi günse Nusaybin karıştı. Olayları yerinde izlemek isteyen ben dahil bir grup gazeteci ilçe girişinde polis tarafından engellendik. O gün izlenimlerimin başlığını “Şeffaf devlet Nusaybin’de durdu” başlığıyla kaleme almıştım. Nitekim Kanlı Nevruz’un ardından Türkiye epey çatışmalı ve kanlı bir dönem yaşadı ve Kürt sorunu çözülmek bir yana, iyice derinleşti.
Yerinden gözlem
Arada başka ufak çaplı girişimlere de tanık olduk fakat bunlardan hiçbiri şu günlerde yaşamakta olduğumuz “demokratik çözüm süreci” kadar ciddi ve etkili olduğu söylenemez. Fakat yıllar geçse de sorular değişmiyor: Hükümet samimi mi? Samimi olsa bile yeterince cesaret gösterebilecek mi? Çözüm istemeyen çevrelerin direnişlerini kırabilecek, tahriklerini boşa çıkarabilecek mi?
Foto muhabiri arkadaşım Burak Kara ile birlikte üç gündür Güneydoğu’yu turluyor ve “açılım”ın buralarda nasıl hissedildiğini, yaşandığını anlamaya, bölge halkının nabzını tutmaya çalışıyoruz. Salı gününü Diyarbakır, Çarşamba gününü Kızıltepe, Nusaybin ve Cizre’de geçirdik. Bugünse Batman’da olacağız. İzlenim ve röportajlarımızı önümüzdeki günlerde yayınlayacağız fakat bugün, son tartışmaların Güneydoğu’ya nasıl yansıdığı hakkında birkaç şey söylemek istiyorum.
Öncelikle şaşırtıcı olmayacak bir gözlem: Açılımla ilgili söylenen her şey, tüm ayrıntılarıyla bölgede çok yakından takip ediliyor ve son günlerde yaşanan tartışmalar çok ciddi hayal kırıklığı ve moral bozukluklarına yol açıyor. Çünkü gerek MHP ve CHP liderlerinin sert açıklamalarına, gerek Genelkurmay’ın “kırmızı çizgiler”in pembeleşmesine bile tahammül göstermeyeceklerinin altını çizen son bildirisine baktıklarında kendilerini göremiyorlar. Sanki Kürtsüz bir Kürt açılımı yaşanıyor!
Hiç de haksız sayılmazlar zira CHP ve MHP “Türk kamuoyununun hassasiyetleri”ni o kadar öne çıkartıyorlar ki Kürtlerin arzu ve beklentilerini hemen hemen hiç hesaba katmıyorlar. Kaldı ki bölgede toplam oyları yüzde 10’u bile bulmayan bu iki partinin Kürtlerin talepleri konusunda sağlıklı bilgilenme kanallarına sahip oldukları da pek iddia edilemez.
Gerçekçi zemin
Ama açılıma yönelik ümitlerin azalmasında en çok Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un bildirisi etkili olmuş. Aslına bakılırsa konuştuğumuz çok kişi söze “asker böyle der, bu normal” diye başlayıp esas olarak AKP Grup Başkanvekili Bekir Bozdağ ve tabii ki daha önemlisi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bu bildiriden olumlu olarak söz etmesinden rahatsız olduklarını ifade ettiler.
Org. Başbuğ’un çıkışını dünkü yazımda değerlendirmeye çalışmıştım. Onun hem “kırmızı çizgiler”i koruyup hem de “açılım”a karşı çıkmaması yeni bir tartışmayı başlattı. Örneğin Vatan’da Güngör Mengi gelinen noktayı “açılım yere bastı” diye değerlendirip “Arayış asıl şimdi daha gerçekçi bir zeminde ilerleme şansını ele geçirmiştir” diye yazdı.
Katılmıyorum. Zira zeminin gerçekçi olup olmadığı nereden baktığınıza bağlı olarak değişebiliyor. İstanbul’da “gerçekçi” gözüken bir şey Diyarbakır’da, Cizre’de “gerçeklere aykırı” olarak algılanabilir.
Türklerin olduğu kadar Kürtlerin hassasiyetlerini önemsemeden, onları içermeden ya da onlara ikincil roller biçilerek sürdürülecek bir sürecin hiçbir şeyi çözebileceğine inanmıyorum. “Kürt açılımı”nı başlatanların da benzer bir şekilde düşündükleri kanısındayım ve tüm baskılara rağmen süreci çözüm rotasından saptırmadan sürdüreceklerini, en azından sürdürmeye çalışacaklarını tahmin ediyorum.
Yorum:
Müslüman Açılımı
Sene 1923: 1. Dünya savaşı sonrası kurulan Türkiye Cumhuriyetinin kalın sınırları çizilmiş. Ardından inkılaplar, yenilikler. Tek söz hakkı ve itiraz yok. Türk halkı boynunu bükmüş, her şeye peki modundaymış. O dönem insanlara zor gelen hatta zulüm gibi gelen bu yenilikler ancak çok uzun süre sonra ne kadar yararlı olduklarını gösterebilmiş. Yapılan inkılaplar sayesinde bugünkü bilimsel gelişmeler takip edilebilmiş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin batı medeniyetini takip etme şansı olmuş.
Sene 1950: DP (Demokrat Parti)’nin kurulmasıyla daha önceki dönemlerde yapılan bazı yasaklar ve kısıtlamalar ortadan kalkmış (ezanıın Arapça okunması, okullara din dersi konması oldukça düşündürücüdür, zira bunlar daha önceki dönemlerde yasakmış). Çünkü o dönemlerde yapılan yasaklar her ne kadar ülke menfaati adına yapıldığı öne sürülse de halk bunu içten içe benimseyememiş ve tepkili olmuş. Çünkü yapılan uygulamalar neredeyse bir kimlik sorunu ortaya çıkarmış ve insanlardan öz kimliklerinden sıyrılıp, görünüş, yaşayış ve fikir olarak bambaşka insanlar olmaları beklenmiş. Bunu isteyerek değil de baskıyla yapan halk DP’nin gelmesiyle adeta derin nefes almış.
Sene 1960: Cumhuriyet tarihi ilk darbesini yaşamış, dönemin başbakanı bundan 1 yıl sonra, 1961’de idam edilmiş. DP döneminde halkın kısa süreliğine de olsa tattığı özgürlük, yeni kısıtlamalarla ortadan kalkmış. Asker kendince mesajı vermiş, halk ise ta başından beri mesajı almış. Baş düşman belli, Kod adı: İrtica!
Darbe sonrası yeni siyasi örgütlenmeler olmuş Türkiye ortamı iyice karışık bir hal almış.
Sessizlik …
Sene 1980: Özgürlük bu kadar kısıtlanıp, bu kadar baskılanırsa olacağı buymuş ve 80 Darbesi olmuş.
İdamlar, siyasi yasaklar, hapisler, gözaltları…
Darbeleri hiç sevmedim, muhtemelen de sevmeyeceğim ama kabul etmek gerekiyor bu sevimsiz müdahale olmasaymış bugün Türkiye olmayacakmış ya da olana Türki demek mümkün olmayacakmış.
Bundan sonraki dönemi yaşayarak anlama şansına eriyorum.
Sene 1997: Bu en ilginci. Ne açıktan, ne de gizli. Kimse sokaklarda postallı askerler görmedi ama herkes verilen mesajı aldı. Kısıtlama gene Müslümanlaraydı. Tehlike irticaydı ve o da maalesef Müslümanlarla özdeşleştirilmişti. Halka rağmen halk için yapılan girişimler bakalım sonuç verecek mi? Acaba halk yasaklara ve baskılara boyun eğip başkalaşabilecek mi?
Sene 2002: Cevabımız “Hayır” . Bahisleri “Evet”e yatıranlar hiçbirşeyin baskı ve dayatmayla çözülemeyeceğini anlamamış olacaklar ki hala neredeyse %50’lik bir oy oranıyla halkın iradesini yansıtarak iktidar olan AK (Adalet ve Kalkınma) Partinin ya kapatılması ya da iktidardan düşmesi için çaba sarf ediyorlar ve anlamıyorlar: Halk sessizliğini sandıkta bozar ve herkese hak ettiği cevabı verir.
Kendimce Türkiye’nin siyasi tarihine yönelik kabaca yaptığım araştırmada, hep bir baskı ve özgürlük kısıtlaması gördüm ve bu ne hikmetse neredeyse tamamen Müslümanlar üzerine yoğunlaşıyordu. Burada Kürt halkına yönelik yapılan direkt bir saldırı görmedim. Her ne olmuşsa PKK’nın oluşumundan sonra olmuş. Dolayısıyla “Kürt Sorunu” olarak tanımlanan sorunun tarihi olduğunu iddia etmek, bu millete, bu tarihe haksızlıktan başka bir şey olmaz.
Sorun özgürlük sorunuysa var, gerçekten var. Ama sadece Kürtlere değil, dahası en çok Kürtlere bile değil!
Özgürlük adına bir şeyler yapılacaksa birileri çıkıp, sırf inancı gereği zulme maruz kalan kesime, halkın deyimiyle Müslümanlara olacak açılımdan da söz etmeli.