SOSYAL DENGE- 2/Devletin unsurları ve kuvvetler dengesi
Süleyman Akdemir
2051 Okunma
SOSYAL DENGE MODELİ'NDE DEVLETİN UNSURLARI

II. SOSYAL DENGE MODELİ'NDE DEVLETİN UNSURLARI

Sosyal Denge Modeli'nde devletin unsurlarını ikiye ayırarak incelemek gerekir. Bunlar, insan unsuru ile toprak unsuru olan ülkedir. Burada bu iki unsurun, sosyal denge açısından tanımı yapılacaktır. Ayrıca ulus ile ülke arasındaki ilişkilerin de kurulmasını ifade eden egemenlik ve mülkiyet unsurları arasındaki bağların kurulması ve tanımlanması da gerekmektedir. Birinci gruba kurucu unsurlar, ikinci gruba ise birleştirici unsurları adını verebiliriz, (bkz. Tablo. 1 ile Şekil 9)

                   TABLO 1:Devletin unsurları

A. KURUCU UNSURLAR

1) Ulus:  

a) KAVRAM:

 

 


Sosyal Denge Modeli'nde devletin insan unsuru ulus niteliğindeki topluluklardır. Ulus kavramı üzerinde yoğun tartışmalar bulunduğuna İkinci Bölüm'de işaret edilmişti. Hemen her görüşe karşı eleştiriler ileri sürülmektedir. Bu görüşlerin her birinde ulus kavramının esaslı bir yanı ve unsuru ele alınmaktadır. Bize göre, ulus sorunu ancak sentezci bir yaklaşım ile ortaya konulabilir ve çözülebilir. Diğer taraftan ulus, kaldırılması gereken veya ileride sınıflara terk edilecek veya tamamen ortadan kalkacak sosyal bir olgu değildir. Ancak, bu, kendi vatandaşlarını veya diğer ulusları sömürmeye ve kapitalist veya sosyalist uygulamaya devam edecekleri anlamına gelmemelidir. Bütün mesele ulusu kuvvet ve baskı unsurlarından kurtararak, onu sosyolojik olarak ele almak ve teşkilâtlanmasında doğal ve sosyal kanunlara uygun hareket etmektir. Ulusların feodal yapı ve kapitalist sistem uygulamaları ile görünen baskıcı yapısı, ulus gerçeğini kabul etmemekle değil, ancak ulusa sosyolojik anlamını tam vermek ve hakkı güce üstün tutan anlayışlara sahip olmasını sağlamakla ortadan kaldırılabilir. Bu nedenle asıl olan, ulusu sosyal yapı içinde yerine oturtmak ve onu sömürücü nitelikler taşımasına neden olan anlayış, düşünce ve sistemlerin etkisinden kurtarmaktır.

 

O halde, ulus nedir? En geniş şekliyle ulus adı verilen toplumsal olgu, insanın toplumsal-sosyal bir varlık oluşu esasına dayanır. Ulusun meydana gelmesi bir rastlantı ile açıklanamaz. Ulus potasını oluşturan temel dinamiklere gereksinim vardır. Bu pota, tarih boyunca değişik faktörlere, örneğin bir kan bağına ve ırkî unsurlara dayanmış olabilir. Hatta bu bağlar, günümüzde de devam edebilir. Ancak, sadece bu tür bağlarla ulusu açıklamak yeterli değildir. Ulus potası tarihi birikimlere dayalı "kültür birliği"ni meydana getiren unsurlarla bir arada bir bütün olarak değerlendirilebilir Bu şekliyle ulus, bir kültür birliği biçiminde karşımıza çıkar ki, bu da ulusun zaman içinde oluşmasının temelini açıklar.

b) ULUSUN UNSURLARI:

Kültürün unsurları arasında sayılan "dil", "örf, "sanat" ve "teknik", aynı zamanda ulusun zaman içindeki dinamikleridir, (bkz. Tablo 2) Bu dinamikleri ulus açısından ele alarak kısaca açıklamak ve bundan sonra bir tanıma gitmek istiyoruz.

          ba) Dil:

Dil, insanların düşüncelerini ifade etme aracıdır. Ulus içinde ma'şeri olarak oluşup gelişir. Ulusun varlığı, ortak bir dile gereksinim gösterir. Bir "coğrafi ünite-sosyal çevre" teşkil eden ülke içinde yaşayan insanlar, bu şartların etkisiyle dili oluştururlar. İnsanların başlangıçta asabe-ırk'a dayanan gruplar meydana getirmeleri, zamanla dillerin farklılaşmasına neden olmuştur. Devlet aşamasıyla birlikte, bu diller uluslarla özdeşlik kazanmaya başlamış ve dili meydana getirebilen topluluklar ulus niteliğini kazanmışlardır. Bunun sonucu olarak dil,

 

Tablo2 : Ulusun unsurları

 

hemen her yazar tarafından, ulusu diğer uluslardan ayıran bir unsur olarak kabul edilmiştir.

Demek ki, ulus varlığının oluşmasında en önemli rolü ortak dil oynar. İlk bakışta ulus, aynı dili konuşan insanlardan oluşmuş bir toplum olarak karşımıza çıkar. Ortak dil ırk birliğinin dahi maddî delilini teşkil eder. Mamafih, ortak dil, ulus varlığının bir şartı olmakla beraber, tek başına yeterli bir unsuru değildir. Başka unsur ve şartlara da gerek bulunmaktadır.

     bb) Örf:

Örf, insanın ünsiyet yetenek(=meleke)'ini kullanma aracıdır. Ulus içinde ma'şeri olarak oluşup gelişir. Örf, insan topluluklarının yaşam biçimlerini belirleyen ve zamanla oluşturarak geliştirdiği kurallar bütünüdür. Bu kurallar, zaman içinde dil ve yazının gelişmesi ile hukuk sistemlerini ve düzenlerini meydana getirirler. Bu nedenle bize göre, hukuk düzenlerinin örfler gibi ulusal olması gerekir. Örf, sosyolojik bir terim, hukuk ise bunun devlet ile bütünleşmiş biçimi olarak kabul edilebilir.

Burada örf ile ilgili eklenmesi gereken birkaç husus daha vardır. Örf ile hukuk sistemi arasında ilişki kurulunca, hukuk düzeninin halkın yaşama biçiminin düzenlenmesi olarak kabulü gereği ortaya çıkar. Ulus varlığını oluşturan sosyolojik ve siyasî değerlerin bir araya getirilmesi ve sistemleştirilmesi hâlinde ortaya çıkan hukuk düzeni, topluma huzur ve güven getirebilir. Böylece hukuk düzeninin, geniş anlamıyla halkın yaşama biçimini ifade eden örflere dayandırılması gereğine işaret etmiş bulunuyoruz. Elbette, örf denilince konu dar manada örf olarak ele alınmamalıdır. Örfü, hukukta yardımcı bir kaynak ve delil anlamında kullanılan örften farklı biçimde, sosyolojik bir kurum olarak kabul ettiğimizi burada belirtmeliyiz.

Bize göre geniş mânada örf, toplumsal yaşama düzeni olup, bunun sistemleştirilmesi keyfiyeti ise hukuk düzeni adını

 

almaktadır. Böyle bir yaklaşım, hukukun ulusallığı kavramını daha iyi açıklamaktadır.

      bc)       Teknik:

Teknik, insandaki irade yeteneğinin topluca kullanılmasıdır. Her toplum varlığını ancak üretimle devam ettirebilir. Diğer canlılardan farklı olan insan, varlığını sadece doğadan karşılamakla yetinemez. Buna ek olarak kendi yetenekleriyle birçok şeyi de üretmesi gerekmektedir. Çünkü insanın ihtiyaçlarını karşılayacak mal ve hizmetler, doğal çevrede yeterli miktarda, istenen kalitede ve yerde bulunmamaktadır. Her toplum, üretim biçimi, üretim usul ve araçları ile de diğer toplumlardan ayrılmaktadır. İradesi olan insan üretim usul ve araçları ile eşyaya biçim verebilmekte ve yaşamı için gerekli olacak materyali elde edebilmektedir. Teknik, hemen her insan toplumunun şartlarına göre oluşturduğu üretim biçimidir. Toplumdan topluma, ulustan ulusa farklı özellikler göstermekte ve hatta bir ulusu diğerinden ayıran kriterler arasında yer alabilmektedir. Teknik de dil gibi tarihî sürecin bir entegresidir.

      bd)       Sanat:

Sanat, insandaki duygu yeteneğini toplumda ifade etme aracıdır. Ulus içinde ma'şeri olarak oluşup gelişir. İnsanın psikolojik olarak aynı zamanda duygusal bir varlık olduğunu daha önce belirtmiştik. İnsan duygu ve inançları

bir toplumda ortak özelliklerde yansımakla din ve sanat kurumu oluşur. Sanatın kökeni ve esası insan duygu ve inancında yatar. Bu nedenle, evrensel nitelik taşıyan din kurumu her toplumda değişik algılanır ve bu algılanış biçimi o toplumun veya ulusun özelliğine göre farklılıklar gösterir.

e) TANIM:

Demek ki, ulus; dil, örf, teknik ve sanat unsurlarından oluşmaktadır (bkz. Şekil 10). Buna göre, ulusu, "kendine ait dili, kendine özgü örfü ve hukuk sistemi, kendine özgü üretim biçimi ve yine kendine özgü sanatı olan, ortak kültüre dayalı toplum" olarak tanımlayabiliriz. Bu kültür, onu diğer toplumlardan ayırır ve böylece uluslar, insanlık camiası içinde ayrı ayrı varlıklar biçiminde ortaya çıkarlar. Devlet biçiminde örgütlenmeleri ile de ayrı kişilikler kazanırlar. Hatta bir ulus, ayrı ayrı devletleri meydana getirebilir.

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 

 

"Ülke, bir devletin içte genel güvenliğinin sağlandığı ve dışa karşı korunduğu, topraklarının imâr ve ihya edildiği, üzerinde o yerin insanlarının çalıştığı ve yaşadığı sınırlı bir yeryüzü parçasıdır." Bu tanıma dikkat edilecek olursa, ülke unsurunun sâdece topraktan meydana gelmediği hemen anlaşılır. Toprağa ülke niteliğini kazandıran özellikler vardır (bkz. Tablo 3). Şimdi, ülke unsurunu oluşturan özellikleri kısaca açıklamak istiyoruz.

Tablo  3 : Ülkenin

 

 

 

 

 

                                                                  

 

2) Ülke:

a) KAVRAM

Ülke, devletin kurucu maddî unsurları içinde yer alır. Ülkeye sahip olmayı

ifade eden mülkiyet de bu unsur içinde incelenir. Biz mülkiyeti birleştirici manevî unsurlar içinde kabul ettiğimizden iki konuyu birbirinden ayırarak inceleyeceğiz. Devleti insan vücuduna paralel incelediğimizden, bu iki unsuru birbirinden ayırmamız gerekmektedir. Bu bakımdan, mülkiyet ile ilgili tanıma ileride yer vereceğiz.

TABLO:3

 

b)ÜLKENİN UNSURLARI:

a) ba)İmar(tanıma-planlama):

İmar, ulusun ülkeyi ortak planlaması ve ondan ortak  yararlanmasıdır. Eskiden yeryüzünün karalarına sahip olma yeterli sayılırdı. Günümüzde buna kısmen denizler ve havalar da katılmaya başladı. Ancak karaların, yani toprağın imâr ve ihyâsı söz konusu olduğundan ülke denilince akla karalar gelmektedir. Toprağın doğal olarak kendine özgü bir biçimi vardır ve bu biçimiyle toprak, insanın her zaman işine yaramaz. Ayrıca işlenmesi, yani imâr ve ihyâsı şarttır. İnsanın beslenmesi, barınması, sağlığının ve varlığının korunması için, toprağın bir plan ve proje dahilinde değerlendirilmesi gerekir. En geniş biçimiyle planlama ve imâr olmadan ülkenin varlığından söz açılamaz. Ülkenin kalkınması ancak imar ile mümkündür. Bir bakıma, kalkınmışlık, imar ile ölçülür.

İmâr ve planlama sadece bugün yaşayan insanları değil, gelecek nesilleri de etkiler ve toprağı ülke hâline getirerek ulusu devlet haline sokan önemli unsurlardan biri olarak karşımıza çıkar. İmâr, halka en fazla sınırlama getirilen konuların başında yer alır.

bb) Güvenlik:

Güvenlik-emniyet, bir ülke içinde asayişin sağlanmasını ve dış saldırılardan o toprakların ve insanların korunmasını ifade eder. Bu, ülke üzerinde hukuk düzeninin kurulması demektir. Ülke tanımında yer alması gereken bir unsur da budur. Esasen, klâsik mânâda devletin varlığının sırrı, bu unsura dayanır. Devletin ortaya çıkış amacı dış ve iç saldırılara karşı bireyleri ve bireylerin üzerinde yaşadıkları toprak parçasını korumaktır. Devlet ülkeyi dış saldırılara karşı koruduğu sürece varlığına süreklilik kazandırır. Bu işlevini yitiren devlet, tarihte olduğu gibi, yıkılmak zorunda kalır. İnsanlar ancak güvenliklerinin sağlandığı yerlerde yaşayabilirler ve hür olabilirler.

Güvelik, iç ve dış güvenlik olmak üzere ikiye ayrılır. İç güvenlik halk tarafından, dış güvenlik ise halkın oluşturduğu ordu tarafından sağlanır. Bu anlamda polis ve asker, iç ve dış güvenliğin nöbetleşe korunması esasından doğmuştur. Ancak zamanla bu görevler, meslek hâline gelmiştir. Görevliler ise güvenliği sağlama araçları ellerinde bulunduğundan kendilerini halkın üzerinde ve devlet ile eş görmeye başlamışlardır. Bu durum çağdaş devletlerde karşılaşılan temel sorunlar arasında yer almaktadır. Esasen güvenlik devletin ülke üzerinde sağladığı en önemli bir hizmet biçimi olarak kabul edilmelidir.

       be) Çalışma:  

Çalışma-ihyâ, ulusun ülke üzerinde ortak üretim yapmasıdır. Diğer canlılar doğa içindeki mevcut şeylerle varlıklarını sürdürürler. Buna karşılık, insanın varlığını sürdürebilmesi, yaşaması için gerekli olan üretimi gerçekleştirmesi ile mümkündür. İnsanın alet yapabilmesi ve bunlara sahip olabilmesi demek olan mülkiyet düzeni, bir ülkenin unsurları arasında yer alır. Üretim ve mülkiyet ise ancak emeğe ve çalışmaya dayanır. O halde ülke denildiği zaman üretim ve tüketim faaliyetlerinin yapıldığı, mülkiyet düzeninin kurulduğu ve üzerinde çalışıldığı bir yer aklımıza gelir. Üretim faktörlerinin verimliliği ülkenin imar edilmesiyle yükselir.

bd)Yaşama:

Daha önce de işaret edildiği üzere insan, yaratılışı gereği çoğalmak ve soyunu devam ettirmek zorundadır. Bu nedenle ülke, aynı zamanda üzerinde yaşanılan bir toprak parçası olarak kabul edilir. İnsanlar doğa içindeki yaşama düzenlerini gerek iklim gerekse diğer şartlar çerçevesinde gerçekleştirirler ve böyle bir ortamı vatan ve ülke olarak kabul ederler. Soğuktan korunmak için barınacakları mekanlar ve yönetim için küçük ve büyük üniteler oluştururlar.

Diğer taraftan, sağlık içinde bulunma, yaşama düzeninin devamı için zorunlu bir unsurdur ve bir ülkede bulunan her insanın ve vatandaşın hakkıdır. İnsan yaşamına uygun olmayan veya uygun hâle getirilmeyen bir yer ülke olarak tanımlanamaz. Zâten insanlar böyle bir yerde yaşamak da istemezler.

 

 

 


c) TANIM:

Devlet, toprak unsuruna dayandığı takdirde mülkiyet düzenini kurabilir ve gerçek manada ulusun egemenliğinden söz  açılabilir. Bununla beraber sadece toprağa sahip olmakla ülke unsuru gerçekleşmez. Bu toprağın imâr edilmesi, çalışılır ve yaşanır hale getirilmesi ve güvenliğinin de sağlanması gerekir. , Demek ki,"ülke, toprağın imâr edilmesi, çalışılır ve yaşanır  hâle getirilmesi ve güvenliğinin  sağlanması’’ biçiminde tanımlanabilir. Bir diğer deyişle ülke, imarı yapılan, savunma güvenliği sağlanan, üzerinde çalışılan ve yaşanılan toprak parçasıdır.Bu unsurlar sağlandığı ölçüde ülke üzerinde ulusun  egemenliği kurulmuş olur. (bkz. Şekil 11).

       B. BİRLEŞTİRİCİ UNSURLAR:

Ulus ve ülkenin tanımını verdikten sonra bu iki unsur arasındaki ilişkiler düzeni üzerinde durmak istiyoruz. Hukuk ve siyaset bilimi doktrininde manevi unsurlar veya değişik adlar altında incelenen bu konu, tarafımızdan birleştirici unsurlar olarak incelenecektir. Ulusun ülkeyle birleşmesi egemenlik yoluyla gerçekleşir ve egemenlik istekleri belirlemeyi ve bu konularda karar alabilmeyi ifade eder. Ülkenin ulusla birleşmesi ise alınan bu kararları uygulayabilmesini ve bu uygulamaların da korunmasını içeren mülkiyet unsuru olarak ifade edilebilir. Esasen ileride üzerinde durulacak kuvvetler dengesinin temeli bu ilişkiler düzenini belirleyen unsurların bir yansımasını ifade eder.

      1) Egemenlik:

a) KAVRAM

İkinci Bölüm'de egemenlik unsuru üzerinde durulmuş, bu konuda teokratik ve demokratik görüşlere yer verilmiş ve bu görüşlerin konuyu açıklamada yetersiz kaldığı yazılmıştı.

 

Bize göre, bir ölçüde bu görüşler içinde de değindiğimiz üzere, bu iki açıklama biçimi ve bunlara dayalı görüşlerde eksik bırakılan birkaç husus vardır. Şimdi bunları kısaca ortaya koymak istiyoruz.

Her şeyden önce teokratik ve demokratik anlayışlar yeterince net bir biçimde ifade edilmiş değildir. Bu kapalılık, demokrasi ile lâiklik anlayışlarında yanlış anlamalara meydan vermektedir. Egemenlik kavramının belirlenmesine tarih boyunca iki temel görüş etkili olmuştur: Bunlardan biri çok kuvvet görüşü, diğeri ise tek kuvvet görüşü olarak adlandırılabilir.

      aa)       Çok kuvvet görüşü:

Bu görüş dinler tarihindeki politeizm (=çok tanrıcılık) ve Eski Yunan'daki tanrıların (=insan tanrılar) birbirleriyle çatışması görüşleriyle kıyaslanabilir. Bu anlayışa göre kâinat, birbiriyle çatışan çok sayıda kuvvetin arasında oluşmuş bir dengeden ibarettir. Kuvvetler sürekli olarak birbirleriyle zıtlaşmakta, kaybeden veya yenilen çekilmekte, yenen ise ortaya çıkmaktadır. Ancak çok sayıda kuvvet olduğu için denge varlığını korumakta ve devam ettirmektedir. Bu görüşe göre, her insan ayrı bir kuvvet kaynağıdır.O da bu kâinat arenasına girer, boğuşur, yaşayabildiği kadar yaşar ve yenildiği zaman çekilip gider, yerine başkaları gelir. Devlet, bu çekişmenin sonucu güçlü olabilmek için, ortaya çıkan birleşmeler sayesinde meydana gelir. Devlet her biri ayrı ayrı güç kaynağı olan kişilerin bir araya gelmesiyle doğal olarak oluşan bir varlık biçiminde kabul edilir.

      ab)       Tek kuvvet görüşü:

Bu görüş dinler tarihinde monoteizm (=tek tanrıcılık) görüşüne kıyaslanarak açıklanabilir. Buna göre, kâinat bir düzen içinde tek güç tarafından var edilmiştir. Kâinatın düzenini o kurmuş ve insanları da o yaratmıştır. Kâinat içinde dengeyi, zıt kuvvetler var ederek kurmuştur. Bu zıt kuvvetler, bir oyunun iki takımı gibidirler. Kendileri zıttırlar, ama takımları kutuplar oluşturmuştur. Bu çatışma görünüştedir. Gerçekte makroda denge vardır. Bu tek kuvvet, insana diğer varlıklardan farklı özel bir yetki vermiştir. Adeta yaratmada ve var etmede, insanı kendisine ortak etmiş, bazı konularda da ona yapma yetkisini vermiştir. Bilinçli olarak kendi kendisini geliştirme imkânını sağlamıştır. Bununla beraber, kâinat, tek kuvvete dayanmakta olup bir düzen içindedir. Çıkar çatışması yerine çıkar dengesi vardır; çıkar paralelliği vardır.

ac) Değerlendirme:

Kâinatı ister çok kuvvetin çatışması sonucu oluşan denge olarak kabul edelim, isterse tek kuvvetin yasaları içinde bir denge düzeni olarak görelim, bu hususta yine iki ayrı görüşten söz açılabilir. Gerek çok kuvveti kabul edenler gerekse tek kuvveti kabul edenlerden bir kısmı, kâinatta insanın üstünde bilinçli bir kuvvet tanımamakta, bilinci sadece insan için kabul etmektedirler. Tek kuvvete inananlar doğayı kör yasaların doğal düzeni olarak düşünmekte ve insanı bu kuvvetin içinde bilinçli bir varlık olarak tasavvur etmektedirler. Böylece insanları, bir bakıma bağımsız çoklu kuvvete doğru götürmektedirler. Bunun açıklaması zor olmakla beraber günümüzde revaçta olan görüşün bu olduğu söylenebilir.

Kâinatı çok kuvvetin çatışması olarak görenler de ikiye ayrılabilir. Bunlardan bir kısmı, diğer kuvvetleri bilinçsiz kabul etmekte, onlara karar alma yetkisini vermemektedirler. Diğer bir kısmı ise, doğanın zıt kuvvetlerine ayrı ayrı bilinç ve irade tanımakta, insanları onlara ortak etmektedirler. Burada insan iradesine bir sınır getirmektedirler.

Bu tür görüşlere dayanarak egemenliğin kaynağını tanımlama imkânına sahip değiliz. Açık ve genel kabul görecek net tanıma geçmeden önce, şu iki ön şartın ortaya konulması gerekir. (1) Kainat ister tek Tanrı'nın, ister tanrıların eseri olsun; kâinat ister kendiliğinden var olan bir tek kuvvetin veya pek çok kuvvetlerin eseri olsun; insan, bu kâinatta var olan yasalara istese de istemese de uymak zorundadır. Bu hususta her hangi bir tartışma olmayıp bir düşünce birliğinden söz açılabilir. (2) Kabul edeceğimiz bir diğer ön şart, hareket serbestliğine sahip olduğumuz hususudur. Açlığımı meyva toplayarak veya avlanarak da giderebilirim. Bu tercih imkânımdan dolayı birtakım kararlar alabilirim ve uygulayabilirim. O halde benim hakkımda kararı kim alsın veya nasıl hareket edeceğime kim karar versin? İşte burada, asıl cevaplandırılması gereken soru budur.

Antidemokratik düşüncede olanlar, bu soruya kişi hakkında bir başkası karar versin, düzen böylece sağlansın, demektedirler. Bu bir başkası, bazılarına göre, Tanrı veya tanrıların vekili olan kimsedir, bazılarına göre ise sermaye sahipleridir, güçlü olan kimselerdir veya bilgisi olan kimselerdir. İşte bütün bu görüşleri kabul edenler, esasen antidemokratik görüşü benimseyen kimselerdir. Bu nedenle antidemokratikliği sadece teokrasi ile sınırlamak yeterli değildir. Aynı şekilde, sermayedar yönetimi demek olan kapitalist yönetimde de, güçlü siyasî birliği ifade eden sosyalist yönetimde de halkın dışında kimseler karar almaktadırlar. Bu görüşte olanlar gücün kaynağını farklı yerlerde görmektedirler. Bunlara göre kuvvetli olanlar kendi güçleriyle —bu sermaye veya kuvvet olabilir— başkalarını emir altına almaktadırlar. Onların aksi şeyleri ileri sürmelerinin öyle pek bir anlamı yoktur. Tanrı varsa, ona gücü Tanrı vermiştir. Tanrı yoksa bu gücü kendiliğinden almıştır. Tanrı'nın tek veya çok olması, doğal kuvvetlerin bir veya fazla olması çok şeyi değiştirmez. Ona gücünü veren vermiştir ve elinden almamız mümkün değildir. Alsak bile, biz onun yerine geçmiş oluruz ki, değişen bir şey yoktur.

Demokratik düşüncede olanlar ise, Tanrı'ya inansınlar veya inanmasınlar, kuvvetleri çok veya tek kabul etsinler, "hak" adı verilen bir kavramı kabul ederler. Bunlara göre hak

 

ve haksızlık kâinatın yapısında vardır. Haklı olanlar birleşirlerse güçlü olurlar.Haksız olanlar ise birleşemezler. Öyleyse insan kendisi hakkında yine kendisi karar verecektir. Sadece başkasının kararlarını engellemeyecektir. Burada başkasının sınırını anlaşmalardan meydana gelen hukuk düzeni çizmektedir. Bu sınırlar konusunda çıkan ihtilafları yargı, yani tahkim giderir. Herkes sınırlara uymak zorundadır. Uymayanlara karşı, diğerleri birleşirler ve sözünde durmayanlara müeyyide uygularlar. Böylece güçlü hale gelirler. Buradaki güç hükmedilmesi için değil, halkın kendi kararlarını kendilerinin alabilmesi için vardır. Hâkim değil hadimdir. İşte gerçek mânâda egemenliğe sahip demokratik devlet böyle bir devlettir

     b) EGEMENLİĞİN UNSURLARI:

Nasıl her insan kendisi hakkında kendisi karar veriyorsa, bir başka deyişle cüz'î iradesini kendisi kullanıyorsa, onun gibi her devlet de hükmî bir kişidir ve kendisi hakkında kendisinin karar vermesi gerekmektedir. Devlet bu kararlarını egemenlik unsuruyla gerçekleştirir. Egemenlik ise ulus tarafından kullanılır ve bir ulusun kendi yaşadığı ülkede, kendisini ilgilendiren konularda, yine kendisinin karar alabilmesini ifade eder.

İnsanların bir araya gelerek devlet biçiminde örgütlenmesiyle ortaya çıkan toplumun kollektif gücü olan egemenlik, toplumun belirlediği kişi ve kuruluşlarca kullanılıyorsa, bir bağımsızlık var demektir. Şayet, her hangi bir biçimde aksi bir durum söz konusu ise, egemenliğin şu veya bu biçimde gaspından söz açılabilir.

Karar, toplumla birey arasında alınır ve her ikisini de bağlar. Esasen toplumsal karar, karar alma birim (=meclis)'lerinde gerçekleşir ve toplumsal anlaşmaya ve uzlaşmaya dayanır. Bir toplumsal anlaşmada nasıl taraflar varsa, bu anlaşma tarafların irade ve rızalarına dayanıyorsa, onun gibi toplumsal sözleşme olan kanunlarda da bu unsurlar vardır. Temsil esası-

na dayanan sistemlerde ulusun seçtikleri, bir başka deyişle ulusun vekâlet verdikleri, onun adına irade beyanlarını açıklamakta ve rızalarını ortaya koyarak kararın alınmasını sağlamaktadırlar. O halde, egemenlik, ulusun isteklerinin kendisi tarafından belirlenmesi ile yine her ulusun kendisi hakkında kendisinin gerek doğrudan veya gerekse tevkil yoluyla karar alabilmesini ifade etmektedir. Bir ulus ve dolayısıyla devletin varlığını sürdürebilmesi ancak bu şekilde mümkün olabilir.

Egemenlik kavramı içinde iki temel esas yer almaktadır. Bunlardan biri isteklerin belirlenmesi, diğeri ise bu isteklerin imkân ve şartlar dikkate alınarak karara bağlanmasıdır.

İsteklerin belirlenmesi, daha önce Birinci Bölüm'de işaret edildiği üzere "din" kurumunun bir işlevidir. O halde egemenlik kavramının içinde dinsel nitelikli görüşlerin yer almasını doğal karşılamak gerekir. Dinin toplum içindeki işlevi ise denetimdir. Denetim isteklerin belirlenmesi ve yerine getirilip getirilmediğinin kontrolünü ifade eder. Bu durumda egemenlik kavramı içinde din kurumunun bulunması  sosyolojik acıdan gereklidir.

Ancak, burada din kurumuna yer verilmesi üzerinde biraz durmamız gerekmektedir. Nasıl insanda istek ve arzuları duygu-his yeteneği belirtiyorsa, onun gibi toplumda da bu işlevi bir kurumun görmesi gerekmektedir. Burada yer verilen sosyolojik anlamda din olup her hangi bir dini tek başına ifade etmemektedir. İnsanların isteklerini belirlemeyi amaçlayan bu kurumun, geniş anlamıyla hem kurumsal hem de fonksiyonel yönü dikkate alınarak bütün dinlere yaşama ve örgütlenme imkânı veren bir sistem önermiş oluyoruz.Dinin bu yönü Batı'da bize oranla daha az tartışılmaktadır. Bizde bir belirsizlik ortamı vardır. Dinin sosyolojik bir kurum olduğu genel bir kabul görmekte, ancak bu sosyal kuruma bir fonksiyon verilmemekte, hatta daha da ileri gidilerek vicdanlarla sınırlı tutulmak istenmektedir. Böyle bir durum sosyal bir kurum olan dinin doğasına aykırı olduğu gibi, toplumun kendi yapısına da uymamaktadır.

 

Egemenlik kavramı içinde yer alması gereken ikinci kavram ise "kararların alınması"dır. Bununla ulusu meydana getiren bireylerin, kendileri hakkında yine kendilerinin karar alabilmelerini ifade etmek istiyoruz. Sosyal Denge Modeli'nde bu görev bilim kurumu tarafından yasama fonksiyonu ile yerine getirilir.

O halde, egemenlik tanımı içinde yer alması gereken ele-

                                          TABLO   4 : Egemenliğin unsurları

 

manları tespit edebiliriz. İsteklerin belirlenmesi ve izlenmesi için "din" ve "denetleme", kararların alınması için ise "bilim" ve "yasama". Bu anlatılanları bir tablo ve bir şekil yardımı ile izleyebiliriz. (bkz. Tablo 4 ile Şekil 12)

            c) TANIM:

Egemenliği "ulusun ortak isteklerinin kendisi tarafından belirlenmesi ve bu isteklerin yine kendisi tarafından karara bağlanabilmesi güç ve yetkisi" olarak tanımlayabiliriz. Bu ka-

                                 ŞEKİL:12 EGEMENLİK

rar ve uygulamalar, demokratik devletlerde halkın ma'şeri ka-

rarları biçiminde ortaya çıkar. Antidemokratik devletlerde  ise

kararlar,başka güçler tarafından etki edilerek alınır. Halkın

göstermelik olarak devrede bulunması alınan kararların gerçekten                                              demokratik olduğunu göstermez.

  2) Mülkiyet:

 a) KAVRAM:

   Mülkiyet aynen egemenlik gibi, ülkenin ulusla olan ilişki düzenini ve aradaki birleşmeyi ifade eder. Egemenlikte ulusun istekleri ve kararları belirlenerek toplum düzeninin oluşması sağlanır. Mülkiyette ise, belirlenen istek ve kararların kişiler tarafından yerine getirilmesi ve korunması ön plana çıkar. Egemenlikte kişiler adına ortak karar alma ön plana çıkmış iken, mülkiyette olay tersinedir. Bir ülke üzerinde mülkiyet, kişilerin, ulusun aldığı kararları, yine onun adına ayrı ve bağımsız olarak yürütebilmelerini ifade eder. Bu amaçla, ülke planlanır, parsellere ayrılır ve her parsel üzerinde devlet adına karar verme yetkisi gerçek veya tüzel kişilere verilir. Bu yetkiye sahip olanlara mâlik adını veriyoruz. İşte burada kişiler, kararlar  alırlarken veya hareket ederlerken, o ülkenin mevzuatını esas aldıklarından, bu kararlar da ma'şeri nitelik taşır. Mülkiyet açısından devleti, "kişilerin ulus adına karar alabilmelerini sağlayan, bu kararlarını uygulama imkânı veren ve bu düzeni koruyan bir hizmet kuruluşu’’ olarak tanımlayabiliriz.

Başlangıçta, herkesin ülke topraklan üzerinde ortak (kollektif) karar alma yetkisi vardı. Herkes mülk edindikçe toplum adına karar verme yetkisini kazanmıştır. Mülkünü satan ise bu yetkisini bir başkasına devretmiş olmaktadır.

b) MÜLKİYETİN UNSURLARI:

Mülkiyet unsuru içinde hangi unsurlar vardır? Şimdi bu sorunun cevabına geçebiliriz.

 

 

TABLO  5 : Mülkiyetin unsurları

 

 

 

 

 

 

 

 

    Egemenlik gücüne sahip bir topluluğun almış olduğu kararları yerine getirmesi için bir ülkenin bulunmasına zaruret vardır. İcra (=yürütme), alınan kararları yerine getirmeyi ifade eder.

Yürütme alınan kararlar (=yasalar)'a uygun hareket eder. Toplum içinde kararların yürütülmesi ve buna bağlı üretimin gerçekleştirilmesi keyfiyeti sosyolojik açıdan iktisat kurumuna ait bir görevdir.

       Diğer taraftan bir toplumda kararlar (= standartlar )'a uygun üretim yapılması yetmez. Elde edilen bu ürünlerin bölüşülmesi ve korunması da gerekmektedir. Bu görev ise doğası itibarıyla İdare(yönetim)'ye ait bir görevdir. Korunma, ihtilafları çözmeyi de içine alır. (bkz. Tablo 5 ile Şekil 13).

c) TANIM

   Mülkiyet; kararlara uygun üretimin gerçekleşmesi, elde edilen ürünlerin paylaştırılması ve bunların korunması olarak

 

ŞEKİL   13:  Mülkiyetin unsurları

ifade edilebilir. Bu, egemenliğin tersi bir durumdur. Çünkü, egemenlikte herkesin toplum adına karar alması istenirken, mülkiyette herkesten toplum adına hareket etmesi istenmektedir ve âdeta kararlar bireyselleştirilmektedir. O halde, devleti sadece egemenlikle tanımlama yeterli olmayıp bunu gerçekleştirme demek olan mülkiyeti de birleştirici bir unsur olarak devlet bütünü içine katmak gerekmektedir. Egemenliği esas alan görüşte toplumculuk ilkesi ön planda iken, mülkiyette bireysellik ilkesi egemen olmaktadır. Bu nedenle, devletin hem egemenlik hem de mülkiyet unsuru ile birlikte düşünülmesi gerekmektedir. Ancak bu takdirde bileşke bir görüş ortaya çıkmaktadır. Her iki unsuru ve her iki görüşü birleştirerek devleti; bir ulusun edindiği ülke üzerinde mülkiyet düzeni ile kurduğu  egemenlik olarak tanımlayabiliriz.

 

C. DEVLETİN TANIMI

 

Yukarıda sayılan ve tanımlanan unsurlara dayalı olmak üzere devleti şöyle tanımlayabiliriz. Devlet, ulus niteliğini kazanmış insan topluluğunun, ülke niteliğini kazanmış toprak üzerinde, egemenlik yoluyla mülk düzenini kurmasıdır, (bkz. Tablo 6 ile Şekil 14)

Burada devlet tanımı unsurlar açısından yapılmaktadır. Devletin görevlerini belirleyen kuvvetlere bu tanımda doğru-

 

 

Tablo  6 : Devlet

 

 

 

dan yer verilmemiştir. Bununla beraber, anlatılanları bir tablo
ve şekil yardımı ile, unsur ve alt unsurların tamamını içerir şe-
kilde gösterebiliriz.
Tablo 6 ve Şekil 14'te ulus ve ülkenin ortak
paydasını teşkil eden tescil, tespit, tahkik ve tahkime de yer ve-
rilmiştir. Bu kavramlar üzerinde kuvvetler ayrılığı ele alınır-
ken durulacaktır. Devleti bu biçimiyle 24 parçadan oluşan bir
bileşke olarak gösterebiliriz.     

 

                                                                            ŞEKİL 14:DEVLET

 

III. SOSYAL DENGE MODELİNDE KUVVETLER DENGESİ

A. GENEL OLARAK:

Devlete ait kuvvet ve fonksiyonlarla ilgili bu sorunlar üzerinde İkinci Bölüm'ün İkinci Ayırımı'nda durmuş, konu ile ilgili görüşlerde teorik temellerin yeterince ortaya konulmadığını belirtmiştik. Çalışmamızın Birinci Bölümü'nde, özellikle biyoloji, psikoloji ve sosyoloji ile siyaset biliminden yararlanarak teorik temellere dayanaklar aramıştık. Bu farklı bilimler arasındaki yapısal ve fonksiyonel benzerliği analoji yöntemiyle belirlemeye çalışmıştık.

Devletin unsurları ile insanın unsurları arasında bir benzerlik olduğu gibi, aynı şekilde devlete ait kuvvet ve fonksiyonlar ile insanın hücreleri ve bu hücrelerin meydana getirdiği doku grupları ve organlar arasında da bir benzerlik vardır. Keza bu benzerlik psikolojik olarak insan yetenekleri, sosyolojik olarak sosyal kurumlar arasında da kurulabilmektedir. Şimdi, kuvvetler dengesi üzerinde Sosyal Denge Modeli'miz açısından açıklamalara geçmeden önce, Birinci Bölüm'de kuvvetler ayrılığının teorik temellerine ilişkin açıkladığımız biyolojik, psikolojik ve sosyolojik esaslar üzerinde çok kısa olarak durmak istiyoruz.

İnsan vücudunun temelini teşkil eden hücre, farklılaşarak dokuları ve dokular da organları meydana getirir. Hücre farklılaşmasının meydana getirdiği doku gruplarını biyologlar dörde ayırmaktadırlar. Demek ki, insan vücudu, biyolojik olarak, dörtlü bir doku ve organdan oluşur. Biyolojide bu dokular arası ilişkiler, denge ve uyum esasına dayanır. O halde, hücre farklılaşması gibi kuvvetlerin ayrışması ve bunlar arasındaki ilişkinin denge ve uyuma dayanması biyolojik yapı ile bir benzerlik arz eder.

İnsan, biyolojik yapısındaki hücre farklılaşması ve doku oluşumuna benzer biçimde psikolojik yeteneklere sahiptir. İnsanda, duygu, düşünce, irade ve ünsiyet adını alan bu yetenekler, Aristoteles'in Politikaadlı eserinde de çok açık bir biçimde ifade ettiği üzere, dört temel kriterle ifade edilirler: İyi-kötü, doğru-yanlış, faydalı-zararlı ve adalet-adaletsizlik. Keza bu yetenekler arasındaki ilişkiler, her biri ayrı ayrı olmakla birlikte, denge ve uyum ile işbirliğine dayanır. İnsan-merkezli düşünceden hareket ederek yaptığımız bu benzetme, bize kuvvetlerin ayrılmasının gerekliliğini açık bir biçimde ifade eder.

Toplumda insanın ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurumlar oluşur. Bu kurumlar, insanın duygu ve inanç yeteneği için din, düşünce yeteneği için bilim, irade yeteneği için iktisat ve ünsiyet yeteneği için idare (=siyaset) biçiminde sıralanır. Bu kurumların her biri, insanın yeteneklerinin ortaya çıkardığı ihtiyaçlar ile bunlara bağlı kriterlerle oluşur. Her biri toplumsal bir kurum olarak, tarihin ilk dönemlerinden beri bulunmaktadır. Her kurum, tarih boyunca toplum içinde bir iş ve fonksiyon görmüştür ve hâlen de görmeye devam etmektedir. Bu fonksiyonlarla siyaset biliminde ifade edilen kuvvetler arasında bir benzerlik ve hatta bir ayniyet olduğu söylenebilir. Bunların birer fonksiyonu olarak kabul edebileceğimiz Denetleme, Yasama, Yürütme ve Yargı organları da kuvvetler dengesini teşkil eder.

Burada üzerinde durulması gereken bir diğer önemli husus da, kuvvetler arasındaki ilişkilerdir. Bu ilişkinin biçimi gerek teoride gerekse uygulamada değişik biçimde kurulmuştur. Kuvvetler ayrılığına yer vermeyen görüş ve rejimler olduğu gibi, kuvvetleri mecliste veya yürütmede toplayan görüş ve rejimler de vardır. Kuvvetlerin tamamen ayrılması, yumuşak ayrılması, işbirliği içinde çalışması, dengeli olması gibi ilişkiler de ileri sürülen görüşler ve uygulamalar arasında yer almıştır.

Değişik görüşlere göre bu ilişkilerin farklı değerlendirilmesi devlet ve devlete ilişkin görevleri ona göre biçimlendirmiştir. Örneğin, Kuvvetler(=fonksiyonlar) birliği, çatışması, ayrılığı biçimindeki ilişkiler düzeninde çağdaş iktisadî sistemler de etkili olmuştur. Sosyalist görüşte kuvvetler (=fonksiyonlar) birliği, Kapitalist görüşte kuvvetler (=fonksiyonlar) çatışması Liberalist görüşte ise kuvvetler (=fonksiyonlar) ayrılığının temel alındığı kabaca söylenebilir.

    Sosyal Denge Modeli'nde, kuvvetler (=fonksiyonlar) arası ilişki düzeni denge esasına dayanır. Asıl olan uyumlu işbirliğine dayanan kuvvetler denge'sidir. Bu nedenle Model'imizi, yasama, yürütme, yargı ve denetleme kuvvetleri arasında dengenin kurulması esasına göre geliştiriyoruz. Kuvvetlere yeni bir kuvvet eklenmesi ve bunlar arasındaki ilişkilerin de denge esasına dayandırılması hâlinde, kuvvet ve fonksiyonların yeniden tanımlanması gerekeceği kendiliğinden anlaşılır.

Böylece, kuvvetler dengesinin teorik temelleri ortaya konulmuş olmaktadır. Şimdi, bu Ayırım'da biyolojik, psikolojik, sosyolojik ve siyaset bilimindeki konuya ilişkin bilgiler ışığında kuvvetlerin içeriklerini ve tanımlarını vermeye çalışacağız. Ayrıca bunlar arasındaki ilişkiler düzenini belirleyeceğiz. Bu açıklama ve tanımlara bazı itirazların geleceği muhakkaktır. Bu durumda Giriş kısmında koyduğumuz varsayımlar dikkate alınarak tanımlarımız yeniden gözden geçirilmeli ve değerlendirilmelidir. Bununla beraber bu tartışmalı konunun ancak eleştiri ve katkılarla oluşabileceğini kabul ediyoruz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



© 2024 - Akevler