Giriş
I. MODEL ÜZERİNE DÜŞÜNCELER
Sosyoloji'ye göre insan, tek başına yaşayamamaktadır. İnsanlar, "insanlık" adıyla isimlendirilmelerine rağmen, tek bir devlet hâlinde de bulunamamaktadırlar. Demek ki insanlar, bir arada fakat birtakım sınırlarla birbirinden ayrılmış irili ufaklı birlikler ve toplumlar içinde hayatlarını sürdürmektedirler.[1]
Tarihî gelişmeler, devletin varlığının, unsurlarının ve görevlerinin belirlenmesinde önemli bir yer tutmuştur. Bununla beraber, devletin oluşumu, unsurları ve fonksiyonları üzerindeki tartışmalar güncelliğini hiçbir zaman kaybetmemiştir. Eskiden bir kişi veya aile kendilerine uygun bir yerde ev kurar, daha sonra gelenler ona yakın veya bitişik biçimde yerleşirler, böylece köyler veya kasabalar oluşurdu. Bu oluşum, ihtiyaca göre kendiliğinden kurulup gelişme gösteren kentler için de pek farklı değildi. Nitekim, ülkemizde köylerin itme ve kentlerin çekme gücüyle oluşan kentleşme hareketleri, hızlı ve plansız bir gelişme göstermiştir. Yerleşimler, daha doğuşundan, belirli bir düzenden yoksundur. Ayrıca nüfus artışları sonucunda zorlama ile kurulan güçsüz belediyeler, kentsel gelişmeyi olumsuz yönde etkilemiştir. Belediyelerin, plansız ve projesiz gelişen bu kentleşme olgusunu onaylamaktan başka çareleri bulunmamaktadır. Bu tür kentleşme, sosyal ve ekonomik ihtiyaçların etkisiyle, gelişigüzel ve düzensiz bir yapılaşmayı oluşturmaktadır. Sosyal ve ekonomik gelişmenin yavaş ve sorunların az olduğu dönemlerde, bu tür kentleşmenin getirdiği sorunlar da sınırlıydı. Çağımızda ise sosyo-ekonomik gelişme ve buna bağlı değişme, hafızalara sığmayacak derecede hızlı ve sorunlar da çok ve karmaşıktır. Bu nedenle, bu tür düzensiz bir kentleşme, sonraki nesiller üzerinde etkileri olan sorunları da beraberinde getirmektedir. Artık hiç kimse, Sanayi İnkılabından önceki kendiliğinden oluşan kentleşmeyi savunmamaktadır. Günümüzde kentler, değişik bilim dallarındaki bilim adamlarının katılarak geliştirdikleri projelere göre oluşturulmaktadır. Önce projeler üretilmekte, sonra kentler bu projelere göre kurulmaktadır.[2]
Aynı şekilde, çağımızda bilimler o denli gelişmiştir ki, aynen bir inşaat veya kentin projesinde olduğu gibi, istenildiğinde bir sosyal yapının, dolayısıyla devletin projesi de yapılabilecek hâle gelinmiştir. O halde devletin tarihî ve uygulamaya yönelik yapısal özellikleri gözardı edilmeden, yeni bilimler ve yöntemler dikkate alınarak, devlet teorisi de ortaya konabilir. Böyle bir proje, sosyal değişme ve gelişmeleri de dikkate
almak zorundadır. Bu biçimde üretilen bir proje, sosyal oluşumları da olumlu yöne kanalize edebilecektir.
İşte, bu düşünceden hareketle, bu ikinci kitabımızda, Sosyal Denge Modeli çerçevesinde devletin unsurları ve kuvvetler dengesi üzerinde, özellikle yapısal açıdan durmak istiyoruz.[3]
Devletin işleyişi ise ayrı bir çalışma konusu olup daha sonraki çalışmalarımızda ele alınacaktır.
Devletin unsurları ve kuvvetler ayrılığına ilişkin görüşler genelde kamu hukuku, anayasa hukuku, siyaset bilimi, iktisat ve sosyoloji kitaplarında yer almaktadır. Bu eserler daha çok çeşitli devlet teorileri ve bunların kritikleri üzerine görüşleri içermektedir. Ülkemizde, bir devlet teorisi ve bu arada özellikle devlet modeli oluşturma düşüncesi üzerine, insanın özelliklerinden hareketle yapılmış monografik nitelikte çalışmalara çok az rastlandığı söylenebilir.[4]
Ülkemiz açısından bu hususun nedenlerine, kısaca işaret etmekte yarar görüyoruz.
Birinci olarak, ülkemizde özellikle sosyal bilimler alanında model geliştirme düşüncesi ve eğitimi, hemen hemen hiç verilmemektedir. Model geliştirme veya proje üretme sadece mühendislik bilimleriyle sınırlı ve bunlara özgü kabul edilmektedir. Böyle olunca, sosyal yapıya ilişkin bir model üretme düşüncesi bile yadırganmaktadır.
İkinci olarak, ülkemizde sosyal bilimlerde lise eğitiminden sonra matematik ve mantık öğretimine devam edilmemekte, bunun sonucunda sosyal bilimlerin sembollere dayalı basit ve hızlı düşünülebilme özellikleri geliştirilememektedir. "Sosyal Denge I" adlı eserimize en fazla eleştirinin, konuları mekanik ve matematiksel bir biçimde ele alışımıza geldiğini dikkate alacak olursak, bu sorunun ne denli büyük ve önemli olduğunu anlarız. Son yıllarda, sınırlı düzeyde de olsa, tüm dünyada sosyal bilimlerde matematik kullanımı giderek artmakta, bu gelişmeye yapılan eleştiriler ise giderek azalmaktadır. Komplike sayılan sosyal olaylar matematikle ifade edildiği ölçüde anlaşılması ve anlatılması kolay ve basit hâle gelecektir.[5] Bu nedenle çalışmamızda, anlatımı kolaylaştırmak üzere şekillere yer verilmiştir. Şekillerle olayları anlaşılır hâle getirmeye çalışıyoruz.
Ülkemiz insanları ve bu arada sosyal bilimciler, matematiğe gereken
önemi vermemekte, bu bilimden yeterince yararlanamamaktadır.
Halbuki, matematik ve mantık insana global düşünme sistemini
kazandırdığı gibi, sosyal olaylara uygulanarak olayların çözümünü de
basit hâle getirmektedir. Ülkemizde son otuz senedir siyasî hayata
mühendislerin egemen oluşunun temelinde bu bilimsel altyapıya sahip
olmaları yatmaktadır. Mühendislerde hukuku öğrenmeye karşı bir
direnme olduğu da söylenmelidir. Sosyal bilimciler ve özellikle hu-
kukçular matematiği en üst düzeyde kullanmadıkça, mühendisler ise
hukuku öğrenmeye gereken önemi göstermedikçe, ülke sorunlarının
çözülebileceğini iddia etmek veya iki binli yıllarda çağı yakalamak
oldukça güç görünmektedir.[6]
Üçüncü olarak, ülkemizde varsayımlara dayalı düşünce sistemi geliştirilememektedir. Bir model geliştirilirken, kanıtlanmadan kabul edilen birtakım düşünce ve varsayımlardan hareket edilir. Model ile ulaşılmak istenen amaç da bu koşullar altında bir sonuca varmaktır. Varsayımların geçerliliği, sistemin kurulup kurulmamasına, sorunların çözülüp çözülmemesine ve sistem içinde çelişki bulunup bulunmamasına göre değerlendirilmelidir. Modeldeki varsayımlar esas alınarak bir başka yapı veya modelde olan veya olmayan şeylerin ileri sürülmesi doğru değildir. Model kendi varsayımları ve şartları içinde değerlendirilmeli ve varsayımların kanıtlanması cihetine gidilmemelidir. [7]
Dördüncü olarak, bilim adamlarımızda bulunan "kendine güvensizlik" sayılabilir. Batı etkisine giren üçüncü dünya ülkeleri görüş oluşturmayı sadece Batılı yazarlara özgü sanmaktadırlar ve sosyal olayları makro boyutlarıyla incelememektedirler. Bu nedenledir ki, ülkemizde özellikle sosyal bilimler alanında yayınlanan eserlerin pek çoğunda Batılı bilim adamlarının teorileri aktarılmakta ve yeni teoriler üretilememektedir. Buna, "totaliter" ülkelerdeki resmî görüşün savunulması zorunluluğu gerekçe olarak gösterilebilir. Gerçekten, bu tür ülkelerde, teknik alanlarda değerli eserler ortaya konulmasına rağmen, sosyal bilimler ve özellikle siyaset bilimi alanında sınırlı sayıda özgün esere rastlanmaktadır.[8] Bilim adamlarımızın sorunlara genelde mikro düzeyde yaklaşarak sosyal yapının makro çerçevesini ihmal etmeleri de çok önemli bir neden olarak ilave edilebilir. Bu konuda çalışma yapan birkaç yazarımızın bulunduğu ileri sürülerek, bu kanaatimize itirazlarda bulunmak mümkün ise de, bunların sayıları artmadıkça sorunların çözülmesi sağlanamaz. Bu konuda Batılı sosyal bilimcilerin sosyal olayları makro değerlendirmede başarılı oldukları söylenmelidir.[9]
II. SOSYAL DENGE MODELİNİN DAYANDIĞI VARSAYIMLAR
Sosyal Denge Modelinin dayandığı varsayımların burada belirtilmesi modelin anlaşılmasını kolaylaştıracaktır. Bunun için, önce varsayımdan ne anlaşılması gerektiğini ortaya koyacak, sonra varsayımların açıklamalarına geçeceğiz.
A. VARSAYIM KAVRAMI:
Eski dilimizde "faraziye"nin karşılığı olan bu sözcük, matematikte "Usbilimsel sonuçlar çıkarmak üzere dayanak olarak öne sürülen önerme veya önermeler takımı" şeklinde tanımlanır. Eski dilimizde "kaziye" olarak, adlandırılan önerme ise sav anlamında olup "verilen belirli varsayımlar altında kanıtlanması önerilen genel vargı" olarak tanımlanmaktadır.[10]
Bilimsel gerçeklere, farklı görüşlerden hareket edilerek varılabilir. Yöntem ve görüş farkı değişik sonuçlar çıkarabilir. Bir kısım bilim adamlarına göre, bilimsel gerçek her türlü şüphenin etkisi dışındadır. Bilimin mantığı şaşmaz; şayet bilginler yanılıyorlarsa, bu, onların bilim kurallarını bilmemelerinden ileri gelir.[11] Matematiğe ait gerçekler, kusursuz usavurmalar zinciriyle az sayıdaki birtakım apaçık önermelerden türerler. Bu gerçekler kendilerini yalnızca bize değil, doğaya da zorla kabul ettirirler.[12]
Bu görüşe karşı, bir kısım bilim adamları ise bilimde varsayımlara
dayalı düşünce yöntemini geliştirmişlerdir. Zamanla, matematikçiler de
dahil, bütün bilim adamları, varsayımlara dayalı düşünme yöntemini
kullanmak zorunda kalmışlardır. Hatta, deney yapanlar dahi varsayımsız
yapamamışlar; yapamamaktadırlar. Bunun üzerine, bütün bu yapıların sağlam olup olmadığı sorunu ortaya çıkmış ve hatta bir nefeste yıkılıp
yıkılamayacağı tartışılır hâle gelmiştir.[13] Elbette, bu tarzda şüpheci olmak da
üstünkörülüktür. Her şeyden şüphe etmenin veya her şeye inanmanın ikisi de rahat ve kolay gelen, ikisi de bizi düşünmekten alıkoyan çözümlerdir.[14]
B. MODEL KURMADA VARSAYIMIN GEREKLİLİĞİ
Her model birtakım varsayımlara dayanır. Bu nedenle, gelişigüzel bir
hüküm verecek yerde, varsayımın oynadığı rolü özenle belirlememiz
gerekmektedir. Bu takdirde, onun sadece gerekli olduğunu anlamakla
kalınmaz, aynı zamanda kendisinin çok defa haklı ve doğru olduğu da kabul edilir.[15]
Elbette ileri sürülen varsayımların hepsi aynı değerde değildir.
Dikkat edilecek olursa, birçok varsayım biçimlerinin var olduğu görülür.
Bunlardan bazıları doğrudan doğruya sağlanabilirler ve bir kere deneyle
gerçeklendikten sonra verimli gerçekler hâline gelirler. Bazıları ise, bizi
yanılmaya sevk etmeksizin düşüncemizi tespit etmek suretiyle bize faydalı olabilirler. Nihayet içlerinden bazıları da ancak görünüşte varsayımlardır ve gerçekte tanımlara yahut birtakım uylaşımlara çevrilebilirler.[16]
Varsayımlara en fazla mevcutlardan farklı bir proje veya model
geliştirilirken dayanılır. Bu husus, özellikle sosyal bilimler alanında, varolan statükoyu değiştirmede çok önemli bir yer tutar. Hatta bu tür varsayımlara dayalı tasarımlar geliştirilip ütopyalar kurulmadıkça, insanlığın gelişmesi düşünülemez. Elbette kurulan model gerçeklere dayanmalı ve insanların sorunlarını çözmelidir. Ancak bunun için önce düşüncenin gelişmesi gerekir. Bu nedenle, statükocular önce düşünce özgürlüğünü yasaklayıcılar olarak karşımıza çıkarlar. Çünkü, her değiştirici ve yenileyici teorinin ilk adımı düşünce bazında atılır.
Burada Sosyal Denge Modelimize yapılacak eleştiriler, öne sürülen
varsayımlarla sınırlı değerlendirmeler olmalıdır. Ayrıca devletin unsurlarını ve kuvvetler dengesini belirleyip belirleyemediğimize, bu açıdan bir devlet modeli çerçevesinde çelişki bulunup bulunmadığına da bakılmalıdır.
Bunun gibi, bu model ile uygulamadaki devlet veya başka görüşlere
dayanarak ileri sürülmüş devlet anlayışları arasında kesişen noktalar olduğu gibi ayrışan noktalar olabilir, olacaktır da. Bütün sorun kesişen alanı bularak bu konudaki konsensüsü belirlemektir. Bu çalışmada asıl yapılmak istenen bu olup konuyu bu çerçeve içinde sınırlamak istiyoruz.
C. SOSYAL DENGE MODELİNİN VARSAYIMLARI
Üzerinde çalıştığımız Sosyal Denge Modeli, aşağıda belirtilen
varsayımlara dayandırılmıştır. Devletin unsurları ve kuvvetler dengesi
de, bu varsayımlardan hareketle ortaya konacaktır. Bu varsayımlar doğal ve fen bilimlerine bakış açımızı ortaya koyduğu gibi, sosyal bilimleri ele alış biçimimizi de belirlemiş olacaktır. Bu çalışma serisinin üçüncü ve dördüncü kitaplarında ele alınacak hususlar da bu varsayımlara dayandırılacaktır.
1) Parça varsayımı:
Kâinat parçalanmaz parçaların birleşmesinden oluşmuştur. Eski Yunan'da kâinat, sürekli tek varlık olarak kabul edilmiştir. Bu görüşe karşı, kâinatın "parçalanmazparça(cık)-lar" (=cüz'ün lâ yetecezzâ)' ın sentezinden oluşan bir varlıklar topluluğu olduğu ileri sürülmüştür. İslâm Felsefesi( =kelâm)'n-de "cüz'ün lâ yetecezzâ=tecezzi etmeyen cüz=parçalanmayan parça" olarak ileri sürülen, Batı'da M. Planck tarafından geliştirilen ve "kuantum teorisi" adı verilen bu ikinci görüş, günümüzde fizikte egemen duruma geçmiştir. Bu görüş, enerjinin sürekliliği düşüncesini temelden sarsmıştır. Kara-cisim radyasyonunda enerjinin kesik kesik veya sıçrayarak değiştiğini ispatlamak suretiyle düşünce dünyamızda büyük değişikliklere yol açmıştır. Bugün zaman ve mekân dahi parça(cık)lar içinde düşünülmektedir.1
Birleşik cisim: Parça(cık)lar (=kuantumlar) arasında çekme kuvvetleri vardır ve bunlar birleşmek isterler; ancak belli bir mesafeden sonra itme kuvvetleri ortaya çıkar ve birbirlerinden ayrı kalırlar. Böylece ayrılık ile birlik arasında bir denge oluşur ve birleşik cisimler meydana gelir. Birleşik cismin dışa karşı görünüş ve özellikleri birleşenlerden farklıdır. Oksijen ve hidrojenin ikisi de gaz olduğu hâlde, bunlar birleşince su olurlar. Hidrojen ve oksijen sıvı durumunda dahi az sayıda maddeyi erittikleri hâlde, bileşik madde olan su maddelerin çoğunu eritir.
Bu açıklamalardan hareketle, bir şeye ayrı varlık denilebilmesi için elementlerinde mevcut olmayan özelliklerin ortaya çıkması gerekir ve bu ayrı maddenin tanımı ancak bu ayrı özellikler ile yapılabilir. Bu durum canlılarda çok daha bariz olarak ortaya çıkar. Canlı belli birliğini yitirince canlılığını kaybeder ve ölür. Bu nedenle canlıların varlığı çok daha kolay tanımlanabilir.
Bütün varlıklar komşu varlıklarla alışveriş yaparlar. Böyle bir alışverişi olmayan iki varlık birbirine göre yok sayılır.
Bu alışverişler, bir bedel biçiminde de ortaya çıkmaz. Varlık kendisinde olanları dışarıya bırakır; buna karşı dışardan gelenlerin bir kısmını alır. Ne var ki bunlar, tam bir takas niteliğinde olmazlar.
2)Denge varsayımı:
Kâinat denge içindedir ve kâinat içinde asıl olan dengenin kurulmasıdır. İki varlık arasındaki ilişkiden yeni bir varlık meydana geldiği gibi, bu iki varlığın tamamen birleşmesi hâlinde de, bu birleşen iki varlık tek varlığa dönüşmüş olur. Birleşen bu iki varlığın tamamen ayrılması ise oluşan üçüncü varlığı yok eder. Demek ki, yeni varlığın varlığını devam ettirebilmesi, iki varlık arasındaki ilişkinin sürekli olmasını gerektirir. Buna denge diyoruz. Denge için mutlaka ikinci bir varlığa ihtiyaç vardır. Bu nedenle, denge varsayımı matematikte ikili sistemle ifade edilir. Kâinatımız yok olmalarla var olmalar arasında bir gidiş geliş olduğuna göre, var olmayı dengede olma ile tanımlayabiliriz. Örneğin, çekim kuvvetleri ile merkezkaç kuvvetlerinin sağladığı denge, atomlardan galaksilere kadar cisimlerin varlığını korumaktadır. Dünyamız, bu suretle sağlanan denge sayesinde yaşanır bir iklime sahip bulunmaktadır. Canlıların yok olmasına ve dejenerasyonuna karşı çiftleşme ve seleksiyon kanunları dengeyi korumaktadır.[17] Kâinat entropinin
büyümesi ile genişlemesi arasında kurulan denge ile varlığını korumaktadır.[18]
Sosyal Denge Modeli'mizde yer alan dengeye ilişkin yapısal açıklamalar ikili sisteme göre yapılmış olacaktır. Günümüzde bilgisayarların geliştirilmesi bu ikili sistem sayesinde mümkün olmuştur. Varlık ve yokluk (0 ve 1) olarak ifade edilmekte ve bütün işlemler buna göre yapıldıktan sonra istenilen dile çevrilmektedir. İkili sistem ile (1,2,4,8,16,32,64,128,256, 512, 1024...2") geometrik diziyi ifade ediyoruz.[19] Matematikte çokça kullanılan ve toplumların oluşumunda dikkate alınan on'lu sistem de ikili sistem gibi gerek fizik gerekse sosyal bilimlerde yer alması gereken standart sayılar içindedir. On'lu sistem ile (1, 10,100,1.000,10.000,100.000,1.000.000... 10") dizisini kast ediyoruz.[20] Dikkat edilecek olursa ikili sistem ile on'lu sistem 1024 sayısında %24 toleransla birleşmektedirler. İkili ve on'lu sistemlerin tabanları bir "1" alınabileceği gibi, toplamı on sayısını meydana getiren ve bir asal çift olan üç "3" ile yedi "7"den birine de dayanabilir. İşte, gerek kâinatın yapısı, gerekse insan vücudu bu iki sistemin senteziyle oluşmuştur. Biraz sonra açıklanacağı üzere, doğal oluşlarla sosyal oluşlar birbirinin analogudur. Devlet yapısını ortaya koyarken bu iki sistemden yararlanacağız.
Denge, her zaman sadece iki varlık arasında oluşmaz. Çok sayıda varlıklar da bir araya gelerek aralarında birlik sağlamak suretiyle dengeyi oluşturabilirler. Bunlar, daha çok on'lu sayı sistemine dayanırlar.
Doğadaki denge yasaları, ileride üzerinde durulacağı üzere, sosyal olaylar için de geçerlidir.
3) Basitlik varsayımı (=Basitten mürekkebe gidiş varsayımı):
Kâinatta israf yoktur. Her şey en az (=asgarî) imkânlarla gerçekleştirilir. Buna paralel olarak, kâinatın yapısında basitten mürekkebe gitme esası vardır: Kâinat bir birimin katı olan atom ağırlıklarının artması ile oluşan elementlerden meydana gelmiştir. Bu elementlerin en hafifinden en ağırına doğru gidildiğinde, aynı özellikleri taşıyan çeşitli maddelere rastlanır. Ancak, canlı bunların daima en hafifini tercih eder. Örneğin, karbon ve silisyumun her ikisi dört değerli bir elementtir. Canlılar âlemi silisyum üzerinde kurulabilirdi. Ama silisyum yerine ondan daha hafif olan karbon seçilmiştir. Hidrojen, oksijen ve azot da böyle kendi türleri içinde en hafif elementlerdir. Işık daima en kısa zamanda hedefine ulaşacak şekilde bir yol seçer. Görülüyor ki, kâinatta israf yoktur.
Daima en az girdiler kullanılarak en çok verim elde edilen yollar tercih
edilmiştir. Örneğin, ateşböceği enerjiyi harcayarak ışık üretir. Verimi %98'dir. Oysa bizim ürettiğimiz ampullerin verimi henüz %50'lerin üzerine çıkabilmiş değildir. Başka bir deyişle kâinat ekonomik çalışmaktadır.[21]
Kâinattaki basitten mürekkebe gidiş gelişigüzel olmayıp bir düzen içinde gerçekleşir. O hâlde düzen nedir? "Düzen; bir bütünü oluşturan parça ve unsurların metodik bir biçimde birbirleriyle örgülenip bağlanması ve birbirine oranla insicamlı ve uyumlu bir tarzda hareket etmesi olarak tanımlanabilir." [22]
Bu hâl doğada nedensellik yasası (causalite) ile birbirine bağlanan olayların düzenli ve birbirleriyle ilişkili bir biçimde birbirini izlemesi ve birbirine oranla illet-netice rolü oynaması biçiminde ortaya çıkar ki, buna doğal düzen (naturel order) denir.[23] Dikkat edilecek olursa, kâinatın, baştan sona tüm zerreleriyle böyle bir düzen içinde olduğu görülür. Her şey ve tüm olaylar birtakım belirli yasalara ve bu yasalardan meydana gelen doğal bir bütüne bağlıdır. Fizik, kimya, biyoloji ve benzeri ilimler bu yasaların kurallarını bulup ortaya koymak için uğraşmaktadırlar. Sosyal olayların kuralları da, aynı biçimde, basite indirgenerek ortaya konulabilir, anlatılabilir ve şekillerle gösterilebilir.
4)Doğal-sosyal olay benzerliği varsayımı:
Sosyal yapı da kainatın bir parçasıdır ve oluşlar analogtur: Eski çağlarda insanlar kâinatı değişik doğa üstü varlıkların, ayrı ayrı istedikleri zaman istedikleri şekilde oluşturdukları bir kaos olarak kabul ediyor ve bu doğa üstü ruhların sırlarına, isteklerine vakıf oldukça, onlarla dostluk kurdukça geleceklerini güven altına alacaklarına inanıyorlardı. Çoktanrılı dinlerde her olayın bir Tanrı tarafından yönetildiği kabul edilmekte ve tapınaklarda bu tanrılara yer gösterilmekteydi. Yağmur tanrısı ile rüzgar tanrısı farklı kabul ediliyordu. Benzer duruma Eski Yunan ve Anadolu sitelerinde de rastlanıyordu.[24] Çin hükümdarları ise, sosyal ve doğal felaketlere karşı, farklı tanrılarla ilgisi olan rahiplerden yardım istiyorlardı.[25]
Buna karşı peygamberler kâinatın tek Tanrı tarafından yaratıldığını ve değişmez ilâhî (bir başka deyiş ile doğal) kanunlar olduğunu ortaya koyarak insanlığın bu sihir inanışı ile mücadele etmişlerdir. Ne var ki, insanların bu batıl inanışlarını ortadan kaldıracak bilim düzeyi henüz mevcut değildi. Çağlar ilerleyip bilimsel araştırmalar gelişince doğadaki olayların keyfî, doğa üstü varlıkların istedikleri zaman değiştirebilecekleri bir düzensizlik içinde değil, değişmez karakterli olduklarını ortaya koydu. Buna determinizm adı verilmiştir.[26] Determinizme göre, her olay başka bir olayın sonucudur ve önceden oluş zamanı ve miktarı hesaplanabilir. Kaotik değil, tersine kosmos içinde olup hesaplanabilir (=calculable)'dir.
Yine eskiden kâinatın, değişik kuvvetler arasında bir çatışma sistemi olduğu kabul ediliyordu. Oysa bilimsel araştırmalar kâinattakidoğal kanunların işlevini birbirine zıt kuvvetleri oluşturarak denge içinde var olmayı sağlamak şeklinde ortaya kovmaktadır, evrendeki sistemin kendisi dengenin açık bir yansımasıdır. Galaksi ve gezegenlerin hareketleri tamamen denge esasına dayanmaktadır. Yani zıt kuvvetler birbirini yok etmek için değil, birbirine dayanarak dengeyi kurmak için vardırlar. Bir başka deyişle, bir tek düzen içinde olan kâinatı ayrı güçler, ayrı kanunlar değil, tek güç ve tekdüzen yönetmektedir. Fizikte, kimyada, biyolojide bunların kesin ispatı yapılmıştır.
19'uncu yüzyılda Avrupa'da gelişmiş bulunan psikoloji ve sosyoloji de aynı şekilde insanın hiç olmazsa bedeniyle kâinatın bir parçası olduğunu, onun tek kuvvet ve düzenin içinde, genel yasalara tâbi bir varlık olduğunu ortaya koymuştur.[27]
Fizik, kimya ve diğer bilimlerin gelişmediği dönemlerde, insanlar, kâinatın sihir denilen değişik kuvvetlerle yönetildiğini sanmışlardır. Maddenin fiziksel ve kimyasal yasaları ortaya konulunca, maddede sihir olmadığını kabul etmek zorunda kalmışlardır. Biyolojik yasaların bilinmediği dönemlerde ise, sihri canlının içinde düşünmüşlerdir.[28] Bugün ise amino asitlerden oluşmuş genlerin[29] canlıyı nasıl oluşturduğunu biliyor ve onların da bir bütün olan doğa yasaları ve düzeni dışında bir şey olmadığını anlıyoruz.
İnsanlar, şimdi sosyal olayları böyle sihir ve benzeri keyfi isteklerden kurtarmak durumundadırlar. Sosyal olaylar da kâinat içinde ve onun bir parçası olarak doğal düzene tabidirler. Varlık olarak insan, diğer bütün cisimler gibi, genel fizik ve mekanik yasaların ve bütün canlı varlıklar gibi, biyolojik fizyolojik ve psikolojik yasaların hükmü altındadır. Keza, insanlardan meydana gelen toplumlar da genel yasaların etkileri ve hükümleri altında yaşarlar. Bu bakımdan kâinattaki dengelere benzer dengeler, sosyal hayatta da kurulabilir.
5) Belirsizlikvarsayımı:
İnsanın fizikî yapısına ve davranışlarına doğal ve sosyal çevrenin etki yaptığı düşüncesi oldukça eskilere dayanır. Bireyin davranışları bir yandan doğal çevrenin, öte yandan yine insanların oluşturduğu sosyal ve kültürel çevrenin etkisi altında biçimlenir.[30]
19'uncu yüzyıl düşünürlerinin çoğunluğu, sosyoloji ve psikoloji yeterince gelişmediğinden, sosyal ve ruhsal olayları insanlara özgü sanmışlar ve bu tür olayları doğanın dışında değerlendirmişler, determinizmi sosyal olaylarda kabul etmemişlerdir. [31] Bir başka ifadeyle, bireyin kendi iradesiyle davrandığını, davranış yasalarının bulunamayacağını, dolayısıyla sosyal olayların, fizik, kimya ve biyolojide olduğu gibi açıklanamayacağını savunmuşlardır. Oysa mikrodaki belirsizliğin makroda da var olduğunu sanmak yanlıştır. Pazarda, bir satıcının, bir alıcıya sattığı veya satacağı malın fiyatı önceden bilinemeyebilir. Çünkü, bu alıcı ile satıcının durumlarını bilmek, pazarlık yaparken verecekleri kararları önceden tahmin etmek mümkün değildir. Oysa pazarda, o gün pazara gelen mal ile halkın satın alma gücünü bilirsek, oluşacak fiyatı da önceden yaklaşık olarak hesaplayabiliriz. Yani böyle bir pazarda arz-talep kanunları câridir.[32] Bu tür sosyal kanunları, bireyler tek başlarına belirleyememektedirler. İktisat politikalarının biçimlenmesinde ve ileriye yönelik yatırım kararlarının verilmesinde "tahminleme-forecasting" yöntemleri kullanılmakta ve yapılan hesaplarla, hatalar olmakla beraber, gelecekteki gelişmeler doğruya çok yakın olarak bilinebilmektedir.34
Belirsizlik sorunu, özellikle 19'uncu yüzyılda, sadece sosyal olaylarda sanılmıştı. Oysa bir balon içinde bulunan gazın miktar ve sıcaklığını bilirsek basıncını hesaplayabiliriz. Ama içerde bulunan bir molekülün ne zaman ve nerede bulunacağını hesaplamamız mümkün değildir. Ünlü fizikçi Heisenberg tüm fizik olaylarında mikroya varıldığında belirsizlik ile karşılaşılacağını deneylerle ispat etmiştir.35 Yani 20'nci yüzyılda bir taraftan sosyal ve ruhsal kanunlar bulunarak toplumların da değişmez yasalara tâbi oldukları ortaya konulurken, diğer taraftan fizik âleminde de atomların ve moleküllerin hareketlerinde belirsizlik olduğu ortaya konulmuştur. Bugün bu belirsizlikler de istatistik ve ihtimaliyat hesapları ile belirli hâle getirilmiştir.36 Örneğin, bir adam bir zar attığı zaman yek gelip gelmeyeceğini bilemez. Ama yek gelme ihtimalinin 1/6 olduğunu bilir. Bu da bir bilgidir ve determinizmin içinde mütalaa edilebilir. O halde, sosyal olayları doğa olaylarının dışında mütalaa edip onları determinizmin dışında tutmak bizi araştırmalardan alıkoyar.
Biz, sosyal yasaların doğa yasalarının bir parçası olduğunu kabul ediyor ve onun da kâinatın tek düzeni içinde benzer kanunları arasında yer aldığı varsayımına dayanıyor ve çalışmalarımızı buna göre yürütüyoruz. Bu varsayımımızın ne dereceye kadar geçerli olduğu, elde edilecek sonuçlarla bilinecektir. O sonuçlar ise daha sonra yapılacak denetimli uygulama ile belirlenebilir. Esasen bütün varsayımlar için bu böyledir. Bu nedenledir ki, denge ve basitlik varsayımları yanında sosyal yasaların doğallığını da ekliyoruz.
6) Gaye ve irade varsayımı:
Sosyal düzenlemeler sosyal kanunlarla yapılabilir: Doğa içinde zaman ve mekânı içeren varlık; madde ve enerjiyi içeren etki; çoğalma ve hayatı içeren gayeile bireyi ve toplumu içeren irade mertebeleri vardır.
Varlık dediğimiz zaman, odada duran iki cismi düşünelim, bunlar vardır ama birbirlerine etkileri yoktur. Bir otobüste yan yana oturan iki insan vardır, ama konuşmuyorlarsa birbirlerine etkileri yoktur. Kâinattaki mekân ve zaman parça(=kuantum)'ları böyledir.
Oysa odada bulunan bir soba, yanında bulunan bir cismi ısıtmaktadır. Böylece iki varlık arasında etki ortaya çıkmaktadır. İşte böylece iki varlık arasında etkinin olması bir öncekine göre yeni bir olaydır. Yani birbirine etki etmeyen varlıklardan, birbirine etki eden varlıklara geçilmiştir. Böylece zaman ve mekân çiftine madde ve enerji çifti eklenmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, madde ve enerjinin zaman ve mekânın dışında düşünülemeyişidir. Eğer madde ve enerjiye bir etki yapmak istiyorsak başka bir madde ve enerjiyi kullanmak zorundayız. Sırf zaman ve mekân ile madde ve enerjiyi düzenleyemeyiz. Bu, hiçbir şey yoktan var olmaz kuralı ile belirtilmiştir.37-[33] Madde ve enerji zamanla bozulur, dağınık hâle gelir. Buna fizikte entropinin büyümesi adı verilmektedir.38-[34] Atom ve moleküllerin bir maksadın temini için özel bir biçimde düzenlenmesi mümkündür. Bu sayede dağınıklık yok olmuş, entropi küçülmüş olur. Madde ve enerjinin doğasına aykırı bu oluş, iki yeni özellik ortaya çıkarır: Biri, varlığın entropisini küçültmeye çalışması ve dolayısıyla varlığını koruması, yani yaşamayı gayeedinmesi; diğeri ise, kendisine benzer varlıkları çoğaltmaya çalışmasıdır. Böylece madde ve enerjide bulunmayan yaşama ve çoğalma gayesiyle yeni varlıklar oluşmaktadır.39-[35] Nasıl madde ve enerji mekan içinde oluşabiliyorsa, canlı da ancak madde ve enerji içinde oluşabilmektedir. Canlı varlıklara etki edebilmemiz için, yani canlı varlıkları düzenleyebilmemiz için canlılardan yararlanmak zorundayız. Bir canlıyı kullanmadan cansız maddelerden canlıyı üretme gücümüz bulunmamaktadır.
İnsanın diğer canlılardan farkı ise, fizyolojik yapısında bir tekâmül olmaksızın, yani genetik yapışını değiştirmeden sosyal yapısını ve ruhsal yapısını değiştirip geliştirme gücüne sahip olmasıdır. Canlılarda da evrim olmuştur. İnsanın bu evrim sonunda oluştuğu ileri sürülmektedir. Ancak bu oluşma genetiktir; biyolojiktir. Arılar çok iyi yapı ve kimya mühendisidirler. Ne var ki, milyonlarca sene önceki mühendislikleriyle bugünkü mühendislikleri arasında bir fark bulunmadığı söylenebilir. Halbuki, insanların daha bizim yaşadığımız çağda bile ne büyük gelişmeler kaydettiği gözlerimizin önündedir. İşte, insanı diğer hayvanlardan ayıran fark buradadır. Bu gelişmeyi sağlayan insanın kendi beyin yapısı olduğu kadar, beyinler arasındaki diyalog’tur da. Ben düşünüyorum, deniyorum, bir şeyler buluyorum ve sonra onu başkalarına aktarıyorum. Onlar da düşünüyor, başkalarına aktarıyorlar. Bu deneyimler birikiyor ve insanlık bugünkü düzeye ulaşıyor.
İnsanın deneyerek, yeni keşiflerde bulunmasına şuur (bilinç), Bunu başkalarına aktarmak suretiyle ortaklaşa düşünme ve deney yapmaya da ma'şer (ortak bilinç) adı verilmektedir. İşte insandaki bu şuur ve ma'şer yeteneği insanı farklı şekillerde davranma gücüne eriştirmektedir.40 Yani diğer canlılar programlanmış bir şekilde hareket ettikleri halde, insanlar kendi hareketlerinin programını kendileri yapabilmektedirler. Buna irade adını veriyoruz. Bu bakımdan insanın ve toplumun iradesini serbestçe kullanabildiği toplumlarda, sosyal, siyasî ve özellikle ekonomik gelişmeler çok hızlı olmuştur. Çünkü, insan, böyle bir ortamda geçmişteki
birikimlerinden ortaklaşa yararlanmak suretiyle geleceğini daha iyi bir biçimde düzenleyebilmektedir.''41
Burada unutulmaması gereken esas nokta şudur: Nasıl, madde ve enerji zaman ve mekansız, yaşama ve çoğalma madde ve enerjisiz olamazsa, şuur ve ma'şer de yaşama ve çoğalmasız olamaz. Yani insanın iradesi mutlak değildir. Biyolojik yasalara tâbidir. Bundan dolayıdır ki, insanda mevcut olan iradenin cüz'î olduğu belirtilmiştir. Yani insanda irade vardır ama bu külli değil cüz'îdir.42 İnsanın biyolojik, fizyolojik yapısındaki eksiklikler ve bilgisinin sınırlı oluşu, hareket etme gücünü de sınırlamaktadır. Bu nedenle, insan, bir yandan kendisinden, öte yandan dış çevresinden kaynaklanan sınırlar içinde iradesini kullanır. Bu sınırlarla uyum ne ölçüde sağlanırsa, gelişme de o ölçüde hızlı olur.43
Son bir nokta daha vardır ki, bu diğer varsayımların da esasını oluşturacaktır. Madde ve enerjiyi ancak madde ve enerji ile düzenleyebiliyor; yoktan bir şeyi var edemiyor; yaşamayı ve çoğalmayı ancak başka yaşama ve çoğalma ile sağlayabiliyor; cansızlardan bir canlıyı yaratamıyoruz. Aynı şekilde sosyal ve ruhsal olayları başka sosyal ve ruhsal olaylarla düzenleyebiliriz. Yani biz, irademizi ancak sosyolojik ve psikolojik yasalar içinde kullanabiliriz.
İşte,yine bundan dolayı,insanın iradesi cüz’idir diyoruz.
İradeyi büsbütün inkâr etmek, insandaki tekamülü inkâr etmek demek olur ki bu yanlıştır. Ama insanı büsbütün muhtar-özerk sayıp istediğini yapabilme gücüne sahip kabul etmek de sosyal ve ruhsal yasaları inkâr etmek demektir. Böylece biz, bu beşinci varsayımımızla doğal kanunların yanında sosyal kanunların olduğunu ve insanın iradesinibu kanunlar içinde kullanabildiğini kabul etmiş oluyoruz.Sosyoloji ile iktisat ve siyaset bilimleri bu kuralları bulup ortaya koymayı amaçlamaktadır.
7) Hakkın üstünlüğü varsayımı:
Zayıf da olsalar, haklılar bir araya gelerek haklıyı kuvvetli kılarlar. Doğal oluşlarda olduğu gibi, sosyal oluşlarda da kuvvet, dağınık kuvvetlerin tek tarafa yönlendirilmesiyle meydana gelir. Birleşenlerin kuvvetli olması diğer birleşmeyenleri de zorla birleştirerek daha güçlü hale getirmektedir. Böylece, bir gücün birleştirmesi sonunda doğan üstün güç birleştirici merkezî gücün aracı haline gelir ve anti-demokratik bir düzen doğar. Tarih boyunca insanoğlu bu merkezî gücün etkisini azaltmak veya ortadan kaldırmak için uğraşmıştır. Ne var ki, merkezî gücü ortadan kaldıran güç veya güçler, zamanla kendileri merkezî güç hâline gelmişlerdir ve anti-demokratiklik ismen kaldırılmış ise de aslında devam etmektedir.
Halbuki olması gereken, merkezî gücün baskısı olmaksızın birleşmenin sağlanabilmesidir. Merkezin halkı hakimiyeti altına alması yerine, halkın bu birleşmeden doğan kuvvetten yararlanmasını temin etmektir. İşte merkezi üstün tutan görüşe göre, bu ikinci tip halkın emrinde olan bir kuvvet yoktur, oluşamaz. Dolayısıyla daima kuvvetli haklıdır.44-[36] Bundan dolayı tüm sistemler buna göre düşünülüp geliştirilmelidir.
Oysa merkezî kuvvet olmadan da insanların birleşerek bilinçle ortaya koyacakları sistemle birliğin kuvveti oluşur ve bu kuvvet haklının yanında olur. İlkel dönem toplumlarında, yeterli sosyal bilgilere sahip bulunulmaması merkezî kuvveti zorunlu kılıyordu. Ancak, çağımızda insanlığın ulaştığı bilimsel ve düşünsel düzey, merkezî kuvvete ihtiyaç duymak şöyle dursun, merkezî kuvvetin varlığını birliğe engel bile görmektedir.45-[37]
Dolayısıyla bize göre geleceğin dünyası hakkın üstün tutulduğu, yani hakkın ve haklının güçlü olduğu esasına dayanacaktır.Başka bir ifadeyle, toplumun organize hâlde bulunmasından kaynaklanan gücün siyasî ve iktisadî tekellerden kurtarıldığı ve bu gücün bizzat temsil yoluyla belirlenen kişilerce uzlaşılarak kullanılacağı bir yönetim biçimi genel kabul görecektir. Modelimizde bu varsayımlar esas alınarak, devlet sosyal denge açısından anlatılmaya çalışılacaktır. Açıklamalarımızın bir bölümü okuyucuların devletle ilgili sahip oldukları bilgilerine ters düşebilir. Bu gibi durumlarda, konulan bu varsayımların hatırlanması, bunlardan hareketle tersliklerin giderilmesi ve ileri sürülenlerin buna göre değerlendirilmesi gerekir. Farklı teoriler, dayandıkları varsayımlarıyla anlam kazanırlar. Bu nedenle, eserimiz okunur ve incelenirken hep bu varsayımlar göz önünde bulundurulmalıdır.
III.ÇALIŞMANINPLANI
Bu kitabın Birinci Bölüm'ünde "Devletin Teorik Temelleri'' üzerinde durulacak ve insandan devlete geçiş anlatılacaktır. Bu Bölüm'de devletin teorik temelini teşkil eden biyolojik, psikolojik, sosyolojik ve siyasal esaslar üzerinde durulacaktır. Bu yapılırken, insanla devlet arasında insan-merkezli olmak üzere analoji yönteminden yararlanılacaktır. Böylece teorik temellerin dayandığı esaslar insandan hareketle gösterilmiş olacaktır.
İkinci Bölüm'de, "Devletin Unsurları ve Kuvvetler Ayrılığına Yönelik Yaklaşımlar" üzerinde durulacaktır. Bugüne kadar devletin unsurları ve kuvvetler ayrılığına ilişkin görüşlere özetle yer verilmeye çalışılacak ve bu konuda karşılaşılan sorunlar üzerinde de durulacaktır. Özellikle bu sorunlara, sosyal denge açısından çözümler getirilmeye çalışılacaktır.
Üçüncü Bölüm'de, Sosyal Denge Modeli'nde "Devletin Unsurları ve Kuvvetler Dengesi" başlığı altında devlet teorimizin yapısal unsurları ortaya konulacaktır. Unsurlar ve Kuvvetler sosyal denge açısından yeniden ele alınacak ve tanımlanacaktır. Burada elbette mevcut görüş ve uygulamalardan yararlanılacak, bu görüşlerle kesişen ve ayrışan noktalar belirlenecektir. Model ortaya konulurken insan merkez alınacak ve tanımlar ona benzetilmek suretiyle yapılacaktır. Böylece insanla devlet arasında bir denge kurulacaktır.
Değerlendirme ve Sonuç'ta ise bu çalışmadan elde edilen farklı hususlara işaret edilerek çıkarılan sonuçlar üzerinde durulacaktır.
Çalışmamızda tümevarım yöntemi ile analoji/benzetme yönteminden çokça yararlanılmıştır. Tümdengelim yöntemine ise zaman zaman başvurulmuştur. Sosyal Denge Modeli, olması gereken devlet açısından ele alınmıştır. Bu Kitabın temel özelliği ve hedefi, devlete yapısal bir açıdan yaklaşmaktır.
Elimizin ulaştığı ölçüde yerli ve yabancı kaynaklardan
yararlanılmıştır. Üçüncü Bölüm'de, model ortaya konulduğundan az sayıda göndermede bulunulmuştur.
DİPNOTLAR:
[1]-Başgil, A. F., Esas Teşkilât Hukuku - Türkiye Siyasî Rejimi ve Anayasa Prensipleri I, İstanbul 1960, s. 127.
2-. "...Batı'da uydu kentler (satelit) veya bahçe kentler(garden cities) şeklinde isimlendirilen yeni yerleşim birimleri meydana gelmeye başlamış, böylece metropoliten kent olayı ile karşılaşılmıştır." Toprak, Z., Kent Yönetimi ve Politikası, AABAM Yayınları, 2.baskı, İzmir 1988 s.4, 29.
3-Strauss, c.L., Yaban Düşünce, (çev. Tahsin Yücel) Hürriyet Vakfı Yayınlan, İstanbul 1984 s. 14, 52 ve dev.; "Yapısalcılık" kavramı ile ilgili olarak bkz. Yücel, T,Yapısalcılık (İnceleme), Ada Yayınları, İstanbul 1982 s. 10 ve dev.; felsefî bir ekol olarak Birinci Kitabımız, Akdemir, S..Sosyal Denge I-Devlet Yapısının Tarihi Seyri, İşaret Yayınları, İstanbul, 1990. Burada devlet teorisinin bütünü üzerinde durulacak değildir. Ancak Sosyal Denge Modeli serimiz sonunda devlet bir bütün hâlinde ortaya konulmuş olacaktır. Burada sadece yapısal unsurlar ve fonksiyonlar üzerinde durulacaktır
4-Devlet konusu, kamu hukuku, Anayasa hukuku ve siyaset bilimi eserlerinde bu konuya geniş yer ayrılmıştır. Ancak ülkemizde, monografik nitelikte teorik yaklaşımlar az sayıdadır. Monografik nitelikte bir çalışma için bkz. Göze, A,Sosyal Devlet Sistemi, İÜ Yayınları, İstanbul 1976; karşılaştırmalı bir çalışma için bkz. Göze, A., Korporatif Devlet, İÜ Yayınları (doçentlik tezi), İstanbul 1968; Genel ve ders kitapları için bkz. Okandan, R. G., Umumî Âmme Hukuku Dersleri, İÜ Yayınları, İstanbul 1952, s.37 ve dev.; Başgil, Esas Teşkilat... c.I, Fasikül I, s. 123 ve dev.; Akbay, M., Umumî Âmme Hukuku Dersleri, c.I, ed.III, AÜHF Yayınları, Ankara 1958, s.232; ve dev.
5-Begg, D.- Fischer, S.- Dornbisch, R., Economics, III Ed. McGraw-Hill Book Company, London 1991 s.28-29.
6-Bu konuda sosyal bilimciler içinde en fazla matematik kullanımı ekonomistlere aittir, iktisat bilimi, ekonometri, yöneylem araştırması, istatistik ve benzeri disiplinler ile çok güçlenmiş ve çağımıza damgasını vurmuştur. Ancak elbette bu kullanım da yeterli değildir. Bize göre İlâhiyat-Teoloji de dahil bütün ilimlere matematik üst düzeyde ve bütünüyle girmelidir. Ancak bu takdirde ilimler arasındaki analoglar çok daha kolay hâle gelir. Mühendislik bilgisi hukuk ve iktisatla, hukuk ve iktisat bilgileri de sayısal yöntemlerin kullanılmasına yönelik bilgilerle desteklenmelidir. Birinci durumda müspet bilimlere ve mekanikliğe sosyal boyut; ikinci durumda ise sosyal bilimlere mekaniklik ve müspet bilimler kazandırılmış olacaktır.
7-Sosyal Denge I adlı eserimize yapılan eleştiriler arasında ileri sürdüğümüz varsayımları ispatlamayışımızdan söz edilerek ağır eleştirilerde bulunulabilmiştir. "Halbuki her genelleştirme bir varsayımdır: Şu hâlde varsayım, şimdiye kadar hiç kimsenin inkâr etmediği bir role sahiptir. Ancak varsayımlar mümkün olduğu kadar erken ve sık gerçekleşmeye tâbi tutulmalıdırlar. Bu sınamaya dayanamayanlar terk edilmelidirler. Bundan bilim adamları memnun olmalıdırlar. Gelişme ancak bu suretle sağlanabilir. Diğer taraftan varsayımları aşırı derecede çoğaltmamak da gerekir. Çok sayıda varsayımlar üzerinde bir teori kuracak olursak ve bir gün deneyler bu teoriyi mahkum ederlerse, kabul ettiğimiz öncüller arasında değiştirilmesi gerekli olan hangisidir? Bunu bilmek imkansızlaşacaktır. Aksine deney başarılı olursa, varsayımların hepsinin birden gerçeklendiğine inanılacak mıdır?" Poincar6, H., Bilim ve Varsayım, (çev. Fethi Yücel) MEB Yayınlan, ed.II, İstanbul 1986, s. 169-170;Sosyal Denge I’e yapılan eleştiriler arasında bu nitelikli bir kritiğe rastlanmamıştır. Dolayısıyla eleştiriler soyut olmaktan öteye gitmemiştir.
8- Ülkemizde özellikle sosyal bilimler alanında özgün çalışmalar ve ekoller gelişmiş değildir. Türkiye, teknik bilimler alanında dünya sıralamasında belli bir sırada yer alırken, sosyal bilimler arasında bu yeri alamamaktadır. Prof. Gürbüz, bir genellemesinde bunun nedenini "Totaliter ülkelerin bilim adamlarının yansız olmaları zaten söz konusu değildir. Onlar belirli bir resmî görüşü savunmak zorundadırlar. İşte bunun içindir ki, teknik alanda değerli yapıtlar ortaya koymalarına karşın, totaliter ülkeler, sosyal bilimler ve özellikle siyaset bilimi alanında çok geri kalmışlardır. Bu alandaki bütün çalışmalar belirli bir ideolojinin kalıpları içinde sıkışıp kalmaktadır. Bu marksist, faşist veya dinci olsun bütün ideolojik devletler için böyledir." demek suretiyle totaliter uygulamalara ve buna bağlı ideolojilere bağlamaktadır, bkz. Gürbüz, Y., Karşılaştırmalı Siyasal Sistemler, Beta Yay., 2. Baskı, İstanbul 1987, s.V. Bize göre bunlara ilave olarak, bu tür ülkelerde özellikle sosyal bilimler alanında proje ve model geliştirme konusundaki yetersizlik ve bu konudaki bilgisizliği de eklemek gerekmektedir. Değişik yol, yöntem ve vesilelerle gelişen bütün ilimler ülkemize aktarılmaktadır. Yapılması gereken program, proje ve model üretme alışkanlığının kazanılması ve tarafımızdan da bunların üretilebileceğine inanılmasıdır.
9-Burada ABD'nde "Kamu Tercihi-Public Choice" akımından söz açmak gerekir. Bu akım özellikle iktisadî sorunların nedenlerini makro yapıyı ele alarak "anayasal iktisat" adı altında incelemekte ve çözüm önerileri üretmektedir. Bu akımın temsilcisi ve önderi durumundaki James M. Buchanan'ın iktisat alanında Nobel ödülü alması iktisadî sorunları makroyapı içinde ele almasına bağlanabilir. Bu konuda daha fazla bilgi için bkz. Buchanan, J. M., Liberty, Market & State: Political Economy of the 1980's, New York University Press, New York 1986; bu akımın Türkiye'de de etkileri bulunmaktadır. Temsilciliğini Prof.Dr. Vural Savaş yapmaktadır. Ayrıntı için bkz. Savaş.V., Anayasal İktisat, Beta Yay. İstanbul 1989.
10-Çöker, D.-Karaçay, T., Matematik Terimleri Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınlan, Ankara 1983, s.292, 215.
11- Poincare, Bilim ve Varsayım, s.I.
12-Poincare, Bilim ve Varsayım, s.I-II.
13- PoincarĞ, Bilim ve Varsayım, s.II.
14-Poincare, age, s. 169.
15-Poincare, age, s.II.
16-Poincare, age, s.170.
---Yıldırım, C, Bilim Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul 1983 s. 181.
18-Evrim teorileri, çiftleşme ve seleksiyon kavramları ve ayrıntı için bkz. Zaloğlu, Ş., "Evrim Teorileri," ed. Türkan Erbengi, Biyoloji, Beta Yayıncılık, 2.Baskı, İstanbul İ986; "İşte, uygun bireysel farkların ve değişimlerin korunmasına ve zararlı olanların ortadan kaldırılmasına 'doğal seçilimya da en güçlünün yaşamını sürdürmesi'diyorum." Darwin, C, Darwin Kuramı: Seçme Yazılar-Eleştiriler, (çev. Cem Taylan) Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul 1986, s.63.
19-Entropi kavramı sosyal bilimlere de uygulanmıştır ve "Entropi (ent-ropy) sistemin düzensizliğe yönelişi, kaynak değişimi ve kanun
yokluğu ve nihayet ölümü" olarak tanımlanmıştır. Negatif veya pozitif geriye besleme entropiy i bertaraf etme ya da azaltma yollarından biridir, bkz. Kast, F. E. &Rosenzweig, J. E., "General Systems Theory: Application for Organization and Management," Academy of Management Journal, 1972, Vol.15, p.450, zik. Dereli, T., Organizasyonlarda Davranış, 1. Cilt, IÜ Yayınlan, İstanbul 1976, s. 105.
19-İkili sistemi genetiğe uygulayan ve kromozomları bu sistemle açıklayan James Watson ve Francis Crick isimli bilim adamlan Nobel ödülü kazanmıştır, bkz. Johnson, L. G., Biology, W. C. Brovvn Publishers, Iowa 1983, s.58-60.
20- Onlu sistemin gücü hakkında bkz. Morrison, P. & Morrison, P., Po-wers of Ten, Scientifıc American Library, New York 1982, s. 112-113.
21-İnsan ekonomi bilmese bile, kendi bilgi ve çevresine göre ekonomik hareket eder. Ayrıntı için bkz. Ersoy, A., İktisadî Müesseseleşme Tari-hi-İktisadî Kalkınmanın Tarihi Seyri, AABAM Yayınları, İzmir 1986, s. 1. o
22- Düzen, "Karşılıklı işlevsel bağlılıklar içinde bulunan bir dizi age H
nin oluşturduğu bütünlük" Ozankaya, Ö., Temel Toplumbilim Terimleri Sözlüğü, Savaş Yayınlan, 3.baskı, Ankara 1984, s.41; Sistem kavramı için bkz. Unsal, A., Siyaset ve Anayasa Mahkemesi ("Siyasal Sistem" Teorisi Açısından Türk Anayasa Mahkemesi) AÜ Yayınlan, Ankara 1980, s.11-13.
23-"Determinizm; zorunsuzluk ve hür iradeyi kabul etmeyip, fizik, ruhî ve ahlâkî bütün olayları birtakım zarurî sebepler zincirinin zaruretle tayin ettiğini iddia eden teori." Ayrıntı için bkz. Bolay, S. H., Felsefî Doktrinler Sözlüğü, Ötüken Yayınlan, 3.baskı, İstanbul 1984, s.61 ve lev.; Determinizmin kritiği içi bkz. Gurvitch, G., Sosyal Determinizmin Çeşitleri ve İnsan Hürlüğü Üzerine Altı Konferans, çev. N. Şazi Kösemihal, İstanbul 1958.
24-Gökberk, M., Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, ö.baskı, İstanbul 1985, s.33.
25-Shi, N.&Zuo, G.,OutLaws of The Marsh, Foreign Languages Press, c. I, Beijing 1988, s.14.
26- Neden-sonuç ilişkisi hakkında ayrıntı için bkz. Yenişehirlioğlu, Ş., Felsefe ve Diyalektik Bilgi Kuramı (Epistemoloji), Alkım Yayınevi, III. baskı, Ankara, tarihsiz, s.284.
27- "Bugün için psikoloji alanına iki genel görüş hakimdir. Bunlardan biri olan insancıl görüş, insan yaşantı ve davranışlarının, belirli bir kişinin davranışlarının yanı sıra, hislerini, güdü ve isteklerini inceleyerek daha iyi anlaşılacağını belirtir. Diğeri olan modern davranışçı görüş ise psikolojinin hisler gibi gözlenemeyen içsel durumları değil de gözlenebilen davranışı incelemesinin en uygun olacağını savunur." Morgan, C. T-, Psikolojiye Giriş Ders Kitabı (çev. Hüsnü Arıcı...) HÜ Yayınları, 7.baskı, Ankara 1989, s.8. Çalışmamızda bu iki görüşün sentezine yer verilerek değerlendirmelerde bulunulacaktır.
28-İnsanlık tarihinde sihirin etkisi hakkında bkz. Childe, G., Tarihte Neler Oldu, (çev. Mete Tuncay-Alaeddin Şenel) Alan Yayıncılık, 5 .baskı, İstanbul Î990, s.17, 58,64, 65.
29- Nucleic acid'in iki tipi olan DNA ve RNA'nın keşfi ile biyolojide büyük atılımlar yapılmıştır. Ayrıntı için bkz. Johnson,L.G., Biology, ed.II, London 1983, s.57-58; Bemek, E., "Hücre Yapı Taşları, Oluşum, Yapı ve İşlevleri," ed. Türkan Erbengi, Biyoloji, Beta Yayıncılık, İstanbul 1986, s.259 ve dev.
30--Scherif.M.&Scherif,C.W,SocialPsychology,HarperfeRowPublis-hers, New York 1969, s. 17; Montesquieu, C, Kanunların Ruhu Üzerine I,(çev. Fehmi Baldaş) MEB Yayınları, Ankara 1963, s.415 ve dev.
31-Gurvıtch, G., Sosyal Determinizmin Çeşitleri ve İnsan Hürlüğü Üzerine Altı Konferans, çev. N. Şazi Kösemihal, İstanbul 1958, zik. Bolay, s.64.
32-Piyasada fiyat oluşumu ve denge fiyatı için bkz. Aren, S., 100 Soruda Ekonominin El Kitabı, (Türkiye Ekonomisinden Örneklerle)
Gerçek Yayınevi, lO.Baskı, İstanbul 1990, s.98 ve dev.
33-atlanmış
34-"ABD Ulusal Ekonomi Araştırma Bürosu'nun temel işlevi ileriye yönelik tahminlerde bulunmaktır. Belli gösterge verilerinden hareket edilerek elde edilen sonuçlar geleceğe yönelik kararların isabetliliğini arttırmaktadır." bkz. Reynolds, L. G., Macroeconomics, V. ed. Richard D. Inving Inc., Illinois 1985, s.253-258.
35-"...Heisenberg, kuantum mekaniğine üstün katkılarıyla ün yapmıştır. Heisenberg'in belirsizlik ilkesi, fizikte olduğu kadar dünya görüşümüzde de önemli bir devrimi simgeler. Bu ilke ile Neıvton mekaniğinin sıkı determinizmi yerini olasılık yasalarının egemen olduğu yeni mekanik bir anlayışa bırakmıştır, denebilir." Yıldırım, Bilim... s.287; "Modern fizikte; dünya, farklı nesneler gruplarına değil, farklı bağlantılar gruplarına ayrılmışlardır. Artık ayrıştırabildiğimiz tek şey, bazı fenomenler için çok önemli olan bağlantı türleridir. Yeni dünya, birleşik bir olaylar dokusu gibi belirmektedir. Bu dünyada farklı türdeki bağlantılar sürekli olarak değişmekte, birbirine geçmekte ya da birleşmekte ve böylece bütünün özelliklerini belirlemektedirler." bkz. Heisenberg , W., Physics & Philosophy, Harper: Torchbooks, Ne w York 1958, s.107 (zik. Capra, F., Fiziğin Tao'su,(çev. Ökten, K. H.,) Arıtan Yayınevi, İstanbul 1991, s.360.
36. bkz. Akkaya, Ş.- Hasgür, İ., Uygulamalı İstatistik, İzmir 1989.
37- "Lavosier ilk kez Kütlenin Korunumu ilkesini açıklamaktadır. Kimyasal bir değişimde kütle ne yitirilir ne de kazanılır; sonuçta elde edilen maddenin kütlesi başlangıçtaki maddenin kütlesine eşittir." bkz. Yıldırım, s.144.
38-Çanlıların entropiye karşı koydukları Schrödinger isimli bilim adamı tarafından ispatlanmıştır: "Schrödinger mas concerned about the spon-taneous tendency of chemical systems to be come increasingly less orga-nized. This tendency touıard disorganization, terrned ENTROPY, see-med to contradict the high degree of organization among many orga-nisms. Schrödinger concluded that living things must continually obta-in energy from their environments to counter the tendency touıard ENTROPY and maintain their highly ordered organization." zik. Johnson, s.12.
39- "Canlı sistemlerinin özellikleri: 1. Kompleks bir organizasyon, 2. Uyum (adaption), 3. Metabolizma (bir hücrenin içindeki kimyasal reaksiyonların hepsi veya bir organizasyondaki hücresel faaliyetler) 4. İrkilme (irritability) 5. Büyüme ve gelişme, 6. Üreme." bkz. Johnson, L. G., Bio-logy, W. C. Brown Publishers, Iowa 1983; "Canlı varlıkların türlerinin devamı çoğalıp yeni bireyleroluşturarak ölenlerin yerine yenilerinin konulmasını gerektirir. Üreme olayının özü, atasal soya benzeyen yeni bir dölün üretilmesidir. Aseksüel ve seksüel olmak üzere iki temel gruba ayrılır." Zaloğlu, Ş., "Canlılar Alemi," Editör Türkan Erbengi, Biyoloji, s. 181.
40. Rafiuddin, M., Geleceğin İdeolojisi, (çev. B. Tuna) Akabe Yayınlan, istanbul 1988, s.27, 37, 109.
41. Hook, S., Political Power & Personal Freedom, Criterion Books,
New York 1959, s.65.
42.Küllî irade kavramı daha çok İslâm felsefesi ve özellikle kelâm ilminde
geliştirilmiş bir kavramdır. Küllî irade ve cüz'î irade kavramları
kelâmda Mutezile ve Cebriye mezheplerine göre çok farklı anlamlara
gelmektedir. Bu konuda bkz. Şerif, M. M., İslâm Düşüncesi Tarihi,
(çev. Altay Ünaltay) İnsan Yayınlan, İstanbul 1990, s.236,263,290; Ay-
din, A. A., İslâm İnançları (Tevhid ve İlm-i Kelâm), Gonca Yayınevi,
7.baskı, Ankara 1984, s.303 ve dev.
43. Schrag, C. C. & Carsen, O. N. & Catton, W. R., Sociology, IVed. Harper
& Row Publishers, New York 1968, s. 109.
44- Kökü eski Mısır ve Yunan sofistlerine uzanan kuvvet teorisine göre, devlet kuvvetin zayıfa hükmetme kanununun bir deyişinden ibarettir. Kuvvetlinin zayıfa hükmetme kuralı nasıl bir doğa yasası ise, aynı şekilde devlet de sosyal hayatta kuvvetlinin zayıfa hükmetme kuruluşudur. Doğa yasalarını nasıl değiştirmek mümkün değilse, kuvvetlinin zayıfı ezmesi de değiştirilemez. Bu görüşe göre devlet, kuvvetliler için işleyen ve zayıfları sömüren bir kuruluştan başka bir şey değildir. Daha kuvvetli olanın daha zayıf olana tahakküm etmesi haklıdır. "Hak en kuvvetlinin daha çok yararına olan şeydir." Bu konudaki yazarlar hakkında ayrıntı için bkz. Del Vecchio, G., Hukuk Felsefesi Dersleri, İstanbul 1955, s.279; Versan, V., Âmme İdaresi, İst.İTİA Yayınlan, in.baskı, İstanbul 1967, s.9-10; Buna karşılık, "Hukukun kuvvete eşit olduğu iddia edilecek olursa, hak ile haksızlık arasında bir ayırım yapmak imkânı ortadan kalkacaktır. Ortada bir hukuk varsa, bu mantıken kuvvete üstün olma demektir." bkz. Del Vecchio, G,Lezioni di Filoso-fia del Diritto. DC.ed., Milano 1953, s. 210 (zik. Erman, H.,"Del Vecc-hio'nun Hukuk Görüşü," İHFM, c.XXXVn S. 1-4, s.270).
45-Schumacher, E.F., Küçük Güzeldir,(çev. Osman Deniztekin) Cep Kitaplan AŞ., 2.baskı, 1989, s.48,179.
-