SOSYAL DENGE- 2/Devletin unsurları ve kuvvetler dengesi
Süleyman Akdemir
1820 Okunma
MANEVÎ-BİRLEŞTİRİCİ UNSURLAR

       II. MANEVÎ-BİRLEŞTİRİCİ UNSURLAR

Buraya kadar ortaya konulan unsurlar ve bu unsurlarla ilgili yapılan açıklamalar, devletin maddî-fizikî unsurlarıdır ve onun oluşmasını hazırlayıcı bir zemin ve ortamı teşkil ederler. Ancak devletin oluşması için bu iki unsur yeterli sayılmamış ve bunlara egemenlik ve kişilik unsuru da eklenmiştir.55 Önce egemenlik, sonra kişilik üzerinde durmak istiyoruz.

       A. EGEMENLİK UNSURU:

1) Kavram:

Dikkat edilecek olursa, hemen her toplulukta bir otoritenin bulunduğu görülür. En küçük ve basit topluluk olan ailenin içinde dahi bir otoritenin var olduğu hemen anlaşılır. Köyde muhtarın, bucakta bucak müdürünün, ilde valinin, devlette devlet başkanının otoritesi var olduğu gibi; bir işletmede genel müdürün, sınıfta öğretmenin, orduda komutanın, özetle her toplumda bir düzen ve bu düzeni sağlayan bir otoritenin varlığı, yetki ve sorumluluğun bulunduğu hemen görülür. Bu otorite belli bir toplumda kendine özgü belli bazı şart ve nitelikleri haiz olursa, o toplum ulus niteliğini kazanır. Bu ulus toprak parçasını da ülke haline getirirse devlet meydana gelir. Bu otorite, ülke içinde yaşayan ve bulunan bütün gerçek ve tüzel kişilerin iradelerinden, onların katılımı ve kabulü ile bir sentez biçiminde meydana geldiğinden, ayrı ve nesnel-objektif bir güce ve dolayısıyla yetkiye sahip olur.56-[1] Devlet, toplumu teşkil eden kişi ve toplulukların, ekonomik ve yönetsel ünite ve birimlerin, ortak bir amacın gerçekleşmesi konusunda birleştirici ve kaynaştırıcı nitelikte teşkilatlanmasından ve hiyerarşik bir düzen oluşturmasından meydana gelir.57-[2]

İşte böyle bir teşkilatlanmanın ve düzenin meydana gelebilmesi için, o toplumun kararlar alması ve bu kararları uygulama gücüne sahip olması gerekir. Bu güce devletin ulusal egemenliği, dolayısıyla devletin güç ve yetkisi diyoruz. Devlet düzeni, bir bakıma, çeşitli sosyal kuruluş ve kişilerin otorite bakımından yapılan toplumsal sözleşmelere uyması ve uygun hareket etmesi demektir. Buna toplumsal sözleşmede yer alan teş-

kilatlanma da dahildir. Bu yetki ve güce, belli bazı nitelik ve şartları taşıması halinde egemenlik adı verilmektedir. Daha çok Fransız yazarlar tarafından kullanılan bu kavram, dilimize de aynı anlamda yerleşmiştir.58-[3]

Egemenlik, sosyal hayatı bir düzen içinde sağlama amacıyla, ülkede birlik ve düzeni doğurur. Bu unsur, aynı zamanda toplumun hukuk düzenini de oluşturur. Devlet hukuk düzeni, ülke içindeki diğer özel ve alt toplulukların statülerinden de üstündür. Egemenliğin tanımı, anlayışlara göre değişmektedir. Kuvvetin üstün tutulduğu anlayışa göre, "Egemenlik kurumu siyasî bakımdan emir ve kumanda etme iktidarı, hukukî yönden ise emir ve kumanda etme hakkı" biçimindeki bir tanım genel kabul görmektedir.59-[4]

Bize göre, ileride de üzerinde durulacağı üzere, "Egemenlik, siyasî bakımdan ulusun iradesini hiçbir baskı olmaksızın serbestçe açıklayabilme iktidarı, hukukî bakımdan ise bu iradenin korunması hakkıdır." Bu iradenin içine, bireylerin ayrı ayrı iradeleri de dahildir.

 

    2) Egemenliğin kaynağı sorunu:

Bu konuda çok farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bunlar arasında, egemenliğin kaynağını insan dışı kuvvetlere dayandıran "teokratik" görüşlerle, egemenliğin kaynağının insanın kendisinde var olduğunu kabul eden "demokratik" görüşler önemli bir yer tutmaktadır.60-[5]

Demokrasi, insanın kendi kendini yönetmesi, teokrasi

ise, insanın başka insan veya insanları üstün bir güç veya güçler adına yönetmesidir. Bu üstün güç, yerine göre insan da kabul edilebilir. Bu durumda, adına ne dersek diyelim, o insan tanrılık iddiasında olduğundan, yönetim biçimi teokratik nitelikli sayılmalıdır. Bu kimsenin Tanrı'nın varlığını kabul edip etmemesinin her hangi bir önemi yoktur. Bu bakımdan teokrasi ile diktatörlük birbirine yakın iki kavram kabul edilebilir.

Burada insan üstü kuvvet, insan-tanrı biçiminde de ifade edilmiştir. Örneğin Eski Mısır'da firavunlar tanrı-kral olarak "egemenliği kullandıklarını ileri sürüyorlar ve insanları kendilerine köle ediyorlardı.Bunun gibi, her hangi bir insanın, diğer insanlar tarafından insan üstü kabul edilmesi de teokratik görüşler içinde değerlendirilmelidir. Bir insanın, Tanrı adına, diğer insanları yönetmesinden hiçbir farkı bulunmamaktadır.

Çoğunluğa dayanan kararlar için de benzer biçimde düşünebiliriz. Çoğunluk kararı, bir toplumda yaşayan insanların ekseriyetinin, buna katılmayan azınlığa uygulanmasını ifade eder ve bu kararların alınmasında irade ve rızaları bulunmayan kimseleri de bağlar. Burada çoğunluk, kendisine ayrı ve üstün bir güç verilmek suretiyle, âdeta ilâh konumuna sokulmaktadır. İnsanların bir kısmına zorla uygulandığı için anti demokratiktir.Çoğunluğungüçlendirilmesi, onun ilâh kabul edilmesinden başka bir şey değildir.Bu nedenle, çoğunluğun da insan üstü bir teokratik nitelikli yaklaşım olduğu ileri sürülebilir.

Esas sorun, insanların bireysel (cüz'î) iradelerinin kullanılması ve insanların istek ve rızaları olmadan başkaları tarafından yönetilmemesidir. Aşağıdaki görüşler bu açıdan da değerlendirilmelidir.

a) TEOKRATİK GÖRÜŞLER:

Egemenliğin kaynağını açıklama konusunda dinî anlayışlara ve bu arada insan üstü düşüncelere dayanan bu görüşler, tarihin ilk dönemlerine kadar uzanmaktadır. Bu konuda

 

semavî dinler ile diğer dinler arasında bir ayırım yapılabilir. Ayrıca bu dinleri değerlendirirken, ilk geliş ve başlangıç dönemleri ile sonradan bozulmuş dönemlerini birbirinden ayırmak da zorunlu gözükmektedir. Bu konuda, siyaset ve sosyal bilimler alanında değerlendirme yapılırken, dinler bozulmuş biçimi ile alındığından, gerçek görüşleri ortaya konulamamaktadır. Dinlerin bozulması, egemen güçlerin kendi iktidarlarına süreklilik kazandırmak amacıyla dinî esaslarda tahriflere ve bu amaca yönelik dinsel ödünlere neden olmuştur ve hâlen olmaya devam etmektedir.

Teokratik nitelikli görüşler ile ilgili klasikleşmiş hususlar kısaca şöyle özetlenebilir: Egemenliğin gerçek sahibi, kâinatın yaratıcısı olan Tanrı'dır. Dolayısıyla egemenlik de kaynak bakımından, Tanrı'ya bağlanır. Tanrı kulları olan insanlara emreder, onlar ise O'na itaat ile yükümlüdürler.Yeryüzünde egemenliği kullananlar, onu gerçek sahibi adına kullanmakta ve insanlar üzerinde hükmetmektedirler. Egemenliği kullanan kimse yani hükümdar, gerçekte, Tanrı'nın emirlerini yerine getirmektedir. Diğer insanlar, hükümdara bu nedenle itaat etmek zorundadırlar. Aksi takdirde, Tanrı'ya isyan etmiş sayılırlar ve günah işlemiş olurlar.61-[6] Bu yaklaşıma göre egemenliği elinde bulunduran güç, Tanrı adına hareket etmektedir.

Burada bir hususa daha işaret etmekte yarar görüyoruz. İnsanlar, elbette kendi kendilerini yöneteceklerdir. Ancak bunlar, birtakım sınırlamalar içindedirler. Doğal hukuk anlayışı, bu konuda önemli bir sınır teşkil eder. Doğal haklar uzun yıllar ilâhî haklar veya Tanrı tarafından insanlara bahşedilen haklar olarak kabul edilmiştir.62-[7] Adına istersek doğal sınırlar ve istersek ilâhî sınırlar diyelim, bu alan elbette yönetimin ihlâl edemeyeceği veya bağlı bulunacağı bir sınırı ifade eder. Bir başka deyişle, egemenliğin kullanılması da sınırsız değildir. O hâlde,

doğal ve sosyal kanunlara aykırı düzenlemeler, insanların uymak zorunda oldukları ve aksine davranamayacakları bir alan oluşturmaktadır. İnsanın kendi kendini yönetmesi, doğal ve sosyal yasalarla sınırlıdır. Buna dinsel etkilerle Tanrı'nın kuralları veya ateist yaklaşımla doğal ve sosyal kanunlar demek arasında sonuç itibarıyla önemli bir fark bulunmamaktadır. İnsanlar bu kurallara uymak zorundadırlar. Bu bakımdan teokratik nitelikli görüşler, ilâhî egemenliğin yeryüzünde gerçekleşmesi olarak ele alınınca farklılıklar arz etmektedir. Bu konuda iki görüş önemlidir.

       aa) Doğaüstü, ilâhî görüş:    

       Bu görüşe göre, Tanrı sadece egemenliği yaratmakla yetinmez. Aynı zamanda yeryüzünün belli bir memleketinde hü-
kümdar olacak kimseyi, yahut hanedanı da bizzat kendisi doğ-
rudan doğruya belirler. Gerçek anlamıyla hükümdar, Tanrı ta-
rafından seçilir.
63 Bir başka deyişle Tanrı, bazı insanları diğer
insanlara egemen kılmıştır. Bunlara itaat, Tanrı'ya itaat nite-
liğindedir. Bu anlayışa, teokrasi adı verilmektedir ve böyle bir
anlayış, insanın kendi kendisini yönetmesi demek olan demok-
rasiden tamamen farklıdır.   

        ab) Providansiyel  ilahi görüş:

Bu anlayışa göre de egemenliğin kaynağı ilâhîdir. Fakat, bu iktidarı yeryüzünde kullanacak olan kimseyi, yeryüzünde insanlar seçer. Tanrı da gücüyle bu işi sevk ve idare eder.64 Başkanlar, diğer doğal ve sosyal olaylarda olduğu gibi, ilâhî kanunlar çerçevesinde seçilirler. Burada insanlar kendi kendilerini yönetmektedirler. Ancak hesabı diğer insanlara değil, Tanrı'ya vermektedirler.

Bu görüşe göre, egemenliğin kaynağı Tanrı olmakla beraber yönetim biçimi beşerîdir. Bir başka deyişle, olayların seyri yönetim biçimini belirler. Egemenliğin meşruluğu, onun varlığını Tanrı'ya borçlu bulunan sosyal düzenin doğal yasalarına uymakla sağlanabilir. Böylesi bir yaklaşımı, teokratik olarak nitelemek, hatalı yorumlara yol açabilir.

               b) DEMOKRATİK GÖRÜŞLER:

Demokratik görüşler, egemenliğin kaynağını insanın akıl ve iradesinde görmektedirler. Bu görüşlerin belirgin nitelikleri şunlardır: Eğemenliğin kaynağı toplumdur, halktır. Bir iktidar ancak onu kullanan, yöneten toplum tarafından kurulursa, meşrudur. Çünkü, yürütme, yargı gibi, yasama gücü de halkın iradesine dayanmaktadır. Aksi takdirde yasal ve hukukî değildir.65-[8]

      Demokratik görüşler tarihte özellikle Eski Yunan, Roma, Hıristiyan ve İslâm düşüncelerinde görülmektedir. Bu görüşler  özellikle 17'nci ve 18'nci yüzyıllardan itibaren tamamiyle akılcı   ve lâik bir nitelik kazanmıştır.66-[9] Bununla beraber, bu görüşlerde halkın kararlarını ve ulusal iradeyi ortaya çıkarma bakımından ma'şerî karar usul ve yöntemleri geliştirileceğine, soruna ,basit ve fakat güçlüyü daha güçlü kılan çoğunluk sitemi içinde çözümler aranmıştır.67-[10] Birtakım kimseler veya gruplar karara katılmadıkları ve hatta karşı oldukları hâlde, çoğunluk yöntemiyle alınan kararlar bu kimselere veya gruplara zorla kabul ettirilmiş ve uygulanmıştır. Bu durum, kendi kendini yönetme demek olan demokrasi ile çelişmektedir. Sorunun çözümü, "ma'şerî karar sistemleri"nin geliştirilmesi olup ayrı bir çalışmamızın konusunu teşkil etmektedir.68Gerçek bir demokrasiden söz açılabilmesi ancak hukuk plüralizmi69ve bunlar arasında kesişen ortak alanın ve ortak paydanın oluşmasını temin  eden konsensus sisteminin kabul edilmesi ile mümkün olabilir.

 

ba) Ulusal egemenlik görüşü:

Ulusal egemenlik düşüncesi, doğal hukuk ekolünün de etkisiyle, 18'inci yüzyılda kendisini etkin bir biçimde göstermiştir. Bu görüş, özellikle Fransız Devrimi'nde rol oynayan kişiler üzerinde etkili olmuştur. Bu devrimle düşünce alanındaki görüşler, pozitif hukuk alanına ve uygulamaya girmiştir. Devrimin duyurduğu en önemli ilke ulusal egemenlik olmuştur.70-[11]

Bu anlayışa göre, egemenlik ulusundur. Ulus da kişidir; ancak tüzel bir kişidir. Egemenlik niteliğinden hiçbir şey yitirmeksizin evvelce tek bir kişiye aitken, ondan alınmış ve ulus dediğimiz topluluğa, ulus tüzel kişisine verilmiştir. Böylece egemenlik, kişisellikten çıkarılarak anonim bir hale sokulmuş, fakat mutlak karakterinden hiçbir şey yitirmemiştir. Egemenlik, aynı zamanda ulus genel iradesidir. Bu ulusal irade, bireysel iradelerden üstündür. Ayrıca ulus iradesi, bireysel iradelerin toplamından da farklıdır. Bunların toplamına eşit değildir. Bireysel iradelerin bir araya gelip kaynaşmasından, sentezinden meydana gelmiştir. Bu itibarla, bireylere kendini zorla empoze etmek ve onların kendisine itaat etmelerini istemek hakkına sahiptir. Toplumsal sözleşme niteliğindeki yasa, kollektif iradenin bir ürünüdür. Ulus tarafından seçilmiş olup mecliste yer alan temsilciler, sadece kendilerini seçen seçmenlerin ve seçildiği seçim bölgesinin yahut partisinin elemanı değil, bütün ulusun temsilcileridir. Hiçbir kişi veya hiçbir grup, sayıları ne kadar çok olursa olsun, ulus tarafından seçilmiş veya seçilmişler tarafından atanmış olmadıkça, ulusa ait olan egemenliği kullanamaz.71-[12]

Bize göre bu açıklamalar, sorunu çözmeye yetmemektedir. Bir bölgenin yarısının oyu ile gelen bir insanın bütün ulusun vekili veya temsilcisi olması ancak zorlama ile izah edilebilir. Meclis veya meclisler elbette bütün halkın temsilcilerinden oluşacaktır. Ancak kararlar çoğunluk yöntemi ile değil, ma'şeri Karar sistemi ile alınmalıdır. Temsilcileri belirlemekiçin her beş yılda bir yapılan ve sandıktan çıkan sistemler yerine, siyasî gruplara kaydolma ve ülke içindeki kayıtlıların sayısına göre vekilleri belirleme sistemleri geliştirilmelidir. Günümüz bilgisayar teknolojisi ile günlük, haftalık, aylık icmaller alınabilir. Böylece alınan karar, vekil-müvekkil ilişkisine, ferdî ve emredici vekâlet esasına uyabilir. Buna rağmen alınan kararları beğenmeyenler ve bu kararları kabul etmeyenler bulunabilir. Bu gibi kimselere mağdur edilmeden göç hakkı tanınmalıdır.

Yasa ulus iradesinin bir ifadesi olmakla beraber, vatandaşa her şeyi emredip yasaklayamaz. Egemenlik de her hak gibi sınırlıdır. Bu hakkın sınırı, bireylerin doğal, yani canlı ve insan olmak niteliklerinden doğan haklarıdır.72

       bb) Halk egemenliği:

Bu görüşe göre, halk kendisini meydana getiren bireylerin toplamından ibarettir. Halk egemenliği, halk iradesi de bireysel iradelerinin toplamından ibarettir. Ayrı ve farklı bir niteliği yoktur.73

Siyaset biliminde ulus ve halk iki ayrı kavram olarak gelişmiştir. Bize göre ulus kararlarıyla halk kararları birbirinden ayrılabilir ve bu iki kavrama birbirinden farklı içerikler yüklenebilır. Ulusal nitelikte bir karar ile geçmişten gelip gelecek nesilleri de bağlayan yerleşmiş kurallar anlaşılmalıdır.Halk kararları ise hâlen yaşayan insanların alıp uyguladıkları kararları ifade etmelidir. Halk, yaşanan dönemi, ulus ise geçmiş ile geleceği bağlayan bir kavram olarak belirlenebilir.

       bc) İslâmiyet ve egemenlik:

Batı'da özellikle Ortaçağ’daki yönetim biçimi gerçek bir teokrasi olduğu hâlde,74 aynı yaklaşım İslâmiyet'e uygulandığında durum farklıdır. İslâm uygulamasında bir ruhban sınıfı oluşmamıştır.75

Kişiler vermiş oldukları sözlere, ikili ve toplumsal sözleşmelere

uymak zorundadırlar. Bu anlaşmalara uymamaları hâlinde, haklarında sözleşmeye uymamadan dolayı, müeyyide uygulanır. Ancak bu kimseler, dinî açıdan, sözlerini yerine getirmemelerinden dolayı, Tanrı(=toplum)'ya karşı sorumludurlar. İnsanlar, sözleşme hükümlerine uyma bakımından dünyevî müeyyidelere tabidirler. Keza İslâmiyet'te başkan, yeryüzünde Tanrı'nın halifesi olmakla birlikte, yeryüzü kural ve sözleşmelerine göre seçimle gelir.76 Buna göre, İslâmiyet'te, özellikle halifeler döneminde başkanın seçimi ve yönetim tamamen beşeri nitelikli olmuştur.

Görülüyor ki, İslâmî yönetim biçimi demokratik niteliklidir. Çünkü Tanrı, insanı ve toplumu kendi başına hareket eden hâlife adı ile nitelemektedir.77-[13] Küllî irade sınırları içinde kalmak şartıyla yeryüzü yönetimini cüz'î irade sahibi insana bırakmıştır.78-[14] Herkes cüz'î iradesi ile toplumsal sözleşmeye katıl- mak ve ona göre hareket etmek durumundadır.79 Herkes içtihadından ve bu içtihatlara dayalı oluşan icmâlardan sorumludur.80 Esasen bunun dışında hareket etmek, İslâmiyet'ten sapmadır.Nitekim Hz.Muhammed’den sonraki dönemlerde bu halka dayalı özgün yönetim biçiminden çok kısa bir süre içinde uzaklaşılmıştır.81Ancak İslâmiyet, başkana karşı ihtilâl ve isyan (huruc-u ale's-sultan) yöntemlerini öngörmediğinden.82hâlkhükümdarlara, saltanat yoluyla da gelseler biat etmeyi daha uygungörmüştür.

Diğertaraftan,İslâmiyet'e göre kâinat tek bir varlığın eseridir. O'nun koyduğu yasalarla düzenlenmiştir. İnsanı da O  yaratmıştır. İnsana cüz'î iradeyi veren O'dur. Allah, nasıl küçük çocuğu yetiştirip büyütmeleri için ebeveyni görevlendirmiş ve çocuk büyüdükten sonra ona hakları kullanma ehliyetini  vermiş ise, onun gibi insanlığı geliştirmek içinde peygamberler göndermiş ve onlara kitaplar vermiştir.Böylece peygamberler insanları eğitmişler ve insanlar artık reşit hale gelmişlerdir.  Peygamberlerden Hz. İbrahim ilmi, Hz. Musa hukuku,Hz.Dâvud ekonomiyi, Hz. İsa da ahlâkı insanlara öğretmiştir.Hz.Muhammed ise bütün beşeriyete hitap eden ve her çağın gereksinimlerini karşılayan Kur'ân'ı getirmiş ve içtihat ve icma kurumu ile demokratik düzeni yerleştirmiştir.İnsan kendisi için kendisi karar verecektir. Bilmiyorsasoracak,ama, yine kendi

 

içtihadına göre bilen kim ise ona soracaktır. Devlet, doğrudan içtihat yapma ve icmalarda bulunma yetkisine sahip değildir. Bir başka deyişle devletin yasa yapma gücü bulunmamaktadır. Yönetim halkın içtihat ve icmalarına dayanan hususları uygulama imkânına sahip bir teşkilâttan başka bir şey değildir. Zayıfların haklarını koruyan bir kuruluştur. Bu biçimiyle hukuk sistemlerini halkın oluşturduğu tam bir demokratik yapı ile karşılaşılmaktadır..Burada hemen şu itirazlar yapılabilir.Kâinatın hakimi Allah'tır. İnsandan birçok görevlerin yapılmasını istemektedir.Yapmayanları sorumlu tutacağını ahiret  hayatında karşılık olarak cehenneme koyacağını, doğru iş işleyenleri ise cennete koyacağını sık sık tekrarlamaktadır. Bu ifadelerin demokratik yönetime  engel olup olmadığı sorusu üzerinde durulabilir. İslâmiyet’e göre, bunun için Tanrı’nın yeryüzünde yetkili kıldığı kimseyoktur ve kimse kimseden bunların hesabını sorma yetkisine sahip değildir. Devlet yetkililerinin de bu hususta müdahale etme yetkileri bulunmamaktadır. Bütün bu açıklamalar yapılmadığı için Türkiye’de teistler de  ateistler de huzur içine girememektedirler.Esasen İslâmiyet kişiye ve topluma cüz'î irade vermekle, onlara kendi başlarına hareketedebilme imkânlarını tanımış demektir.

Ancak bu görüş başlangıç dönemlerinde etkin olmakla birlikte, zamanla terk edilmiş ve özellikle siyaset alanındaki saltanat uygulamaları ile tamamen bırakılmıştır. Diğer taraftan halk kesimini, bir başka deyişle sivil toplumu ilgilendiren özel hukuk uygulamaları ise içtihat ve icma kurumlarının içtihat kapısının kapandığından   bahisle terk edilmesiyle kendisini yenileyememiş ve  İslam hukuk sistemi de diğer hukuk sistemleri gibi uygulamadan kalkmış veya daha doğru deyişle antidemokratik hâle gelmiştir. Bu defa olay kutsal ve dini kavramlarla açıklanır olmuş ve müslüman ülkelerde antidemokratik ve keyfi yönetimler  başlamış ve bu ülkeler doğal  olarak çağın gerilerinde kalmışlardır.İslâmiyet'in bu konuda çağın ihtiyaçlarına cevap verebilmesi, ancak başlangıç dönemlerindeki ilkelere dönmeleri, toplumsal iradeyi ve bu arada içtihat ve icmâ kurumlarını yeniden ele alarak çağın sorunlarına bu ilkelerle çözüm aramalarıyla mümkün olabilir.

B.KİŞİLİKUNSURU:

          1)Kavram:

Devlet, kendisini meydana getiren insanların bir sentezi olarak karşımıza çıkar. Devletin yapısında, onun vücut bulmasına katılan gerçek kişiler bakımından bir çokluk vardır. Fakat, devletin oluşabilmesi için çokluk niteliğinin yanında, bu çokluğun aynı zamanda bir birliğe indirgenmesi gerekmektedir. Aksi takdirde, devletin varlığından bahsetmek imkânsızdır.83-[15]

Devletin birliği, onun kendisini meydana getiren gerçek kişilerden ayrı ve tamamen bağımsız bir varlık oluşturur. Ancak, kendine ait hakları organları aracılığı ile kullanma ehliyetini de haiz bulunan bu varlığı, gözle görebilmek, el ile tutabilmek mümkün değildir. Bununla beraber, devletin akıl ve muhakeme ile kavranabildiğini de kabul etmek gerekir. Örneğin, bu bağımsız varlık hakları elde edebilmekte ve borç altına da girebilmektedir. O hâlde, gerçek kişiler gibi, devlet için de haklara ve borçlara ehil olma keyfiyetinin ve yine onlar gibi, kendi organları tarafından açıklanan haklarını kullanma ehliyetinin söz konusu olduğu bir gerçektir.84-[16]

2)         Kişiliğe ilişkin görüşler:

Devletin bir kişiliğe sahip bulunması keyfiyeti, kamu hukukunun temel sorunlarından birini oluşturmaktadır. Bu konuda birbirinden farklı çok sayıda görüşler ileri sürülmüştür.

a) HUKUKÎ KİŞİLİK GÖRÜŞÜ:

Alman ve Fransız hukukçu bilim adamları tarafından geliştirilen bu görüşe göre, devletin kişiliği hukukî bir kavramdır. Bu kavram kaynağını hukuk anlayışına dayandırmaktadır. Devletin kişiliği için, ona verilen yetkiler bakımından hukukîlik gerekmektedir. Bu yetkilerin doğrudan doğruya devletin kişiliğinden kaynaklandığını söylemek mümkün değildir. Bu yetkiler ancak hukuken değerlendirildiği takdirdedir ki, bu biçim bir imkânın varlığından söz açılabilir.85-[17]

Bu görüşü savunanlardan bir kısmı, realite bakımından devlet iradesi diye bir şey kabul etmemekte, ancak hukukî bakımdan ise farklı bir sonuca varmaktadırlar. Bunlara göre, devlet ancak hukuktan dolayıdır ki, her hangi bir istekte bulunma ehliyetini ve kollektivitenin iradesini haiz bir varlık gibi gözükmektedir. Devleti hak sahibi yapan, bireyleri birleştirici bir organizasyonun varlığıdır. Böyle bir organizasyon olmadan, devleti oluşturan bireylerden ayrı bir kişinin varlığı söz konusu olamaz.86-[18]

Bu görüşü savunanlara göre, devlet için hukuken var olması, ancak kendiliğinden harekete geçebilme ve faaliyette bulunabilme yeteneğine sahip organlara sahip olduğu andan itibaren söz konusu olabilir. Bu organların yetki ve biçimleri ise, bireyler tarafından oluşturulan ilk statü ile tespit olunmaktadır.87-[19] O hâlde, devlet kişiliğinin var olabilmesi için, ona gereken organları belirleyecek ve bu organların yetki ve sorumluluklarını ortaya koyacak bir sosyal sözleşmenin bulunması zorunlu bir ön şarttır.

           b) GERÇEK KİŞİLİK GÖRÜŞÜ:

Bazı yazarlar, devletin kişiliğinin gerçekliğini ileri sürmüşlerdir. Bunlara göre, dünyada biri maddî ve diğeri manevî olmak üzere iki çeşit kişi vardır. Bunlardan maddî kişiler, yani insanlardır. Bunlar gibi manevî kişiler de, insanlar tarafından vücuda getirilen ve kendilerini meydana getirenlerden ayrı, irade sahibi, doğal ve gerçek kişilerdir. Bu kişiler diğerleri gibi hak ve vecibelere sahiptirler. Bu maksatla oluşmuş irade ve organları vardır. Bu durum, hukukî olmaktan öncedir.88-[20]

Bu görüş, doktrinde, uzviyetçi, irade, kollektif çıkar ve müessese 89-[21] teorileri adları altında değişik biçimlerde ileri sürülmüştür.

 

c) FARAZİ KİŞİLİK GÖRÜŞÜ:

Bu görüşü savunanlar, kişiliği hak sahibi olabilme, haklardan yararlanma ehliyeti olarak kabul etmekte ve kişi kelimesinin hak ve görevlere, yetki ve sorumluluklara ehil olabilen bir varlığı ifade ettiği sonucuna varmaktadırlar. Bu görüşe göre, devlet ve benzeri kuruluşlar gerçek kişilere benzetilmek suretiyle ve varsayımlara dayanılarak açıklanabilmektedir. Gerçekte bu durum tamamen yapay olup bir tasarımdan öteye gitmemektedir. Bu nitelikleri taşıyan devlet, kendisini oluşturan bireylerden ayrı ve bağımsız bir varlık değildir. Maddî olmak niteliğinden yoksun bulunması dolayısıyla manevî sözcüğü ile ifade edilen bu kişi, tamamen yapay ve farazidir. Akıl ve muhakememizin eseri olan bu kişiyi gözle görebilmemize, el ile tutabilmemize imkân yoktur. Gerçekte manevî kişi için ne varlık, ne de hak ve yükümlülükler söz konusudur.90-[22]

d)KOLLEKTİF MÜLKİYET GÖRÜŞÜ:

Bu görüş, savunanlara göre, devletin manevî kişiliği, önce kollektif patrimuvan-mülkiyet kavramına dayanılarak açıklanmalıdır. Devlet kendi varlığını kollektivitede bulmaktadır. Devlet kollektivitenin sentetik bir ifadesidir. Kollektivite kendisini oluşturan bireylerden ayrı bir kişi meydana getirmediği gibi, devletin de kollektiviteyi oluşturan bireylerin kişiliklerine üstün bir kişiliğe sahip bulunduğu söylenemez. Devlet, insan unsuru içinde yer alan bireylerin toplam birliğini temsil etmektedir. Kişilik, devletin ancak bir hak sahibi niteliğiyle hareket edebildiği durumlarda söz konusu olabilir.91-[23]

        e)REALİST GÖRÜŞ:

       Devletin kişiliği ile ilgili diğer görüşlere taraftar olmayan bazı bilim adamları, devletin kişiliğini reddederek, bu konuda "realist görüş" adı altında düşünceler ileri sürmüşlerdir. Bunlara göre, kişi ve kişilik gibi kavramlar ancak insanlar, yani gerçek kişiler için kullanılabilir. Bunlara göre, devlet denildiği zaman, kollektif bir biçimde, hep birlikte hareket etmek isteyen gerçek kişilerin bir çokluğu söz konusu olmakta ve fakat hareket keyfiyeti yine bireysel bir nitelik arz etmektedir. Gerçek kişilerin bir araya gelmelerinden dolayı, onlardan ayrı, kendine özgü bir iradeye sahip yeni bir kişi meydana gelmiş değildir. Devletin iradesi denildiği zaman, yönetim görevini üzerlerine almış kimselerin bireysel iradeleri söz konusudur. Keza, devleti oluşturan bireylerin toplamının çıkarı da, doğrudan doğruya onları ilgilendiren bir çıkardır. Devlet denildiği zaman, birbirlerine ancak bir siyasî bağla bağlı insan çokluğu söz konusu olmakta, devlet ise bu insan çokluğunu ifade etmektedir.92-[24]

Bu görüşün savunucularından Duguit'ye göre, kişilik ancak şuur ve iradenin bulunduğu yerde var olabilir. Halbuki, şuur ve iradeye sahip bir kollektivitenin varlığından, devletin kendine özgü bir iradeye sahip bulunuşundan söz etmeye imkân yoktur. Gerçekte devlet iradesi diye bir şey olamaz ve bunun için de devlet niteliği itibarıyla bir hak sahibi, bir kişi sayılamaz. Devletin iradesi, iktidarı ellerinde bulunduranların, yönetenlerin iradeleridir. Kollektif irade denilen şey gerçekte savunulması imkânsız bir varsayım, bir hayaldir. Devlet, yönetenlerle yönetilenler arasında meydana gelen bir siyasî farklılaşmadan ibarettir. Devlet, fiilî iktidarı haiz birey veya bireylerin, yani yönetenlerin bizzat kendileridir.93-[25]

           f) İSLÂMİYET VE KİŞİLİK:

Burada İslâmiyet'in bu konudaki görüşüne işaret etmede fayda görüyoruz. İslâmiyet'te başkanın kişiliği yok olur ve devletin kişiliği ile bütünleşir. Aynı biçimde, devletin mameleki ile kişinin mameleki bütünleşir ve devlet başkanının mirası çocuklarına değil halefine kalır. Başkanların kişiliği başkan olmakla yok olur. Kompüterlerin bağlandığı merkez komputür durumuna geçen başkan istişare kurumu ile kendi başına değil topluluğun ortak düşüncesinin merkezi hâline gelir. Burada ulusun kişiliği sorununa işaret etmede yarar görüyoruz. Toplumun veya ulusun ayrı kişilikkazanabilmesi için ortak karar alabilme mekanizmasının var olması gerekir. Bize göre kişilik irade ile tanımlanır. Allah'ın iradesi vardır;o halde kişiliği vardır.Toplumun iradesi vardır o halde  onun da kişiliği olmalıdır. Diğer hayvanların ve cansızların, iradeleri olmadığı için, kişilikleri de bulunmamaktadır.

Başkanın ağzı ve sözü devletin ağzı ve sözü kabul edilir. Böylece devletin kişiliğinde hiçbir tereddüt bırakmayacak bir  biçime sokulur.

g) DEĞERLENDİRME:

Devletin kişiliği ile ilgili, farklı ve birbirine ters düşen çok sayıda görüşün olduğu anlaşılmaktadır. Her görüşe karşı da eleştiriler yapılmaktadır. Hemen her görüş olayın bir cephesini ele almaktadır.

Bu görüşler devleti açıklamaya çalışmakta; ancak devletin kaynağını, insan açısından ele almamaktadırlar. Devletin insan tarafından ve ona benzetilmek suretiyle oluşturulması ve insanın yeteneklerinden kaynaklanan ihtiyaçlarının karşılanması amacıyla oluşturulan bir kurum olarak değerlendirilmesi, devlete farklı bir anlam ve işlev kazandıracaktır. Elinizdeki bu eserin Birinci Bölümü ile, insandan hareketle devlet olgusu ortaya konulmayâ çalışılmıştır. Üçüncü Bölüm'de ise, yine insandan hareketle, devletin unsurları ve kuvvetler dengesi üzerinde durulacaktır.

 

DİPNOTLAR:

55-Okandan, Umûmî... s.805; Akbay,s.278 ve dev.

56- Özçelik, S., EsasTeşkilâtHukukuDersleri,UmûmîEsaslarI, İÜ.

Yayınları, İstanbul 1966, s.58; Devlet iktidarı ve egemenlik kavramı için bkz. Okandan, Umûmî... 810 ve dev.

          57-Hiyerarşik düzen için bkz. Örnek, A., KamuYönetimi,İstanbul 1988,

s. 53

58-Teziç, Anayasa... s. 117; Okandan,Umûmî... s.818; Özçelik, Esas... s.59.

59- Başgil, Esas... s.175.

60 Özçelik, Esas... s.60; Elbette bu konuda başka görüşler de bulunmaktadır. Bunlar arasında (1) Teokratik görüşler, (2) İktidarı tek bir ferdin iradesine irca eyleyen teori, (3) İktidarı menşeini kollektiviteye irca eyleyen teori, (4) İktidarı doğrudan doğruya devlete ait bir hak olarak mülahaza eyleyen teori, (5) Realist teori, sayılabilir. Okandan, Umûmî... s.818 ve dev.

61-Özçelik, Esas... s.60; Okandan, Umûmî... s.819.

62-Özçelik, Esas... s.61.

63-Özçelik, Esas... s.61.

64-Özçelik, Esas... s.61; Okandan, Umûmî... s.820.

65- Özçelik, I., s.62.

66-Özçelik, L, s.63.

67-Çoğunluk ilkesinin uygulandığı durumlarda egemenliğin bütün ulusa teşmil edilmesinin açıklaması çok zor görünmektedir. Demokrasilerin en önemli handikapı çoğunluk ilkesidir. Lipson, L., Demokratik Uygarlık, (çev.H.Gülalp-T. Alkan),Ankara 1984, s.476;Başpl, Esas Teşkilât... s.242; Yazarlar, özellikle seçim sistemlerinde çoğunluğa prim verilmesinden yana görüş açıklamaktadırlar. Bunun nedeni, genelde çatışma ilkesinin kabul edilmesidir. Çatışma yerine uzlaşma ve koalisyon görüşleri ikinci plana itilmektedir. Çok kolay ve basit uygulama imkânı bulan bu sistem, karşı oyları ve uzun süreleri kapsaması nedenleriyle kitleleri tatmin edemediği için sorunları arttırmaktadır. Çoğunluğa prim veren yazarlar için bkz. Özbudun, E,Türk Anayasa Hukuku, Yetkin Yayınları, 2.baskı Ankara 1989, s.238,239; Araslı, O., Adaylık Kavramı ve Türkiye'de Milletvekilliği Adaylığı,(doktora tezi) Ankara 1972, s.37; Armağan, S., Türk Esas Teşkilât Hukuku, İÜ Yayınlan, İstanbul 1979, s. 141 ve dev.

68-Daha çok Doğu Uygarlıklarında ve özellikle İslâm Uygarlığında geliştirilen bu karâr sistemlerinden en çok bilinenleri, içtihat, icma (konsensüs), istişare (danışma), örf... olmak üzere 24 çeşit olarak sayılmaktadır. Bütün sorun zaten kuvvetli bir durumda olan çoğunluğun kuvvetine engel olmak ve bir topluluğun gerçek kararını zorlama olmadan bulabilmektir. Ma'şerî karar sistemi ile ilgili bk .. Karagülle, S., Alternatif Faizsiz Banka-Selem ve Kredileşme, İz Yayıncılık, İstanbul 1991. s.365-395:

69-Hukuk plüralizmi, çağdaş hukuk düşüncesinde oldukça yeni bir kavramdır. Devletler özel hukuku alanında davada bir yabancı olması hâlinde, kanunlar ihtilafı ilkeleri gereğince yabancının kanununun uygulanması bir bakıma hukuk plüralizmine bir örnek teşkil edebilir. Tek kanun sistemi uygulamaları ile bu ilkeden çok uzak durumda olduğumuz söylenebilir. Ancak sözleşme serbestliğinin giderek yaygınlaşması ile hukuk plüralizmi konusunda önemli adımlar atıldığı söylenebilir. Hukuk plüralizminin çok tipik örneği İslâm hukuk uygulamasında rülmüştür. Mezheplerin ve özellikle farklı hukuk sistemlerinin mensuplarına kendi hukuk sistemleri uygulanmıştır.

70-Özçelik, Esas... s.63-64.

71- Özçelik, Esas... s.64.

72-Özçelik, Esas... s.64.

73-Okandan, Umûmî... s.833.

74-"Hıristiyanlık, ilk ortaya çıktığı zaman yeryüzünde egemenlik kurmak iddiasında değildi. Başlıca amacı insanlığın öbür dünyadaki kurtuluşunu hazırlamaktı. Roma imparatoruna, yani Kayser veya Sezara vergi verip vermemekte tereddüt edenlere karşı İsa'nın söylediği "Sezar"a ait olanı Sezara, Tanrı'ya ait olanı da Tanrı'ya verin" sözü bir bakıma yeryüzü ve gökyüzü iktidarlarının ayrılışını kabul anlamına gelmekteydi. Başlangıçta bu ayrılığa rağmen, Roma imparatorluğunun son yıllarından itibaren politik iktidarla Kilise arasında bir yakınlaşma görüldü; sonra da Kilise en üstün güç olarak ortaya çıktı. Öyle ki, Orta Çağ boyunca, zaten kendilerine bağlı senyörlere karşı güçsüz olan krallar ve hükümdar, bir de gökyüzündeki senyörü aşağılarda temsil eden Kilise önünde diz çökmek zorunda kaldılar." Soysal, M., Anayasaya Giriş, Ankara 1969 s.ll.

75-Karatepe, Ş., Osmanlı Siyasî Kurumları, İşaret Yayınları, İstanbul 1991, s.28.

76-Tanrının halifesi, Allah'ın insan topluluklarına verdiği kollektif gücü (rahmet) egemenliği temsil etmesi  başka bir ifadeyle toplumun kolektif gücünü başkana emanet etmesinden kaynaklanmaktadır. Topluluklara doğal olarak verilen bu gücün temel fonksiyonu yeryüzünde hakkı (Hukuku) egemen kılmaktır. Hakkın egemen kılınması, sosyal dayanışma ve uzlaşmaya anlam kazandırabilir.

77- Kur'ân, Bakara 2/30.

78- Küllî irade ve cüzi irade için bkı. Kur'ân, İnsan 76/30; Tekvîr, 81/29.

79-Kur'ân Bakara 2/177; Mü'minûn 23/8.

80-Kur'ân, En'am 6/164; Fatır 35/18; İçtihat ve icmânın çağdaş anlamları için bkz. Karagülle, S., İçtihad," Tek Yol Dergisi 14.9.1973, Sayı 14, s.4-5,31.

81-Watt,M.,lslâmDüşüncesininTeşekkülDevri,(çev.E.RuhiFığlalı) Umran Yayınları, Ankara 1981, s.2 ve dev.; Şeriatî, A,Yarının Tarihine Bakış,(çev. Orhan Bekin) .Akabe Yayınlan, İstanbul 1987, s.62-63.

82-İhtilâl ve isyan yerine hicret ilkesi geliştirilmiştir. Bir ülkede mevcut otoriteye isyan eden veya ihtilal düzenleyen bir peygamber örneğine hiçbir kutsal kitapta ve peygamberlerde rastlanmamaktadır.KaragüIle, S., Islâmîyet ve Günümüzün Meseleleri, Kaynak Yayınları, İzmir 1976, s. 76.

83-Okandan, Umûmî... s.909; özçelik, Esas... s.109.

84-Teziç, Anayasa... s.116; Okandan, Umûmî... s.910.

85- Okandan, Umûmî... s.917; "Bu da (tüzel kişilik) bin yıllar süren sosyal ve iktisadî gelişme ve savaşımlarla elde edilebilmiş bir hukukî durumdur." Duran, L., İdareHukuku,İÜ Yayınları, İstanbul 1982, s.63.

86-Okandan, Umûmî... s.923.

87-Okandan, Umûmî... s.925.

88- Başgil, Esas Teşkilât... s. 182; Okandan, Umûmî... s.925; Özçelik, s. 112.

89- Okandan, Umûmî... s.928, 929, 931, 933.

90-Okandan, Umûmî... s.942.

91-Okandan, Umûmî... s.947.

92-Okandan, Umûmî... s.952.

93-Okandan, Umûmî... s.956.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



 



 

 

 

      

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



© 2024 - Akevler